GÜLHÂNE HATT-I HÜMÂYÛNU
Sultan Abdülmecîd Han zamânında, Sadrâzam Mustafa Reşid Paşa tarafından hazırlanarak, 3 Kasım 1839’da Topkapı Sarayının Gülhâne Bahçesinde okunup, îlân edilen ve ıslahat programını bildiren belge. Tanzimât Fermânı diye de bilinir.
Avrupa’da 18. yüzyıldan îtibâren görülen teknik ilerleme, her geçen gün Osmanlı Devletinin aleyhine gelişti. Yeni buluşlar; askerî, sivil, iktisâdî bünyeye süratle girerek Avrupa milletlerini güçlendirdi. Ayrıca Fransız İhtilâliyle yaygınlaşan ve şiddetle benimsenen milliyetçilik hareketleri, bu milletlerin derlenip toparlanarak, bilhassa Osmanlı Devletine karşı düşmanlıklarını arttırdı. Haçlı zihniyetinin kinleri ve asırlar boyunca süren Müslüman-Türk üstünlüğüne son verme ihtirasları da, bu teknolojik imkân ve güçlerle birleşerek, askerlikte, ticârette, dış ve iç siyâsette Osmanlı Devleti aleyhine komploları, açık ve gizli tecâvüz ve mücâdeleleri en ileri noktalara doğru tırmandırdı.
Bunun netîcesi olarak Osmanlı Devleti içinde yer alan başta Hıristiyan azınlıklar, kavmiyetçilik ve Haçlılık hisleri tahrik edilerek devamlı sûrette taşkınlıklara, isyânlara, tahrik ve teşvik edildi. Bu hareketleri düşman devletlerce maddî ve mânevî yardımlarla desteklendi. Öte yandan 17. yüzyıldan sonra yeniçerilerde görülen bozulma, Sultan İkinci Mahmûd Han devrinde siyâsî ve ticârî hayâta da bulaşarak devlet içten içe çürütülmeye başlandı. Bu durum devletin gücünü tedricen azaltarak, dışarda ve içerde zaafa uğrattı. Yüksek dereceli bâzı memurlar arasında yaşanan şahsî çekişme, kin, hased ve garez, zaman zaman devletin otorite ve gücünü zayıflatmak ve yok etmek pahasına da olsa, sürdürülerek, devletin düşmanlarına yardım edildi.
Böylece esâsen devlete sâdık ve temiz halk, yükselme devrinde görülen basiretli ve ilerletici sevk ve idâreden mahrum, ilimden uzaklaştırılarak sanâyi ve ticârette teknik kolaylıklardan habersiz bırakıldı.
Bu durum, Tanzimât Fermanı’ndan çok önce Osmanlı sultanları tarafından fark edilerek çeşitli ıslâhat hareketleri planlandı ve uygulandı. Yeniçeri Ocağının kaldırılması, kılık kıyâfetin düzenlenmesi, eğitim müesseselerindeki ıslâhâtlar, teknolojik gelişmeleri devlete sokma gayretleri bunlardan bâzılarıdır. Ancak bu hareketlerin çoğunda düzeltilmek istenen asıl hususlar insan unsuru ve müesseselerin işleyişi ve teknolojiye ayak uydurmak şeklinde görülür. Sultan Abdülmecîd Han da bu anlayışa sâhip, ıslâhât hareketlerini devâm ettirmek ve devleti Avrupa ile henüz dengede duran gücünden düşürmemek; bir de hâkim güç hâline getirmek için azim ve gayret ile çalışan bir hükümdârdı.
Avrupa milletleri ve bilhassa İngilizler; Osmanlı Devletinde yapılacak ıslâhâtın devletin temellerine nüfûz etmesini, Osmanlı müesseselerinin yıkılarak Avrupaî bir idâre tarzı altında devletin yapısına ters bir zihniyetin hâkim olmasını, azınlıkların istiklâli temin edilerek parçalanma ve yıkılışa yol açmasını arzu ediyorlardı. Bunu sağlamak için husûsî teşkilâtlar kurarak bâzı Osmanlı devlet adamlarını elde etmeye, ıslâhât gayretlerini kendi planlarına uygun şekle çevirmeye çalıştılar. Mason locaları dâhil, çeşitli isim ve şekiller altında yürütülen bu faâliyetler içerisinde Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu’nun hazırlandığı günlere gelindi.
Tanzimât-ı Hayriye de denilen bu fermanın hazırlayıcısı Mustafa Reşid Paşadır. Mustafa Reşid Paşa; daha önce Paris ve Londra elçiliklerinde bulunmuş, batı kültürü hayranı, millî meziyetler ve İslâm bilgilerinden önemli ölçüde uzak kalarak yetişmiş bir kişiydi. İstanbul’a dönüşünde İngiltere sefiri Lord Rading’in ısrarlı tavsiyeleri netîcesinde sadrâzamlığa getirilmişti. Lord Rading’in Osmanlı Devletini parçalamak için İngiltere’de kurulmuş olan “İskoç Mason Locası”nın önde gelen bir üyesi olduğu târihî kayıtlarda mevcuttur.
Tanzimât Fermânı; 3 Kasım 1839 târihinde, Gülhâne Bahçesinde, yabancı devlet sefir ve konsolosları, bütün saray erkânı ve devlet ricâli ile büyük halk kalabalığı önünde bizzât Reşid Paşa tarafından okunup, îlân edildi. Oldukça uzun bir metin olan bu ferman ihtivâ ettiği fikirler îtibâriyle beş kısma ayrılabilir:
1. İlk kısımda; Osmanlı devletinin kuruluşundan îtibâren, şerîatin kânunlarına uyulduğundan, devletin kuvvetli hâle ve halkın müreffeh bir duruma vâsıl oldukları belirtilmektedir.
2. İkinci kısımda; yüz elli yıldan beri türlü gâileler ve türlü sebeplerle dîne ve kânunlara riâyet edilmediğinden, devletin zayıfladığına işâret edilmektedir.
3. Üçüncü kısımda; Allah’ın inâyeti ve Peygamberin yardımları ile devletin iyi bir şekilde idâresini sağlamak gâyesiyle yeni kânunların konulmasının gerekliliği belirtilmektedir.
4. Dördüncü kısımda; bu yeni kânunların dayanacağı prensipler belirtilmekte olup, bunlar:
a) Müslüman ve Hıristiyan bütün tebeanın ırz, nâmus, can ve mal güvenliğinin temini;
b) Verginin düzenli bir usûle göre ayarlanıp toplanması;
c) Askerliğin düzenli bir şekle sokulması.
5. Beşinci kısımda ise, bu kânunların yapılması ve tatbiki için gereken tedbirlerden bahsedilmektedir.
Muhtevâsı, uygulanışı ve netîceleri îtibâriyle Osmanlı târihinde, üzerinde en çok tartışılan konulardan biri olan buFerman hakkında yapılan çeşitli değerlendirme ve tenkitler şöyle sıralanabilir:
İlk üç bölüm, Hatt-ı Hümâyûnun dördüncü bölümündeki yeniliklere Müslüman tebeanın reaksiyonunu azaltmak ve onların îtimâdını kazanmak için kaleme alınmıştır. Tanzimât Fermanı’nın en önemli kısmı, dördüncü kısmıydı. Ferman’ın îlânından bir müddet sonra, fermanda gerekli olduğu belirtilen tedbirlerin alınmasına başlandı.
Dördüncü bölümde sayılan prensiplerle, evvelden beri Osmanlı idâresinde sanki bir kamu düzeni ve kânun bulunmadığı şeklinde bir hava verilmeye çalışılmıştır ve ferman, bu düzensizliği ortadan kaldırıyor iddiâsı ile ortaya atılmıştır. Halbuki, kânun ve nizâm hâkimiyeti, devletin kuruluş yıllarından îtibâren pâdişâh dâhil, herkes tarafından en çok riâyet edilen husustur. Osman Bey, en yakın çocukluk arkadaşı, Beyliğinin ileri gelen kumandanı, çok sevdiği Samsa Çavuş’un, Leblebici Hisar’ın gelirinin kendisine verilmesi talebini; “Karındaşım; kânunumuz harpsiz teslim olan hisarların düzenine, gelirine dokunmayı men eder. Leblebici Hisar’ı kılıçla alınmadı!” diyerek kânun ve nizâm ile devleti, şahsî dostluğundan üstün tuttuğunu göstermiştir. Temeli böyle atılan devlette kânun ve nizâm hep önde gelmiş, keyfî idâre gâyesi güdülmemiştir. Ayrıca bir devlet içinde kânunları ihlâl eden bâzı kimselerin bulunması, yeni kânun yapmayı îcâb ettirmez. İhmâl edenlerin cezâlandırılmasını gerektirir.
Bu fermandan sonra ferdî hakların korunması bakımından önemli olan yeni bir cezâ kânunu yapıldı. Memur suçlarına âit yeni bir İdâre Kânunu düzenlendi ve rüşvet için ağır cezâlar kondu. Tanzimâtın birinci ve ikinci yıllarında iltizâm ve âşâr toplama usûlleri kaldırıldı. Âşâr, muhassıl-ı emvâl denilen mâliye memurları vâsıtasıyla toplanmaya başlandı. Hıristiyanların verdikleri cizye de patrikhaneler vâsıtasıyla toplandı.
Mustafa Reşid Paşanın mühim bir gâyesi de bu tedbirle ortaya çıkmaktadır. Vergi almak devletin vazîfesidir. Müslümanların vergisini Şeyhülislâmlık makâmı toplamadığı, devlete verildiği hâlde, hıristiyanların vergilerini kiliseler toplamaktadır. Bu bir nevi muhtâriyet işâreti vermektir. Nitekim yüzlerce yıl sulh içinde Müslümanlarla berâber yaşayan Ermeniler, bu târihten sonra teşkilâtlanıp devlete yüz yıldan ziyâde gâile olmuşlardır. Bütün devlet memurları maaşa bağlandı. Tanzimâtın bânisi Reşid Paşa mâlî sâha ile alâkalı teferruatlı bir programa sâhib olamadığından beklenilen netîce elde edilemedi. Buradan da Reşîd Paşanın asıl hedefinin sosyal bünye olduğu anlaşılmaktadır. Kısa bir süre sonra âşar ve cizyenin toplanmasında eski usûle dönüldü. Vergi işleri için defterdârlıklar kuruldu. Vergilerin tesbit ve tahsîlinde belediye ve vilâyet meclislerine bâzı yetkiler verildi. İlk kâğıt para da bu dönemde çıkarıldı. Fakat karşılığı olmadığı için kısa süre sonra değerden düştü. 1846 Ticâret Kânunu çıkarıldı.
Yüzyıllardır, askerlik nedir bilmeyen Hıristiyanlara askerlik mükellefiyeti yüklenemediğinden onların askere alınmalarından vazgeçildi. Böylece fermanın getirdiği askerlikte, Hıristiyan-Müslüman eşitliği ilk darbeyi yedi.
Tanzimât Fermânı’nda doğrudan doğruya millî eğitimle ilgili bir kısım görülmez. Mustafa Reşid Paşa Hatt-ı Hümâyûnu okuduğu gün, birçok kordiplomatik şahıslara ek olarak bâzı Avrupa devletlerinin ileri gelenleri de hazır bulundu. Bunlardan İngiliz Prensinin diğer sefirlere nazaran Reşid Paşaya yakınlığı çok fazla idi. Çünkü Paşa, İngiltere’de sefirken Prensle şahsî dostluk kurmuşlardı. Batı kültürünün hayrânı olan Paşa’nın bu yakınlık karşısında birçok fikrî taahhütleri de olmuştur. Gülhâne bahçesinde Paşa, fermanı okurken hazır bulunan İngiliz Prensi, Paşa’yı harâretle tebrik ederek; “Paşam, siz İngiltere’deki sohbetlerimizde plânlarınızı bana anlatırdınız. Ben ise Osmanlı cemiyetinde bu değişikliklerin değil yapılması, sözünün bile edileceğine ihtimâl vermezdim, ama, sizi kırmamak için de îtirâz etmezdim. Fakat görüyorum ki hayâllerinizi gerçekleştirdiniz. Beni yanılttınız, sizi tebrik ederim!” demekten kendini alamamıştır. Halbuki Osmanlı cemiyetinin bu şekilde bozulmasını, dejenere edilmesini Reşid Paşaya İngilizler empoze etmişlerdi. (Bkz. Reşid Paşa)
Osmanlı Devletine dostluk elini bugüne kadar uzatmamış İngiltere, iki sene sonra 1841’de Mısır’daki Mehmed Ali Paşa gâilesinde Osmanlı Devletini donanması ile desteklemiş. Fakat öbür taraftan da Mısır’ı Osmanlılar üzerine kışkırtmıştır. Arkadan Kırım Harbinde de bu sahte dostluğunu, Osmanlı Donanmasını Karadeniz’de Sinop baskınında Ruslara imhâ ettirerek devâm ettirmiştir. Adım adım ilerleyen bu durum, Devletin çökmesine kadar sürmüştür.
Millî eğitim sâhasındaki yenilikler Sultan İkinci Mahmûd zamânında başlatılmıştı. Bu dönemde ise Sultan Abdülmecîd Hanın emriyle yeni mekteplerin açılması ve sıbyan mekteplerinin çoğaltılmasına çalışıldı. Millî eğitim işlerinin yürütülmesi ve kontrolünü tâkib etmek maksadıyla “Meclis-i Dâimî Maârif-i Umûmiye” kuruldu. 1846’da temeli atılan Dârülfünûn’un bitirilişine kadar, burada okutulacak dersler için eserler hazırlamak üzere 1851’de “Encümen-i Dâniş” adı ile ilk Osmanlı İlimler Akademisi kuruldu. Bu meclisin üyeleri olan Fuâd Paşa ile Ahmed Cevdet Paşanın müştereken hazırladıkları Kavâid-i Osmâniye adlı kitap, bu Encümen tarafından kabul edilen ilk eserdir.
İdârî teşkilâtta da bâzı yenilikler yapıldı. Memleketin eyâletlere bölünmesine devâm edildi. Eyâletler sancaklara, sancaklar kazâlara ve kazâlar da köyleri ihtiva eden nâhiyelere ayrıldı. Her eyâletin başında müşir rütbesinde birer vâli, sancaklarda birer paşa bulunmakta, kazâların birçoğu ise muhassıllar tarafından idâre olunmakta idi. Her vâlinin yanında bölge kuvvetlerine komuta edecek bir muhâfız ile, mâlî işlere bakacak bir defterdâr verildi. Bâzı eyâlet ve sancaklarda mahallî meclisler kuruldu. Bu meclislerde Müslüman ve Hıristiyan ahâli, nüfusları nisbetinde temsil edildi.
Tanzimât, Osmanlı Devletinde Sultan Üçüncü Ahmed’den îtibâren başlamış olan ıslâhât hareketleri içinde bir merhâle teşkil eder. Fakat bu merhâle, kendilerinden öncekilere nisbetle çok farklı bir özellik taşır. O zamâna kadar daha ziyâde askerî sahada ıslâhât yapılırken, bu dönemde devletin başına gelen gâilelerin sebepleri Osmanlı cemiyetinin düzeninde görülmüş ve bu düzenin temellerinin ıslahı düşünülmüştür. Bunun için Tanzimât Fermânı bir nevi vatandaş hakları beyannâmesi olarak ortaya çıkmıştır. Fakat bu beyannâme, bir halk hareketi netîcesinde halktan gelmeyip yukarıdan aşağıya, yâni idâre edenlerden gelmiştir. Bu husus Tanzimâtın zayıf taraflarından birini teşkil eder. Bunun içindir ki halk tarafından kolaylıkla benimsenmemiştir. Bu da, alınan tedbirlerin, dış baskılarla emr-i vâki olduğunun en açık delilidir.
Osmanlı Devletinde vukû bulan bu liberal hareket, Rusya ve Avusturya tarafından hoş karşılanmadı. İngiltere ve Fransa ise müsbet karşıladılar. Ancak her devlet kendi menfaatleri doğrultusunda siyâsî ve iktisâdî çıkarları için Ferman’dan faydalanma yolunu tuttular. Osmanlı devlet otoritesinde bir gedik açılmıştı. Çünkü, insan hak ve hürriyetleri başka, azınlıkların devlet idâresine karıştırılması başkadır. Osmanlı Devletinin kuruluşundan beri azınlıkların hak ve hürriyetleri zâten vardı. Tanzimât ile onlar da devlet idâresine karıştırıldı. Kolayca dış düşmanların güdümüne girdiler. Böylece Haçlı Avrupa’nın arzusu doğrultusunda, devlet kademe kademe çökmeye yüz tuttu. Rusya Ortodoks, İngiltere Protestan, Fransa Katolik tebealar için müdâhalede bulunup, Tanzimâtın yeter derecede gelişmediğini ileri sürürek, akıl hocalığı yapmaya kalktılar. Tanzimâta açıktan muhâlifliğini îlân eden Avusturya başvekili Meternih, Avrupa usûllerinin Türkiye’yi zayıf düşüreceğini ileri sürerek, Türklerin eski rejime bağlı kalmaları gerektiğini bildirmişti. Başlangıçta Osmanlı hükûmetinin kendi isteğiyle başlatmış olduğu bu düzen, yabancı devletlerin artan müdâhaleleri yüzünden onların istek ve ısrârıyle yapılan ve yürütülen bir hareket hâlini aldı.
Tanzimât, Osmanlı Devletinin kendi içinde de bir düşmanlığın meydana gelmesine sebeb oldu. Bilhassa Devlette hep hâkim ve asil olan Müslümanların, gayri müslimlerle eşit sayılması Müslüman câmiâda hoşnutsuzlukla karşılandı.
Fermanın okunmasında hazır bulunan halkın dağılırken fikrini; “Bundan sonra gavura gavur diyemeyeceksiniz!” şeklinde belirtmesi, duyulan tepkinin en meşhûr ifâdesi olmuştur. Hıristiyan zümrelerden, en çok imtiyaza sâhib olan Rumlar, imtiyazlarının azalacağı endişesiyle memnun kalmadılar. Diğer Hıristiyan tebea da, Tanzimâtın gelişmesi sırasında Gülhâne Hattı’nın tebea eşitliğini belirten prensiplerinin gereği gibi yürütülmediğini ileri sürerek, yeni haklar istemeğe kalktılar. Ayrıca refah ve huzur içinde olmalarına rağmen, siyâsî haklara kavuşmak için yabancı devletlere başvurmaktan çekinmediler. Halbuki Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnuna göre şikâyetlerini Bâbıâli’ye yapmaları lâzımdı.
GÜLİBRİŞİM (Albizza julibrissin)
Alm. Orientalische Akazie, Fr. Acaciam oriental, İng. Rose acacia. Familyası: Baklagiller (Leguminosae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Park ve bahçelerde yetiştirilir.
Vatanı, Kuzey İran ve tropik Asya olan bir ağaçtır. Kıyı bölgelerimizde park ve bahçelerde çok yetiştirilir. Avrupalılarca İstanbul akasyası veya ipek ağacı da denilen gülibrişimin boyu 15-20 m’yi bulabilir. Kışın yapraklarını döken ağaçlardandır. Çiçekleri toplu hâlde olup, erkek organları çiçek devresinde iplik gibi uzantılar hâlindedir. Haziran-ağustos ayları arasında çiçek açar.
Kullanıldığı yerler: Tül gibi ince yaprakları ile dekoratif bir görünüşe sâhib olduğundan, sevilen bir süs bitkisidir.
Nişastadan yapılan incecik kuru yufkanın süt, şeker, gülsuyu ve çekilmiş cevizle hazırlanan tatlısı. Beş adet güllaç yufkası için; bir kilo süt, 400 gram toz şeker, 100 gram çekilmiş ceviz ve bir buçuk fincan gül suyu kullanılır. Güllaç yufkası eskiden evlerde açılırdı. Günümüzde ise yufkacılarda kurutulmuş olarak hazır satılmaktadır.
Güllaç yapmaya başlarken, önce süt ateşe konur. İlâve edilen şeker karıştırmak sûretiyle eritilir. Geniş bir tepsiye kepçeyle sıcak sütten bir miktar konur. Bir güllaç yaprağı, tepsideki süte yatırılarak iyice ıslatılır. Az yumuşak hal alınca hemen sütten çıkarılır ve iki kat yapılır. Sonra da ortasına yeteri kadar çekilmiş ceviz konur. Güllaç yaprağının kenarları cevizin üstüne bohça yapılır gibi kapatılır. Bir tabağa kat yeri alta gelecek şekilde konur. Diğer güllaç yaprakları da aynı şekilde hazırlanıp tabaklarına konduktan sonra üstlerine eşit miktarlarda gül suyu ile tepsi ve tenceredeki şekerli süt dökülür. Sütü iyi çekmeleri için bir tarafa konarak yarım saat kadar bekletilir. Güllaçlar sütü alt taraftan çektiklerinden üst tarafları kuru kalabilir. Buna mâni olmak için sık sık, tabaktaki sütten, kaşık kaşık üstlerine dökmek faydalı olur. Bekleme süresi bitince servis yapılabilir.
Güllaç yaprakları bohçalanarak tek tek tabaklara konabileceği gibi tek bir tepside de yerleştirilebilirler. İçlerine de her zaman çekilmiş ceviz koymak şart değildir. Antepfıstığı ve hindistancevizi de ilâve edilebilir. Hattâ arzuya göre üstlerine kaymak da konabilir.
Güllaçın içine bâdem içi konulacaksa, kabukları soyulmuş bâdemiçi kullanmalıdır. Bunun için bâdemleri, sıcak suda kısa bir süre haşlamalı, suyunu döktükten sonra kabuklarını soymalı, sonra da makinada çekmelidir.
Alm. Kugel, Fr. Polds (m), İng. Weight, shot. Atletizmde bir spor dalı. Bu sporla uğraşanların mümkün olduğu kadar ileri atmaya çalıştıkları mâdenî küre ile yapılan bir yarışmadır. Gülle atma sporu, ilk önceleri Fransa, İngiltere, İskoç ve İrlanda’da 6.5 kg ağırlığında kaldırım taşı şeklindeki ağırlığın atılması ile başlanmıştır. Eski olimpiyatlarda gülle yerine taş ve metal parçaları ile atış yapılırdı. Gülle atma 1350 yılından îtibâren İngiliz Deniz Harp Okullarına spor olarak girdi ve aynı yıl kuralları tesbit edildi. Üniversiteler arasında 1865’te yapılan müsâbakalarda kesin şeklini aldı. Pirinçten veya demirden yapılan güllelerin ağırlıkları erkekler için 7.257 kg, kadınlar için ise 4 kilogramdır. İlk önceleri kenarları 2.134 m olan bir kare içinden atılan gülle, sonra çapı 2.135 m olan bir dâireden atılmaya başlandı. Türkiye’ye, 1903 yılında kurulan Beşiktaş Jimnastik Kulubünde atılmaya başlanması ile girdi.
Bu spor dalında başarılı olmak için çevik, hareketli, atletik bir yapıya sâhib olmak gerekir. Bilek hareketi, kalçalar üzerinde gövdeyi her iki yönde döndürme, kasların kuvveti, atiklik bu sporun esâsını teşkil etmektedir.
Gülle olimpiyat rekoru erkeklerde, 22.47 m ile Ulf Tımmesmann (Doğu Almanya; 1988 Seul)’a, kadınlararası olimpiyat rekoru ise, 22.41 m ile Jilona Slupianek (Doğu Almanya; 1980)’e âittir.
Türkiye 1987 rekorları; erkeklerde 16.48 m (Turan Kahraman), bayanlarda ise 12.28 m (Aycan Önal)dir.
Gülle, ayrıca, eskiden harplerde bir çeşit top mermisi olarak kullanılırdı. Önceleri, harplerde atılmak için topların içine konulan taştan yapılmış yuvarlak gülleler, elle yontularak yapılıyordu. 1450’den sonra dökme demirden yapılmaya başlandı. Fâtih Sultan Mehmed Hanın, İstanbul’un fethinde kullandığı toplar ve gülleler, hâlen müzelerde bulunmaktadır. Yivli namlulu toplar çıkınca güllenin yerini top mermileri aldı.
Sultan Dördüncü Mehmed Hanın hanımı, Sultan İkinci Mustafa ve Sultan Üçüncü Ahmed Hanın annesi.
Aslen Giritlidir. Serdar Deli Hüseyin Paşanın Girit’te Resmo Kalesini fethinden sonra İstanbul’a getirildi. Sarayda Türk-İslâm terbiyesinde yetiştirildi. Zekâsı, terbiyesi ve güzelliği ile pâdişâh hanımı olması uygun görülerek Sultan Dördüncü Mehmed Hanla evlendirildi. 1664 yılında Haseki Sultan oldu. Oğlu İkinci Mustafa Han tahta çıkınca “Vâlide Sultan” ünvanıyla anılmaya başlandı (1695). Peşinden diğer oğlu Üçüncü Ahmed Hanın da tahta çıkması ile vefâtına kadar Vâlide Sultan olarak kaldı. 1715 yılında vefâtı üzerine Üsküdar’daki türbesine defnedildi.
İslâmiyete bağlılığı, güzel ahlâkı, hayır ve hasenâtı ile herkesin sevgisini kazandı. Mekke-i mükerremede Haseki İmâretini yaptırarak fakirlerin yiyip içmesini temin etti. Hac yolunda çeşmeler, sebiller yaptırdı. İstanbul’da Validebağı’nda çıkan suyu toplattırarak “Gülnûş Vâlide Sultan Suyu”adı ile Yeni Câmi, İnâdiye Çeşmeleri ve Ahmediye Câmi sebillerine getirtti. Oğlu İkinci Mustafa Han, annesi adına Galata’da bir câmi, Üçüncü Ahmed Han da Üsküdar’daki Yeni Câmi (Cedid Vâlide Câmii) Külliyesini inşâ ettirdi. Külliyede, câmiden başka imâret, sıbyan mektebi, muvakkıthâne, sebil, çeşme ve türbe vardır.”
On üçüncü yüzyıl sonlarıyla 14. yüzyıl başlarında Kırşehir’de yaşamış bir şeyh ve şâir. Asıl adının Ahmed olduğu sanılmaktadır.
Yûnus Emre gibi, Anadolu tekke edebiyâtının önde gelen isimlerindendir. İslâm ilmini ve İran edebiyâtını bilen bir sofidir. Özenilmiş bir üslûpla yazan ve öğretici olmaktan çok lirik nitelikler gösteren bu şâir, sanat değeri bakımından çağının önde gelenlerindendir. Tasavvufî konuları usta bir ifâdeyle yazmıştır. Dili sâde ve güzel, vezni kullanışı iyidir.
Gülşehrî, bir sofi şâir olmakla berâber, eserlerinde sanatının yüksek heyecanını duymuş görünür. Bir meslek propagandası yapmaktan ziyâde, bir sanat eseri yazmak ve geleceğe bir sanat eseri bırakmak ve Türkçeyi işleyip geliştirmek düşüncesiyle çalışmıştır.
Gülşehrî’nin Şeyhi olan Ahî Evren’in menkîbeleri hakkında yazdığı bir mesnevîsi ve bâzı şiirleri var ise de asıl değerli eseri büyük velî Ferîdüddîn-i Attâr’dan çevirdiği Mantıku’t-Tayr’ı, diğer adı ile Gülşennâme adlı mesnevîsidir.
Gülşehrî, bu eserini en çok Mevlânâ’dan ve başka kaynaklardan aldığı kıssalarla, görüp işittiklerini de katarak, birçok sohbetlerle zenginleştirip yeniden yazmış gibidir.
Gülşehrî, Ferîdüddîn-i Attâr’dan başka, başta Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî olmak üzere, Hâkim Senâî, Sâdî-i Şîrâzî, Genceli Nizâmî ve Sultan Veled’in tesiri altında kalmıştır. Hayâtı hakkında, devrine âit kaynaklarda yeterli bilgi yoktur. Mantıku’t-Tayr adlı eserinden başka Farsça Feleknâme ile Arûz risâlesi vardır. Ayrıca kendisinin bahsettiği Kudûrî Tercümesi henüz ele geçmemiştir.
Evliyânın büyüklerinden İbrâhim Gülşenî’nin, insanlara İslâmiyeti öğretmek ve kalplerine Allah sevgisini yerleştirmekte tâkib ettiği yol, tarîkat.
Gülşeniyye yolunun kurucusu İbrâhim Gülşenî, Âzerbaycan’da dünyâya gelip, Seyyid Yahyâ Şirvânî’nin halîfelerinden olan Dede Ömer Rûşenî’den feyz aldı. Şah İsmâil’in işkencesi sebebiyle Mısır’a gitti. Hocası Dede Ömer Rûşenî’nin kendisine Gülşenî diye hitâb etmesi üzerine lakabı Gülşenî kaldı ve böyle şöhret buldu.
Sohbetlerine Mısır’ın fethinde Yavuz Sultan Selim Han da bâzı askerleri ile katılmış istifâde etmiştir. Kânûnî Sultan Süleymân Hanın kendisini İstanbul’a dâvet etmesi üzerine, İstanbullular bu zâtın sohbetleri ile şereflendi. Sonra tekrar Mısır’a döndü. (Bkz. İbrâhim Gülşenî)
Halvetî yolunun büyüklerinden Dede Ömer Rûşenî hazretleri vâsıtası ile kemâle gelen İbrâhim Gülşenî hazretlerinin yolu, Halvetî tarîkatının bir kolu olarak “Gülşeniyye” ismiyle yayıldı. Bu yol sesli zikir yapan tarîkatlardandır. Riyâzet yâni nefsin istediklerini yapmamaya ehemmiyet verilirdi.
Gülşeniyye yolunun esâsı bütün âlimlerin, evliyânın bildirdikleri ile aynıdır. Yâni îtikâdı düzeltmek, haramlardan sakınmak, nefsin isteklerine karşı çıkıp yapmamak, kötü huyları terkedip güzel ahlâk ile hallenmek, her mahlûka acıyıp merhamet etmek, hatâ ve kusûru kendinden bilmek, kin, hased, kibir gibi insanı felâkete sürükleyen kötü huylardan şiddetle sakınmak ve iyi bir müslüman olmak için çalışmak bu yolun başlıca gâyesidir. Bütün bu hâller, İbrâhim Gülşenî’nin sözlerinde, yaşayışında kendini göstermektedir.
İstiklâl Savaşında TBMM Hükûmetiyle Ermenistan arasında 2 Aralık 1920’de imzâlanan ve Ermenistan’la Türkiye arasındaki savaşı sona erdiren antlaşma. Bu antlaşma, Türkiye Büyük Millet Meclisi hükûmetinin imzaladığı ilk milletlerarası antlaşma olması bakımından önemlidir.
Birinci Dünyâ Savaşı sırasında, Ekim 1917 Devrimi üzerine Kafkas Cephesindeki Rus orduları işgâl ettikleri doğu vilâyetlerinden çekilince Ermeniler merkezi Erivan’da olan bir Cumhûriyet kurup, yaklaşık 50.000 kişilik bir Ermeni kuvvetiyle Rusların yerini aldılar. Doğu vilayetlerimizde yaşayan Müslüman-Türklere zulüm yaptılar. Şehirleri ve köyleri yakıp yıktılar. Savunmasız ve mâsum insanları hunharca katlettiler. Bu zulmü ve işgali önlemek için harekete geçen Osmanlı ordusu, Erzurum, Trabzon ve Van vilâyetlerini kurtardıktan sonra Osmanlı-Rus sınırını geçerek Güney Kafkasya doğrultusunda ilerledi. Kars’tan sonra Gümrü’ye giren Osmanlı ordusu Ermenileri geri püskürttü. Ermenileri kesin yenilgiye uğrattıktan sonra Ağrı’yı da ele geçirdi. Ermenilerin isteği üzerine 31 Mayıs 1918’de Batum antlaşması imzalandı. 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı sırasında kaybedilen topraklar yeniden Osmanlı Devletinin hâkimiyeti altına girdi.
Birinci Dünyâ Savaşı sonunda 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütârekesinden sonra Osmanlı Devleti Kafkasya Cephesindeki kuvvetlerini geri çekmek zorunda kaldı. Önce Kafkasya ve Azerbaycan’ı boşaltarak Kars, Ardahan, Batum’a çekildi. Ancak, İngilizler buranın da boşaltılmasında ısrar ettiler. Elviye-i Selâse adı verilen Kars, Ardahan ve Batum da 31 Ocak 1919’da boşaltıldı. Bu arada Kars’ta “Güney-Batı Kafkas Millî Şûrâ Hükûmeti” kuruldu. 13 Mart 1919’da Kars’ı işgal eden İngilizler, Millî Şûrâ Hükûmetini dağıtarak idâresinde Taşnak Komitelerinin hâkim olduğu şehri Ermenistan Cumhûriyeti askerlerine teslim ettiler. 20 Nisanda da Gürcistan Cumhûriyeti Ardahan’ı işgal etti.
İngilizlerin teşvik ve desteğiyle Doğu Anadolu’daki bâzı bölgeleri işgal eden Ermeniler Müslüman halka akla gelmedik işkence ve zulümleri yaptılar. Şehirleri köyleri ve kasabaları yağmaladılar. Pekçok kimse şehid oldu. İşgalcilere karşı milis kuvvetleri vâsıtasıyla mücâdele eden Doğu Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir 26 Nisan 1920’de TBMM Hükûmetine başvurarak askerî bir harekât için izin verilmesini istedi. Fakat Ankara Hükûmeti İtilaf Devletlerinin San Remo’daki toplantılarını öne sürerek böyle bir harekâtın siyâsî açıdan doğru olmayacağını belirtti. Ermenilere karşı mücâdelenin Kars, Batum ve Ardahan’daki milis çetelerinin güçlendirilerek yürütülmesi isteğini de Sovyet Hükûmetiyle yeni münâsebet kurulmakta olduğunu ileri sürerek erteledi. Daha sonra TBMM Hükûmeti tarafından, Doğu Cephesinde askerî harekâta başlanmasını kararlaştırdı. Kâzım Karabekir Paşanın komuta ettiği Doğu Cephesi kuvvetleri 28 Eylül 1920’de ileri harekâta başladı. 29 Eylülde Sarıkamış, 30 Ekimde Kars geri alındı. Ermenistan Cumhûriyetini barışa zorlamak için Gümrü yönünde ileri harekâtı sürdüren Türk birlikleri Ermenileri geri atarak Şahnalar’ı ele geçirdi ve Ermeni askerlerini Arpaçay’ın batı sırtlarına kadar sürdü. Türk birliklerinin ilerlemesi üzerine Ermenistan Cumhûriyeti ateşkes istedi. Kâzım Karabekir Paşanın ateşkes şartları kabul edilmeyince, Doğu Cephesi kuvvetleri Arpaçay’ı geçerek 7 Kasım 1920’de Gümrü’yü aldı. Gümrü’nün doğusunda bir hattı tutan Ermeni kuvvetleri yeniden bozguna uğratıldı. Ateşkes şartlarını kabul etmek zorunda kalan Ermenistan Cumhûriyetiyle 22 Kasımda Gümrü’de barış görüşmelerine başlandı.
28 Kasımda imzalanan ateşkes antlaşması uyarınca Ermeni kuvvetleri Arpaçay’ın 15 km doğusundan geçen hattın gerisine çekildiler.
Ermenistan Taşnak Hükümeti ile TBMM Hükûmeti arasında sürdürülen barış görüşmeleri neticesinde 2 Aralık 1920’de Gümrü Antlaşması imzâlandı. TBMM Hükûmetinin imzaladığı ilk milletlerarası antlaşma olan Gümrü Antlaşmasına göre; Türkiye ile Ermenistan Cumhûriyeti arasında savaş durumu sona eriyor, Ermeni işgâli altındaki Iğdır, Tuzluca, Kars geri alınıyordu. Sınır; Karasu’nun döküldüğü yerden başlayarak Aras Irmağı, Kekaç kuzeyine kadar Arpaçay-Karahan Deresi, Tiğnis batısı-Büyük Kımlı doğusu-Kızıltaş-Büyük Akbaba Dağı çizgisinden geçiyordu. Ermenistan Cumhûriyetinin güneyindeki Nahcivan, Şahtahtı, Şarur bölgeleri, ileride yapılacak bir plebisitle (halk oylaması ile) idâre biçimi tesbit edilmek üzere, Türkiye Cumhuriyeti himâyesinde bir mahallî idâreye bağlanacaktı. (Bu yöre daha sonra Moskova Antlaşmasıyla Âzerbaycan’a verildi)
Antlaşmanın üçüncü maddesinde, Türkiye’nin vaktiyle Osmanlı sınırları içinde bulunup antlaşma uyarınca Türkiye’de kalacak olan ve üzerinde Türkiye ile târihî, etnik ve hukûkî münâsebeti olan toprakların hukûkî durumu konusunda, Ermenistan Cumhûriyeti istediği takdirde antlaşmanın onayından sonra üç yıl geçince plebisite başvurmayı kabûl edeceği belirtiliyordu. Dördüncü maddesinde: Ermenistan Cumhûriyeti; emperyalist devletlerin kışkırtmalarıyla düzen ve güvenliği bozucu hareketlere girişilmesini önlemek için 1500’den fazla asker bulundurmamayı, silahların sayısını sınırlandırmayı kabûl ediyordu. Bu konular Erivan’da bulunacak Türk temsilcisi tarafından denetlenebilecekti.
Antlaşmaya göre; Birinci Dünyâ Savaşı sırasında düşman ordularına katılan veya işgal altındaki topraklarda kıyıma katılmış olanlar dışındaki göçmenlerin eski sınırlar içindeki yurtlarına dönmelerine izin veriliyordu. Göçmenler bu haklarını bir yıl içinde kullanabilecekler, bu süre içinde dönmeyenler hiçbir hak iddia edemeyeceklerdi.
Taraflar Birinci Dünyâ Savaşı sırasında ortaya çıkan karşılıklı zarardan aklanıyorlardı. Antlaşmanın 10. maddesine göre; Erivan Hükûmeti Sevr Antlaşmasını geçersiz sayacağını, emperyalist ülkelerde bir kışkırtma vâsıtası olan temsilci heyetlerini geri çağırmayı kabul ediyordu. Ayrıca Türk Devleti, bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü tehdit edebilecek saldırılara karşı Erivan Hükûmetine anlaşmayla sağlanan haklara zarar vermemek şartıyla, Ermenistan içinde geçici olarak askerî tedbirler alabilecekti.
Antlaşmanın 18. maddesine göre antlaşma hükümleri TBMM ve Ermenistan Taşnak hükûmetlerince onaylanacaktı. Fakat antlaşmanın imzâlanmasından bir gün sonra Ermenistan, Kızıl Ordunun denetimine girdiği için Gümrü Antlaşması onaylanamadı. Ancak Türk ordusu elverişli konumda olduğu için 16 Mart 1921’de Sovyetler Birliğiyle imzâlanan Moskova Antlaşmasında Gümrü Antlaşmasının sağladığı durum korundu. Antlaşmanın kararları büyük ölçüde Moskova Antlaşmasında yer aldı. 13 Ekim 1921’de Ermenistan, Âzerbaycan ve Gürcistan Sovyet hükûmetleriyle imzalanan Kars Antlaşmasının temelini de Gümrü Antlaşması teşkil etmiştir.
Alm. Zoll, Fr. Douane (f), İng. Customs, tariff. Bir ülkenin diğer ülkelerle olan ekonomik münâsebetlerinin yürütüldüğü, ülkeye giriş ve çıkışların yapıldığı merkezlere verilen ad.
Gümrük, insanın ihtiyaç duyduğu her türlü eşyânın milletlerarası hareketleri mevcûd olduğu için doğmuştur. Bugün bütün ülkeler, gümrüklerle ilgili çeşitli ekonomik politikalar uygulamak durumundadır. Böylece gümrüğe gelen çeşitli mallar, kânunda gösterilen vergi, harç ve resimler ödendikten sonra, ülkeye girmektedir. Bu muâmelelerden hem devlet gelir elde etmekte ve hem de ülkede üretilen malların diğer ülkelerde îmâl edilen mallar karşısında rekâbeti sağlanabilmektedir.
İslâm ülkelerinde gümrük ve geçiş rüsumlarının konulması, hazret-i Ömer zamanında başladı. Müslüman olmayan ülkelerin Müslüman tüccarlardan vergi almakta ısrar etmelerinden dolayı, hazret-i Ömer bu duruma karşı tedbir alınmasını emretti. Böylece gümrük vergisi tesis edilmiş oldu. Uygulamada, Müslümandan gümrük vergisi alınmazdı. Ancak zekâtı alınırdı. Fakat zımmîden (gayri müslim vatandaştan) yirmide bir, yabancılardan, onların Müslümanlardan ne kadar aldığı biliniyorsa o kadar, bilinmiyorsa onda bir alınırdı. Eğer yabancının mensûb olduğu devlet, Müslümanlardan gümrük vergisi almıyorsa ondan hiç alınmazdı. Çok az miktârdaki malın gümrüğü de olmazdı. (Bkz. Âşir)
Abbâsîler, Emevîler, Selçuklular, Gazneliler ve Osmanlılarda dînî emirler esas olmak üzere, zamanın şartlarına ve devletlerle olan münâsebetlere göre gümrük vergisi tesbit edilmiş ve uygulanmıştır. Kânûnî Sultan Süleymân zamanında Fransız ve Venediklilerin lehine gümrük uygulaması yapılmıştı. On dokuzuncu asır ortalarına doğru İngiltere, Rusya ve bâzı Avrupa devletlerine düşük gümrük vergisi uygulamasında bulunuldu. Yine bu asrın ikinci yarısında, zirâat ürünleri ile bâzı sanâyi mâmullerinin ihrâcını teşvik için, ihrâcatta alınan gümrük vergisi düşürüldü, ithâlâttaki nisbet ise artırıldı.
Ülkemizde, dünyâdaki ekonomik krize yol açan Birinci Dünya Savaşının getirdiği büyük sıkıntılar, 1914 yılından îtibâren gümrükle ilgili yeni tedbirlere başvurulmasını gerektirdi. 1916’da çıkarılan kânunla himâyesi düşünülen yerli zirâî ve sınâî mâmullerinin benzerlerinin ithalinde, % 100’e kadar varan, hattâ geçen gümrük vergi nisbetleri getirildi. Aynı kânunla ülkede ihtiyacı hissedilen eşyânın ithâlinde bu nisbet % 1 olarak tesbit edilmişti. Yine bu târihlerde hazırlanan gümrük târife rehberinde, ilk defa olarak vergileme tekniğinde “spesifik” sisteme geçildi. Spesifik sistemde vergi matrahını ithâl konusu eşyânın ağırlığı teşkil ediyordu. Yine bu uygulamayla zirâî ürünler, kerestecilik, konservecilik, pamuklu eşya üretimi teşvik ve himâye edildi. Bugünkü uygulamalarda da yeri olduğu gibi, yüksek nisbetlerde vergilendirildi. Yine yukarıda zikredilen kânunla, milletlerarası ticârette ve bugünkü gümrük mevzuâtımızda yeri olan, “En ziyâde müsâadeye mazhar millet” kâidesi getirilmişti. Böylece Osmanlı ülkesi mallarına indirimli gümrük vergisi uygulamayan ülkelerin mallarına % 100’e varan gümrük giriş vergisi tedbirleri konmuştu.
Netice olarak, Osmanlı Devletinde, zamana göre değişen ekonomik ve milletlerarası siyâsî konjonktüre göre başarılı bir gümrük sistemi uygulandığı rahatlıkla söylenilebilir. Nitekim Rûmî 1334 ve mîlâdî 1918’de çıkarılan Gümrük Kânunu’nun bir kısım hükümlerinin 1973 yılına kadar yaşaması da bu görüşü doğrulamaktadır.
Yakın târihimizde gümrük sistemimizde yapılan en önemli değişiklik, spesifik târifenin terk edilerek, advaloren târifeye geçilmesi olmuştur. 1955 yılına kadar kullanılan spesifik târifede vergi; sayı, baş, ağırlık, adet üzerinden alınıyordu. Kabul edilen advaloren târife sistemine ise, cins cins, madde madde sıralanan eşyâ için belli usûllere göre tesbit edilecek “Gümrük Kıymeti” üzerinden o eşyânın hizâsında gösterilen nisbetlerde vergi alınmaya başlandı. 1334 târihli son Osmanlı Gümrük Kânunu 11.5.1949 târihinde yayınlanan 5385 sayılı kânunla değiştirildi. Cumhuriyet döneminin ilk gümrük kânunu budur. Bu kânunla Türk Gümrük Sistemi yeni şartlara intibak ettirilmişti. Ancak değişen ekonomik, sosyal ve milletlerarası şartlar karşısında bu kânunun da âtıl kalması (geçerliliğini kaybetmesi) üzerine 19 Temmuz 1972 târihinde kabul edilip 1 Ağustos 1972’de Resmî Gazete’de yayınlanan ve 1 Nisan 1973’de yürürlüğe giren 1615 sayılı kânunla, Türk Gümrük Sistemi yeniden şekillendirildi.
Bu kânuna göre gümrük hattı Türkiye’nin siyasal sınırlarıdır. Gümrük vergisine tâbi eşyâda vergiyi doğuran olay, gümrük bildiriminin tescili, sözlü beyan yapılmış olması durumunda da bu beyana ilişkin tahakkuk belgesinin vergi yükümlüsünce imzalanarak gümrük idaresince tescil edilmesidir. Gümrük denetlemesi dışında kalmış eşyâda vergiyi doğuran olay eşyânın gümrük hattından geçirilmesidir. Gümrük vergisi yükümlüsü vergiye tâbi eşyânın sâhibidir. Verginin matrahı ise, yurda sokulan eşyânın gümrük vergisine esas olan değeridir. Bu değer, gümrük vergisi ödeme yükümlülüğünün başladığı târihte birbirinden bağımsız bir alıcı ile bir satıcının tam ve serbest rekabet şartları altında anlaştığı kabul edilen fiyattır.
Gümrük vergisi oranı, 474 sayılı Gümrük Giriş Târife Cetvelinin Değiştirilmesi Hakkında Kânun’la belirlenmiş olmakla beraber, kânunun ikinci maddesi Bakanlar Kuruluna cetvelde gösterilen vergi ve resim oranlarında değişiklik yapma yetkisini vermiştir. Yürürlükteki oranları arttırıcı özellikteki ekler, değer esâsına göre vergilendirilen mallarda, ilgili malın gümrük vergisine esas olan değerinin yüzde ellisini aşamaz. Bakanlar kurulu bugünkü uygulamada her yıl ithalat rejimiyle birlikte o yıl uygulanacak gümrük vergisi oranlarını da tesbit etmektedir.
Meşgul olduğu konu; üye ülkelerin gümrük kâidelerinin standartlaştırılması, basitleştirilmesi, gümrük tekniğinin geliştirilmesi ve milletlerarası gümrük mevzuâtının birbirine yaklaştırılması olan beynelmilel (milletlerarası) bir kuruluş.
15 Aralık 1950 târihinde Brüksel’de “Gümrük İşbirliği Konseyi”nin kuruluşuna 13 ülke imzâ atmıştı. Türkiye, bu Konseye 1953’te katıldı. Bu sözleşmeyle birlikte hazırlanan ve ticârî malların advalorem sisteme göre tasnîfini konu edinen “Nomenklatür Sözleşmesi” ile konusu, yine ticârî malların gümrük vergisi matrahına esas teşkil edecek kıymet unsurları ve bu unsurların tesbiti olan “Kıymet Sözleşmesi”ne Türkiye, 1955’te katıldı.
Gümrük İşbirliği Konseyi, faaliyet konusuyla ilgili olarak önemli hizmetler görmüş, böylelikle milletlerarası ticâretin gelişmesine büyük katkılarda bulunmuştur. Hazırladığı yeni sözleşmeler ve kararlarıyla da görevine devâm etmektedir.
Gümrük İşbirliği Konseyinin 1990 yılında 88’e varan üye sayısı her geçen gün artmaktadır.
Konsey, “Nomenklatür Komitesi”, “Kıymet Komitesi”, “Dâimî Teknik Komitesi” ile faaliyet gösterir. Her yıl belirli zamanlarda toplanan bu komiteler, kendileriyle ilgili konularda çalışarak mevcud uygulamaları, yeni durumlara göre inceleyerek sözleşmeler ve tavsiye kararlarında gerekli değişiklikleri yaparlar veya yenilerini hazırlarlar.
GÜMRÜK TÂRİFELERİ VE TİCÂRET GENEL ANLAŞMASI (GATT)
İngilizce (General Agreement Trade and Tariff) kelimelerinin baş harfleriyle tanınan milletlerarası bir kuruluş.
Milletlerarası ticâretin dünyâ ölçüsünde düzenlenmesi ve dış ticâret politikalarında himâyeciliğin kaldırılarak, liberalleşmenin temini gâyesiyle, batılı ülkeler İkinci Dünyâ Savaşından sonra, milletlerarası kuruluşların teşkili için hummalı bir çalışma içine girdiler. Bu maksatla Birleşmiş Milletler içinde öncelikle bir “Hazırlık Komitesi” kuruldu.
Hazırlık Komitesinin yaptığı çalışmalar sonucu, 1947 yılında Cenevre’de GATT anlaşması imzâlanarak geçici uygulama protokolü ile birlikte 10 Ocak 1948’de yürürlüğe konuldu.
GATT çok taraflı bir anlaşma olup, 1973 yılı îtibâriyle 79 devlet bu anlaşmaya katıldı. Bu sayı bugün 90’ın üzerinde olup kuruluşun ilkelerini benimseyen ülkelerin sayısı ise 120’den fazladır. Türkiye bu anlaşmayı resmen 1953 yılında imzâladı.
GATT anlaşması, milletlerarası ticâretin düzenlenmesi ve geliştirilmesiyle alâkalı hemen hemen bütün konuları içine almıştır: En çok müsâadeye mazhar millet kâidesi, iç vergiler, transit serbestliği, damping ve karşılayıcı vergiler, gümrük kıymeti, ithâlât ve ihrâcât formaliteleri, menşe alâmetleri, miktar kısıtlamalarının kaldırılması, farksız muâmele, sübvansiyonlar, târife müzâkereleri, katılma, ticâret ve gelişme gibi.
Bu kadar geniş bir çalışma konusu olan anlaşma metninin şu noktalarda ağırlık kazandığı görülmektedir:
1) Milletlerarası ticâretin gelişmesini engelleyen yüksek gümrük vergilerinin indirilmesi, 2) Gümrük târifeleri dışında ticâreti engelleyen unsurların kaldırılması, 3) Üye ülkeler arasındaki ticârî münâsebetlerde farklı muâmelelerin kaldırılması, 4) Üyeler arasındaki ticârî anlaşmazlıklarda GATT’ın arabuluculuğuna baş vurulması.
Anlaşma metninde ise şu hedeflere varılmak istendiği belirtilmektedir: 1) Ülkelerin ve milletlerin hayat seviyelerinin yükseltilmesi, 2) Tam istihdamın sağlanması, 3) Dünyâ kaynaklarından karşılıklı ve tam olarak faydalanılması, 4) Mal üretim ve alış verişlerinin gelişmesi, 5) Ekonomik kalkınmaların desteklenmesi ve sağlanması.
Ancak, yapılan toplantılarda gerek az gelişmiş ülkelerle gelişmiş ülkeler arasında, gerekse gelişmiş ülkelerin kendi aralarında ortaya çıkan menfaat çatışmaları, öngörülen hedeflere varmayı güçleştirmektedir.
GATT çalışmaları, akit taraflar konseyi tarafından “Târife Müzâkereleri Komitesi”, “Ticâret ve Kalkınma Komitesi”, “Sınâî Mallar Komitesi” ve “Tarım Ürünleri Komitesi” gibi organlar ile yürütülmektedir.
Tarım ürünleri ticâreti çoğunlukla GATT görüşmelerinin dışında bırakılmıştır. Tarımsal destekleme politikaları uygulayan ülkelerin bu alanda koruyucu tedbirler almalarına izin verilmektedir. Gerek çeşitli hizmet işlemleri ve gerekse çok uluslu şirketlere bağlı şûbeler arasında yapılan ticâret GATT ilkelerinin dışında tutulmuştur.
Giderek yaygınlaşan bir görüşe göre GATT bugünkü himâyeci ortamda milletlerarası ticâreti serbestleştirme ihtiyâcına cevap verememektedir. Müeyyide yetkisi olmayan bir kuruluş olarak başarısı, üye ülkelerin ne ölçüde istekli davrandıklarına bağlıdır. Gelişmekte olan ülkeler, GATT’ın dayandığı serbest ticâret ilkelerini çoğu kez kalkınma çabalarıyla çelişkili bulmuşlardır.