GİRİŞİM
Alm. İnterferenz (f), Fr. İnterference (f), İng. Interference. İki dalga sisteminin üst üste gelmesiyle ortaya çıkan olay. Bu olayın esas prensibi, su dalgalarında da görülebilir. Eğer iki su dalgası tepe noktaları üst üste gelecek şekilde karşılaşırlarsa, su daha da yükselir, alt noktalar birleşirse, suyun seviyesi düşer. Ancak, bir dalganın tepe noktası diğerinin en düşük noktasıyla karşılaşırsa, dalgalar birbirini dengeler ve kaybolur.
Girişim hâdisesi, seste, radyoda, ışık ve diğer tür dalga hareketlerinde ortaya çıkar. Girişim, özellikle, hassas optik âletlerde ve ışığın tabiatını inceleyen deneylerde önemlidir. Ancak, iki flamanlı lambadan gelen ışınların görülür girişimi ortaya çıkaracağını beklemek mümkün değildir. Çünkü ışık her atom zerresi tarafından bağımsız olarak yayılır. Yayılma tamâmen keyfî olduğu için girişime rastlamak mümkün değildir. Girişim, ancak iki ışının aynı kaynaktan gelmesi hâlinde ortaya çıkar. Bu metodla ilk defâ Thomas Young 1801’de girişimi açıklamaya muvaffak olmuştur. Böylece, ışığın bir dalga hareketi olduğu konusunda sağlam bir delil elde edildi ve ışığın dalga boyu ölçüldü.
Hafif bir şekilde eğrilikli olan cam yüzey, düz bir cam üzerine konulursa, aydınlatıldığında, bir dizi parlak ve karanlık “Newton halkaları” görülür. Bu durumda, her iki yüzeyden yansıyan ışık dalgalarının tepe noktaları üst üste düşerse parlak; tepe noktaları ile alt nokta üst üste gelirse, karanlık halkalar ortaya çıkar. Beyaz ışık, her renk farklı dalga boylarına sâhib olduğu için, renklerine ayrılır. Benzer olaylara, sabun köpüklerinde, su üzerindeki petrol filmlerinde ve kuş kanatlarında da rastlanır.
Girişimi ölçen âletlere “interferometre” denir. Optik maddeleri ve sistemleri kontrol etmek için kullanılır. Çok küçük hareketleri ölçmek girişimle mümkün olduğundan, yıldızların çapları ölçülür.
Alm. İnterferometer (n), Fr. İnterferometre (m), İng. Interferometer. Dalgaların, bilhassa ışık dalgalarının girişimini meydana getiren bir cihaz. Çeşitli tipte optik interferometreler, değişik uygulamalar için geliştirilmiştir. Bu uygulamalar optik maddelerin ve sistemlerin testi, çok küçük hareketlerin ölçülmesi ve yıldızların yarıçaplarının belirlenmesi gibi çok yönlü ve çeşitlidir.
En çok bilinen girişimölçer, Albert A.Michelson’un geliştirdiği cihazdır. Bu cihaz diğer bütün girişimölçerlerin de prensiplerini göstermektedir. Michelson girişimölçerinde, tek ışık kaynağından gelen ışın, bu ışının geliş yönüne eğik olarak yerleştirilmiş bir cam plaka üzerine düşmektedir. Bu cam plakanın bir yüzü ince bir gümüş tabaka ile kaplanmıştır ve ışının bir kısmı cam plakayı geçmekte, diğer bir kısmı da gümüş kaplı yüzeyden ışığın geliş yönüne dik olarak yansımaktadır. Cam plakayı geçen ve yansıyan ışınlar, tekrar birer ayna ile geri, gümüş kaplı yüzeye yansıtılırlar. Geriye gelen ışınların % 50’si tekrar gümüş kaplı yüzeyden bir gözlem merceğine yansıtılırlar. Şâyet ışınların kat ettiği yol aynı ise dalgalar aynı zamanda geleceklerdir. Eğer yol yarım dalga boyu kadar fark ederse, dalgalar birbirlerini söndürürler ve karanlık ortaya çıkar.
Bu âletin en önemli uygulanması; Michelson-Morley’in deneyi olup o zamanki ışık teorisindeki eksikliği ortaya çıkarmış ve Einstein’in relativite (izâfiyet) teorisine gidişi sağlamıştır.
Alm. Kleidung, Tracht (f), Fr. Habillement (m), Costume, Vetement, Habit (m), İng. clothing, dress, attire. İnsanların giydikleri herşey. İnsanlar soğuktan, sıcaktan, yağmur ve kardan korunmak için değişik giyecekler kullanmaktadır.
Târih boyunca çeşitli milletlerin ve insan topluluklarının dinleri, medenî durumları, örf ve âdetleri değişik olduğundan, giyim-kuşam şekilleri de farklılık göstermiştir. Kıyâfetlerde dînî inanışların, iklim şartlarının, medeniyetlerin mesleklerin, meşreplerin (mizaç ve huyların), hattâ ekonomik şartların ve diğer sosyal faktörlerin büyük tesiri olmuştur. Târihte kılık kıyâfetlerine itinâ gösteren kavimler veya zümrelerin yanısıra hiç değer vermeyen insan toplulukları da vardır.
İlk insanların giyimden uzak, çırılçıplak dolaştıkları iddiâsı, bâzı insanların hayâlî düşüncelerinden ileri gitmeyen görüşleridir. Delillere dayanmayan, târihî bir felsefe nazariyesinin ispatlanmamış fikirleridir. İlk insan ve ilk peygamber Âdem aleyhisselâm ile hanımı ve çocuklarının, giyindiklerini, dokudukları kumaşlarla elbise yaptıklarını ve pekçok temel sanatın kendilerine öğretildiğini din kitapları haber vermektedir.
Târihî araştırmalar için yapılan kazılardan ve çeşitli belgelerden eski kavimlerin giyimleri hakkında mâlumât sâhibi olunmaktadır. Bunlardan eski Yunan ve Romalıların giyimlerini sosyal kategorilerine göre değiştiği, idâreci, asker, filozof ve halkın ayrı ayrı kıyafetleri bulunduğu anlaşılmaktadır. Eski Mısırlılar, Mezopotamya ve Anadolu kavimlerinde de insanların giyimleri sosyal sınıflarına göre değişiklik göstermiştir.
İnsanların ve cemiyetlerin birbiriyle medenî münâsebetler içinde, giyim tarzlarının diğerleri tarafından da görülüp benimsenmesine ve kullanılmasına yol açmıştır. Bir kısım cemiyetler aynen, bâzısı da kendi bünyelerine uydurarak diğer cemiyetlerin kullandıklarını almışlardır.
İlâhî dinlerde, bilhassa kadınların üryân dolaşmamaları, vücutlarının her tarafının örtülmesi esâsı, giyinmede önemli rol oynamıştır. Günümüzde de Hıristiyan ve Yahûdî din adamları kadınların uygun olmayan kıyafetlerle dolaşmalarını hoş görmemektedir.
İslâm dîninde insanların örtünmeleriyle giyinmeleri aynı tutulmuş, giyinmek deyince örtünmek anlaşılmıştır. Kur’ân-ı kerîmde, hadîs-i şerîflerde ve bunları açıklayan temel kitaplarda bildirildiğine göre, kadın ve erkek giyiminde dikkat edilecek şey, insan vücudunun açıkta bırakılmaması, yasaklanan kısımlarının tam örtülmesidir.Kadınların bütün uzuvlarını örtmeleri, giydiklerinin, uzuvlarını belli etmeyecek şekilde ve genişlikte olması, sokakta dikkat çekici şekilde giyinmemeleri, kadın giyiminin her memleket ve zaman için şart olan temel vasıflarıdır. Kadınların bu şartlara uyarak diledikleri kumaştan, diledikleri renk, desen ve şekilde bulundukları yerin âdetine göre giyinmeleri, arzûlarına bırakılmıştır.
Erkekler ise, muhakkak sûrette örtmeleri emredilen uzuvlarını, çok dar olmayan giyeceklerle örtmeleri şartı ile kendilerine yasak olan elbiseler (ipek gibi) hâriç; işlerine, mesleklerine, görgü kâidelerine, bulundukları mahallin âdetlerine, ilimlerine uygun bir şekilde giyinmekte serbest bırakılmışlardır. Erkek giyiminde, vakar, temizlik, rahatlık her devirde aranmıştır.
Çocuklar da âkıl ve bâliğ oluncaya kadar kız ve erkek olmalarına, yaşlarına ve bulundukları yerin âdetine göre çeşitli şekillerde giyinmişlerdir. Ancak; bunlarda da Müslüman cemiyetin sosyal değerlerine uygunluğu ve hoş karşılanabilirliğine dikkat ve îtinâ gösterilmiştir. (Bkz. Tesettür)
Müslüman milletlerin kılık ve kıyâfetleri Asyalı, Afrikalı, Avrupalı, Amerikalı olmalarına, coğrafî şartlara, mahallî âdetlere göre değişmekle berâber, dinde bildirilen temel örtünme esaslarına mutlak sûrette riâyet edilmiştir.
Türklerde giyim: En eski devirden günümüze kadar bölgelere göre değişiklik göstermiştir.
Duvar resimleri, seyâhatnâmelerde bulunan resimler, resimli el yazmaları eski Türk giyimleri hakkında bilgi veren mühim kaynaklardır.Saray ve konaklarda saklananlar, ayrıca devlet büyüklerine âit giyeceklerin muhâfaza edilmesi, çeşitli devirlerin Türk giyimi hakkında genel bilgi vermektedir.
Bilhassa İstanbul’un fethinden sonra Türklerin giyimi, belirli ölçü ve özellikleri içinde tesbit edilmiştir. Osmanlılarda erkeklerin başa giydikleri kavuk veya sarık, üste giyilenlerden daha büyük önem taşırdı. Başa giyilen kavukların, büyüklüğüne ve üzerindeki dilimlerin adedine göre, onu giyenin sosyal çevresindeki rütbe ve makamı anlaşılırdı. Osmanlılar savaş hâlindeyken başlarına giydiklerine zırhlı, miğfer veya tolga isimleri verirlerdi. Kullanılışı bakımından daha kolay olan fes ve kalpak, günlük hayâtın bir parçasıydı. Külâh adını taşıyan, keçeden yapılan, genellikle köylüler tarafından giyilen kavuğun üzerine abanî veya yemeni sarılırdı. Mintan, zıbın, gömlek gibi üstlükler, şalvar ve don gibi altlıklar giyilirdi. Ayrıca bunların üzerlerine kuşak sarılırdı. Bu giyeceklerin üzerine maddî durumu iyi olanlar işlemeli kaftan; orta halliler hırka veya cübbe; halk ise cepken ve yelek giyerlerdi. Alt kısma giyilen dizden aşağı kısımları dar, dizden yukarısı geniş olan potur da önemli giyecekler arasındaydı.
Osmanlılar zamânında kadınlar, ev ve sokak giyimlerine çok dikkat ederlerdi. Sokağa çıkacakları zaman evde giyilen elbiselerin üzerine gâyet güzel, temiz ve çevrenin dikkatini çekmeyecek şekilde ferace alınır, yeldirme ismi verilen bir cins manto giyilir, baş, güzel bir yaşmakla (eşarpla) örtülürdü. Köylerde ise baş, ayrı bir peştemal (örtü) ile kapanırdı.
Osmanlıların ordu teşkilâtındaki askerlerin giyimine çok önem verilirdi. Her sınıf askerin, subayın ve kendine has özelliği, kuruluşu olan birliklerin giyimi ayrı ayrıydı. Yeniçerilerin, sipahilerin kendine âit giyimleri vardı.
Sultan İkinci Mahmûd devrinde Yeniçeri ocağı kaldırılırken, ordudaki yenileşme hareketine paralel olarak giyimde de bâzı yenilikler benimsenmiş ve bu yenilikler resmî, askerî ve diğer kurumlarda kendini göstermeye başlamıştır. Başa giyilen püsküllü fes, belden yukarı setre denilen hafifçe uzun ceket ve bunun altına giyilen beyaz gömlek, üstüne giyilen yelek, hafif bollukta pantolon, ayağa giyilen fotin kundura ve ayakkabı olmuştur. Kadınlar bol ve uzun fistan, başlarına da hotoz takmaya başlamışlardır. Bu arada kadın ve erkek giyimleri, genel özelliklerini günümüzde bâzı bölgelerde korumuştur.
Cumhûriyetin îlânından sonra kılık kıyâfet inkılâbı yapıldı. Resmî- sivil, kadın-erkek, öğrenci-öğretmen vs. gibi kılık ve kıyâfetler, Avrupâî tarza döndürüldü. Resmî yerlerde yeni giyim tarzı hemen tatbik edilmekle birlikte, halk içinde ve bilhassa köylerde bir müddet daha alışılmış kılık ve kıyâfetler devâm etti. Bugün, Türkiye’de Avrupaî kılık kıyâfetin millî bünyeye adapte edilmiş çeşitli şekilleri ile eski giyim tarz ve şekillerinden bâzı unsurların karması bir giyim-kuşam anlayışı yaygındır. Köylerle şehirler arasındaki fark iyice azalmıştır.
Yirminci yüzyılda modern teknolojinin gelişmesi, haberleşme vâsıtalarının süratle yayılması, sinemadan sonra televizyonun da günlük hayâta girmesi, dünyâda yaşayan bütün insanların birbirlerinden kolayca ve devamlı haberdâr olmasına sebeb oldu. Cemiyetlerin yaşayış tarzları, giyimleri, birbirleri tarafından tâkib edilir duruma geldi. Dünyânın belli başlı merkezlerinden idâre edilen moda cereyanları, ânında çeşitli devletlerdeki insanlar tarafından tâkib edilmeye başlandı. Bunun bir netîcesi olarak, bilhassa kadınların modaya uymaktaki aşırılıklarının dünyânın her yerinde millî ve mahallî örf ve âdetleri zedeleyici mahzurları doğdu. Bâzı bölgelerde örf ve âdet diye birşey kalmadı. Giyimde millîlik kayboldu. Türk insanının giyimi- kuşamı denilmeyecek duruma gelindi.
Alm. Guillotine (f), Fallbeil (n), Fr. Guillotine (f), İng. Guillotine. Eskiden îdam mahkûmlarının başlarını gövdelerinden ayırmak için kullanılan âlet. İlk defâ 12. yüzyılda İskoçya’da ve 13. yüzyılda İtalya’da kullanılmıştır. Giyotin adı, âletin kullanılması için Fransa Millet Meclisine teklifte bulunan Dr. Ignace Guillotine’den gelir. Dr. Guillotine’in teklifi üzerine meclis, 1791’de Dr. Louis’yi konuyu araştırmakla görevlendirerek, 1792’de Giyotin’in kullanılmasını kabul etmiştir. Giyotin ilk olarak büyük çapta tanındığı Fransa’da, 18. yüzyılın sonlarına doğru yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanmış, bilhassa Büyük İhtilâl zamânında binlerce hüküm bu âletle infaz edilmiştir.
Giyotin en sâde şekliyle dikey vaziyette iki tahta direk ve bunların arasında aşağı doğru hareket edebilecek bir şekilde yerleşmiş ucu keskin bir bıçakla hükümlünün kafasının yerleştirildiği “pencere” den müteşekkildir. Giyotin çalıştırılacağı zaman îdam mahkûmunun başı pencere denilen kısma sokulur. Bıçak, asılı kalmasını temin eden mekanizma harekete geçirilerek mahkûmun ensesi üzerine düşürülür. Böylece gövdeden ayrılan baş daha önceden hazırlanmış bir sepete düşer ve infaz yapılmış olurdu.
Fransız ihtilâli sırasında çok kullanılan Giyotin, 19. asrın başından îtibâren kullanma sahasını tamâmen kaybetmiştir. Günümüzde dünyânın hiçbir devletinde uygulanmamaktadır.
Alm. Gladiator (m), Fr. Gladiateur (m), İng. Gladiator. Eski Roma’da profesyonel savaşçılara verilen ad. Lâtinceden gelen bu kelime, gladius kelimesinden türemiş olup, kılınçlı savaşçı demektir. Bunlar eskiden Etrüsk cenâze merâsimlerinde gösteriler yaparlardı. Bunun gâyesi, ölen kimseye, silâhlı savaşçılar göndermekti. Çünkü gösteriler, savaşçılardan birinin ölümüyle biterdi. Bilinen ilk gösteri M.Ö. 264 târihinde vukû bulan, Brutus’un cenâze merâsimiydi. Bu gösteride üç çift gladyatör gösteri yapmıştı. Julius Ceasar zamânında bu rakam üç yüz çifte kadar çıkmıştır. İmparator Traja’nın 5000 çift gladyatörü olduğu bilinir. Gösteriler imparatorluğun diğer şehirlerinde de yapılıyordu. O zamanlar Roma’daki gösteriler çok fazla ilgi toplamıştı.
Silâhlarına ve doğuş tekniklerine göre, gladyatörler birçok sınıflara ayrılıyorlardı. Samnitler, dikdörtgen şekilli bir kalkan, tüylü bir miğfer ve kısa bir kılıçla savaşırlardı. Thraceler (Trakyalılar), döğüşe eğri bir kamayla çıkarlardı. Bunların baş düşmanları Mirmillonelerdi. Bunlar bir Galli gibi giyinir ve silah takarlardı. Aynı şekilde Retaiarius (Ağcılar) ve Secutorlar (Tâkipçiler) birbirlerinin rakipleriydiler. Ağcılar, dizlerine kadar inen bir gömlekten başka birşey giymezler ve tamâmen silâhlı rakiplerini sağ ellerinde taşıdıkları ağla yakalamaya çalışırlardı. Eğer başarılı olurlarsa sol ellerindeki üç dişli mızraklarıyle rakiplerini öldürürlerdi. Bunların dışındakiler şunlardı:
Andabataeler: At üstünde döğüşür ve dışarıyı göremeyecek şekilde miğfer giyerlerdi. Dimachaeri (Çift bıçaklı savaşçılar): Bunlar iki küçük hançer taşırlardı. Essedarir:İki tekerlekli savaş arabalarıyla savaşırlardı. Hoplamachiler ise tamâmen zırhlı olarak savaşa çıkarlardı. Laqaearii: Bu savaşçılar rakiplerini kementle yakalamaya çalışırlardı.
Gösteriler çok önceden îlan edilir ve gladyatörlerin isimleri açıklanırdı. Gösteri gladyatörlerin sâhaya çıkmalarıyla başlardı. Daha sonra kılıçlar muâyene edilir. Savaş tahta kılıçlarla olan bir döğüşle açılır, daha sonra gerçek döğüşlere geçilirdi. Korku gösteren gladyatörler kamçı ve kızgın demirle dışarı atılırdı. Bir gladyatör yaralandığında, seyirciler, “Yaralandı!” diye bağırırlardı. Eğer seyirci gladyatörü affetmek isterse, mendillerini sallarlar ve ölümünü isterlerse baş parmaklarını aşağı doğru işâret ederlerdi. Pekçok döğüşten gâlip çıkan gladyatör, gladyatörlükten alınır ve kendisine tahta bir kılıç verilirdi.
Bâzan gladyatörler muhâfız olarak kullanılırlardı. Bunun sonucu aralarında çatışma çıkardı. Gladyatörler genellikle köle ve suç işlemiş kişilerden seçilirdi. Disiplin çok sıkı olup, ancak başarılı bir gladyatör ünlü olurdu. Gladyatör okulunun başında tanınmış fakat seviyesi düşük kimseler bulunurdu. Gladyatör yetiştirmek ve kiralamak kânûnî bir ticâret şekliydi. Hıristiyanlığın çıkışıyla gladyatör gösterileri gözden düştü. Roma Kralı Birinci Constantine M.S. 325’te gösterileri kaldırdı.
Gladyatör gösterilerinin çekici diğer bir yönü de vahşî hayvanlarla yapılan döğüştü. Bu durum Romalıların kurdukları medeniyet yanında ne kadar kana susamış kimseler olduğunu da gösteriyordu.
Alm. Gladiole Schwertlilie (f), Fr. Glaieul (m), İng. Gladiolus. Familyası: Süsengiller (İridaceae). Yetiştiği yerler:Türkiye’de tabiî olarak pekçok yerde yetişir.
Park ve bahçelerde yetiştirilen, güzel renkli, alımlı çiçekleriyle vazgeçilmez bir süs bitkisidir. 200 kadar türü bulunur. Çiçek renkleri beyaz, kırmızı, mavi, menekşe, pembe sarı, portakal renkli olmak üzere çok muhteliftir. Şekilleri de çok değişiktir. Yaprakları tatlı yeşil, uzun, boylamasına çizgilidir. Çiçeklerin tomurcukları karşılıklı dizilmiş olup, önce alttakiler açar, yukarıya doğru devâm eder. Melezleme ve ıslah çalışmalarıyla siyah ve kahverenkli çiçekli olanlar bile yetiştirilmiştir.
Glayöller her türlü iyi toprakta yetişebilirler. Soğanları ile çoğaltılır. Nisan ortalarında 10 cm derinlikte, 10-15 cm aralıkla soğanlar ekilir. Temmuz ve ağustos aylarında çiçek açmaya başlarlar. Geç ekilenler ekim ve kasımda çiçeklenirler. Düzgünce kesilir. Uygun demetler hâlinde pazarlanır. Soğanları donlar başlamadan topraktan çıkarılıp tahta bir sandık içinde muhâfaza edilir.
Kullanıldığı yerler: Süs bitkisi olarak yetiştirilir.
Alm. Glykogen (n), Fr. Glycogene (m), İng. Glycogen. Bitkisel nişastaya benzeyen, insan ve hayvanlarda depo hâlinde bulunan, “hayvan nişastası” olarak da bilinen bir polisakkarit. Çok sayıda (3000-60.000 kadar) glikoz meydana gelir. Genel formülü; (C6H10O5)n şeklinde gösterilir. Nebâtî nişastaya oranla daha dallanmış hâldedir. Glikojen, canlıların karaciğerinde % 3, kas etinde % 0,2 depo hâlinde bulunur. Karaciğer, ağırlığının % 20’si kadar glikojeni depolayabilir. En çok atların kaslarında, soğukkanlı hayvanlarda (balık, kurbağa, salyangoz vs.) bulunur. Canlıda glikojen depolanması, kandaki glikozun miktarıyla doğrudan doğruya alâkalıdır. Depo hâlindeki karbonhidrat ihtiyâcının ifâde ettiği gibi, fazla glikojen karaciğerde depo edilir. Bir insan hızlı hareket ettiği zaman, kandaki glikoz miktarı düşer. İşte bu durumda karaciğerdeki glikojen glikoza dönüşür ve kana geçerek hücrelere kadar gider. Çok yenilen yemeklerden sonra, kanda glikoz çoğalırsa, acele olarak fazla glikoz karaciğer glikojeni olarak depo edilir. Hazmedilebilen bütün karbonhidratlar glikojene dönüşebilir. Protein de glikojene dönüşebilir. Yağ glikojene dönüşemez. Fakat glikojenin dönüşmesinden yağ teşekkül eder. Karaciğerde glikojenin parçalanması hormonal kontrol altındadır. Sinirlerin gergin olduğu zamanda, adrenalin hormonu, adrenalin bezi tarafından salgılanır ve glikojenin glikoza dönüşümünü hızlandırır. Bâzı pankreas hücreleri tarafından salgılanan diğer hormon, glikojenin glikoza dönüşümünü tahrik eder. Kaslarda depo edilen glikojen, glikoza parçalanamaz. Enerji meydana getirmek için kas hücreleri tarafından parçalanan glikojen, pyruvate dönüşür.
Bâzı irsî durumlar vardır ki, bir kimsede glikojeni parçalamak için gerekli olan bir veya daha fazla sayıda enzimlerin eksikliği vardır. Bu durumda glikojen, karaciğer, kalp ve diğer kaslarda toplanabilir. Bu hâldeki kimseye glikojen depolayan hasta denir.
Glikojen, suda nişastadan daha iyi çözünür ve çözelti zamk hâlini almaz. İyot ile kırmızı-kahve rengine kadar değişen renk verir. Fehling çözeltisi ile reaksiyon verir. Glikojen, bitkilerde bulunmaz. Yalnız mantarlarda ve tatlı mısırda bulunduğu bildirilmektedir.
Alm. Glykol (n), Fr. Glycol (m), İng. Glycol. Genellikle etilen glikol için kullanılan ve molekülünde değişik karbon atomlarına iki hidroksil (OH) grubunun bağlı olduğu bileşiklerin ortak adı. (Bkz. Alkoller)
Alm. Glykolyse, Fr. Glycolyse, İng. Glycolysis. Glikozun çeşitli enzimler yardımıyla birbirini tâkib eden kademelerden geçerek pirüvata kadar parçalanması olayı. Bir molekül glikozun glikolizi sonucunda iki molekül pirüvat meydana gelir. Glikoliz, birbirini tâkib eden dokuz safha sonucunda gerçekleşir. Her bir reaksiyon basamağında ayrı bir enzim görev yapmak sûretiyle, süresi boyunca dokuz çeşit enzim faaliyet gösterir.
Glikoliz, glikozun çeşitli basamaklardan geçerek iki molekül pirüvata kadar parçalanmasından ibârettir. Oksijenli ve oksijensiz solunum yapan hücrelerin stoplazmasında, oksijen kullanılmadan gerçekleşen ortak bir enerji elde etme yoludur. Glikoliz sonucunda verim olarak 2ATP sentezlenir. Bu da glikoz molekülünün bütün enerjisinin ancak % 2 kadarıdır. Gerek oksijenli ve gerekse oksijensiz solunum yapan bütün organizmalarda glikoliz görülür ve hepsinde reaksiyon kademeleri aynıdır. Ancak glikolizden sonraki (pirüvattan sonraki) basamaklarda bâzı farklılıklar görülür. Meselâ, oksijenli ortamda yaşayan hücreler, glikolizin son ürünü olan pirüvatı, asetil koenzim-A (Asetil Co-A)ya dönüştürerek “krebs çemberi” denilen reaksiyonlar dizisine sokarak olayı oksijen varlığında mitokondrilerde devâm ettirirler. Glikoz molekülü krebs sonunda CO2 ve H2O moleküllerine kadar parçalanır ve oksijenli solunum sonucunda 38 ATP sentezlenmiş olur. Oksijensiz şartlarda ise pirüvat; etil alkol, asetik asit, laktik asit gibi ürünlere dönüşür. Bu olaya fermantasyon denir ve sonucunda 2ATP sentezlenir (Bkz. Fermantasyon). Glikoliz de bir çeşit fermantasyon olarak kabul edilebilir. Glikoliz, bâzı ökaryotik hücrelerin yeterli oksijen bulamadığı zamanlarda, âcil ATP üretimi için, hayat kurtarıcı bir rol oynar.
Glikoliz olayının başlaması için glikoz molekülünün önce aktifleştirilmesi gereklidir. Bunun için bir ATP harcanarak heksokinaz enzimi yardımıyla glikoz önce “glikoz-6-fosfat”a, bu da fosfoglukoizomeraz enzimi ile katalizlenerek “fruktoz-6-fosfat”a dönüşür. Bir ATP daha harcanarak fosfofruktokinaz enzimi etkisiyle “fruktoz-1,6-difosfat” meydana gelir. Aldolaz enzimi katalizörlüğüyle bu madde, “dihidroksi aseton fosfat (DHAP)” ile “3-fosfogliser aldehite (3-PGAL)” parçalanır. Bu üç karbonlu triozlar (şekerler) fosfotrioz izomeraz enzimiyle birbirlerine dönüşebilirler.
Bundan sonraki reaksiyonlar 3-PGAL üzerinden yürütülür. DHAP da 3-PGAL’e dönüşerek aynı yolu izlediğinden bundan sonraki reaksiyonlar iki kat olarak düşünülür ve ATP ile ilgili hesaplar da buna göre yapılır. PGAL’den gliser asit (1,3-difosfogliserat) meydana gelirken, serbest kalan hidrojen, NAD+ (nikotinamit adenin dinükleotit) akseptörü tarafından tutularak NADH’ye indirgenir (NAD+æÆNADH+H+). Bu yakalama işinde fosfogliseraldehit dehidrogenaz enziminin rolü vardır. Meydana gelen 1,3 difosfogliserik asit, fosfogliserat kinaz enzimiyle “3-fosfogliserik aside (3-PGA)”, fosfogliserat mutaz enzimi ile “2-fosfogliserata (2-PGA)”, o da enolaz enzimiyle “fosfoenol pirüvik aside (PEPA)” dönüşür Glikolizin son basamağı olarak da PEPA, fosfopiruvet kinaz enzimi ile “pirüvik aside (pirüvata)” dönüşür ve bir mol daha ATP sentezlenir.
Reaksiyonlar 3-PGAL’den îtibâren iki kez tekrarlandığından, glikoliz sonucunda her bir glikoz molekülünden 2 mol pirüvat, 2 mol NADH+ H+ (indirgenmiş nikotin amit adenin dinükleotit) ve kazanç olarak 2 mol ATP meydana gelir.
ŞEKİL VAR!
Alm. Glykose, Glukose (f), Fr. Glucose (m), İng. Glucose. Monosakkaritler denilen basit şekerlerin en yaygını. Kapalı formülü C6H12O6 olup, karbonhidratların monosakkaritler sınıfından bir aldoheksozdur.
Özellikleri: Glikoz beyaz-renksiz toz veya kristal şeklinde olup, mol ağırlığı 180 gramdır. Kokusuz, suda çözünen, oldukça tatlı bir maddedir. Spesifik gravitesi, 1,54 ve erime noktası 146°C’dir. Nişasta ve glikojen (hayvan nişastası) glikozun polimerleşmiş hâlidir. Glikoz, insan ve hayvan vücudu için vazgeçilmez bir maddedir. Enerji, canlılık ve bâzı kimyevî maddelerin sentezi, glikozun parçalanmasıyla olur.
Bulunuşu: Üzümde ve hemen hemen bütün meyvelerde bulunur. Balda serbest hâldedir. Kanda ve şeker hastalarının idrarlarında da glikoz çıkar.
Yapısı: Glikoz iki şekilde bulunabilir. Bunlardan biri düz, zincir şeklindeki yapı olup, formülü şöyledir:
FORMÜLVAR!!!
Diğer şekli ise halkalı bir yapı gösterir. Bunun formülü de şöyledir:
ŞEKIL VAR!
Halkalı yapıya sâhip glikozda bir ve beş numaralı karbon atomları, aralarındaki oksijen atomuyla halkayı tamamlarlar. Bu durumda bir numaralı karbon asimetrik olur. Bu karbondaki (OH) ve (H) pozisyonuna bağlı olarak a-D-glukopiranos ve ³ D-glukopiranos olmak üzere iki çeşit glikoz meydana gelir.
Elde edilişi: Glikoz ticârî olarak mısır nişastasının hidroklorik asit ile hidrolizinden elde edilir.
Bileşikleri: Birinci karbondaki yarı asetal teşekkülü ile karbonil grubunda serbest kalmış hidroksil grubu, diğer bileşiğin hidroksil grubu ile reaksiyona girer ve iki bileşik (-C-O-C-) eterik bağlantısı ile birbirine bağlanırken su çıkar. Bu bileşiklere “glikozit” adı verilir. Eğer bu olay iki glikoz veya glikoz ile bir şeker molekülü arasında oluyorsa meydana gelen bileşiğe disakkarit denir. Eğer aynı şekilde olmak kaydıyla bu olay üç şeker arasında oluyorsa elde edilen bir trisakkarittir. Bu olay (n) tâne şeker molekülü arasında olursa polisakkaritler (nişasta, selüloz ve glikojen gibi) meydana gelir.
Meselâ:
Glikoz+fruktoz Æ Sakkaroz (kamış veya pancar şekeri)
Glikoz+galaktoz Æ Süt şekeri
n tâne glikoz Ænişasta, selüloz vs.
Glikozun altıncı karbonundaki hidroksil grubunun oksitlenmesi ile glukuronik asit elde edilir. Bu asidin vücuddaki rolü, alkol veya fenol hidroksil grubu taşıyan zehirli bileşikleri zararsız asetaller hâline getirmektir. Bu asetaller suda çözündükleri için idrarla dışarı atılırlar. Glukuronik asidden vücutta heparin maddesi meydana gelir ki bu, kanın pıhtılaşmasını önler. Glukuronik asidin polimerleşmesi ile meyvelerde pektin maddesi husûle gelir.
Kullanılışı: Glikoz, şekerleme ve diğer yiyeceklerin îmâlinde kullanılır. Glikoz çözeltisinin koruyucu özelliği vardır. Glikoz çözeltileri bakterilerin çoğalmalarını önler. % 5-% 10’luk çözeltileri ağızdan beslenemeyen hastalara damar yoluyla verilir.
Biyolojisi: D-Glikoz organizmaların birçoğunda başlıca enerji kaynağıdır. Nişasta, glikojen ve selüloz gibi en yaygın polisakkaritlerin temel yapı taşını teşkil eder. Nişasta, sakkaroz, laktoz sindirim ürünlerinden emilim sonucu kana geçen monosakkaridlerin büyük kısmı glikozdur. Az miktarda fruktoz, galaktoz, mannoz ve glukozamin de emilip karaciğer tarafından alınırlarsa da, burada bunlar da glikoza çevrilirler. Karaciğerde bir kısım glikoz molekülünden glikojen yapılır. Bir kısmının yükseltgenmesiyle enerji hâsıl olur. Bir kısmından da yağ asidleri, amino asitler vs. birtakım maddeler yapılır. Normal bir insanda açlıkta kandaki glikoz miktarı, 100 mililitrede 70-110 mg arasındadır. Kan şekerinin normalden düşük olmasına tıp dilinde “hipoglisemi”, normalden daha yüksek olmasına ise “hiperglisemi” adı verilir.
Böbrekte glikoz ilkel idrardan tam olarak geri emilir ve son idrarda glikoz bulunmaz. Kan glikozu % 170-180 mg’ı geçince, idrarda glikoz çıkmaya başlar. İdrarda şeker çıkması olayına başta şeker hastalığı olmak üzere, böbrek hastalıklarında, iç salgı bezlerinin hastalıklarında, beyin hasarı yapan durumlarda, çeşitli zehirlenmelerde ve enfeksiyon hastalıklarında rastlanır.
Dokularda glikoz-oksijen metabolizması: Glikojen bitki hücrelerindeki nişastanın karşılığı olan hayvânî hücrelerin glikoz depo şeklidir. Karaciğerin yaş ağırlığının % 10’una kadar olabilir. İkinci önemli depolanma yeri iskelet kaslarıdır. Kas dokusu karaciğerden daha az glikojen ihtivâ etmekle birlikte, kas dokusunun vücutta bulunuş oranının fazla olması sebebiyle netîce olarak vücuttaki glikojenin büyük kısmı kaslardadır.
Karaciğer glikojeni kan glikozunun normal seviyede tutulması için kana glikoz veren, kas glikojeni de kas kasılması için gerekli enerjiyi kolaylıkla sağlayan kaynaklardır. Kas çalışması netîcesinde glikojenin yakılmasından meydana gelen laktik asid, karaciğere taşınır ve burada glikojene çevrilir. Kas hücreleri eksilen glikozlarını kandan alırlar. Karaciğer glikojeninden kan glikozunun, kan glikozundan kas glikojeninin, kas glikojeninden laktik asidin ve tekrar karaciğer glikojeninin teşekkülü bir siklus (devir) şeklindedir. Buna “cori siklusu” denir.
Glikojenez: Glikozun dokularda glikojen hâlinde depolanması esnasında glikoz, mevcut glikojen molekülündeki düz poliglikoz zincirinin indirgen olmayan ucuna veya yan dallarının ucuna göre 1-4 veya 1-6 glikozid bağlarıyla bağlanması, böylece yeni dallar teşekkülü ile var olan moleküllerin büyümesidir. Kısacası bu olay glikojen sentezidir denilebilir. Glikozdan başka mannoz, galaktoz, fruktoz ve glukozaminden de glikojen sentez edilir. Ancak bunların bu işte kullanılması için önce karaciğerde glikoza çevrilmeleri gerekir.
Glikoneojenez: Organizmada karbonhidrat olmayan maddelerden glikojen yapılması işidir. Bunların başlıcaları, glikoplastik amino asitler, laktik asit, pirüvik asit ve gliseroldür. Bütün bu maddeler önce glikoza çevrildikten sonra, glikojen teşekkülünde kullanılırlar. Besinlerden kâfi miktarda karbonhidrat alınmadığı durumlarda, vücuda gerekli glikozu glikoneojenez temin eder.
Glikojenoliz: Kandaki glikoz seviyesi azaldığı zaman karaciğerdeki glikojen moleküllerinden glikoz birimleri ayrılarak kana verilir. Karaciğerin glikojenden glikoz husûle getirmesine glikojenoliz denir. Karaciğerde glikojeni glikoza çeviren enzimler bulunur. Bu enzimler fosforilazlar denilen gruptur. Karaciğer ve kaslardaki glikojenolizde ayrı cins fosforilazlar vazîfe alır ve kas glikojeninden açığa çıkan glikoz kana verilmez. Açlık hâllerinde organizma karaciğerdeki glikojenden glikozları ayırmak sûretiyle enerji kaynağı temin eder.
Glikozdan glikojen yapılması ve glikojenden glikoz ayrılması reaksiyonları aşağıdaki şekilde özetlenmiştir:
Şekil VAR!
Glikozun yıkımları: Glikoz vücutta diğer altı karbonlu monosakkaritlere ve türevlere döndüğü gibi, diğer karbon hidratlara ve onların değişik şekillerine de dönebilir. Bunlardan başka glikozun tam yıkılması gerektiği durumlarda çok daha ileri reaksiyonlarla CO2 ve H2O’ya kadar yıkılır.
Glikoz organizmada başlıca iki yoldan yıkılır: 1) Trikarboksilik asit siklusu yolu. 2) Pentoz fosfat yolu.
Vücutta glikozun büyük kısmı birinci yolla yıkılır ve bu yıkılış iki safhada olur. Birinci safha glikojenin veya glikozun birçok ara maddeler üzerinden laktik aside yıkılmasıdır ki, buna glikoliz (Embden-Mayerhoff yolu) adı verilir. İkinci safha glikolizin ara maddelerinden biri olan pirüvik asidi üzerinden trikarboksilik asit siklusunda CO2 ve H2O’ya yükseltgenmesidir.
Glikoliz: Basit bir hâdise olmayan glikoliz, basamak basamak yürüyen ve çeşitli ara maddeler üzerinden geçerek pirüvata kadar parçalanması reaksiyonudur. (Bkz. Glikoliz)
İdrarda şeker tâyini: Şeker, tâze hazırlanmış Fehling çözeltisi ile aranır. Yirmi dört saatlik idrar toplanır. Deney tüpüne yarıdan fazla konarak, kaynatılır. Üzerine iki üç damla asetik asit konarak, albümin çöktürülür. Süzgeç kâğıdından süzülür. Süzüntüden deney tüpünün üçte birine kadar konur. Üzerine aynı miktarda sodyum hidroksit çözeltisi ve birkaç damla bakır hidroksit Cu(OH)2 çözeltisi konur. Çözelti koyu mavi olur. Alevde ısıtıldığında kaynamaya başlamadan önce sarı bakır-I-hidroksit (CuOH) bulanıklığının görülmesi, şeker olduğunu belirtir. Sarı turuncu bulanıklık, yavaş yavaş hasıl olursa, şekerin az olduğunu gösterir. Kaynayınca hâsıl olursa, şeker çok az demektir.
Alm. Glykosiden Glukosiden (pl), Fr. Glycosides (pl), İng. Glucosides. Şeker molekülünün hidrolizi ile hâsıl olan alkali bir bileşik. Şekerde bulunan glikozidik hidroksil (-OH) grubunun, başka bir (OH) bulunduran selüloz, nişasta, fenol gibi bir madde ile birleşerek su ayrılması ile meydana gelir. Bunlar eterik türden bileşiklerdir.
Glikozit molekülünde, reaksiyon kabiliyeti olan glikozit ile hidroksil grubu mevcut değildir. Bunun için glikozitler fehling çözeltisini indirgemezler. Glikozitler, suda genel olarak iyi çözünür, asitler ve enzimlerin tesiri ile de parçalanır. Bu olay glikozit ihtivâ eden gıdâların olgunlaşması esnasında vukû bulur. Bunun sonucu olarak tipik aroma ilk defâ serbest bırakılmış olur. Kakao danelerinin ve muzun olgunlaşma hâdisesinde olduğu gibi.
Gıda kimyâsı bakımından önemli olan glikozitler, genel olarak bitkilerde bulunurlar. Bu gıdaların işlenmesi sırasında, vanilya meyvelerinin kurutulmasında, çayın oksidasyonu, hardal üretimi gibi olaylarda karakteristik olarak ortaya çıkarlar. Glikozitler tabiatta az miktarda, fakat çok dağılmış olarak bulunur. Çiçeklerin birçok renkli pigmentleri, tabiî olarak bulunan boya maddeleri ve aromatik maddeler, bitkilerde hep glikozit hâlinde bulunurlar. Tabiatta mevcut olan glikozitlerin şekerleri genellikle piranoz şeklindedir. Çoklarının şeker bileşeni glikoz olmakla birlikte arabinoz, ksiloz, riboz, ramnoz, galaktoz, mannoz ve fruktoz da bulunabilir.
Glikozitler bitkilerin yapraklarında da bulunmakla berâber, genellikle meyve kabuk ve kökünde bulunurlar. Polarize ışığı daha çok sola çeviren, renksiz, kristalimsi, acı maddeler olup, su veya alkolde çözünürler. Glikozitleri bitkilerden hidroliz olmaksızın ayırabilmek için, birlikte enzimi de parçalamak gerekir. Bunun için çok defâ bitki, alkol ile kaynatılır. Glikozitler, kendini meydana getiren şeker olmayan gruba bağlı olarak beş gruba ayrılır: 1) Alkol glikozitleri: Saponin, 2) Fenol glikozitleri; Vanalin, 3) Azot glikozitleri: Nükleik asit, 4) Hardal glikozitleri: Sinirgrin, sinalbin, 5) Siyanojenetik glikozitler (hidrosiyanik asit veren glikozitler): Aligdalin.
Beyaz hardal tânelerinde bulunan glikozit sinalbin ve siyah hardalda bulunan sinigrin enzimatik olarak parçalanır ve burada keskin kokan hardal yağı ortaya çıkar:
Enzimler
¾¾¾¾¾¾¾> Hardal y + Su
Su
Daha çok acı badem, kayısı ve şeftali çekirdeklerinde bulunan amigdalin glikozit, suyun etkisi altında bileşenleri olan gentibioz ve badem asidi nitrile parçalanır. Sonunda madde daha ileri derecede benzaldehit ve hidrosiyanik aside (mavi asit) parçalanırlar. Bunun için, meselâ badem ezmesi hammadde kütlesinin hazırlanmasında acılığın giderilmesi işleminin çok dikkatli olarak gerçekleştirilmesi gerekir.
Alm. Glyzerin (n), Fr. Glycerine (f), İng. Glycerine, giycerol. Formülü CH2OH- CHOH-CH2OH olan renksiz, kokusuz alkoller sınıfından bir sıvı (Bkz. Alkoller). Kimyâca adı 1,2,3 propantrioldür.
Özellikleri: Kıvamlı bir sıvı olup, tatlıdır. Saf gliserin 18,6°C’de erir ve 290°C’de birâzı bozunarak kaynar. Yoğunluğu 1,26 gr/cm3 olup, suda her oranda çözünür.
Elde edilişi: 1948’e kadar sabun îmâlatı esnâsında sıvı ve katı yağların hidrolizinden elde ediliyordu. Bu metod hâlen yaygın olarak kullanılmaktadır:
(RCOO)3C3H5 + 3NaOH Æ 3RCOONa + C3H5(OH)3
Yağ Sodyum Sabun Gliserin
Hidroksit
Bugün gliserinin çok miktarı petrol ürünlerinden sentetik olarak elde edilmektedir. Propilenden (CH2 = CH-CH3) klor ile allilklorür elde edilir. Bu maddenin hipoklorit asidi ile muâmele edilmesinden sonra su ile reaksiyona sokulmasıyla gliserin elde edilir.
Kullanılışı: Gliserin en çok, alkit reçinesi, boya ve cila yapımında kullanılır. Ayrıca büyük ölçüde jelatin (selefon) kâğıtlarını yumuşatmada, tütünün nem oranını ayarlamada, ilâç sanâyiinde kozmetik dağıtıcı olarak, tekstil, matbaacılık ve dinamit yapımında kullanılır.
Alm. Glyzin (n), Fr. Glycine (f), İng. Glycine.Proteinlerde bulunan en basid aminoasit. Kimyâca adı aminoasetik asittir. Aminoasitler içinde bir tek bunun asimetrik karbonu yoktur. Bu yüzden optikçe aktif değildir. Jelatin molekülünün yaklaşık % 25’ini, ipeğin büyük bir kısmını glisin meydana getirir. Kretin, kretinin betain, hippurik asit ve glikolik asit gibi birçok biyokimyâsal bileşikler glisinden türemişlerdir.
Glisin saf hâlde beyaz ve çok güzel kristaller şeklinde olup, 232 ile 236°C arasında bozunarak erir.