GILGAMIŞ

Mezopotamya’da yaşadığı kabul edilen ilkçağ destan kahramanı. Onun hayâtını konu alan yazılı metinlere de Gılgamış Destanı adı verilir.

Akkadca’nın en önemli yazılı örneklerinden olan Gılgamış Destanı, Asur Kralı Asurbanipal’in Ninova’daki kitaplığında bulunmuş on iki tabletten meydana gelmiştir. Metindeki boşluklar Mezopotamya’da ve Anadolu’da ortaya çıkarılan başka kitâbelerden (yazıtlardan) elde edilen bilgilerle tamamlanmıştır. M.Ö. ikinci bin yılın ilk yarısında Sümer dilinde yazılmış beş küçük şiir de Gılgamış’la ilgili bilgi vermektedir. Bu şiirler; “Gılgamış ve Huvava”, “Gılgamış ve Göklerin Boğası”, “Gılgamış ve Kişli Agga”, “Gılgamış, Enkidu ve Ölüler Dünyâsı” ve “Gılgamış’ın Ölümü” adlarını taşırlar.

Destanda ve şiirlerde adı geçen Gılgamış büyük ihtimalle M.Ö. üçüncü bin yılın ilk yarısında Mezopotamya’nın güneyinde Uruk’ta hüküm sürmüş olan bir kraldır. Dolayısıyla Kiş Hükümdarı Agga ile aynı çağda yaşamışlardır. Tufandan sonraki Sümer kralları listesinde de söz edilen Gılgamış’a kutsal bir kişilik izâfe edilmektedir. Destan ve şiirlerde anlatılan ve Gılgamış’a âit olduğu söylenen kahramanlıkların târihî belgesi yoktur. İlâhî dinlerin bozulduğu, putlara tapıldığı bir zamanı anlatan Gılgamış Destanı hakkında bu tabletlerden başka bilgi bulunamamıştır.

Ninova’da bulunan yazılı tabletlere göre Gılgamış; büyük bir savaşçı, yapıcı, yeryüzünde ve denizlerde olup bitenleri bilen yarı tanrı, yarı insandır. Zâlim ve sert bir idârecidir. Uruk halkı başka tanrılara başvurarak onun bu sert idâresinin önlenmesini isterler. Gök Tanrısı Anu, Gılgamış’ın sert ve zâlim idâresini engelleyebilmek için Enkidu’yu yaratır. Enkidu daha önce hayvanlar arasında yaşamış vahşî bir insandır. Fakat Gılgamış’ın gönderdiği bir fâhişe Enkidu’yu şehre getirir ve uysallaştırarak şehir hayatına alıştırır. Enkidu kısa sürede şehirlilerin hayat biçimine alışarak Uruk’a gelir. Gılgamış onu beklemektedir. Bu bilgiler birinci tablette anlatılmıştır.

İkinci tablette bildirildiğine göre Enkidu ile Gılgamış arasında bir güç denemesi yapılır. Bu güç denemesinden Gılgamış üstün çıkar. Bundan sonra Enkidu Gılgamış’ın dostu ve yoldaşı olur.

Üçüncü, dördüncü ve beşinci tabletlerde bildirildiğine göre; Gılgamış ile Enkidu uzaktaki bir sedir ormanının korucusu Huvava’yı öldürmeye giderler. Eldeki parçalarda bu mücâdelenin neticesiyle ilgili bilgi yoktur.

Altıncı tabletteki bilgilere göre; Uruk’a dönmüş olan Gılgamış Aşk Tanrıçası İştar’ın evlenme teklifini geri çevirir, tanrıçanın onu yok etmek üzere gönderdiği kutsal boğayı da Enkidu’nun yardımıyla öldürür.

Yedinci tablet; Enkidu’nun gördüğü bir rüyâ ile başlar. Enkidu rüyâsında boğayı öldürmesi sebebiyle Ea, Anu ve Şamas adındaki üç tanrının, kendisini öldürmeye karar verdiklerini görür. Bunun üzerine Enkidu hastalanır ve ölür.

Sekizinci tablette; Gılgamış’ın Enkidu için yaktığı ağıt ve onun için düzenlediği büyük cenâze töreni anlatılır.

Dokuzuncu, onuncu ve onbirinci tabletlere göre; Gılgamış, Bâbil tufanından sağ kurtulan Utnapiştim’i bularak ölüme yakalanmamanın sırrını öğrenmek için tehlikeli bir yolculuğa çıkar. Sonunda Utnapiştim’e ulaşır. Utnapiştim ona tufanın hikâyesini anlatır ve gençliğini geri getirecek bitkiyi nerede bulacağını gösterir. Gılgamış, bitkiyi elde ettikten sonra bir yılana kaptırır ve üzüntülü olarak Uruk’a döner.

Destan’a ek özelliğinde olan on ikinci tablette pukku ve mikku adı verilen nesnelerin kaybolması anlatılır.

Destan, Enkidu’nun ruhunun yeryüzüne dönüşü ve ölüler dünyasındaki kötü ve üzücü halleri anlatmasıyla son bulur.

Akkadca yazılmış olan Gılgamış Destanı’nın Hitit ve Hurri dillerinde çeşitlemeleri de vardır. Destanın metni İngiliz Arkeolog R.C. Thompson tarafından The Epic of Gilgamish adıyla 1930’da Oxford’da yayımlandı. Schott tarafından Almancaya Das Gilgamesch-Epos adıyla çevrilerek 1934’te Leipzig’de yayımlandı. G. Contenau tarafından da Epopée de Gilgamesh adıyla 1939’da Paris’te Fransızcaya çevrilmiştir. Muzaffer Ramazanoğlu tarafından Türkçeye çevrildi. Orhan Asena, Tanrılar ve İnsanlar adlı oyununun konusunu Gılgamış Destanı’ndan almıştır. Nüvit Kodallı, Orhan Asena’nın oyunu için hazırladığı sahne müziği üzerine Gılgamış Operasını bestelemiştir. Melih Cevdet Anday da Ölümsüzlük Ardında Gılgamış adlı eserinde bu destandan faydalanmıştır.

GIRTLAK

Alm. Kehlkopf, Larynx (m), Fr. Gosier (m), gorge (f); larynx (m), İng. Throat, larynx. Boynun ön soluk borusunun üst kısmında yer alan bir solunum ve ses organı. Gırtlak boynun ön tarafında 3-6. boyun omurları hizâsında yer alır. Basit bir kutu görünüşünde olan gırtlak; kıkırdak, zar ve bağlardan yapılmış önemli vazîfeleri bulunan bir organdır. Solunum yolunun üst kısmını teşkil eder ve aynı zamanda ses organıdır. Bu sebeple gırtlağın yapısı solunum borusunun diğer kısımlarından daha farklı ve karışıktır.

Gırtlağın üst deliği solunum yolunu daraltabilecek ve hattâ îcâbında tamâmıyla kapatabilecek bir mekanizmaya sâhiptir. Bilhassa sesin meydana gelmesi ile ilgili olan bu mekanizma, îcâbında solunum yolunu kapatmak sûretiyle yabancı maddelerin daha içerilere girmesine mâni olur. Bu sûretle organizma kendini ölüme bile götürebilecek olan bir hâdiseden kurtulma imkânına sâhip bulunmaktadır.

Büluğ çağında erkek çocukların gırtlağı hızla büyümeye başlar. Bütün kıkırdaklarda ve her yönde cereyân eden bu büyüme sonucunda bir sene zarfında mizmar aralığının uzunluğu hemen hemen iki misline çıkar. Ses kıvrımlarının (ses tellerinin) uzaması netîcesinde bu çağda erkek çocuklarının sesi değişir ve kalınlaşır. Kız çocuklarında gırtlağın büyümesi büluğ çağında da yavaştır. Bu yüzden gırtlak erkeklerde hem genişlik hem de uzunluk bakımından kadınlardan daha büyüktür. Gırtlağın çevresi erkeklerde ortalama 136, kadınlarda 112 milimetre kadardır. Cins ve yaş durumlarından başka, çeşitli şahıslarda da gırtlak büyüklük ve şeklinde çeşitli farklılıklar görülebilr. Bundan dolayı insanların sesleri de birbirinden çok farklıdır. 20 yaşından îtibâren gırtlak kıkırdakları kemikleşmeye başlar ve elastiki kıkırdaktan yapılmış olan epiglot ve ses tellerinin bağlandığı çıkıntılar hariç diğer kıkırdakların büyük kısmı yaşlılarda kemikleşmiş olur.

Gırtlağın iskeletini meydana getiren kıkırdaklar dokuz tânedir. Bunların üçü çift, üçü tektir.Tek olanlar tiroit kıkırdak (kalkansı kıkırdak), krikoit kıkırdak (yüzüksü kıkırdak) ve epiglot (gırtlak kapağı kıkırdağı)tur. Çift olanları ise aritenoit, corniculat ve cuneiform kıkırdaklarıdır. Tiroit kıkırdağın boynun ön tarafında yaptığı çıkıntıya halk arasında “âdem elması” ismi verilir. Gırtlağın kasları da beş tânedir. Bunlardan dört tânesi çift, bir tânesi de tektir. Bunların kimisi ses tellerini uzatır, kimisi de kısaltır. Yine kasların bâzıları mizmar aralığını daraltırken, bâzıları da genişletir. Gırtlak kaslarının vazîfelerinden ikincisi ise, yabancı cisim ve zararlı maddelerin alt solunum yollarına geçmesini önlemek için gırtlağı kapatmaktır. Bu kasları harekete geçiren uyarı, yabancı zararlı maddelerin gırtlak iç yüzeyine temâsı netîcesinde meydana gelen reflekstir.

Gırtlağın iç yüzü, bütün solunum yollarında olduğu gibi, çok katlı titrek tüylü epitel ile örtülmüştür. Yalnızca fazla mekanik tesirler altında kalan ses tellerinin üzeri boynuzsu (çok katlı yassı) epitel ile örtülmüştür. Gırtlak mukozasının altında her tarafta çeşitli salgı bezleri bulunur. Bunların vazîfeleri gırtlak iç yüzünün dâimâ nemli kalmasını sağlamaktır. Bu durum, burun boşluğunda olduğu gibi buradan geçen havanın temizlenmesi ve neminin arttırılmasında önemli rol oynar. Larinks aynası denilen bir âlet ile gırtlağın üst ve orta bölümleri görülebilir. Gırtlağın sinirleri vagus sinirinin iki dalından gelir. Bunların dallarının kesilmesi veya kanser hücreleri tarafından buraların istilâ edilmesi netîcesinde ses kısıklığı meydana gelir.

Gırtlağın kendi özel isimleriyle anılan çeşitli hastalıkları vardır. Gırtlak difterisi, gırtlak veremi, larenjit (gırtlak iltihâbı), gırtlak felci en önemlileridir.

Gırtlak tümörleri: Bütün organlarda olduğu gibi, gırtlak tümörleri de iyi huylu (selim) ve kötü huylu (habis) olmak üzere ikiye ayrılır.

Gırtlağın iyi huylu tümörleri sıklık sırasına göre papillomlar, fibromlar, anjiomlar ve poliplerdir. Papillomlar virüslerle meydana gelirken, ses teli nodülleri sesin kötü kullanılmasından ileri gelir. Bir kısmı da doğuştan beri mevcuttur.

Selim gırtlak tümörlerinin en sık rastlanılan belirtisi ses kısıklığıdır. Gelip geçici veya dâimî ses kısıklığı olabildiği gibi bir kısmı ses kısıklığı husûle getirmeyebilir. Ağrı çok nâdir görülür. Çok büyük tümörler nefes darlığına sebeb olabilirler. Tedâvileri tümörlerin cerrahî olarak çıkarılmalarından ibârettir. Çıkarılmasalar bile ses kısıklığı ve nefes darlığından başka zararları olmaz.

Gırtlak Kanserleri

Gırtlağın habis tümörleri denilince gırtlak kanserleri akla gelir. Kanser dışında habis tümörü varsa da bunların oranı % 1’i geçmez. Gırtlak kanserleri bütün vücud kanserlerinin % 2’sini teşkil eder. Daha ziyâde 45-50 yaşları arasında görülür. 20 yaşın altında görülmesi çok nâdirdir. Erkeklerde sık görülür. Yaklaşık on erkeğe karşı bir kadında görülür. Hazırlayıcı sebepler arasında ilk sırayı tütün alır. Müzmin iltihaplar, aşırı ses tahrişi, tahriş edici gazlar ve alkolizm diğer sebepler arasında yer alırlar.

Gırtlak kanserlerinin belirtileri erken ve geç belirtiler olarak ikiye ayrılır.

Erken belirtiler: Kanserin yerleşim yerine bağlı olarak meydana gelen ses kısıklığı, nefes güçlüğü, yutkunurken takılma hissi ve kulağa doğru vuran ağrı. Bunların dışında gırtlakta rahatsızlık hissi, balgam çıkarmada artma, seste ton değişiklikleri, bâzen bir gıcık öksürüğü ilk belirtiler olarak karşımıza çıkabilir.

Geç belirtiler: Nefes darlığı, yutma güçlüğü, iştahsızlık, aşırı zayıflama, öksürük, kanlı balgam,boyun lenf bezlerinin büyümesi, şiddetli ağrılar.

Tedâvisi: Cerrâhî tedâvi ve şuâ tedâvisi en önemli iki tedâvi usûlüdür. Gırtlağın cerrâhî olarak çıkarıldığı durumlarda hasta ses tellerini de kaybettiğinden, ses rehabilitasyonuyla yuttuğu havayı yemek borusu vasıtasıyla sese çevirerek konuşur. Bunu beceremeyen hastalara tek tonda ses çıkaran elektronik bir âletle yardım edilir. Şahıs bu âleti çene altına dayar ve âletin çıkardığı sesi ağız içinde harflere çevirip konuşur.

Erken teşhis edilen gırtlak kanserinde tedâvi oldukça başarılıdır. İki haftayı geçmiş her ses kısıklığı vak’ası veya yukardaki belirtileri gösteren her şahıs hele sigara içiyor ve yaşı 45’in üzerindeyse, muhakkak bir kulak- burun-boğaz doktoruna muâyene olmalıdır. 

GIYÂSEDDÎN CEMŞÎD KÂŞÎ

On dördüncü ve on beşinci yüzyıllarda yaşamış, ondalık kesirleri ilk defâ kullanan büyük Müslüman-Türk matematik ve astronomi âlimi. İsmi, Cemşîd bin Mes’ûd bin Mahmûd et-Tabîb el-Kâşî olup, lakabı Gıyâseddîn’dir. On dördüncü asrın sonlarına doğru Kaş şehrinde doğdu. Uluğ Bey Ziyci adlı eserin önsözünde, 1429 (H.833) senesinin sonbaharında Semerkand’da öldüğü bildirilmektedir.

Gıyâseddîn Cemşîd, ilk tahsîline Kaş’ta başladı. Babası zamânın önde gelen din ve fen âlimlerindendi. Önce sarf, nahiv ve fıkıh ilmini öğrendi. Fıkıh ilminde söz sâhibi oldu. Mantık, belâgat, matematik ve astronomi ilimlerini tam mânâsıyla tahsil etti. İlim aşkına uzun süren seyâhatlere çıkar ve azimle çalışırdı. 1416 senesinde Karakoyunlu Sultanı İskender’in hizmetinde bulundu. Uluğ Bey tarafından Semerkand’a dâvet edildi. Kurduğu rasathânenin müdürlüğüne getirildi.

Cemşîd, önce Nasîrüddîn Tûsî’nin eserlerini inceledi. Kutbüddîn Şîrâzî’nin eserlerini tedkik ederek, ziyâdesiyle istifâde etti. Meraga’da yapılan rasathânede çalışarak, astronomi cetvellerini (ziycleri) yeniden düzenleyip ortaya koydu. Böylece astronomide yeni ufukların açılmasını sağladı.

Yıldız cedvellerini, yeryüzünden uzaklıklarını, güneş ve ay tutulması hesaplarını, bunların hesaplanmasında kullanılacak olan Tabak-ül-Menâtık adlı âletin yapılış ve kullanılışını izah etti.

Avrupalı ilim târihçileri, yıldızların ve gezegenlerin yörüngelerinin dâire şeklinde olmayıp, elips şeklinde olduğunun keşfini Kepler’in başarılarından sayarlar. Hâlbuki ondan yüz sene önce Gıyâseddîn Cemşîd, bu ilmî hakîkatı Nüzhet-ül-Hadâik adlı eserinde izah etmiş ve ortaya koymuştur. İlmî çalışmaları ve dirâyetiyle fen ilimlerinde araştırma, gözlem ve deney usûlünün gelişmesini sağladı. 1406, 1407 ve 1408 seneleri için ay tutulmasının hesaplamalarını gâyet hassas olarak yaptı. Ayın ve Utarid’in yörüngelerinin eliptik düzlemde olduğunu açıkça isbât etti. Böylece Kepler’in bunu kendine mâl etme iddiâsı geçersiz ve asılsız kaldı.

Gıyâseddîn Kâşî, astronominin yanında ilmî çalışmalarını daha çok matematik alanında yoğunlaştırdı. Ondalık kesirleri ilk defâ kullandı. Hâlbuki, ondalık kesirlerin keşfi, Simon Stefan’a atfediliyordu. 1948 senesinde Alman bilim târihçisi Pouluckey yaptığı araştırmalar sonucu, ondalık kesirlerin asıl kâşifinin Gıyâseddîn Cemşîd olduğunu ispatladı ve ilim âlemine kabul ettirdi. Cemşid, Simon Stefan’dan yüz altmış sene önce yaşamıştır. O, ondalık sayılar üzerinde dört işlemi uyguladı. Avrupa’da ise, bu sistem ancak 16. asırdan sonra kullanılabildi. Bu konudan bahseden Risâlet-ül-Muhîtiyye adlı eserinde, dâire çevresi ile yarıçap arasındaki oranı çok açık bir şekilde göstermiştir. Ondalık sayılarda virgül işâreti kullanmadan, sayının tam kısmı üzerine sıhah (tam sayı) kelimesini koymak sûretiyle sayının tam kısmının, ondalık kısmından ayrıldığı ilk defâ bu eserde görülür. Onun bulduğu bu değer, kendinden önceki matematikçilerin bulduğu değerden daha doğrudur. Ticârî hesâba dâir eserinde ise ondalık kesirlerde o, sıhâh tâbirleri yerine virgül kullanmıştır.

Cemşîd, aritmetikle ilgili çalışmalarının yanında cebirde, yüksek dereceden denklemlerin yaklaşık çözümlerini yaptı.

1427 senesinde tamamlayıp Uluğ Beye sunduğu Miftâh-ül-Hesâb adlı eserinde herhangi bir dereceden kök alma yollarını hesapladı. Binom açılımı olarak matematikte bilinen formülden istifâde edilerek gerçekleştirilen bu kök alma işlemlerinin keşfi, batı âleminde Newton’a atfediliyorsa da bunu Newton’dan üç asır önce Cemşid’in bulduğunu ve ilk defâ binomial denklemleri çözdüğünü Derek Stewart, Sources of Mathematics adlı eserinde ilim dünyâsına açıklamıştır.

Cemşîd, trigonometri üzerinde yaptığı çalışmalar sonucu sinüs cetvellerini hazırladı ve bunu üçüncü dereceden trigonometrik denklemlerin çözümünde kullandı. Düzlem trigonometrinin temel formüllerinden olan; sin3A=3sinA-4sin3A formülünün adı birçok trigonometri kitaplarında Cemşîd-ül-Kâşî eşitliği olarak belirtilmektedir. Trigonometri alanında diğer bir başarısı da “pi” sayısının gerçek değerini çok hassas bir şekilde hesaplamış olmasıdır.

Eserleri:

Gıyâseddîn Cemşîd, matematik ve astronomi alanında birçok eser yazdı. Yazdığı kitaplar, bilhassa 16. ve 17. asırda devrin ünlü ilim adamları tarafından incelendi. Haklarında uzun makâleler yazıldı. Bunun yanında eserleri, ilim adamları tarafından uzun seneler temel mürâcaat kitabı olarak kullanıldı. Eserlerinden bilinenleri şunlardır:

Risâlet-ül-Muhîtiyye: Ondalık sayılarla ilgili kurallara ve pi sayısının değerine bu eserinde yer verdi. Arapça yazılan eser, İstanbul ve dünyânın birçok kütüphânesinde mevcuttur. Çeşitli yabancı dillere tercüme edilmiştir.

Kitâbu Miftâh-il-Hisâb (Hesap Anahtarı): Bir mukaddime ile beş bölümden meydana gelen eserin, birinci bölümünde tam sayılarla hesaplama, ikinci bölümünde kesirli sayılarla hesaplar, üçüncü bölümünde astronomide kullanılan hesaplar, dördüncü bölümünde topografik alan hesapları, beşinci bölümünde ise bilinmiyenli hesaplar anlatılmaktadır.

Risâlet-ül-Kemâliyye veya Süllem-üs-Sem’a(Göğün Dereceleri): Gök cisimlerinin dünyâdan uzaklığı, büyüklükleri ve boyutlarından bahseden bu eser, Mustafa Zeki tarafından Türkçeye tercüme edilmiştir. Yazma nüshaları İstanbul ve Avrupa kütüphânelerinde bulunmaktadır.

Kitâbu Zîyc-il-Hakânî fî Tekmîli Zîyc-il-İlhânî: Nasîrüddîn Tûsî’nin yazdığı Zîyc-il-İlhânî adlı eserde incelenen yıldızların koordinatlarını kendi rasadlarına göre düzeltmiş ve tamamlamıştır.

Nüzhet-ül-Hadâik: Kendi bulduğu Tabak-ül-Menâtık adlı bir rasat âletinden bahseder. Ayrıca enlem, gök cisimlerinin dünyâdan uzaklıklarını, ay ve güneş tutulmaları ile ilgili bilgileri ihtivâ eder.

Diğer eserlerinin bâzıları da şunlardır: 1) Risâletün fil-Hisâb (Matematik), 2) Risâletün fil-Hendese (Geometri), 3) Kitâbün fî İlm-il- Hey’et (Astronomi), 4) Risâlet-ül-Ceyb vel-Veter (Cebir), 5) Risâletün fil- Mesâhât, 6) Risâletün an İhlîlcî’l-Kamer ve Utarid, 7) Risâle fî Ma’rifet-it-Tedâhul vet-Teşâruk vet-Tebâyün, 8) Makâle an Hisâb-il-Müneccimîn, 9) Risâletün-Nâkaşa fîhâ el-Cezûr-us-Samm (Binom Teoremleri Hakkında).

Gıyâseddîn Cemşîd zamânında; Bursalı Kâdızâde Rûmî, Uluğ Bey, Ali Kuşçu ve çağdaşlarının yaptıkları çalışmalar sonucu astronomi ve matematik ilimlerinde yüksek bir seviyeye varıldı. Özellikle Semerkand şehri âlim ve velîler ordusunun toplandığı muhteşem bir kültür sitesi hâline gelmişti. Bu âlimlerin gayret ve çalışmaları o kadar yüksek ve ileri dereceye ulaşmıştı ki, batı ilim dünyâsı bu seviyeye ancak on yedinci asrın sonlarında ulaşabilmiştir.

GIYÂSEDDÎN KEYHÜSREV-1

Türkiye Selçukluları sultanı. İkinci Kılıç Arslan’ın Bizanslı hanımından doğan en küçük oğludur.

İkinci Kılıç Arslan ülkeyi on bir oğlu arasında paylaştırdığı zaman, Gıyâseddîn Keyhüsrev’i de veliaht îlân edip, Uluborlu ve civârının idâresine tâyin etti. İkinci Kılıç Arslan, 1192’de Konya’da ölünce Gıyâseddîn Keyhüsrev, babasının yerine sultan oldu. Fakat kardeşler arasında saltanat mücâdelesi başladı. Tokat Meliki Rükneddin Süleymân Şah, 1196 senesinde Konya’yı zaptetti. Gıyâseddîn Keyhüsrev âilesini alıp Konya’yı terk etti. Çeşitli yerlerde kaldıktan sonra İstanbul’a gitti. Rükneddîn Süleymân Şah’ın 1204’te ölümüyle taht küçük yaştaki oğlu Üçüncü Kılıç Arslan’a kalınca Keyhüsrev Konya’ya dâvet edildi. Tekrar sultan oldu.

Gıyâseddîn Keyhüsrev, devletin hudutlarını emniyete almak için Bizanslılar ve Ermenilerle mücâdele etti. Dördüncü Haçlı Seferiyle (1204) İstanbul, Lâtinlerin hâkimiyetine geçmiş, Bizans Hânedânı mensupları, Anadolu’ya kaçıp İznik ve Trabzon’da iki devlet kurmuşlardı. Bizanslılar, Karadeniz sâhillerine yerleşerek ticâret yolunu kapattılar. Gıyâseddîn Keyhüsrev, ticâret yolunu açmak için 1206 senesinde sefere çıktı. Bizanslıları bu bölgeden atarak, Karadeniz yolunu açtı. Ertesi sene Akdeniz sâhillerine inerek Antalya’yı fethetti. Bu sırada akıncı beyleri, Batı Anadolu’da birçok yerleri aldılar. Bu fetihler, İznik Bizanslılarını telaşlandırdı. Bizans ordusu ile 1211 senesinde Alaşehir’de yapılan muhârebede, Selçuklu ordusu büyük zafer kazandı.

Muhârebe bittikten sonra, Gıyâseddîn Keyhüsrev, meydanı dolaşırken, bir düşman askeri tarafından şehid edildi (1211). Yerine oğlu İzzeddîn Keykâvus geçti. 

GIYÂSEDDÎN KEYHÜSREV-2

Türkiye Selçukluları sultanı. Birinci Alâeddîn Keykubad’ın büyük oğludur. 1228 yılında Atabeyi Mübârizüddîn Ertokuş’la birlikte Erzincan’a gönderildi. Küçük kardeşi Kılıç  Arslan veliaht olmasına rağmen İkinci Keyhüsrev babasının ölümü üzerine Türkiye Selçukluları sultanı oldu (1237).

İkinci Gıyâseddîn Keyhüsrev’in ilk yılları, saltanat kavgalarıyla geçti. Bu sırada Moğol zulmünden kaçan göçebe Türkmenler, doğu tarafından Anadolu’ya girdiler ve çeşitli bölgelerde iskân edildiler. Bid’at bilmeyen hâlis Müslüman Türklerin sâfiyetinden ve çeşitli sıkıntıları olan kesif göçebe nüfustan faydalanmak isteyen kötü kimseler türedi. Peygamberlik iddiâsı ile ortaya çıkan Baba İshak, göçebelere yeni bir devir müjdeliyerek bâzı câhil Türkmenleri etrâfında topladı (Bkz. Babaîlik). Babaîler adıyla tanınan bu Türkmenler, isyân ederek, birçok beldeyi tahrip ettiler. 1240 senesinde Kırşehir’in Malya Ovasında yapılan savaş sonunda Babaîler mağlûb edilerek isyân bastırıldı.

Anadolu’da Babaî isyânından hemen sonra Moğol istilâsı başladı. Sultan İkinci Gıyâseddîn Keyhüsrev, Moğol istilâsını durdurmak için harekete geçti. Sivas’ın doğusundaki Kösedağ mevkıinde Moğolları karşıladı. Moğollar, Selçuklu öncü kuvvetlerini bir manevra ile perişan edince, ordu geri çekildi (Bkz. Kösedağ Savaşı). Geri çekilme ile 1243 senesi Temmuz ayında bozgun başladı. Moğollar Kayseri’ye kadar geldiler. Müstahkem Kayseri şehri, şiddetli hücumlar netîcesinde teslim oldu. Moğollar, Kayseri’de büyük katliâm ve yağma yaptılar. Moğol komutanı Baycu Noyan, senelik vergi karşılığında antlaşmaya râzı edildi. Gıyâseddîn Keyhüsrev ise, Menderes taraflarına gitmişti. Antlaşmadan sonra Konya’ya geldi. 1246 yılında Kilikya üzerine sefere giderken Alanya’da vefât etti. 

GIYBET

Alm. Nachrede, durchhecheln, Klatsch, Fr. Medisance, denigrement, İng. Backbiting. Dedikodu. Bir Müslümanın veya zımmînin yüzüne karşı söylendiği zaman hoşlanmayacağı veya kalbinin kırılacağı bir sözü, hâli veya hareketi gıyâbında, yâni bulunmadığı yerde söylemek, hareketiyle göstermek veya îmâ etmek. Kapalı söylemek, işâretle, hareketle bildirmek, yazıyla duyurmak da, hep söylemek gibi gıybettir. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Bir kimse için söylenen kusur onda varsa bu söz gıybet olur. Yoksa bühtân yâni iftirâ olur.”

Gıybet etmek, büyük günâhtır. Zinâ etmek günâhından daha şiddetlidir. Hadîs-i şerîfte; “Gıybet etmek zinâ etmekten şiddetlidir.” buyruldu. Eshâb-ı kirâmdan Câbir ve Ebû Saîd hazretleri; “Gıybet, nasıl zinâdan daha şiddetli olur?” dediklerinde, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “İnsan zinâ eder ve sonra tövbe eder. Allahü teâlâ da (dilerse) onu affeder. Ama gıybet edeni, gıybet ettiği kimse ondan râzı olmayınca bağışlamaz.” buyurdu.

Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde gıybet etmeyi, ölü eti yemeye benzeterek yasak ediyor ve Hucürât sûresi 12. âyetinde meâlen; “Bir kısmınız, bir kısmınızı (arkasından) hoşlanmayacağı sözle gıybet etmesin, çekiştirmesin! Hiç sizden biriniz ölü kardeşinizin etini yemek ister mi? Bundan tiksindiniz değil mi? O halde gıybet etmekte Allah’tan korkun!” buyuruyor.

Gıybet, insanın ibâdet ederek kazandığı sevapların azalmasına ve başkasının günahlarının kendisine verilmesine sebeb olur. Bunları her zaman düşünmeli ve gıybetten sakınmalıdır. Hadîs-i şerîflerde; “Kıyâmet günü, bir kimsenin sevâb defteri açılır; «Yâ Rabbî! Dünyâdayken, şu ibâdetleri yapmıştım. Sahifede bunlar yazılı değil» der. «Onlar defterinden silindi, gıybet ettiklerinin defterine yazıldı» denir.” ve “Kıyâmet günü bir kimsenin hasenât (iyilikler, sevaplar) defteri açılır. Yapmamış olduğu ibâdetleri orada görülür. «Bunlar seni gıybet edenlerin sevaplarıdır» denir.” buyruldu. Yine bir hadîs-i şerîfte; “Gıybet, insanın sevabını, iyi amellerini, ateşin kuru odunu yaktığı gibi yakar.” buyruldu. Zahmet çekerek sıkıntılara katlanarak ibâdet yapıp da, bunun sevâbını yok etmek, akıllı, normal düşünebilen bir insanın yapacağı şey değildir.

Altı kişinin kusurlarını, ayıplarını arkasından söylemek gıybet olmaz:

1. Günah işlemesine mâni olmak için söylemek. Bir kimse, babasından gizli haram, günah ve suç işleyince, babasının engel olacağını bilenin, babasına söylemesi veya yazarak bildirmesi gıybet olmaz. Mâni olacağı bilinmiyorsa haber verilmez. Çünkü düşmanlığa sebeb olur.

2. Kusur işleyene acıdığı için söylemek. Bir şeyi bilmeyene nasîhat vermek, satılmakta olan malın kusurunu müşteriye haber vermek, evlenecek erkeğe, nikâh edeceği kızın ayıbını, kusurunu haber vermek gıybet olmaz.

3. Müslümanları onun şerrinden, kötülüğünden korumak için söylemek. İnsanları haksız yere döveni, mallarını gasb edeni, çalanı, yâhut dili ile söverek, iftirâ ve gıybet ederek zarar vereni söylemek gıybet olmaz.

4. Bir âlime söyleyip, o kusurun dindeki hükmünü (fetvâsını) öğrenmek için söylemek.

5. O kusur, ona isim olmuşsa, onu bu isimle tanıtmak mecbûriyetinde olmak.

6. Âşikâre, herkesçe bilinen günâhları, bid’atleri ve zulmü söylemek. Din düşmanlarını bildirmek, İslâmiyeti yanlış anlatanları ve yazanları Müslümanlara açıklayıp haber vermek, bid’at işleyenleri ve bunları Müslümanların arasına yayanları bildirmek, açıkça haram, günah işleyeni ve zulmedeni söylemek gıybet olmaz.

İnsanlar arasında bir hastalık hâline gelen gıybetten, bunları yapanları sakındırmalıdır. Bu, hem ona, hem de cemiyete en büyük hizmettir. Gıybet edene, “Sus!” diyene yüz şehid sevâbı verileceğini Peygamber efendimiz haber veriyor. Yanında gıybet yapıldığını işiten kimse, buna hemen mâni olmalıdır. Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:

Din kardeşine, onun haberi olmadan yardım eden kimseye, Allahü teâlâ dünyâda ve âhirette yardım eder.

Yanında din kardeşi gıybet edilince, gücü yettiği hâlde, ona yardım etmeyen kimsenin günâhı, dünyâ ve âhirette kendisine yetişir.

Mîrac gecesi Cehennemi bana gösterdiler, etleri parça parça edilip ağızlarına konduğu birtakım insanlar gördüm. Kendilerine bu kokmuş etleri yiyin, diyorlardı. Bunların kim olduğunu suâl ettim. Cehennem meleklerinin reisi Mâlik, “Bunlar gıybet edenlerdir. Gıybet edenler şeytanın dostlarıdır.” dedi.

Gıybet yapılırken, orada bulunan kimse, korkmazsa sözle; korkunca kalbiyle reddetmezse, gıybet günâhına ortak olur. Gıybet edenin sözünü kesmesi, yâhut kalkıp gitmesi mümkün ise, bunları yapmalıdır. Eliyle, başıyla, gözüyle men etmesi kâfi gelmez. Açıkça, sus demesi lâzımdır.

Gıybet etmek günâhından kurtulmanın keffâreti üzülmek, tövbe etmek ve gıybet ettiği kimse ile helallaşmaktır. Pişman olmadan helallaşmak riyâ olur, ayrı bir günâh olur.

GİDİŞ ALAYI

Pâdişâhların saray dışındaki gezintileri münâsebetiyle tertib edilen alaylar hakkında kullanılan bir tâbir. Pâdişâh, muhâfız ve saraylılardan meydana gelen bir kalabalıkla herhangi bir yere gittikleri için bu isim verilirdi.

Pâdişâhlar; resmî ve belli günler dışında, şehir içi veya hâricinde gayri resmî olarak bir tarafa gittikleri zaman, geçit yerlerine asker dizmek ve halka îlân etmek âdet değildi. Bu hâl oldukça sâde bir şekilde olup, sâdece görevli bulunan hizmetliler pâdişâha refâkat ederdi.

Yolda halktan birisi atın önüne yatar, yâhut yolun bir noktasından yüksek sesle hâlinden şikâyetçi olursa ve gerçekten adam fakirse kâfi miktârda para ve hediyeler verilerek gönlü alınırdı. Bu gibi mürâcaatlara mahal kalmaması için pâdişâhların gidişleri mümkün mertebe gizli tutulurdu.

Teşrîf-i hümâyûn (pâdişâh gezisi) biraz resmîce olursa, çavuş ve çizmeciden başka, yeniçeri ağası, kapıcı başısı, mîr-i âlem, mîrâhûr, çavuşbaşı ile özengi ağaları da bulunurdu. Gidilen yerde gecelenecek ve çadırda kalınacak ise aşçıbaşı ve çadırları kurup kaldıracak görevliler ve mehter takımı, erzak ve malzeme taşıyan atlar ve esterler (katır) de götürülürdü. Ava çıkışlarda ise avla ilgili olan, samsoncu, zağarcı, doğancı gibi ağalar da bulunurdu.

Pâdişâhların gittikleri yerlerde bâzan pehlivan güreşleri ve at koşuları gibi oyunlar düzenlenip seyredilirdi. Sultan Birinci Ahmed, Kandilli Bahçesine giderek orada kayık yarışları tertib ettirip seyrederdi.

Resmî olmayan gidişlerde otağın önüne tuğ dikilmez, mehter götürülmezdi. Kayıkla gidişlerde pâdişâhın dümenini bostancıbaşı tutardı. Kayıkla gidişlerin en parlak merâsimleri Lâle Devrinde yapılmıştır. Bu merâsimleri şâirler, kasîdelerinde en güzel şekilde terennüm etmişlerdir. Tanzimâttan sonra husûsî gidişlerin bir kısmı at, bir kısmı araba, bâzan da kayıkla yapılırdı. Sarayda pâdişâhın gidiş işlerini düzenleyen bir “gidiş müdürü” vardı. 

GİLABURU(Viburnum opulus)

Alm. Gemeine schneebal (m), Fr. Viorne (f), İng. Wind gelder rose. Familyası: Hanımeligiller (Caprifoliaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Batı, İç, Kuzey ve Doğu Anadolu.

Mayıs-haziran aylarında, beyaz renkli çiçekler açan, daha çok park ve bahçelerde yetiştirilen ağaççıklardır. Kartopu adıyla da anılır. Daha çok sulak yerleri severler. Bahçe ve hendek kenarlarında yayılış gösterirler. Gövdeleri çok dallı ve tüysüzdür. Yapraklar karşılıklı ve saplıdır. Meyveleri küre şeklinde olup, olgunlukta kırmızı renk alırlar.

Kullanıldığı yerler: Kabuklarında reçine, valerian asidi, şekerler, tanen ve organik asitler vardır. Teskin edici özelliktedir. 

GİNE

DEVLETİN ADI

 Gine Cumhûriyeti

BAŞŞEHRİ

 Konakri

NÜFÛSU

 7.232.000

YÜZÖLÇÜMÜ

 245.857 km2

RESMÎ DİLİ

 Fransızca

DÎNİ

 % 85 İslâmiyet, % 5 Putperest, % 10 diğerleri.

PARA BİRİMİ

 Gine Frangı

 Batı Afrika sâhillerinde, 10° kuzey enlemi üzerinde bulunan, batısında Atlas Okyanusu, kuzeyde Gine-Bissau, Mali, Senegal, doğuda Mali ve Fildişi Sâhili, güneyde Sierra Leone ve Liberya ile çevrili ülke.

Târihi

Gine târihiyle ilgili çok eskilere dayalı teferruatlı bilgi bulunmamaktadır. Nijer havzasının bulunduğu Yukarı Gine bölgesinde, çok eskilerde pekçok Afrika krallığının kurulduğu bilinmektedir. İslâmiyeti yaymak için dünyânın her tarafına dağılan Müslümanlar, 11. asırda buralara gelerek İslâmiyeti yaydılar. Halk da hak din olan İslâmiyeti kabul ederek, Müslüman oldu. İslâmiyetin kuvvetli olduğu ilk zamanlarda halk güçlü devletler kurdu. Bu devletlerden Futa-Djalon’da kurulan devlet en önemlisidir.

Avrupa’nın orta çağlarda başlayan ve her çağda devâm edegelen sömürgecilik zihniyeti ve fiiliyâtı 1600’lü yıllarda Gine’yi tehdit etmeye başladı. Bu zamanda ülkeye gelen Portekizliler, bugünkü Gine topraklarına yerleşememişlerdi. Fakat 19. asrın ortalarında bu ülkeye gelen Fransızlar, ülkeye hâkim olmuşlardır.

1896 senelerinde ülkenin iç kısımlarına kadar iyice nüfûz ederek ülkeyi diğer sömürgelerine yaptığı gibi insanlık dışı bir muâmeleyle sömürüye tâbi tutan Fransa, İkinci Dünyâ Savaşı sonunda sömürgeciliğe karşı yoğunlaşan mücâdele karşısında fazla dayanamadı. Fransa Cumhurbaşkanı General De Gaulle, Gine’nin, bağımsızlık mücâdelesi karşısında halk oylamasına gidilmesini istedi. Yapılan halk oylaması sonucunda Gine halkı bağımsızlığı tercih etti. Eylül 1958’de bağımsızlığını îlân ederek, cumhurbaşkanlığına bağımsızlık mücâdelesinin en önde gelen liderlerinden biri olan Ahmed Sekav Toure getirildi.

Bu târihten sonra, Gine’den Fransızların tamâmına yakın kısmı çekildi. 1961 senesinde Mali ile birlikte Afrika Devletleri Birliğini kurdular. Önce Rusya, Çin, Çekoslovakya gibi sosyalist ülkelerden yardım aldı. 1968’de yeniden cumhurbaşkanı seçilen Ahmed Sekav Toure, radikal bir rejime döndü. Bir sürü karışıklıklarla 1974’e gelindi. 1974’te Sekov Toure tekrar cumhurbaşkanı seçildi. 1984’te ölünceye kadar bu makamda kaldı. 3 Nisan 1984’te Albay Lansana Conte komutasında ordu bir darbe ile idâreye el koydu. Millî Düzenleme Konseyi kuruldu. Günümüzde konsey idâresi devâm etmektedir.

Fizikî Yapı

Gine’nin batıda Atlas Okyanusu ile olan yaklaşık 500 km uzunluktaki kıyısı, girinti ve çıkıntılarla dolu olup, burada çok sayıda küçük adacıklar bulunmaktadır. Bu kıyılardan Atlas Okyanusuna pekçok akarsu dökülür. Akarsular çok büyük değildir. 40-80 km arasında değişen alçak kıyı şeridinden sonra doğuya doğru arâzi, basamaklar hâlinde yükselerek Futa-Djalon adı verilen ortalama 1000 m yüksekliğe sâhip dağlık bölgeye erişir. Bu dağlık bölgenin güneydoğusunda yer alan yaylalar, ülkenin güney doğusundaki dağlık bölge ile Futa-Djalon dağlık bölgesi arasında köprü vazîfesi görür. Güneydoğudaki dağlık bölge, ülkenin en yüksek kesimidir. Nimba Dağları adı verilen bu bölgenin en yüksek noktası 1768 metredir. Futa-Djalon bölgesinin doğusunda, Nimba bölgesinin ise kuzeyinde kalan kesim ovalıktır. Afrika kıtasının önemli nehirlerinden olan Nijer ve kolları bu ovayı sulamaktadır. Batıda Atlas Okyanusuna dökülen pekçok akarsudan en önemlileri Bafing ve Mila’dır. Ülkede pekçok baraj gölü bulunmasına karşılık, önemli derecede büyük tabiî göle sâhip değildir.

Ekvatora çok yakın bir bölgede bulunmasının, ülkenin ikliminde önemli tesiri vardır. Sıcak ve nemli bir iklime sâhiptir. Nisan-kasım ayları arası ülkede yağışların bol olduğu mevsimdir. Yağışlar dâimâ yağmur şeklinde olup, iç kesimlerde kıyı kesimlere nisbeten daha azdır. Bol yağış alan batı kısımlarında senelik yağış ortalaması 4300 milimetredir. Sıcaklık ortalaması ise yaklaşık 27°C dir.

Tabiî Kaynaklar

Ülkenin batı kıyılarında akarsuların okyanusa döküldüğü yerlerde meydana gelen bataklıklar, mangrov denilen bataklık bitkileriyle kaplıdır. Tropikal bölgelerin tipik bitkisi olan palmiye ağaçlarının da bulunduğu bölgenin doğusunda, Futa-Djalon bölgesine kadar olan yerlerde bol yağışlı tropikal ormanlar yer alır. Bu bölgede yaygın olan bir bitkinin türü de sürüngen otlardır. Yüksek kesimlerde tropikal ormanlar yerlerini savanlara bırakır. Özellikle Futa-Djalon bölgesinde muz, narenciye ve ananas çok rastlanan bitki türüdür.

Yabânî hayvanlar yönünden de zengin olan Gine’de tropikal ormanlarda yaşayan hayvanlardan aslan, kaplan, su aygırı, maymun ve timsaha çok sık rastlanır.

Tabiî zenginliklerinden mâdenler, küçümsenmeyecek derecededir. Dünyâ boksit rezervinin % 20’si Gine’dedir. Demir, altın ve elmas mâdenleri bol miktardadır. Bu mâdenler sömürgeci Avrupalıları buralara çekip ülkeyi yüzyıllarca sömürmelerine sebeb olmuştur.

Nüfus ve Sosyal Hayat

Yaklaşık 7.232.000’i bulan nüfûsunu 16 farklı etnik grup teşkil etmektedir. Fulani veya Peul denilen grup en önemlisidir. Ayrıca Susu, Landuman, Malinke, Kissi, Gerze ve Kurankolar, nüfûsu meydana getiren etnik grupların başında gelir. Resmî dil Fransızca olmasına rağmen, halk kendi lehçelerini konuşur. Gine’de eğitim ve öğretim devlet tarafından parasız olarak yapılmaktadır. Okuma yazma bilenlerin oranı toplam nüfûsa göre % 28,3 gibi çok düşük bir seviyededir.

İnsan hak ve hürriyetlerinin savunucusu şeklinde görünen batılı Fransızlar, buradaki Müslüman halka, hem kendi kültürlerini vermek için, hem de hakîkî saâdete sebeb olan İslâm dîninden onları uzaklaştırmak için, okuma yazma oranını da alt seviyede tutmuşlar, her zaman olduğu gibi, Haçlı zihniyetlerini göstermişlerdir.

Halkın çoğunluğu köylerde yaşar ve çiftçilikle uğraşır. Şehirlerde yaşayanlar toplam nüfûsun % 13’ünü teşkil etmektedir. Halkın çoğunluğu Müslümandır. Az bir kısmı Putperest olup, % 1 nisbetinde ise Hıristiyan vardır. Başşehri olan Konakri, Gine’nin en önemli ticâret ve kültür merkezidir. Halk arasında el sanatlarından tahta oymacılığı son derece yaygındır.

Siyâsî Hayat

Gine, 1958’de bağımsızlığına kavuştuktan sonra, başkanlık rejimine dayanan cumhûriyet rejimini tercih ve tesis etmiştir. Devlet başkanı halk tarafından 7 yıl için seçilir. Parlamento, beş yıl için yine halk tarafından seçilen 75 üyeli Millet Meclisinden meydana gelir. Devlet başkanı, aynı zamanda hükûmetin de başkanıdır. İlk devlet başkanı Ahmed Sekav Toure’dir. Dünyâ siyâsetinde tarafsız bir tavır takınan Gine, Birleşmiş Milletler ve Afrika Birliği üyesi olup, anayasası, Afrika’da devletler arasında bir birlik ve bütünlük kurulması, ayrıca birleşme yönündeki çabaları netîceye ulaştıracak bir yapıya sâhiptir. Darbeler yüzünden siyâsî bir istikrar sağlanamamıştır. Halihazırda 1984’te kurulan Millî Düzenleme Konseyi tarafından yönetilmektedir.

Ekonomi

Tarıma dayalı bir ekonomiye sâhib olan Gine’de, nüfûsun % 80’i tarım ve hayvancılıkla uğraşmaktadır. Zengin mâden yatakları ekonomik yapının değişmesi açısından önemli bir faktördür. Ülke akarsularının meydana getirdiği çavlanlar, hidroelektrik santrallerin kurulması ve enerji üretiminin yanısıra alüminyum üretiminde de önemli rol oynamaktadır. Yetiştirilen tarım ürünleri ülke ihtiyâcı için kullanılmaktadır. Gine’de yetişen tarım ürünlerinin başında pirinç, mısır, hurma, muz, ananas gelmektedir. Yayla bölgesinde en önemli zirâat ürünü ise kahvedir. Patates, yerfıstığı, pamuk ve tütün de yetiştirilen diğer zirâat ürünlerindendir. Yeterli seviyede hidroelektrik santralleri ve boksit üretimi, ekonominin gün geçtikçe gelişen kolunu teşkil etmektedir. Üretilen boksit işlenerek alüminyum hâline getirilip ihraç edilmektedir. Başşehir yakınlarında çıkarılan önemli miktardaki demir, ülke ihtiyâcını rahatlıkla karşılamaktadır. Altın üretimi yıllık 150 kilodur. Senede 100.000 kırat elmas üretilerek ülke ekonomisine büyük katkısı bulunmaktadır.

Tam mânâsıyla bir ağır sanâyi kurulamamıştır. Yabancı sermâye yatırımları ile kurulmuş olan sanâyi üniteleri mevcuttur. Elmas, demir ve boksit mâdenlerini işleyen tesisler vardır. Ayrıca tropikal ormanlardan elde edilen değerli keresteleri işlemek için kurulan fabrikalar, mobilya, sigara ve lastik fabrikaları sanâyinin belli başlı fabrikalarıdır. Hayvancılık, özellikle koyun ve keçi yetiştiriciliği şeklinde yapılmaktadır. Tahta oymacılığı yönünde gelişmiş olan el sanatları ekonomiye kayda değer bir katkıda bulunmaktadır.

Dış ticâretinde ihrâcatının büyük bölümünü alüminyum, boksit, demir ve elmas teşkil ederken, kahve ve kereste de ihraç edilen tarım ürünlerinin başında gelmektedir. Sanâyi mâmulleri, otomobil, makina ve çeşitli âletleri ithal etmektedir. Ülke 28.000 km uzunlukta karayolu, 805 km uzunlukta demiryolu ve iki hava alanı ile büyük tonajdaki gemilerin yanaşabildiği limana sâhiptir.