GEMİ (Şilep, vapur, tekne, sefîne)

Alm. Sehiff, Fr. Navire, bateau, İng. Ship, vessel. Deniz, nehir ve göllerde yük ve yolcu taşımak maksadıyla kullanılan araçlar.

Suda yüzebilen teknelerin, ilk defa ne zaman yapıldığına dâir târihî araştırmalar kesin bir bilgi vermemekle berâber M.Ö. 3000 yıllarında yapıldığı sanılmaktadır. Gemi ve gemi yapımından Kur’ân-ı kerîmde de bahsedilmektedir. Mü’minûn sûresi 27’nci âyetinde: “Biz ona (hazret-i Nûh’a) şöyle vahy ettik: Bizim nezâretimiz altında ve emrimizce gemiyi yap. Sonra azap emrimiz gelip de tandırdan su kaynayıp fışkırınca (veya kazan kaynayınca) hemen ona her canlıdan birer çift erkek ve dişi, bir de üzerine azap vâcib olandan başka, âile halkını koy. Zulüm yapanlar hakkında da bana duâda bulunma, çünkü onlar boğulmuş olacaklardır.” buyrulmuştur.

Bu âyet-i kerîmede açıkça bildirildiği gibi Allahü teâlâ, Nûh aleyhisselâma gemi yapmasını emretmiş; ona inananları ve her hayvandan bir çift alarak meşhur Nûh tufanı esnâsında bu gemide muhâfaza etmiştir. Nûh aleyhisselâmın gemisinin ateş yanarak, kazanı kaynayarak hareket ettiğini, Kur’ân-ı kerîm açıkça bildiriyor. İslâmî kaynaklar, geminin Irak’taki Cudi Dağına oturduğunu kaydetmektedir. Bu dağın Ağrı Dağı ile herhangi bir alâkası yoktur. Gemidekilerin seksen kişi olduğu ve geminin üç katlı yapıldığı, Arâis-ül-Mecâlis adlı eserde yer almaktadır.

Nûh aleyhisselâmın gemisinden herhangi bir kalıntı bu güne kadar ele geçmemiştir. Nûh aleyhisselâmın yaşadığı zaman, târihî araştırmaların henüz ulaşamadığı kadar eskidir. Târihî belge ve bilgiler ancak M.Ö. 3000’inci yıllara âit gemi ve gemi yapımından bahsetmektedir. Bu târihî araştırmalardan çıkarılan bilgilere göre, ilk tekneler ağaç gövdelerinden oyulmak sûretiyle yapılmıştır. Daha sonraları ağaçtan yapılmış kaburgalar üzerine deriler (postlar) sarılarak veya çeşitli ağaç lifleri ile kapatılarak îmâl edilmiştir. Teknelerde hareket vâsıtası olarak kürekler kullanılmıştır. Önceleri tek olarak kullanılan kürekler, sonraları iki veya çok sayıda olmak üzere arttırılmıştır. Kürekler, rüzgârın itici güç olarak kullanılmaya başlamasından sonra da uzun zaman önemini korumuştur.

İlk yelkenlinin, Nil Nehrinde kullanıldığı söylenmektedir. Uzun zaman ticâret gemilerinde esas hareket sistemi yelken, yardımcı hareket sistemi olarak da kürek kullanılmıştır. Savaş maksatlı gemilerde bu durum tersine idi. Akdeniz’de ticâret maksatlı ilk büyük yelkenli gemiler (üç direkli) 18. yüzyılda görülmeye başlanmıştır. Amerika’nın keşfiyle, büyük gemilerin yapılması önem kazanmış, devletler gemi inşâsını desteklemiştir. İspanyollar büyük ve gösterişli gemiler yaparken, İngilizler küçük gemiler inşâ etmişlerdir. Akdeniz’de denizci milletlerden bâzıları hem yük, hem de yolcu taşıyan gemiler yapmışlardır. Bu tip gemilere o zamanlar “gali” adı veriliyordu. On sekizinci yüzyılın ortalarına kadar kadırga denilen harp gemileri varlıklarını sürdürdü. Yelkenli gemiler 19. yüzyılın ortalarında en mükemmel şekline ulaştı. Bu arada, Osmanlı Devletinin de önemli ticârî ve askerî gemi filosuna sâhib olduğunu belirtmek gerekir. Bu hal, Osmanlının cihanşümûl bir devlet olma idealine bağlanır.

On sekizinci yüzyılın sonlarına doğru James Watt tarafından buhar makinalarının geliştirilmesiyle, tecrübe için buharlı gemiler yapılmıştır. İlk olarak İskoçya kanallarında ve ABD’deki New Jersey nehirlerinde bu tip gemiler çalıştırılmıştır. Ancak on dokuzuncu yüzyılın başlarında ticârî tatbikâta geçilebilmiştir. Düzenli seferlere çıkan ilk buharlı geminin 1819 yılında Napoli donanmasından I. Ferdinando olduğu bilinmektedir (Akdeniz’de). 1819’da odun yakan buharlı Savannah gemisi Amerika’dan Avrupa’ya 25 günde gelmiştir. Ancak bu gemide buhar gücü yanında yelkenler de mevcûd olup, yelken kullanılmadığı durumlarda buhar gücünden faydalanılmaktaydı. Yakıttan tasarruf sağlamak için bu şekilde hareket ediliyordu.

Gemi yapımında uzun zaman ağaç kullanıldı. İlk sac gemi 1822’de inşâ edilen Aaron Manby’dir.

1838’de “Great Wester” gemisi târifeli Avrupa-Amerika seferleri yaparak, bu yolculuğu 15 günde tamamlamıştır. 1845’de aynı firma “Great Britain” isimli zamânının en büyük gemisini inşâ etmiştir. İngilizler Hindistan sömürgeleri için daha büyük gemilerin gerektiğine inanarak 1851’de 240 m boyundaki demirden yapılmış “Great Eastern”i denize indirmişlerdir. Bu gemi ihtiyacından fazla kömür taşıyabilmiş ve rastladığı gemilere de kömür verebilmiştir. Fakat ekonomik olmaması sebebiyle daha sonra Kuzey Atlantik hattına alınmıştır. Ayrıca 1867’de Atlantik’i aşan telefon kablosunun döşenmesinde kullanılmıştır.

Motor, ilk olarak 1912’de Seelandia isimli bir Danimarka gemisinde denenmiştir. Birinci ve İkinci Dünyâ savaşlarında taraflar çok sayıda gemi kaybetmiş, bu yüzden de savaşlar sonunda serî halde gemi inşâ etmişlerdir.

Türklerde Gemi ve Gemicilik

Türklerde ilk gemi ve gemicilik faâliyetleri, Anadolu’yu fetih ve yurt edinmeleriyle başlar. Anadolu Selçukluları zamânında Akdeniz, Ege ve Karadeniz sâhillerine ulaşan devlet sınırları, gerek bunların muhâfazası ve gerekse ticâret maksadıyla denizcilik, gemi ve gemicilik faaliyetlerini de berâberinde getirmiştir. Bu devirde sâhib olunan gemiler hakkında teferruatlı bilgiler yoktur. Bunların çağlarına uygun yelkenli ve kürekli küçük tekneler olduğu sanılmaktadır.

Anadolu’da muhtelif beyliklerin hükümran olduğu devirlerde, ilk defâ Osmanlılara tâbi olan Saruhan Beyliği ve müşterek hudutları hâvî Karesi Beyliği, daha sonraları Aydın, Menteşe beylikleriyle, Karadeniz kıyılarındaki Candaroğullarına âit ufak teknelerden müteşekkil bâzı deniz kuvvetlerinin mevcûdiyetini, târihî kaynaklar yazmaktadır. İsmi geçen beyliklerin, Osmanlıların Anadolu’da birliği sağlamalarından sonra; Karadeniz, Marmara, Ege ve Akdeniz sâhillerine erişip uzayan devletin hudutlarını, Hıristiyan korsanların saldırılarından korumak için büyükçe bir donanmaya sâhib olmasının önemi ortaya çıkmıştır.

Bu sebeple, Osmanlılar o memleketlerdeki mevcut tersâne ve gemilerden istifâde etmişlerdir.

Gâzi Orhan Bey zamânından başlayarak Osmanlı donanması yavaş yavaş artmıştır. Bilhassa Rumeli fütühâtından îtibâren Karesi Beyliğinin deniz kuvvetlerinden istifâde edilmiştir.

Orta Asya’dan göç edip Anadolu’nun üç tarafını çeviren sâhillerine inip yayılan “Müslüman Türk boyları”, Osmanoğullarına tâbi olarak, Anadolu’nun batı kıyılarına da yerleştikten sonra, burada yaşayan deryâ işlerine vâkıf yerli halktan zamanla denizcilik mesleğini de öğrenip benimsediler. Daha sonraları Lâtin korsanlarının ve Venediklilerin talanlarına karşı koymak için, içlerinden bâzıları Adalar Denizinde ve Akdeniz’de deryâya açılarak, onlara karşı koymaya başladılar (Aydınoğlu Umur Bey, Menteşe reisleri gibi).

Osmanlı Beyliğinin hudutlarının genişlediği ilk zamanlarda Edincik’te ve Bizanslılardan alınan İzmit ile Körfez başlangıcındaki Karamürsel’de (1328 yıllarında) şimdiki Gölcük civârında, küçük de olsa birer tersânenin mevcûd olduğu ve yeni gemilerin inşâ edildiği, kat’î olarak anlaşılmış bulunuyor. Ayrıca Anadolu’nun batı ve güney-batı kıyılarında dahi tersâne veyahut kalafat ve tâmir için çekek yerlerinin de olduğu biliniyor. İzmir, Çeşme, Alanya ve Antalya bunların en önemlileridir.

Osmanlı Devleti daha sonraki deniz faaliyetlerinde “Garp Ocaklı” denizcilerden yetişme, yâni Cezâyir’de bulunan leventlerden, bilhassa dirâyetli, şöhretli, üstün deniz bilgisi olan reislerden istifâde etmiştir. Bunlardan, bütün dünyânın tanıdığı “Barbaros” kardeşleri paşalık, kaptan-ı deryâlık rütbeleriyle taltif ederek hil’at giydirmişlerdir.

Osmanlılar Rumeliye devamlı olarak yerleştikten ve bu yerleşim istikrâr bulduktan sonra boğazları ve Marmara kıyılarını Venediklilerden muhâfaza etmek için, münâsip bir yer olan Gelibolu’da büyük bir tersâne meydana getirmişlerdi (1390).

Beşinci pâdişâh Sultan Mehmed (Çelebi) zamanında Osmanlı donanmasında bir canlılık başlamıştır. Altıncı pâdişâh İkinci Sultan Murad zamânında Karadeniz’deki Osmanlı donanmasının Trabzon İmparatorluğunu tehdid eylediği ve vergiye bağladığı bilinmektedir. İstanbul’un muhâsarasında Gelibolu Sancakbeyi, aynı zamanda donanma kumandanı Baltaoğlu Süleymân Bey emrinde nakliye ve hizmet tekneleriyle 350 parçalık bir donanmanın olduğunu târihçi Kritovulas nakletmektedir. İstanbul’un fethi sıralarında 12 çektiri, 80 parça iki güverteli, 55 adet de küçük teknelerden olmak üzere toplam 147 parça tekne vardı. Venediklilerle yaptığımız uzun süren harpler neticesi gerek Sultan Bâyezîd (Velî) ve gerek Yavuz Sultan Selim Han zamânında donanmaya daha ziyâde önem verilmiş, faaliyet hızla devam ettirilmiştir.

Osmanlı denizciliğinin kudret ve azamet devri 16. asır ortalarında Barbaros Hayreddîn Paşanın Cezâyir Beylerbeyliği ve kaptan-ı deryâlığı sırasında olup, o devrin nevigasyon (denizcilik) bilgileriyle kendi kendini yetiştiren Kılıç Ali Paşa’nın (1587) vefâtı târihine kadar devâm ve muhâfaza edilmiştir. On yedinci asır başlarından îtibâren eski ehemmiyetini kaybeden yelkenli ve kürekli Osmanlı donanması, Venediklilere karşı üstünlüğünü koruyamamıştır. Denizcilerimizin iki asırdan beri galebe çaldıkları Akdeniz devletlerinin filo ve donanmalarına karşı üstünlüklerinin azalmasında karşılarına çıkan düşman kalyonlarının uzun menzilli topları, yüksek bordalarının da tesiri olsa gerektir. Fakat o asrın sonlarından îtibâren bizde de kalyonların inşâsına, bâzı tip yelkenli teknelerin toplarının yivli yapılmasına, Mezomorta Hüseyin Paşanın gayreti ve ileri görüşüyle ehemmiyet verilmiştir. On yedinci asrın ortalarına kadar her sene 40 pâre kadırga yapılması kânun idi. Sonraki târihlerde bu kânun terk edilmiş, yerine kalyon inşâsına önem verilmiştir. 7 Ekim 1571 Lepanto ve İnebahtı mağlûbiyetlerinde Osmanlı donanmasının mahvolması üzerine, Osmanlı Devleti bir kışta, yâni beş ay içerisinde, İstanbul ve Gelibolu tersâneleri de dâhil olmak üzere önceki donanma kadar, belki de daha muazzam ve bütün donanım ve levâzımatıyla mücehhez bir donanma yapmaya muktedir olduğunu göstermişti. Bu donanmanın ikmâli ve yapılmasında ayrıca, Varna, Burgaz, İnada, Vize, Ahyolu, Süzebolu, Midye, Kefken, Silistre, Semendre, Samsun, Sinop, Biga, İzmit, Gemlik, Yalova, Rodos, Antalya tersâneleri de devreye sokulup programlanmış, lâzım olan yelken kürek, halat, lenger, zift, katran, kıtık, yağ, çivi, kereste gibi malzemeler zamanında temin edilmiştir.

Modern Gemiler

On dokuzuncu yüzyılda gemilerin çelik malzemeden yapılmaya başlanmasıyla gemi inşâ sanâyiinde büyük ilerlemeler olmuştur. Sevk vâsıtası olarak buhar makinaları, türbinler kullanılarak gemiler güçlü hâle getirilmiştir. Bu sâyede çok büyük tonajlara gidilmiş ve yüksek hızlara ulaşılmıştır.

Yine 19. yüzyılda kaynak tekniğinin gelişmesi ile gemi inşâsı çok kolaylaşmış ve çok hızlı bir şekilde gemi yapmak mümkün olabilmiştir. Dünyâ ticâretinin süratli bir şekilde gelişmesi ile çok sayıda gemiye ihtiyaç duyulmuş ve değişik maksatlara göre değişik gemiler dizayn edilmiştir. Dizel motorlarının gemilerde kullanılmaya başlanılmasıyla bugünün modern gemilerine gelinmiştir. Yirminci yüzyılın ikinci yarısından îtibâren petrol taşımacılığı fevkalâde boyutlara erişmiş ve süper tankerlerin yapımına ihtiyaç duyulmuştur. Tonajlar 100.000 tonlardan 500.000 tonlara çıkmış, hattâ Japonya’da bâzı tersâneler 1.000.000 tonluk tankerlerin dizaynını yapmış ve îmalât hazırlıklarına girmiştir. Ancak petrol krizinin doğması sonucu bu büyük projelerden vazgeçildiği gibi tonajlar da 100.000 ton civârına düşmüştür.

Yirminci yüzyılın başlarında yolcu uçakları henüz tam anlamıyla gelişmemişken, Avrupa-Amerika arasında yolcu naklini gerçekleştirmek üzere çok büyük ve konforlu, yüksek hızlı transatlantikler yapılmıştır. Bir şehir görünümü arz eden ve her türlü lüksün bulunduğu bu gemiler, çok yüksek hızlara ulaşılmasına rağmen uçakların devreye girmesiyle karakter değiştirerek yolcu nakli yerine turistik maksatlı gezinti gemileri hâline gelmiştir. Böylece seyir hatları değişmiş, bunun yanısıra boyutları küçülerek hızları da düşmüştür.

Değişik yüklerin taşınması için özel gemi tipleri geliştirilmiştir. Bunlardan bâzılarının isimleri ve maksatları aşağıda verilmiştir:

Tankerler: Petrol taşımak maksadıyla geliştirilmiş gemilerdir. Bunlar ham petrol, benzin, mazot, gazyağı, fuel oil (ağır yakıt) taşımalarına göre değişiklik arz ederler.

Su tankerleri: Su taşımacılığında kullanılmak üzere yapılmışlardır.

LPG ve LNG tankerleri: Bunlar sıvılaştırılmış petrol gazı (LPG) ile sıvılaştırılmış tabiî gaz (LNG) tankerleridir. Bu gazlar gemi içerisine yerleştirilmiş, çok büyük, basınca dayanıklı silindirik veya küresel tanklarda muhâfaza edilir. Yükleme, boşaltma için özel pompaları mevcuttur.

Konteyner gemileri: Limanlarda yükleme ve boşaltmada harcanan zamanlar gemi ömrünün büyük bir bölümünü almaktadır. Bu zamânı kısaltmak maksadı ile yükler 2-3 çeşit standart ebatta dikdörtgenler prizması şeklinde çelikten imâl edilmiş özel kutular (container) içine konur. Bu kutuların ağırlıkları yükleri ile birlikte 5-40 ton arasında değişir. Bu kutuları taşıyacak tarzda dizayn edilmiş gemilere konteyner gemisi denir.

Cevher gemisi: Yük yoğunluğu yüksek olan mâden cevherlerini taşımak maksadıyla yapılan gemilerdir.

LASH tipi gemiler: Bu gemiler limanlarda zaman kaybını asgariye indirmek için yapılmıştır. Yükler yüzer kutulara konarak gemi bünyesine yerleştirilir, limanlara girince vinç vâsıtasıyla bu kutular suya bırakılır. Romarkörler bu kutuları sâhile çeker, bu arada gemi yoluna devâm edebilir. Dönüşte de bıraktığı kutuları toplayarak ilk limanına döner.

Kurtarma gemileri: Bu gemiler kazâya uğramış gemilere yardım için dizayn edilmiştir. Yetişmiş personeli ve özel cihazları vâsıtasıyla karaya oturan, yanan, çarpışan gemileri ve personelini kurtarmada kullanılır.

Buzkıran gemileri: Bu gemiler Kuzey Denizinde ve soğuk denizlerde buzullara sıkışmış gemileri kurtarmak veya onlara yol açmak maksadıyla yapılmış, sıkıştırmaya karşı fevkalâde mukâvemetli bir çeşit kurtarma gemisidir.

Fabrika gemisi: 1) Hareket hâlindeki bir donanmaya bağlı gemilerde meydana gelen ârızaları onarmak gâyesiyle donatılmış özel donanma gemisi. 2) Küçük balıkçı gemilerinin avladıkları deniz ürünlerini işleyerek mâmul hâle getiren gemi.

Frigorifik gemi: Et, meyve, balık, yağ, yumurta vb. yükleri taşımak üzere özel olarak yapılmış, bütün ambarlarında soğutma te’sisi olan gemilerdir.

Gemi inşâsı asırlardır ağır sanâyinin en önemli dalıdır. Japonya 9000 gemi ile dünyânın en büyük ticâret filosuna sâhiptir.

Harp Gemileri

Ticârî olan yük ve yolcu gemilerinin yanında diğer bir gemi türü de askerî amaçlı olan harp gemileridir. Osmanlılar zamânında genellikle harp gemileri Akdeniz’de faaliyet göstermiştir. Hız ve manevra kâbiliyetinin daha önemli olduğu bu gemiler nisbeten daha uzundu. Rüzgâr ve hava şartları tesirlerinden kurtulmak için kürekli olarak da yapılan bu gemiler daha hafif araçlardır.

Uzun yolculuklar yapabilecek düzene sâhip değildirler. Ancak 16. yüzyılda topların gelişmesiyle uzaktan savaş imkânı ortaya çıktığından ve ağır harp araçları taşınması gerektiğinden, gemiler daha büyük ve ağır oldular. Artık savaş her gemide bulunan toplarla birkaç yüz metre uzaklıkta vukû bulmaktaydı. Ağır gemiler yanında haber taşıyan hafif deniz araçları da bir filonun elemanlarından sayılmaktadır.

Osmanlılarda ise bilhassa donanma gemileri inşâsına 17. asır ortalarına kadar devâm edilmiştir. Akdeniz ve Karadeniz’in Osmanlı gölü hâline gelmesi o zaman için çok mükemmel olan donanma gemileri ile olmuştur. Osmanlı harp gemileri Gelibolu ve İstanbul tersânelerinden başka Karadeniz, Marmara ve Akdeniz sâhillerindeki birçok iskelede yapılırdı. On yedinci asrın ortalarına kadar her yıl kırk kadırga yapmak mecbûriyeti vardı. Bu, kânun ile tesbit edilmişti.

On altıncı asrın son yarısında İnebahtı mağlûbiyetinde Osmanlı donanması tamâmen mahvolmuştu. Fakat bir kış esnâsında, yâni beş ay gibi kısa bir zamanda evvelki donanmadan daha fazla bütün techizatı ile donanma yaptırılmıştı. Osmanlı gemileri harpteki ihtiyaçlara göre yapılmış sağlam, hareketli, büyüklü, küçüklü tiplerden meydana gelirdi. Osmanlıların kullandıkları donanma gemileri: Firkate, kalite, kadırga, mavura yâni çektiri cinsinden kürekli ve yelkenli ve yalnız yelkenli olarak iki cinsti. Kürekle yürüyen gemilere genel olarak çektiri denilirdi. Bunlar da oturak adedine göre çeşitli sınıflara ayrılırlardı. Çektirilerin en küçüğü Karamürsel ve en büyüğü ise Baştarda idi. Kürekle yürüyen gemiler; Uçurma, Varna, Beş Çifteleri, Karamürsel,Aktarma, Üstüaçık, Çete Kayığı, Brelik, Celiyye, Çamlıca, Kütak, At Kayığı, Koncabaş, Şayka, Firkate, Kalite, Birgende, Mavna, Gırab, Kadırga, Baştarda gibi çeşitlere ayrılırdı.

Yelkenlerle yürüyen gemilerin; Ateş Gemisi Şolope, Birik, Uskuna, Şekleye, Ağribar, Korvet, Barça, Kalyon, Firkateyn çeşitleri vardı.

Harp gemilerinin gelişmesi: On dokuzuncu yüzyılda buhar kuvvetiyle çalışan gemiler harplerde büyük bir hareket kâbiliyeti sağlayarak, yelkenli ve kürekli gemilerin yerini almaya başladı. Ancak yakıt ihtiyacı bu taktik avantajını kısıtlamaktaydı.

Buhar kuvvetinin kullanımı pervâneli türden gemilerin ortaya çıkmasıyla yaygınlaşmıştır. Daha sonra gemilerin, top mermilerine karşı korunmak maksadıyla, zırhla kaplanması yoluna gidilmiştir. Bunun yanında çok çeşitli büyüklükte ve değişik amaçlı harp gemilerinin inşâsına başlanılmıştır. On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru inşâ edilen torpito ve destroyerler küçültülerek daha avantajlı duruma getirilmişlerdir. Yirminci yüzyılın başında da denizaltıların geliştiği görülmüştür. Birinci Dünyâ Savaşı’nda Almanya, önceleri denizaltılarıyla bir üstünlük sağlamışsa da, karşı tedbirlerin alınması, derinlik bombalarının geliştirilmesi bunu azaltmıştır.

İkinci Dünyâ Savaşında harp gemilerinin önemli yaralar alması, gemilerin harpte ikinci dereceye düşmesini berâberinde getirmiştir. Savaştan sonra gemiler hurdacının yolunu tutmuş veya aktif görevden ayrılmıştır. Yenileri, daha modernleri büyük bir sür’atle yapılmıştır.

Pasifik Okyanusunun büyüklüğü uçak gemilerinin gelişmesini doğurmuştur. ABD’nin “Essex” türündeki uçak gemileri 100 pervâneli uçağa sâhipti. Japonya ile olan savaşta önemli bir rol oynamıştır. 12,7 milimetrelik bir uçaksavar zırhına sâhib olup, tam dolu halde 38.000 tondu. 1945’te 51.000 tonluk “Midway” uçak gemisinin hizmete girmesiyle, daha büyük bomba kapasiteli ve daha uzun menzilli uçakların kullanılması imkânı doğmuştur. İkinci Dünyâ Savaşında en önemli deniz harp aracı denizaltı olmuştur. Ancak Almanya 753 denizaltı kaybederken 2700 çeşitli türdeki gemiyi batırmışlardır.

İkinci Dünyâ Savaşı sonunda Almanya ve Japonya deniz kuvvetleri tamâmen yok olmuştu. Bunlarda ancak 1950 yıllarının sonuna doğru bir canlanma ortaya çıkmıştır.

Böylece deniz kuvvetleri sıralaması yeni bir düzen almıştı. Sıra ile ABD ve İngiltere’den sonra kuvveti esas olarak denizaltılarına dayanan Sovyetler Birliği geliyordu. İkinci Dünyâ Savaşından sonra ABD nükleer güç teknolojisini harp gemilerine tatbik etti. Ancak başlangıçta Sovyetler bunu kendi amaçlarına uygun görmemişlerse de, daha sonra bu konuda çalışmalara başlamışlardır. Nükleer gücün, balistik füzelerle berâber kullanılması deniz altılarının değil, aynı zamanda uçak gemilerinin de önemini azaltmıştır. 1960 yılı başından îtibâren nükleer güce sâhip denizaltıların en önemli harp kuvveti olacağına inanılmış bulunmaktaydı.

Nükleer enerji kullanan denizüstü ve denizaltı gemiler; uzun zaman deniz altında kalmak, uzun mesâfelere ulaşmak ve yüksek hız elde etme gibi üstünlüklere sâhiptir. Ancak ticârî gemilerde ekonomi daha önemli olduğu için hemen nükleer teknolojinin kullanımına geçilmiştir. Nükleer gücün dikkat çekici bir yönü, çok büyük bir enerjinin az bir yakıttan çıkarılabilmesidir. Meselâ yarım kilo uranyum U-235’ten çıkarılacak enerji 1000 tonluk fuel-oil yakıtının enerjisine eşdeğerdir. Bir nükleer güçle tahrikli gemi üç-dört yıl aldığı tek bir yakıtla dolaşabilir. Böylece fuel-oil yakıtının ölü ağırlını taşımaktan kurtulur, zamandan, ikmal zorluklarından azami istifâde sağlanmış olur.

GEN

Alm. Gene (n), Fr. Gene (m), İng. Gene. Hücrenin kromozomlarında bulunan, canlı bireylerin kalıtsal karakterlerini taşıyıp ortaya çıkışını sağlayan ve nesilden nesile aktaran kalıtım faktörleri. Genetik unsurun en küçük parçası. Gen terimi ilk olarak 1909’da Johannsen tarafından o zamâna kadar farklı isimlerle ifâde edilen kalıtsal üniteler için kullanılmıştır. Canlıların atalarından aldıkları ve çoğunlukla değişmeden nesillerine aktardıkları özelliklere “kalıtsal karakterler” denir. Bir canlı türündeki benzerlik ve farklılıkların ortaya çıkışında gen denilen kalıtım maddesinin ve çevrenin etkisi büyüktür. Kalıtım maddesi denince, ana-babanın üreme hücrelerindeki “genetik bilgi”nin tamâmı anlaşılır.

Hücre ve genler üzerinde yapılan araştırmalar, genlerin kromozomlar üzerinde bir kolyenin boncukları gibi dizili olduğunu göstermiştir. Son yıllarda bir organizmanın yapı proteinlerinin ve hücre yapısının DNA adlı bir organik molekül aracılığı ile dölden döle aktarıldığı anlaşılmıştır. Genin, çok uzun spiral (sarmal) şekilli DNA molekülünün kalıtımla ilgili bir bölgesi olduğu kabul edilmektedir. Gen, belli uzunluktaki bir DNA parçasıdır. Yapısında yaklaşık olarak 1500 nükleotit bulunur. Hücre bölünmesi sırasında genetik materyal her iki hücrede de bulunabilmek için kendini eşleme özelliğine sâhiptir. Her gen, birçok genetik (irsî) mesaj taşır.

Genler, her canlı ferdin kendisine ve türüne has morfolojik, psikolojik karakterleri ihtivâ eden ve bu karakterleri kalıtsal olarak nesilden nesile değişmeksizin intikal ettiren hârika yapılardır. Her canlı ferdin ve neslinin hayat plânı DNA yapısındaki genlerde kodlanmıştır. DNA’lar kendilerinin kopyalarını yaparak, üreme hücreleriyle bu genetik şifrelerini nesilden nesile iletirler.

Her canlının ve neslinin vücut yapısı ve her çeşit karakteri kromozomların genlerinde ilâhî birkudret ile kodlanmıştır.

Her karakter en az iki genle tâyin edilir. Genetikte her gen bir harfle temsil edilir. Dominant (baskın) genler büyük harfle, resesif (çekinik) genler aynı harflerin küçükleri ile ifâde edilir. Gen çiftleri homolog kromozomların karşılıklı yerlerinde bulunur. Aynı karakterler üzerine aynı yönde etki eden genlere “identik genler” adı verilir. AA, aa identik genlerdir. Aynı karakterler üzerine zıt yönlü etki eden genlere de “alel genler” adı verilir. B geni b’nin alelidir. Pratikte ise, gerek aynı yönde gerekse zıt yönde etki eden gen çiftlerine “alel” denilmektedir. Gen çiftinde (alelde), her iki gen aynı ise, organizmanın genotipi “homozigot”, farklı ise “heterozigot”tur. AA gen çifti homozigot bir genotipi, Aa veya Bb gibi bir alel ise heterozigot bir genotipi gösterir. Alel gendeki her iki genin özellikleri aynı anda organizmada ortaya çıkmaz. Daha çok birinin özelliği canlıda kendini gösterir. Bu gene “baskın” (dominant) gen denir. Bir başka deyişle, görünüşte kendini gösteren gene dominant gen, etkisi gizli kalan, fakat diğer döllere özellikleri aktarılmaya devâm eden gene de “çekinik” (resesif) gen denir.

Bir ferdin her hücresinde sâhib olduğu genlerin toplamı onun “genotipi”ni meydana getirir. Organizmanın belli bir andaki görünüşü ve durumu da onun ”fenotipi”dir. Her organizma fenotipini, genotipi ile ortam şartlarının (çevrenin) karşılıklı etkileşmesi sonucunda kazanır. Çevre şartlarının farklı olması sebebiyle canlının dış görünüşünde husûle gelen değişiklikler kalıtsal değildirler. Böyle olmakla berâber kalıtım ve çevrenin canlı üzerindeki etkisini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Farklı çevre şartlarında bir canlının fenotipinde meydana gelen değişikliklere “modifikasyon” denir. Modifikasyonlar sonradan kazanılan özellikler olduğu için, dölden döle geçemezler. Bir değişikliğin kalıtsal olabilmesi için, üreme hücrelerinin genetik bilgisinde ortaya çıkması gerekir. Çevre şartlarının değişimiyle fenotipte meydana gelen değişiklikler, genlerin değişmesiyle değil, genlerin işleyişindeki değişmeyle ortaya çıkmaktadır. Modifikasyonlar ısı, ışık, nem ve besin gibi çeşitli faktörlerin etkisiyle meydana gelmektedir.

Genotipleri birbirinden farklı olan iki ferdin eşleştirilmesi (hayvanlarda) veya tozlaştırılması (bitkilerde) işine “hibridizasyon” veya melezleme denilmektedir. Bu işlem sonucu meydana gelen ferde de “hibrid” (melez) denir.

Genellikle dominant genlerle geçen özellikler, her kuşakta ortaya çıkar ve birçok ferdin fenotipinde kendilerini gösterirler. Örnek verilecek olursa, insanda gece körlüğü bir dominant gen tarafından kontrol edilir ve bu hastalığa sâhib olanların çocuklarında görülmeleri sıktır. Resesif karakterler her dölde görülmezler. Çünkü dominant genle berâber bulunan çekinik gen, maskelenir ve fenotipte kendini gösteremez. Resesif genler ancak bir fertte homozigot hâle geçince (alelde her iki gen de aynı olunca) kendilerini belli ederler. Bundan dolayı resesif bir genle iletilen bir hastalık veya özellik, birçok nesil boyunca gizli olarak taşınır.

Bir kısım genler homozigot hâlde bulundukları zaman, hayatla bağdaşmazlar yâni öldürücüdürler. Bunlara “letal genler” denir. İnsanda heterozigot dominat hâldeyken kısa parmaklılığa sebeb olan gen homozigot hâle geçince, gelişmenin erken dönemlerinde ölüme sebeb olur. Bâzı genler ise heterozigot oldukları zaman yine öldürücüdürler. Ancak bunlarda şahsın bir müddet yaşaması mümkün olur. Böyle genler de “semi-letal” (yarı öldürücü) genler ismini alır. 

GENCE HANLIĞI

Âzerbaycan’ın Gence yöresinde hüküm sürmüş olan hanlık. İran hükümdârı Nâdir Şah 1735’te Gence’yi ele geçirdi. Nâdir Şâhın öldürülmesinden sonra Gence de diğer Âzerbaycan hanlıkları gibi İran toprağı olmaktan çıkarak 1747’de bağımsızlığını îlân etti.

Ziyâdoğulları Hanedânını kuran Kalaç Türklerinden Şahverdi Han, Gence’nin ilk hânı oldu. Şîa’nın Câferî koluna mensub olan Ziyâdoğulları Hanedânı Türkçe konuşuyordu. 1781-83 yılları arasında Gence, Karabağ hanlarının eline geçtiyse de geri alındı.

On dokuzuncu yüzyılın başlarında Gürcistan’ı işgal eden Rusya, Gence ile birlikte bütün bağımsız Âzerbaycan hanlıkları için tehdit unsuru oldu. Bu hanlıklar büyük tehlikeye karşı aralarında birleşmeyi başaramadılar. Rusya bu sırada Dağıstan ve Kuzey Kafkasya’da bulunan hanlıklarla savaş hâlindeydi. Âzerbaycan’daki coğrâfî durum Rusya’nın, Dağıstan’ı ve Kuzey Kafkasya’daki hanlıkları ele geçirmesini güçleştiriyordu. Kafkasya’daki Rus orduları kumandanı general Sisyanov 1803’te Tiflis’ten hareket ederek Gence’yi kuşattı. Gence Hanı Cevâd Han Ruslarla yaptığı, yenildiği ve devletini kaybettiği muhârebede öldürüldü. Oğlu ve veliahdı Hüseyin Han da babası ile aynı günde Ruslar’ın top ateşi ile öldürüldü. Cevâd Hanın ve Hüseyin Hanın öldürülmesi üzerine iki koldan şehre giren Ruslar yağma yaparak, halkı öldürdüler. Gence Hanlığını ortadan kaldırdılar. Buranın adını da Çariçelerinin onuruna Elizabetpol olarak değiştirdiler (1804). Hüseyin Hanın kardeşi Uğurlu Han bu târihten 22 yıl sonra Gence’yi Ruslardan geri alıp 2 yıl Gence Hanlığı yaptı. Fakat Ruslar ülkeyi tekrar istilâ ederek Gence Hanlığını tamâmen ortadan kaldırdılar. Gence de Türkmençay Antlaşmasıyla Rusya’ya ilhak edildi. Komünist idâre Gence’ye Kirovabad adını verdi.

Gence Hanları ve Hanlık târihleri:

Şahverdi Han

 (1747-1761)

Mehmed Hasan Han

 (1761-1786)

Cevad Han

 (1786-1804)

Uğurlu Han

 (1826-1828)

GENÇ OSMAN

(Bkz. Osman Han-II)

GENÇ OSMAN DESTÂNI

Sultan Dördüncü Murad’ın Bağdat Seferine katılan Genç Osman adlı delikanlı ile ilgili menkıbe. Olay 17. yüzyılın yeniçeri âşıklarından Kayıkçı Kul Mustafa’nın destanıyla da bestelenerek günümüze kadar gelmiştir. Günümüze farklı manzum metinler halinde gelen menkıbenin konusu şu şekildedir:

İran şahı, Dicle Nehrini geçip Bağdat’ı fetheylemiş, Ehl-i sünnet Müslümanlarına şiddetli eziyetler ve mübârek makamlara karşı hürmetsizlik etmektedir. Haber Sultan Murâd Hana ulaştığında Pâdişah’ın canı sıkılmış, harp dîvânını toplamış ve Bağdat’a sefer için ordunun hazır olmasını dilemiş. Sultan yeniçeri ve sipahilerden başka gönüllülerin de sefere gelmesini istemiş ve bu hususta şöyle buyurmuş:

Ayrıca ulaklar salın her yere

Gönüllüler dahi gelsin sefere

 

Gönüllü olanlar bıyık burmalı

Öyle ki, üstünde tarak durmalı

 

Bıyıksız gençlerle Bağdad iline

Varamam... Buyruğum böyle biline 

Pâdişahın bu fermânına rağmen gönlü cihad ateşiyle yanan, 18 yaşında, üç aylık evli Genç Osman kendini nefer olarak yazdırmayı başarır. Fakat bu haber pâdişahın kulağına gider. Murâd Han; “O söz dinlemezden hesap sorayım!” diyerek otağı hümâyûna çağırtır. Osman’ı gören bütün vezirler ve beyler pâdişâhın onu cezalandıracağını düşünerek: “Eyvah bu tüysüz yiğide yazık olacak!” dediler:

Osman otağ içre el-pençe dîvân

Gök gibi gürledi Sultan Murâd Hân

Bre bilmez misin eyledik fermân

Şol Bağdad üstüne gider olanda

 

Gönüllü olanlar bıyık burmalı

Öyle ki üstünde tarak durmalı

Bir pençe vuruşta kalkan kırmalı

Düşman üzere hamle eder olanda

Osman kaşla göz arasında cebinden çıkardığı demir tarağı üst dudağına vurdu. Demir tarak körpe dudağa saplanıp titredi ve durdu. Tarağın dişlerinin dibinden kan damlaları dökülürken, elleri göbeğinin üzerinde göğsü kabarık, başı dik olduğu halde şöyle dedi:

Gündüz gece gönlü ayık sultanım

Bin Bağdad şehrine lâyık sultanım

İşte tarak işte bıyık sultanım

Ölürüm ben, size keder olanda.

Murâd Han fevkalâde memnun. Osman’ı duâlarla taltif ettikten sonra Bağdad’a ilerleyen öncülere serdar eyledi.

Genç Osman bundan sonra kırk gün Bağdat muhasarasında cansiperâne çarpıştı. Kırkıncı gün Osmanlı sancağını surlara dikti. Bu sırada kolları ve bir rivayete göre de başı kesilmesine rağmen savaşmaya devam etti. Neticede Bağdat’ın kesin olarak elde edilmesinden sonra vasiyetini yaparak toprağa uzandı:

Sözümü iletin ol Murâd Hana

Din ve devlet için boyandım kana

Akşam, sabah her an yolumu gözler

Bir tâze gelinle bir garip ana

 

Anam gözlemesin artık yolumu

İncitmesin benim körpe dulumu

Ak sütünü helâl etsin oğluna

Böylesine arz eyleyin halımı 

GENELKURMAY BAŞKANLIĞI

Alm. Haupt-quartier n des Grossen Generalstabs, Fr. Quartier m General de l’Etat major de l’Armee, İng. General Staff Headquarters.Silâhlı kuvvetlerin en üst makâmı. 1860 yılında Seraskerlik-Harbiye Nezâreti kurulduğu zaman “Erkân-ı Harbiye”de Seraskerliğin bir şûbesi olarak çalışmalarına başladı. Bu şûbe 1880 yılında yedi şûbeden kurulu bir dâire hâline getirilerek “Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Dâiresi” adı altında yeniden düzenlenerek Başkomutanlığa bağlandı. 1882 yılında yeni bir düzenleme ile şûbe sayısı altıya indirildi. 1890 yılında “Maiyet-i Seniye Erkân-ı Harbiyesi”nin (Pâdişâh Genelkurmayı) kurulması üzerine, Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Dâiresi yeniden Seraskerliğe bağlandı. 1908 yılında İkinci Meşrûtiyetin îlânından sonra, Pâdişâh Genelkurmayı kaldırılmış ve Seraskerliğin adı da “Harbiye Nezâreti” olarak değiştirilmiştir. Bu değişiklikler sırasında Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Dâiresi yeniden düzenlenmiş ve 1922 yılına kadar İstanbul’da çalışmalarını sürdürmüştür.

Ankara’da Büyük Millet Meclisinin açılışından sonra 2 Mayıs 1920 târih ve 3 sayılı Kânunla Müdâfaa-i Milliye Vekâletinden ayrı olarak bağımsız bir Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Vekâleti kurulmuş ve bu şekli ile 1924 yılına kadar çalışmıştır.

Genelkurmay Başkanlığı, Cumhuriyetin îlânından günümüze kadar üç dönem geçirmiştir:

1924-1944 dönemi:

Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Vekâleti 3 Mart 1924’te kaldırılmış, Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Riyâseti adıyla, vazîfesinde bağımsız, bir yüksek askerî makam olarak çalışmalarını sürdürmüştür. Bu dönemde, bir plânlama organı olarak iki dâire ve on iki şûbe hâlinde yeniden düzenlenmiştir.

1944-1949 dönemi:

Erkân-ı Harbiye-i Umûmiyenin, ülkenin savaşa hazırlanması bakımından bütün devlet teşkilâtının çalışmalarıyla yakından ilgili teknik bir uzmanlık kurulu olduğu gözönünde tutulmuş ve Türkiye Büyük Millet Meclisine karşı sorumlu olarak Başbakanlığa bağlanmıştır.

1949 sonrası:

Yeni adıyla Genelkurmay Başkanlığı 1949’da çıkarılan bir kânunla doğrudan doğruya Millî Savunma Bakanlığına bağlanmış, 1961 Anayasası yürürlüğe girinceye kadar bu bakanlığa bağlı olarak çalışmıştır. Bu dönemde Genelkurmay Başkanlığının teşkilâtı daha da geliştirilmiş ve hemen hemen günümüzdeki şeklini almıştır. Buna göre, Genelkurmay Başkanı, Silahlı Kuvvetlerin komutanı olup, Bakanlar Kurulunun teklifi üzerine, Cumhurbaşkanınca atanır; görev ve yetkileri kânun ile düzenlenir. Genelkurmay Başkanı, bu görev ve yetkilerinden dolayı Başbakana karşı sorumludur.

Genelkurmay başkanlığının görevleri:

Silahlı Kuvvetleri savaşa hazırlamak için personel, harekât, istihbârât, teşkilât, eğitim, öğretim ve lojistik hizmetlerine ilişkin prensipler ve öncelik ile ana programları belirler. Bu hizmet ve görevlerin, Kara, Deniz, Hava Kuvvetleri Komutanlıkları ve Genelkurmay Başkanlığına bağlı kuruluşlarca uygulanmasını sağlar. Personel hizmetlerini özel kânuna göre yürütür. Lojistik tedârik hizmetleri için belirlemiş olduğu programları, bu hizmetleri yürütecek olan Millî Savunma Bakanlığına bildirir. Milletlerarası askerî antlaşma ve sözleşmelerin askerî yönlerinin belirlenmesinde görüşünü bildirir ve gerektiğinde toplantılarda temsilci bulundurur. Görev ve yetkilerine ilişkin konularda ilgili bakanlık, dâire ve kurumlarla gerekli temasları sağlar.

Genelkurmay Başkanlığı görevlerini şu temel başkanlıklarla yürütür: Personel, İstihbârât, Harekât, Lojistik, Genel Plân Prensipler, Muhâbere- Elektronik, Askerî Târih ve Stratejik Etüt, Değerlendirme-Denetleme, Sıkıyönetim Koordinasyon Başkanlıkları.

Türkiye Cumhûriyeti hükûmetinde Genelkurmay Başkanlığı yapmış olanlar:

1. Mareşal Fevzi Çakmak

 29.10.1923

12.1.1944

2. Org. Kâzım Orbay

 12.1.1944

1.8.1946

3. Org. Salih Omurtak

 1.8.1946

8.6.1949

4. Org. A.Nafiz Görkan

 10.6.1949

6.6.1950

5. Org. Nuri Yamut

 6.6.1950

10.4.1954

6. Org. Nurettin Baransel

 25.5.1954

25.8.1955

7. Org. İ.Hakkı Tunaboylu

 25.8.1955

10.10.1957

8. Org. Feyzi Mengüç

 11.10.1957

22.8.1958

9. Org. M.Rüştü Erdelhun

 23.8.1958

27.5.1960

10. Org. Cemal Gürsel

 27.5.1960

3.6.1960

11. Org. Ragıp Gümüşpala

 3.6.1960

4.8.1960

12. Org. Cevdet Sunay

 4.8.1960

15.3.1966

13. Org. Cemal Tural

 15.3.1966

16.3.1969

14. Org. Memduh Tağmaç

 16.3.1969

29.8.1972

15. Org. Ö. Faruk Gürler

 29.8.1972

6.3.1973

16. Org. Semih Sancar

 6.3.1973

6.3.1978

17. Org. Kenan Evren

 7.3.1978

1.7.1983

18. Org. Nurettin Ersin

 1.7.1983

6.12.1983

19. Org. Necdet Üruğ

 6.12.1983

2.7.1987

20. Org. Necip Torumtay

 25.7.1987

3.12.1990

21. Org. Doğan Güreş

 4.12.1990

...