GÂZAN MAHMÛD HAN
İlhanlı hükümdârlarının en meşhuru. Çocukluğunun büyük bölümü büyükbabası Abaka Hanın yanında geçti. Abaka Han ve babası Argun Hanın bağlı olduğu Buda dîninin prensiplerine göre yetiştirildi. Babasının 1284’te tahta çıkmasından sonra Horasan, Mazenderan ve Rey vilâyetlerinin vâliliğine atandı. 1291’de İlhanlı tahtına çıkan Geyhatu’yu 1295’te deviren yeğeni Baydu, iktidârı ele geçirdi. Ancak Gâzan, bu duruma karşı çıkarak Baydu ile mücâdeleye girişti. Bu sırada kumandanlarından Nevruz’un tebliği üzerine İslâmiyeti kabul etti. Onunla birlikte kumandanlarından, vezirlerinden ve askerinden 400 bin kişi de Müslüman oldu. Gâzan, şükür olarak o seneyi oruç tutmakla geçirdi.
Müslüman askerlerinin başında olarak yeniden harekete geçen Gâzan, İlhanlı başkenti Tebriz’e girdi ve Baydu’yu yakalatarak îdâm ettirdi. Böylece hükümdârlığını îlân eden Gâzan Han, öncelikle ülke içerisinde huzûr ve âsâyişi sağladı. Kendisine karşı isyân eden Moğolları şiddetle bastırdı. İktisâdî hayâtı düzeltmek için faâliyet gösterdi. Sikke ve ölçü reformları yapmak ve vergi kaynaklarını yeniden tesbit etmek sûretiyle devletin bütçesini düzene koydu. Halkı inim inim inleten vergi sistemi değiştirildi. Askerin maaşını yeniden tespit ederken, orduyu yeni silâhlarla techiz etti.
Gâzan Mahmûd Han, İslâmiyetin kuvvetlenmesi için elbirliği ederek kardeşçe çalışmasını Nâsır’a yazdı. Mısır Memlûklü sultanlarının dokuzuncusu olan Nâsır bunu dinlemedi. Nâsır’ın askeri Mardin taraflarını yağma etti. Gâzan Mahmûd Han Haleb’e geldi. Humus’ta Nâsır bozguna uğradı. Gâzan Han burada bir kumandanını bırakıp geri döndü. Bu iki Müslüman sultânının arasını açanlardan biri de İbn-i Teymiyye idi. O, hâdiselerde birleştirici değil bozucu rol oynadı. Gâzan Mahmûd Han, 17 Mayıs 1304’te henüz otuz yaşındayken Rac’da vefât etti.
Gâzan Hanın ölümüyle İran’daki Moğol hâkimiyeti, iç ve dış politikada en son sınırlarına ulaşmış oldu. Moğollar arasında İslâmiyetin yayılmasını sağlayan Gâzan Han, ülkeyi pekçok câmi, mescid, medrese, han ve hamam gibi dînî ve sosyal eserlerle donattı. Tebriz yakınlarında bir rasathâne kurdurdu. Fen ilimlerinden astronomi, târih, tıp ve kimyâ ile meşgul oldu. Târih bilgisi fazlaydı. Ana dili olan Moğolcadan başka birkaç lisan bilen Gâzan Han, senenin ekserî günlerinde oruç tutar ve çok Kur’ân-ı kerîm okurdu.
Türk edebiyâtında, ordunun akınlarını, savaşları, kahramanlıkları, zaferleri şiir veya nesir şeklinde anlatan eserler; gazânâme. Arap edebiyâtında bu tür eserlere “megâzi” ismi verilmiştir. İslâm edebiyâtında bu tür eserlerin en meşhuru Vâkidî’nin Kitab-ül-Megâzi’sidir. Bu eserler muayyen devirlere âit hâdiseleri ayrıntılı bir tarzda anlatmaları dolayısıyla târihçilerin çalışmalarına kaynak teşkil etmektedir.
Türk edebiyâtında ilk gazavâtnâme örnekleri 15. yüzyılda yazılmaya başladı. On altıncı yüzyıldan îtibâren bu tür eserlerin yazımında büyük bir artış görüldü. Gazânâmelerde düşmanla yapılan tek bir muhârebe, gazavâtnâmelerde ise birçok muhârebeye yer verilmektedir. Gazavâtnâmeler konuları îtibâriyle üç bölüme ayrılırlar:
1. Pâdişâhlardan birinin hayâtını ve zamânındaki seferlerle belli başlı olayları tasvir eden manzum ve mensur eserler: Selimnâmeler ve Süleymânnâmeler gibi.
2. Vezirlerden veya ünlü komutanlardan birinin savaşlarını konu edinen gazavâtnâmeler: Barbaros Hayreddîn Paşa, Köprülü Fâzıl Ahmed Paşa, Tiryâki Hasan Paşa ve Özdemiroğlu Osman Paşanın seferlerini anlatan gazavâtnâmeler bu türdendir.
3. Belli bir seferi, yâhut bir kalenin alınmasını tasvir eden gazânâmeler: Preveze Seferi, Bağdat Seferi gibi.
Osmanlı Devletinde gerilemenin başlaması ve büyük zaferlerin kesilmesi ile gazavâtnâmelerin yazılmasında da bir azalma görüldü. En son yazılan gazavâtnâmeler 1853 Kırım Seferi ile 1897 Yunan Harbine âittir. Edebiyâtımızda kırkı manzum olmak üzere 250 kadar gazavâtnâme tesbit olunmuştur. Bunlar içerisinde târih ve dil açısından en önemlileri şunlardır:
Gazavât-ı Sultan Murâd Han (Yazarı belli değil), Gazânâme-i Rum (Kâşifî), Gazavât-ı Hayreddîn Paşa(Seyyid Murâd), Gazavât-ı Gâzi Hasan Paşa(Çâkeri İsmâil), Gazavât-ı Hüseyin Paşa(Hüseyin Resmî) ve Gazavât-ı Sultan Süleymân Han(Yazarı belli değil).
Alm. Mullbinde, Fr. Gaze (f) a pansement, İng. Gauze. En çok cerrâhî ve ilkyardım işlemlerinde kullanılan, pamuklu, hafif, delikli dokuma. Gazbezi, ipek ve diğer lifli malzemeden de yapılabilir ve bu tipler umûmiyetle elbise yapımında kullanılır. Kumaş, ismini ilk olarak ipekten îmâl edildiği yer olan Filistin’deki Gazze şehrinden alır.
Gazbezi, enine ve boyuna ipliklerden meydana gelir ve dâimâ belli alanda belli sayıda delik bulunur. Normal dokunmuş bir gazbezinde, birbirini dikey olarak kesen iplikçikler vardır. “Leno tipi” dokunmuş gazbezinde ise dikey iplikçikler normal olup, yatay iplikçikler çifttir. Bu tipin bir diğer özelliği de yatay iplik çiftinin dikey olanların bir altından, bir üstünden geçmesidir. Bu durum gazbezine sağlamlık ve düzgünlük temin eder.
Gazbezi en çok bandaj, ilkyardım, kundaklama ve toz alma işlerinde kullanılır. Kullanıldığı daha birçok yer vardır. Elbise yapımında ve süslemesinde kullanılanlar daha çok ipek ve diğer lifli maddelerden yapılmıştır. Tiyatrolarda kullanılan şekil ise ketenden yapılmıştır ve seyrek dokunmuştur. Tiyatroda sahnenin arkasında üzerine çeşitli şekiller çizilmiş olarak dekoru tamamlamada kullanılır. Bundan başka bayrak yapımında, peynir kalıplarının üzerini örtmede, hattâ perde olarak gazbezi özelliğinde dokunmuş kumaşlar kullanıldığı görülür
(Bkz. Nazım Şekilleri)
Alm. Zeitung (f), Fr. Journal (m), gazette (f), İng. Newspaper, daily paper. Siyâsî, iktisâdî, sosyal, edebî konularda haber ve bilgi vermek, yorumlar yapmak için günlük veya belirli sürelerle çıkarılan yayın.
İnsanların çeşitli konulardaki gelişmelerden ve olaylardan haberdâr olmak arzusu, târihin çok eski çağlarına uzanır. Gazete, bu arzuyu yazılı olarak ve herkese açık bir şekilde takdim eden bir yayındır.
Târihte ilk olarak yazılı haber verme işine, Roma İmparatoru Julius Caesar tarafından tesis edilen ve mühim haberleri halka bildiren Acta Divrnaisimli duvar îlânları ile başlandığı kabul edilir. Bunu merkezden taşradaki tanıdıklara yazılan, siyâsî, ticârî ve sosyal haberleri ihtivâ eden günlük mektuplar tâkib etmiştir. Kânûnî Sultan Süleymân zamânında vukû bulan Osmanlı-Venedik harpleri esnâsında, Venedik hükümetinin emriyle yazılan ve memleketin muhtelif yerlerinde halka okunarak, harbin seyri hakkında bilgi veren, Venedik Mektupları’nı okuyan kimselere ödenen en küçük Venedik parası “gazetta”dan bugünkü “gazete” kelimesi çıkmıştır. Türkiye’de uzun yıllar “gazete” karşılığı olarak “cerîde” kelimesi kullanılmıştır.
Matbaanın keşfi ve matbaacılığın günlük iş hayâtına girmesi, bugünkü mânâda gazetenin temeli olmuştur. Günümüz anlayışına uygun ilk gazete (Avisa, Relation Oder Zeitung) Strasburg’da 1609’da Alman diliyle yayınlanmıştır. İlk İngiliz Gazetesi The Weekly News From Italy and Germany (1622) Londra’da; ilk Fransız Gazetesi Gazette (1631)’de Pariste yayınlanmıştır. İtalya’da 1640, Polonya’da 1661, Rusya’da 1702, Amerika’da 1704, İspanya’da 1724 yıllarında ilk gazeteler çıkmıştır. Almanya’da yayınlanan Leipziger Zeitung (1660), İngiltere’de Daily Courant(1702), Fransa’da Journal de Paris (1777) ilk günlük gazetelerdir.
İlk zamanlar, yalnız çeşitli olaylarla ilgilenen ve bunları halka duyuran gazetelerin siyâsî hüviyet kazanmaları İngiltere’de başlamış ve ilk başmakaleler 1704’te basılmıştır. Fransız İhtilâli, Fransa ve Almanya’da ilk siyâsî gazetelerin çıkmasına sebeb olduğu gibi, siyâsî haber ve yorumu da gazeteciğilin temel vasıfları arasına soktu. Bu târihten îtibâren çıkan gazetelerin tamamına yakını siyâsîdir.
Türkiye’de ilk gazeteler yabancılar tarafından çıkarılmıştır. Fransız Büyükelçiliği 1797’de İstanbul’da Gazette Française de Constantinople, İzmir’de 1824’te Charles Tricon Smyrnee ve Alexandre Black Spectateur Orientalisimli Fransızca gazeteleri çıkarmışlardır.
İlk Türk gazetesi Takvim-i Vekâyi, 11 Kasım 1831’de Sultan İkinci Mahmûd’un emriyle yayınlanmış, önceleri hem resmî, hem de özel haberlere yer verirken, daha sonra yalnız resmî haberleri yazarak Osmanlı Devletinin resmen ortadan kalkış târihi olan 4 Kasım 1922 târihinde son sayısını yayınlayarak kapanmıştır.
İlk özel Türk gazetesi, 1840 Ağustosunda William Churchill tarafından Ceride-i Havadis adıyla çıkarılmış, bunu Âgah Efendinin 21.10.1860 târihinde çıkardığı Tercümân-ı Ahvâl ve Şinâsî’nin 27 Haziran 1862’de yayınladığı Tasvîr-i Efkârgazeteleri tâkib etmiştir. İlk günlük Türk gazetesi ise; 1864’te Alfred Churchill tarafından Rûznâme-i Cerîde-i Havâdis adıyla çıkarılmıştır.
Meşrûtiyete doğru ve daha sonraki yıllarda her gün bir yenisi ortaya çıkan siyâsî gruplarca çıkarılan, sayıları gittikçe artan o günlerin Türkiye gazeteleri arasında Hürriyet, Tercümân-ı Hakîkat, Vakit, İbret en meşhurlarıdır. (Bkz. Basın)
Gazete, bilhassa 20. yüzyılın ilk yarısında büyük önem kazanmıştır. Bunda, dünyâ milletleri arasında gittikçe artan siyâsî, askerî, iktisâdî ve sosyal münâsebet ve mücâdelelerin yanısıra, teknolojik gelişmelerin basın hayâtına aktarılmasının büyük rolü olmuştur. Ayrıca; başta İngiltere olmak üzere, Avrupa hükümetlerinin gazete kâğıdını gazetecilere ucuz ve vergisiz temini, az bir posta ücreti ile dağıtması ve sanâyi inkılabı netîcesinde ortaya çıkan firma ve mâmullerinin reklâm ihtiyaçları dolayısıyla gazetelerin maddî gelir sağlamaları, böylece gazete fiyatlarının ucuzlayarak geniş halk kitleleri tarafından okunur olması, gazeteciliği ön plana çıkaran diğer sebeplerdir. Bu arada, demokrasi idârelerinde iktidâr mücâdelesi yapan partilerin ve icrâatlarını beğendirmek isteyen hükûmetlerin görüşlerini halka yayarak benimsetmek ve destek sağlamak, kamuoyu (efkâr-ı umûmiye) teşekkül ettirmek arzularının tahakkuku için gazetelerden faydalanma yolunu seçmeleri de hatırlanmalıdır.
Bugün dünyâ ülkelerinde yayınlanan gazeteler iki büyük grupta toplanır. Birinci gruptakiler hür rejimlerle idâre edilen ülkelerde, kânun çerçevesinde serbest şekilde yayın yapanlar; ikinci gruptakiler de, doğu bloku (komünist) ülkeler başta olmak üzere diğer totaliter rejimlerin bulunduğu ülkelerde hükümetlerin kontrolünde ve emrinde yayın yapanlar. Ülkemizdeki gazeteler, birinci gruba dâhildir ve basın kânunu çerçevesi içinde serbestçe yayın yaparlar.
Bundan başka gazeteler; bütün memlekete hitâb ediyorsa millî; bir bölgeye hitâb ediyorsa bölge; bir il veya ilçede yayınlanıyorsa mahallî ve milletlerarası yayın yapıyorsa beynelmilel olarak sınıflandırılır. Konularına göre de; siyâsî, iktisâdî (ekonomik), edebî, magazin, ihtisas (belli bir meslek), spor gazeteleri olarak ayrılırlar. Öğle üzeri yayınlanan gazetelere akşam; dînî bayram günleri gazeteciler cemiyeti tarafından yayınlananlara da bayramgazetesi denir. Yayın sürelerine göre de günlük, haftalık, on beş günlük ve aylık gazeteler vardır. Hitap ettikleri okuyucu yaş ve seviyesi îtibârıyla da çocuk, gençlik ve âile gazetesi gibi çeşitleri bulunmaktadır. Duvar gazetesi ise; okullarda öğrenciler tarafından çıkarılan ve Çin’in an’anevî halk haberleşme vâsıtası olan özel bir gazetedir.
İlk zamanlar, daha çok bir toplum hizmeti vermek gâyesiyle yayınlanan gazeteler, günümüzde (istisnâlar hâriç) hemen hemen ticârî bir mâhiyet almıştır. Gazete sayısının artması ve mesleğin bütün dünyâda yaygınlaşarak mensuplarının çoğalması, gazeteleri birbirleriyle rekâbete sürüklediği gibi; radyo-TV-video ve diğer haberleşme vâsıtalarının gazetelerde bulunmayan üstünlüklerle günlük hayâta girmesi de gazeteleri varlıklarını sürdürmek mücâdelesine itmiştir. Bâzı gazeteler, bu durum karşısında ciddiyet, güvenilirlik ve genel seviyelerini arttırarak okuyucu tarafından aranır olmak yolunu tutarken; bâzıları da piyangolar, güzellik müsâbakaları, çeşitli oyunlara dayalı yarışmalar tertipleme ve promasyonlarla okuyucularını kendilerine bağlama ve tirajlarını arttırma denemelerine girmişlerdir. Milletlerdeki anlayışlara göre, genel ahlâk sınırlarını zorlayan ve tartışmalara sebeb olan yayınlar da bu cümledendir.
Tiraj bakımından dünyânın en büyük gazetesi Ashai Japonya’da yayınlanmakta ve dağıtımının % 90’ı okuyucuların adreslerine kadar götürülerek elden yapılmaktadır. Türkiye’de bu şekildeki elden dağıtımı ilk defâ Türkiye Gazetesi 1982 yılından îtibâren gerçekleştirmiştir.
International Herald Tribune, The Times, Le Monde, Guardian, Wall Street Journal, Financial Times, Daily Telegraph, bütün dünyâda okuyucu bulan meşhur gazetelerdendir.
Ülkemizde; Cumhûriyet, Günaydın, Hürriyet, Millî Gazete, Milliyet, Sabah, Tercüman, Türkiye, Yeni Asya, Yeni Nesil ve Zaman ise, belli başlı gazetelerdir. Rapor ve Dünyâ Türkçe ekonomik gazeteleridir. Fuar ve Medikal, ihtisas gazeteleridir.Türkiye Gazetesi Yayın Topluluğu tarafından İngilizce yayınlanan Made in Turkey hem millî, hem de beynelmilel ekonomik bir gazetedir.
Gazeteci: Gazete yayınlayan veya gazetede çalışan; işi haber toplamak, yazmak ve çeşitli safha ve şekillerde gazetenin hazırlanmasına, ücret karşılığı iştirâk eden kimse. Muhâbir, muharrir, yazı işleri müdürü, genel yayın müdürü, istihbârât şefi vs. gibi meslekî isimlerle anılırlar. Bir kimsenin gazeteci sayılabilmesi için her şeyden önce bir gazete veya mevkûtede, haber veya fotoğraf ajansında, fikrî çalışması bedenî çalışmasından çok olmak üzere ücret karşılığı çalışması lâzımdır. Bu şartları taşıyan bir gazetecinin ülkesine göre değişen ve çalıştığı müessese nezdinde ücret isteme, ücretli izin, terfî, başka iş tutma, kıdem gibi çeşitli hakları vardır. Ayrıca bâzı kamu imkânlarından tesbit edilen ölçüler içinde faydalanırlar.
Gazetecilik; ilk yıllarda tamâmen meslek içinde öğrenilen bir sanatken bugün bütün dünyâda gazetecilik meslek okulları bulunmaktadır. Ancak meslek içinden yetişme ve başka mesleklerden gazeteciliğe geçmek de hâlen revaçtadır.
Türkiye’de okullarda ilk gazetecilik eğitim ve öğretimi 1948 yılında Fehmi Yahya Tuna’nın İstanbul’da açtığı lise seviyesindeki gazetecilik okuluyla başlar. İlk resmî Gazetecilik Enstitüsü ise İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesine bağlı olarak 1950 yılında tedrisâta başladı. 1965’te Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesine bağlı Basın Yayın Yüksek Okulu, 1967’de Başkent Özel Yüksek Okulu, 1968’de İzmir Gazetecilik Özel Yüksek Okulu açıldı. Son yıllarda yeni açılan üniversitelere bağlı olarak çeşitli illerde gazetecilik okulları açıldı. İstanbul-Marmara Üniversitesine, Ankara-Gazi Üniversitesine, İzmir-9 Eylül Üniversitesine, Eskişehir-Anadolu Üniversitesine bağlı olarak Basın-Yayın Yüksek Okulları açıldı. Eskişehir Anadolu Üniversitesine bağlı olarak eğitim yapan okulun ismi İletişim Bilimleri Fakültesi olarak değiştirildi. Basın Yayın Yüksek Okulu ismi altında eğitim yapan Gazetecilik Okulları, 1991 yılından îtibâren İletişim Bilimleri Fakültesi adı altında öğretim yapmaktadır.
Gazetecilik tabirleri:
Gazetecilik mesleğinde kullanılan tâbirlerdir. Bunların genel olanlarından bâzıları şunlardır: Gazete abonmanı: Parasını peşin veya taksitle ödeyerek bir gazetenin her sayısının adresine gönderildiği kimse. Başmakale (Başyazı): Gazetenin görüşünü aksettiren yazı. Gazete bâyii: Gazeteleri seyyâr veya belli yerlerde satan kişi. Fıkra: Günlük konuları gazetelerin belli köşelerinde kısaca ele alan yazı. Foto muhâbiri: Gazete için resim çeken kişi. Haber: Gazetede yayınlanan günlük olayları bildiren yazı. Muhâbir: Haber toplayan ve yazan kişi, Gazete küpürü: Bir gazeteden kesilmiş bir haberi veya makaleyi ihtivâ eden bölüm. Gazete kurucusu: Bir gazeteyi kuran, çıkaran kişi. Sayfa sekreteri:Gazete sayfalarını hazırlayan kişi. Son gelişmelerle, sekreterya ve rassamlık işleri bilgisayarlarla hazırlanıp yapılmaktadır. Îlân: Özel ve resmî kişi ve kuruluşların gazetelerde yayınlanmasını ve karşıya duyurulmasını istedikleri özel yazılar. Reklâm: Özel ve resmî kişi ve kuruluşların müşteri toplamak gâyesiyle hizmet ve mâmullerini gazetelerde halka duyurmaları. Sütun: Gazetede çeşitli genişlikteki satırların alt alta sıralanmasından meydana gelen blok. Sütunlar birbirinden dar boşluklar veya dik çizgilerle ayrılırlar. Tefrika: Gazetenin belli bir yerinde bölüm bölüm ve devamlı yayınlanan roman, hikâye, hâtıra, seri röportaj. İâde: Satılmayan gazetelerin toplanarak müesseseye geri verilmesi.
Gazeteciler arasında meslek dayanışmasını ve yardımlaşmayı sağlamak amacıyla kurulmuş teşkilât. Merkezi İstanbul’dadır.
Türkiye’de ilk gazetecilik teşkilâtı 1908’de İstanbul’da kuruldu. Hüseyin Câhid Yalçın, Ahmed Cevdet ve Ahmed Râsim gibi gazetecilerin öncülüğünde kurulan bu teşkilâtın adı Matbuât-ı Osmâniye Cemiyetiydi. Bu teşkilâtı 25 Haziran 1917’de kurulan Osmanlı Matbuât Cemiyeti tâkib etti. Cemiyetin başkanlığını Mahmûd Sadık Bey, sonra Hüseyin Câhid Bey üstlendi. Cemiyetin adı 1919’da Türk Matbuât Cemiyeti, 1921’de İstanbul Matbuât Cemiyeti olarak değiştirildi. 1934’lere kadar bu isim altında faaliyetlerini sürdüren cemiyetin adı bu târihte Basın Kurumu olarak değiştirildi. 27 Haziran 1938’de özel kânunla kurulan Basın Birliğine katılarak çalışmalarını Basın Birliği İstanbul Şûbesi adı altında yürüttü.
Basın Birliğinin 13 Haziran 1946’da 4932 sayılı kânunla lağv edilmesi üzerine İstanbul Şûbesi üyeleri, Gazeteciler Cemiyetini kurdular. Bu târihten îtibâren üyelerine meslekî ve sosyal alanda hizmet veren cemiyet, özel bir kânunun verdiği yetkiyle her yıl Ramazan ve Kurban bayramları sırasında toplam beş gün İstanbul Bayram Gazetesi’ni yayınlamaktaydılar. Anayasa Mahkemesinin 21.1.1993 târih ve 1993/4 karar sayısıyla, bu özel kânun iptal edildi. 1993 Ramazan Bayramından îtibâren İstanbul Bayram Gazetesiyle birlikte diğer gazeler de yayınlarına devam ettiler. Ankara’da bu alandaki ilk teşkilâtlanma Cumhûriyetin îlânından sonra, 1926’da Matbuât Cemiyeti adı altında gerçekleştirildi. Basın Birliğinin lağv edilmesinden sonra İstanbul’da Gazeteciler Cemiyeti kurulunca Temmuz 1946’da Ankara’da da Gazeteciler Cemiyeti kuruldu. Cemiyet 1988’de yapılan kongrede adını Türkiye Gazeteciler Cemiyeti olarak değiştirdi.
Dînine, vatanına ve nâmusuna tecâvüz eden düşmanı def için muhârebeye katılan ve gazâdan sâlimen dönen Müslüman. Gâzinin çoğulu “guzât”tır. Harpte ölenlere ise “şehîd” adı verilir. Gâzi ve şehîd tâbirleri, Peygamber efendimiz devrinden beri kullanılmıştır. Peygamber efendimiz zamânındaki ilk Müslümanlar meşrû mâzeretlerinin hâricinde savaşlara katılırlardı. Bunun için hepsi gâziydiler. Bu sebepten gâzi ünvânının özel olarak verilmesine ihtiyâç yoktu. Beldeler fethedilip, Müslümanlar çoğalınca, herkesin savaşa gitme imkânı kalmadığından, harbe gidenleri ayırd etmek için, “gâzi” ünvânı özellikle kullanılmaya başlanmıştır.
İslâm hükümdârları da, fertler gibi, bizzat savaşa katılır ve gâzi ünvânı alırlardı. Osmanlılarda pâdişâhlar da bizzat savaşlara katılmışlardır. İlk pâdişâhlar adlarına gâzi ünvânını eklediler. Osman Gâzi, Orhan Gâzi diye söylendi. Bunlardan Sultan Murâd Han muhârebe meydanında can verdi ve şehitlik rütbesine kavuştu. Fakat devlet büyüyüp fetihler çok fazlalaştıktan sonra, çeşitli sebeplerle sefere çıkamayan bâzı pâdişâhlar da zamanlarında kazanılan zaferlerden dolayı gâzi ünvânını aldılar. Şerefli olan bu ünvân rastgele verilmeyip, şeyhulislâmın fetvâsı ile resmen verilmiştir.
Türk edebiyâtında gazâları ve gâzilerin kahramanlıklarını anlatan eserler gazânâme veya gazavâtnâme adı altında toplanmıştır. İslâm edebiyâtındaki bu tür eserlerin en meşhurları Vâkıdî’nin Megâzî’si ve Battalnâme, Saltuknâme, Dânişmendnâme, Selimnâme, Süleymânnâme gibi eserlerdir.
Gâziliğin fazîleti (üstünlüğü) ile ilgili hadîs-i şerîflerden bâzıları şunlardır:
Bir kimse bir gâzinin başını gölgelendirse, onu da Allah kıyâmet günü gölgelendirir.
Bir kimse Allah yolunda bir gâziyi techiz ederse(donatırsa), kendisi de gazâ etmiş demektir. Kim de Allah yolunda gazâ eden kimsenin âilesine hayırla baktı ise o da gazâ etmiş demektir.
Kırım hanı. 1503 yılında Kırım’da doğdu. Kırım hanlarından Birinci Mehmed Giray’ın oğludur. Mehmed Giray 1523’te Astragan’ı fethederek Nogayları itâat altına aldı ise de bir gece baskını ile şehid edildi. Yerine geçen Birinci Gâzi Giray hanlığa getirildi (1523). Ancak hanlığı, Osmanlı Devleti tarafından kabul edilmedi. Osmanlılar Kırım beylerinin reisi Şirin Memiş Beyle anlaşarak Birinci Gâzi Giray’ın amcası Saâdet Giray’ı han seçtiler (1524). Hanlıktan alınmasından üç ay sonra bir karışıklık sırasında öldürüldü.
Kırım hanlarından. Devlet Giray’ın oğludur. Mehmed Giray’ın hanlığı zamânında Özdemiroğlu Osman Paşa kuvvetleri safında İran seferine katıldı ve büyük yararlıklar gösterdi. Bu seferde İranlılara esir düştü ise de bir yolunu bularak kaçmaya muvaffak oldu. İstanbul’a geldiği sırada birâderi İslâm Giray’ın vefâtı vukû buldu. Kırım Hanlığına tâyin edilerek memleketine gönderildi (1588).
Kırım hânı olarak ülkesine dönen Gâzi Giray, kardeşi Fetih Giray’ı Kalgaylık ve diğer kardeşi Adil Giray’ın oğlu Baht Giray’ı Nûreddînlik makâmına getirdi. Gâzi Giray, 1593 ve 1594 yıllarında dâvet üzerine iki defâ Avusturya Seferine katıldı. Lehistan içlerinden geçerek süratle orduya yetişen Gâzi Giray, bu iki seferde de mühim yararlıklarda bulundu. 1596 Eğri Sefer-i Hümâyûnunda ise kendisi Eflâk’ta kalarak kardeşi Kalgay Fetih Giray’ı büyük bir kuvvetle yardıma gönderdi.
Eğri muhârebesinde büyük hizmeti görülen Fetih Giray, Veziriâzam Cağalazâde Sinan Paşanın tavsiyesiyle Kırım hanlığına tâyin edildi. Ancak Gâzi Giray Han bu tâyine usûlsüz olduğu gerekçesiyle karşı çıktı ve Kefe’ye geldi. Bu arada Tatarların ileri gelenleri de Gâzi Giray’dan memnun olduklarını belirterek yerinde kalmasını istediler. Nihâyet Cağalazâde Sinan Paşanın yerine geçen Vezîriâzam İbrâhim Paşa, Gâzi Giray’ı tekrar Kırım Hanlığına tâyin ettirdi (1597).
Gâzi Giray bu ikinci hanlığında birincide olduğu gibi devlete bağlılığı ve tebeası üzerindeki sevgi ve otoritesi ile memleketi iyi idâre etti. Savaşlara katıldı ve büyük hizmetlerde bulundu. Vakarlı ve ciddî bir zât olan Gâzi Giray’la temas edenler, kendisinin ilim ve fazîletini övmektedirler. Şâirliği de meşhur olup, Türkçe, Farsça ve Arapça şiirler yazdı. Memleket müdâfaası için yıllarca serhatlerde kalan ve düşmanla çarpışan Gâzi Giray’a bu hizmetlerine karşılık olarak Silistre sancağı dirlik olarak verildi. Ayrıca otuz bin altın cep harçlığı ihsân olundu.
1608 Martında tâundan vefât eden Gâzi Giray, Bahçesaray’da babasının yanına defnedildi. Hanlığı 20 seneden fazladır. Gâzi Giray’ın Avusturya Seferi esnâsında kendi el yazısıyla pâdişâha takdim edilmek üzere Hoca Sâdeddîn Efendiye göndermiş olduğu 1698 târihli bir gazelinin ilk ve son beyitleri:
Biz mücâhid kulunuz terk ederiz cân ü seri
Pâdişâhım ne diyem, sonra duyarsın haberi
.......
Azmeder oldu gazâyı, sefere Sultânım
Kıl ana hayr-ı duâ, ol da kulundur iş eri
Sultan İkinci Bâyezîd’in torunu ve Bosna sancakbeyi. Sarayda iyi bir eğitim gördü.
Dayısı Şehzâde Mehmed, Kefe sancakbeyi olunca, Hüsrev’i de berâberinde götürdü. Şehzâde Mehmed’in elçisi sıfatıyla Moskova’ya gitti. 1521’de Bosna sancakbeyi oldu. Kânûnî Sultan Süleymân’ın Belgrad Seferine katıldı ve Zemlin Kalesini fethetti. Belgrad’ın fethinden sonra Macaristan, Hırvatistan, Transilvanya ve Dalmaçya’ya Türk akınları devâm etti. Mohaç Savaşına kadar süren bu akınlara, Sinan ve Bâli beylerle birlikte Gâzi Hüsrev Bey de katıldı. Mohaç Savaşında emrindeki deli kuvvetleri ile ihtiyat birliği olarak geride durdu. Savaştan sonra Obrovaç Kalesiyle birlikte stratejik önemi olan pekçok kaleyi zabtetti. 1534’te Semendre sancakbeyi olan Gâzi Hüsrev Bey, iki yıl sonra tekrar Saraybosna’ya tâyin oldu. 1537’de Venediklilere âit Solin, Kilis ve daha birçok kaleyi fethetti. 1539’da Adriyatik sâhilindeki Kastelnova Kalesi denizden Barbaros Hayreddîn Paşa, karadan da Gâzi Hüsrev Beyin sıkıştırmaları sonucu ele geçirildi.
1540 yılında vefât eden Gâzi Hüsrev Beyin hayâtı İslâmiyeti yaymak yolunda geçti. Emri altında bulunan 10 bin kadar deli kuvveti (serdengeçti) ile devamlı olarak hududlarda cihâd hareketine katıldı. Ancak Hüsrev Bey bu sırada idâresi altında bulunan Saraybosna’yı da îmâr etmekten geri durmadı. Şehirde pekçok câmi, mescid, medrese, çarşı ve köprü yaptırdı. Kurşunlu Medrese diye de anılan Gâzi Hüsrev Bey Medresesi yıllarca bir ilim ve kültür merkezi olarak hizmet verdi. Adâlet ve ihsânı ile halkın sevgi ve saygısını kazandı.
Kafkas mücâhidlerinin ilk lideri ve Şeyh Şâmil’in hocası. 1795 yılında Dağıstan’da Avarların oturduğu Gimri köyünde doğdu. Genç yaşında Gâzikumuklardan Şeyh Cemâleddîn’e talebe oldu. İyi bir tahsil gördü. Bağdat’ta Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinden feyz aldı.
Dağıstan’da yeni bir uyanış başlatan Gâzi Muhammed, İslâmiyetin girdiği yerde dîne uymayan örf ve âdetin hükmünün kalmayacağını açıkladı. Bu hususta İkâmetü’l-Burhân alâ İrtidâdi Urafâ-i Dağıstan adı ile bir kitap yazdı. Ruslara ve Rusları destekleyen Avar hanlarına karşı mücâdele başlattı. Küçük menfaatler sebebiyle araları açılan Kafkas kabîlelerini bir araya getirdi. Şeyh Şâmil’le birlikte Avar Hanlığının başkenti Hunzah’ı kuşattı ise de almayı başaramadı (1830). Avar hanları Ruslardan destek istediler. Gâzi Muhammed, Şeyh Şâmil’le birlikte Hazar Denizi kıyısındaki Tarku’ya taarruz etti. Rusların yetişmesi üzerine geri çekildi. 1831’de Tarku’yu ele geçirip Derbend ve Kızılyar’ı kuşattı. 1832 baharında mücâdele şiddetlendi. Ruslar, General Von Rosen komutasında Çeçenistan ve Avaristan üzerine yürüyerek Gimri’ye ulaştılar. Gâzi Muhammed ve Şeyh Şâmil süratle Gimri’ye döndüler. Burada yapılan kanlı çarpışmalardan sonra Gâzi Muhammed şehid oldu. Şeyh Şâmil yaralandı. Gimri Rusların eline geçti. Ama Gâzi Muhammed’in Kafkasya’da Ruslara karşı yaktığı cihâd ateşi sönmedi. Yardımcılarından Hamzâ Bey imâm seçilip mücâdeleye daha da şiddetli bir şekilde devâm edildi. Onun da şehid edilmesiyle Şeyh Şâmil imâm oldu. (Bkz. Şeyh Şâmil)
Doksanüç Harbi diye meşhur olan, Osmanlı-Rus Savaşında (1877-1878) Plevne cephesinin ünlü kumandanı.
1832’de Tokat’da doğdu. Beşiktaş’taki Askerî Rüşdiyede ve Kuleli Askerî İdâdîsinde (lisesinde) okudu. Harbiye’yi yirmi yaşında ikincilikle bitirdi. Harb Akademisine girdi. Akademi’yi bitirmeden, Kırım Savaşının çıkması üzerine Tuna cephesine gönderildi. Burada dört yıl kalarak, teğmenliğe yükseldi. Savaşın sonunda yüzbaşı oldu. 1856’da Akademi’ye devâm ederek tahsilini tamamladı. Genel Kurmay Başkanlığında çalıştı. Anadolu’nun haritasını çıkarma göreviyle Bursa’ya gönderildi. Tesalya’da, Yenişehir’de ve Cebel-i Lübnan’da görev aldı. Girit isyânlarının başlaması üzerine Girit’e tâyin edildi. 1866’da Girit’teki çalışmaları ile Serdâr-ı ekrem Ömer Paşanın takdîrini kazandı. Miralay (albay) oldu ve Yemen’e gönderildi. Arkasından Paşa rütbesiyle Rumeli’de bulunan Beşinci Ordu Manastır Fırka (tümen) Kumandanlığına tâyin edildi (1875). Buradaki çalışmaları takdir edilerek, birinci ferik (korgeneral) oldu. Sırp isyânları başlayınca emrindeki birliklerle İzver tepelerini ve Zayçar kasabasını zaptetti. Sırp ordusunu yendi ve müşir (mareşal) oldu (l876).
Gâzi Osman Paşayı bütün dünyâya tanıtan, (1877-1878) Osmanlı-Rus Harbindeki savunma, gayret ve kahramanlıklarıdır. Bu harpte, Plevne cephesindeki müdâfaası ile dünyâ harb târihine yeni prensipler getirdi.
Gâzi Osman Paşa, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı başladığı sırada Vidin ve Rahova bölgelerinin korunmasıyla vazîfeliydi. Tuna’yı geçerek savaşın düşman topraklarında yapılmasını teklif ettiyse de, buna izin verilmedi. Rusların Berkofça Dağlarını aşmaya başlamasından sonra Osman Paşaya hareket emri verildi. Osman Paşa, kumandasındaki kuvvetlerle Plevne önlerine geldi. Rusların elinde bulunan şehri ele geçirerek, savunma için gerekli tedbirleri aldı. Ruslar Pelevne’ye karşı saldırıya geçti. Osman Paşa, Rusların bu ilk saldırısını, bir karşı taarruzla Osma Suyunun öte yakasına atarak bertaraf etti (20 Temmuz 1877).
Ruslar 30 Temmuzda tekrar bir saldırıya geçtiler ve yapılan kanlı savaşlardan sonra geri çekildiler. Bunun üzerine Rus Çarı, Osman Paşaya karşı Romen ordusundan yardım istedi. Rus Çarı, Romanya Prensi Birinci Karol’e yardım için şu târihî telgrafı çekti.
“İmdâdımıza gel! İstediğin gibi, istediğin yerden, dilediğin şartlarla Tuna’yı geç! Acele Plevne’de yardımımıza yetiş! Türkler bizi mahvediyorlar! Hıristiyanlık dâvâsını kaybetmek üzeredir!”
Bu yardım talebi üzerine, Romenler elli bin kişilik bir orduyla Plevne’de Ruslara yardıma koştu. 11 Eylülde Rus-Romen birleşik ordusu, tekrar Plevne’ye doğru taarruza geçti. On iki saat süren büyük Rus taarruzu, düşmanın, kesin mağlûbiyetiyle netîcelendi. Böylece Osman Paşa, üçüncü Plevne Savaşını da kazandı (11 Eylül 1878). Gâzi ünvânını aldı.
Daha büyük kuvvetlerle kuşatmaya devâm eden Ruslar, Plevne’nin teslimini istediler. Gâzi Osman Paşa bu teklîfi reddetti. Hiçbir yerden yardım gelmeyen Plevne’de yiyecek, yakacak ve ilâç sıkıntısı başlamıştı. Bu durum karşısında Gâzi Osman Paşa, bir huruç (çıkış) harekâtı yaparak, Plevne’den çıkmaya karar verdi. Bu kararı öğrenen Plevne ahâlisi, ileri gelenleri Osman Paşaya ricâcı gönderdiler; “Eğer asker Plevne’den çıkarsa, sivil halk içindeki Bulgarlar, bizlere çok zarar verir. Müsâade ediniz biz Müslüman ahâli de Plevne’den çıkalım.” şeklindeki teklif üzerine Bulgar halkının ileri gelenlerini çağıran Osman Paşa, onlardan Müslümanlara zarar vermeyeceklerine dâir söz aldı. Buna rağmen Müslümanlar; “Biz de sizlerle gelelim.” diye çok yalvardılar. Osman Paşa, kimseyi kırmamaya dikkat ederdi. “Biz askerî usûllerle harekât yaparız. Sizler bize ayak uyduramazsınız.” dediyse de, halkın istekleri çok acındıracak durumda olduğundan istemeyerek râzı oldu.
Huruç harekâtının yapılacağı sabah, halkın araba, kağnı ve hayvanları ile askerin intikal yoluna askerden önce, geceden dizilmiş olduğu görüldü. Plevne yollarında tam bir hengâme oldu, yollar kapanmıştı. İşte bu esnâda Rus topçusu ateşe başladı. Nice çoluk çocuk, kadın-kız bu ateş altında şehid oldu. Halkın bu aceleciliği aynı zamanda harekâtı da ifşâ etmişti. Zâten küçük bir kasaba olan Plevne yollarında yayaların bile geçmesi zorlaşmıştı. Plevne’yi kuşatan Rus ordusuna karşı asker “Allah Allah” sesleri arasında hücûma geçti. Sayı ve silâhça kendilerinden kat kat fazla olan düşman ordusunun birinci hattını kahramanca yardı. Ancak Ruslar, asker ve silâh çokluğunun yanında, ayrıca devamlı takviye alıyordu. Bu çıkış harekâtı sırasında Gâzi Osman Paşanın atı isâbet alarak öldü. Kendisi de bacağından ağır yaralandı. Açlık, hastalık, yardımın gelmemesi ve maiyetinde her türlü fedâkârlığı gösteren askerin harcanmaması düşünceleri Gâzi Osman Paşayı teslime mecbur etti. Yarası, Vizsuyu kenarında bir evde sarılırken, Rus generali Ganetski tarafından esir alındı. Az sonra Rus Başkumandanı Grandük Nikola askerî tören yaptırarak, askerlik ve esirlik kâidelerine aykırı olmasına rağmen, Osman Paşanın kılıcını iâde etti. Heyecan ve samimiyetle takdir ve parlak savunmasından dolayı tebriklerini bildirdi. Azamî hürmet göstermeye çalışan Nikola, Osman Paşaya:
“Şu anda yeryüzünde bu kılıcı şerefle taşımaya hakkı olan tek insan sizsiniz.” demekten kendini alamadı.
Kısa bir süre sonra Rus Çarının bulunduğu karargâha getirilen Osman Paşa, Çar tarafından da tebrik edildi. Rusya’ya trenle götürülen Osman Paşa, trende Rus subaylarıye harp ve askerlik üzerine Fransızca sohbetler etti. Rusya’ya varışında, ülke içinde istediği yere gidebileceği bildirildi. Gâzi Osman Paşa bâzı Türk illerini gezdi. Her gittiği şehirde devlet reislerine yapılan merâsimle karşılanıp uğurlandı.
Gâzi Osman Paşa, bir müddet sonra Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın teşebbüsleri netîcesinde Rusya’dan İstanbul’a döndü. İstanbul’a gelişte halk tarafından büyük sevgi ile karşılandı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, göz yaşları içinde alnından öptü ve kendisine; “Sen benim yüzümü bu dünyâda ak ettiğin gibi, Allah da senin yüzünü iki cihânda ak etsin.” diye duâ etti. Serasker oldu. Yedi yıl bu görevde kaldıktan sonra Sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından Mâbeyn Müşiri (Saray Mareşalliği) görevine getirildi.
Ölünceye kadar bu görevde kaldı. Törenlerde, Pâdişâhın arabasında ve ona karşı otururdu. 1900’de 68 yaşında vefât etti.Kabri, Fâtih Câmii avlusundadır.Türbesini, onu çok seven Sultan İkinci Abdülhamîd Han yaptırmıştır.
Gâzi Osman Paşa, temiz ahlâkı, kahramanlığı, samîmî Müslümanlığı ve devlete olan bağlılığı ile günümüze kadar sevgi ile anılmıştır. Adına yazılan Plevne veya Gâzi Osman Paşa Marşı hâlâ söylenmektedir.
GÂZİ OSMAN PAŞA MARŞI
Tuna Nehri akmam diyor,
Etrâfımı yıkmam diyor,
Şânı büyük Osman Paşa,
Plevne’den çıkmam diyor.
Karadeniz akmam dedi.
Ben Tuna’ya bakmam dedi.
Yüz bin Moskof gelmiş olsa,
Osman Paşa korkmam dedi.
Kılıcını vurdu taşa,
Taş yarıldı baştan başa,
Şânı büyük Osman Paşa,
Askerinle binler yaşa.
Düşman Tuna’yı atladı,
Karakolları yokladı.
Osman Paşanın emrinde,
Beş bin top birden patladı.