GANJ NEHRİ
Hindularca kutsal kabul edilen Hindistan’da bir nehir. Dünyânın en büyük nehirlerinden biri olan Ganj Nehrinin uzunluğu 2700 kilometredir. Himalaya Dağlarının güney yamaçlarından doğar, Hint Okyanusunda Bengal Körfezine dökülür. 975.900 km2lik havzaya sâhiptir.
Alakonda ve Bhagirati adında iki küçük suyla orta Himalayaların eteklerinden doğan nehir, önce güneye iner. Bu iki su, Uttar Pradeş’te birleşir. Daha sonra Sivalik Dağlarını geçen ve Hardvar Ovasını sulayan Ganj, Allahâbâd yakınlarında soldan Yamuna Irmağını, daha sonra Gagra, Sone, Gandek ve Kosi ırmaklarını alır. Bengal Körfezine 350 km kala, Bengladeş’ten gelen Brahmaputra ile birleşir. Bengal Körfezine dökülür. Körfez devamlı alüvyonla dolmasına karşılık, bir taraftan da yarılmaktadır.
Ganj, Hindistan için hem bereket kaynağı, hem de tabiî felâketlerin sebebidir. Himalayalarda karların erimesiyle başlayan nehrin taşması, muson yağmurlarıyla artar. Bengal Körfezine döküldüğü yaklaşık 80.000 km2lik deltası kısmen pirinç tarımı yapılmasına rağmen sayısız bataklıklarla doludur. Bu bataklıklar ülkede sık görülen sıtma ve kolera gibi salgın hastalıkların kaynağıdır. Buna rağmen, gerek deltasında, gerekse suladığı diğer ovalarda yapılan tarım, Hindistan’ın can damarı sayılır. Bu bakımdan Nil, Mısır için ne ise, Ganj da Hindistan için odur. Yine bu sebeplerden önemli yerleşim merkezleri, bu nehrin kıyısına kurulmuştur. Kalkütâ, Allahâbâd, Hanpur, Patna ve Benares bunlardandır. Özellikle Benares, Hindûlar için önemli bir ziyâret yeridir.
Hinduizmde, Ganj’ın sularında hârikûlade temizleyici bir kudretin varlığına inanılır. Bu sebeple Hintliler ölülerini bu nehre atarlardı. Ancak daha sonra yasaklandığından ölüleri yakıp, külünü bu nehre atmaya başladılar.
Aynı zamanda güneş sisteminin en büyük uydusu olan Jupiterin aylarından biri ve en büyüğü.
Çapı |
5280 km |
Gezegene uzaklığı |
1.070.000 km |
Ortalama yoğunluğu |
1,9 gr/cm3 |
Gezegeni etrâfında dönüş süresi |
7,55 gün |
Kütlesi (Ay=1) |
2,03 |
Keşif târihi |
1610 |
İlk olarak İtalyan astronom Galileo Galilei tarafından keşfedilen ve isimlendirilen Ganymede aynı zamanda Marstan sonra Güneş sisteminde insanoğluna yerleşme ümidi veren ikinci gök cismidir. Nitekim ünlü kurgubilim yazarlarından Robert Heinlein’in Yeni Dünyâlara Doğru adlı eseri böyle bir hikâyeyi anlatır.
Ganymede’in bu şekilde vasıflandırılmasının en önemli fizikî sebebi; yüzeyinde bol miktarda ve geniş buz kütlelerinin varlığıdır. Hattâ bâzı astronomlara göre Ganymede’in yüzeyinden 900 km derinlikte çok büyük su rezervleri vardır. Bu astronomlara göre 4,5 milyar yıl önce bu gezegen 1000 km derinliğinde bir okyanusla kaplıydı. Son iki yüz milyon yıl esnâsında, bu okyanus yavaş yavaş kurudu ve yer yer geniş buz çöllerine dönüştü. Günümüzde Ganymede yüzeyinde 100 km kalınlığında buz tabakaları olduğu tahmin edilmektedir.
Voyager-2 adlı uzay sondasının gezegenin oldukça yakınından geçerken göndermiş olduğu net resimlerde bu buz kütleleri yanında büyük kraterler, dağ zincirleri ve birbirine paralel vâdiler göze çarpmaktadır.
Fransız siyâsetçi, bilim adamı ve yazar. 1913’te Marsilya’da doğdu. İlk orta ve yüksek tahsilden sonra felsefe agrejesi (öğretim görevlisi) oldu. Marksist fikirlerin etkisinde kalarak ateşli savunuculuğunu yaptı.
Gizli örgüt kurmak suçundan 1940’ta tutuklanarak gönderildiği kampta ayaklanmaya elebaşılık yaptığı için kurşuna dizilmek istendi. Ancak komutanın “Ateş!” emrine uymayan Cezâyirli askerler sâyesinde hayâtı kurtuldu. Askerlere; “Niçin ateş etmediniz?” sorusuna bir çavuş; “Bir Müslüman savaşçı için, silahsız birine ateş etmek şerefsizliktir!” cevâbını vermesi Garaudy’in İslâm kültürüne yönelmesine sebeb oldu. Fakat komünist fikirleri savunmaya devam etti. 1945’te Fransız Komünist Parti Merkez Komite üyeliğine getirildi. Her iki Kurucu Mecliste de (1945-1951) Tarn Milletvekili olarak vazife yaptı. 1953’te Maddeci Bilgi Teorisi (Théorie Matérialiste de la Connaissance) adlı doktora tezini verdi. Fransız Komünist Partisi siyâsî büro üyesi seçildi. Seine bölgesini Mecliste (1956-1958), sonra Senatoda (1959-1962) temsil etti.
Clermont-Ferrand ve Poitiers Üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. Fransa’da komünist sistemin ateşli savunucusuydu. Üniversiteden siyâset kürsülerine kadar Fransızlara ve batı dünyâsına Marksizm’i anlattı. İnsanların kurtuluşunun yalnız bu sistemle olacağını savundu. Fransız komünistlerinin en büyük rûh mîmârı sayıldı. Nerede komünistlerin düzenlediği bir miting, konferans ve seminer varsa oraya koştu. Katoliklik ve Hıristiyanlığa karşı kalemiyle ve hitâbetiyle büyük mücâdele verdi. Daha sonra Marksçı inceleme ve araştırma müdürü olarak vazife aldı. Bu vazifesi sırasında Hıristiyanlarla diyaloğu başlattı ve bu konuda çeşitli kitaplar yazdı. Aforozdan Diyaloğa(1965), Yirminci Yüzyıl Marksçılığı (1966) adlı eserleri bunlardandır.
Roger Garaudy, 1968 Çekoslovakya olaylarından sonra Fransız Komünist Partisi idârecilerini Varşova Paktı birliklerinin Çekoslovakya’ya müdâhalesini onaylamamalarına rağmen gerçekte SSCB’yi desteklemekle ve Stalinci metodlara başvurmakla suçladı. Şubat 1970’te FKP siyâsî bürosundan ve Mayıs 1970’te de parti üyeliğinden atıldı. O târihten başlayarak düşüncelerini Marksçılıkla Hıristiyanlığın orta noktasında birleştirmeye çalıştı. Bu dönemde; Ertelenen Özgürlük (Liberdé en Sursis), Marksçılar ve Hıristiyanlar Karşı Karşıya(Marxistes et Chrétienes Kace á Kace), Sosyalizmin Büyük Dönemeci (Le Grand Tournant du Socialisme), İşte Gerçekler (Toute la Vérité), Erkek Sözü(Parole d’homme), Umut Projesi(Projet Espérance), Yaşayanlara Çağrı (Appel aux Vivants) ve Kadının Yükselişi İçin (Pour l’avénement de la Femme) adlı eserleri kaleme aldı. Hıristiyanlıkla sosyalizmin ortak noktalarını araştırıp yazmaya çalışması sebebiyle geniş kitlelerin ilgisini çekti.
Tertiplenen çeşitli konferanslara, panellere ve ilmî toplantılara katılan Roger Garaudy’in ruhundaki fırtınalar dinmedi. Seneler önce tutuklu bulunduğu sırada, kurşuna dizileceği esnâda Cezâyirli Müslüman askerin; “Bir Müslüman savaşçı için, silahsız birine ateş etmek şerefsizliktir!” diyerek komutanın “Ateş!” emrine uymaması Roger Garaudy’i İslâmiyetle ilgili araştırmaya sevk etti. Senelerce yaptığı araştırma, inceleme ve karşılaştırmadan sonra 8 Nisan 1983 günü Libya’nın Bingâzi Karyünes Üniversitesinin konferans salonunda İslâmiyeti kabul ettiğini açıkladı. Hıristiyan ve komünist dünyâsında şok tesirine sebeb olan Roger Garaudy’in Müslüman oluşu haberi Batının sanat, edebiyat ve siyâset çevrelerinde bomba gibi patladı. Haber ajanslarının telekslerinde dünyâya ulaşan bu haberle Kremlin müthiş sarsıldı. Çünkü Garaudy uzun zaman Fransa’daki komünistlerin en büyük akıl hocası olarak tanınan bir bilim adamıydı.
Roger Garaudy İslâm dînini seçmekle şereflendiğini şu sözleriyle dünyâya îlân etti:
“İslâm, çağları arkasından sürükleyen bir dindir. Diğer dinler ise, çağların arkasında sürüklendi. Yâni, İslâm dışındaki bütün dinler zamana uyduruldu. Reforma tâbi tutuldu. Mukaddes kitaplar zamana göre tahrif edildi, değiştirildi. Kur’ân-ı kerîm ise indirildiği günden beri her zamana hükmetti. O, zamanı değil, zaman onu izledi. Zaman yaşlandıkça o gençleşti. Bu, çağlar üstü bir olaydır. Bugüne kadar bunca savaşların bıraktığı korkunç, sosyal, siyâsî ve ekonomik sarsıntılardan daha büyük bir olaydır. İslâm materyalizme de pozitivistlerin görüşüne de ekzistansiyalistlere de hâkimdir. Fakat bunlardan hiçbiri, İslâma hâkim değildir.
İslâmın büyük Peygamberi; «Yarın ölecekmiş gibi âhirete, hiç ölmeyecekmiş gibi, dünyâya çalışın!» derken, her şeyi anlatmıştır. İslâm hem maddeye, hem de mânâya hükmetmiştir. Öyle ise, bunların ikisi birbirinden koparılamaz. Nasıl koparılabilir ki, İslâm: «İlim Çin’de de olsa gidip bulunuz.» «İlim ve fen müminin kaybolmuş malıdır, ara ve bul.» diyor. İlmin ve çalışmanın burada sınırı yoktur. İslâm, dünyâyı sarsan bu iki olaya sınır koymadığına göre, dünyâyı sarsmıştır.
İslâm dînine göre, insan hayâtının anlamı yüce Allah’a îmândır. İslâm toplumu, îmân esasları üzerine kuruludur. Komünizm ve kapitalizmin insanlara huzur vermediğini bizzat yaşayarak öğrendim. Bir arayış sonrası İslâmiyetle şereflendim ve şimdi çok mutluyum. İslâmiyetin kendinden önceki vahiyleri ve peygamberleri kabul eden cihanşumûllüğünü gördüm. Müslüman olmaya karar verdim. Medîne’de hazret-i Muhammed’in meydana getirdiği toplum, ne kan üzerine kuruldu ne de tarım toplumlarında olduğu gibi toprağa dayalı veya Yunan sitelerindeki gibi pazara dayalı toplum kesimine kuruldu. Sâdece bir îmân sevgi toplumu meydana getirdi ve netice îtibâriyle herkese açık bir toplum meydana getirdi. Allahü teâlâyı her şeyden üstün kabul etmezsek, insanı bu şekilde, yâni kul olarak değerlendiremezsek bir yere varamayız. İşin esas püf noktası da burada. Hayâtın anlamı da, çok şükür benim de kavuştuğum îmânlı olmaktır. Bize bugün yeni dünyâ düzeni adı altında empoze edilmek istenen fikir, sömürgeciliğin meydana getirdiği şiddet, haksızlık ve adâletsizlikler düzeninin devamıdır. Hani İnsan Hakları Beyannâmesi, hani eşitlik, hani adâlet? Batının ortaya koyduğu demokrasi, mal, mülk sâhipleri için vardır. Zenginler için vardır. Siyahlara karşı beyazların, kölelere karşı efendilerin demokrasisi vardır.
İslâm insanı, mahlûkların efdâli ve en şereflisi olarak bildirirken, onun sömürülemeyeceğini anlatmıştır. İsrâfı, gösterişi ve lüksü yasaklayan; kazancı alın terindeki damlacıklarda arayan; biriken sermâyeyi fakire ölçülü ve ahlâk hükümleri içinde aktaran; fâizi, tembelliğe sebeb olduğu için yasaklayan ve gayrimeşrû serveti böylece imhâ eden bir sistemler manzûmesidir. İslâm, halîfe ile kölenin aynı hakka sâhib olmasını mecbur kılmıştır. Deve olayı vardır ki, bu kralların kılıçlarından daha keskin bir hâdisedir: Hazret-i Ömer ile kölesi bir şehirden bir şehre giderken deveye sıra ile binerler. Zaman zaman, devenin yularını halîfe çeker, zaman zaman da köle... İşte adâlet ve hukukta İslâmın devrimidir bu.
Marksizm ile kapitalizmin ikisi de, insanı sömüren sistemlerdir. İslâm bunlara karşı, insana prestijini iâde eden bir semâvî dindir.”
Alm. West, Fr. Decident, ovest, İng. West. Bir şeyin sınırı ve kenarı; bittiği, kaybolduğu yer mânâsına gelen Arapça kelime. Güneşin battığı yön anlamında kullanılır. Güneşin battığı yer anlamında da bu kelimeden türemiş olan “magrib” kelimesi kullanılır. Bu iki kelime “şark” ve “meşrik” kelimelerinin zıddıdır.
Önceleri Meke ve Medine şehirlerinin batısında kalan kuzeydoğu Afrika ülkeleri için kullanılırdı. İslâm memleketleri genişledikçe “garb” ve “magrib” kelimelerinin muhtevâsı da genişledi. Irak, Filistin ve Mısır’ın fethinden sonra, Mısır’ın batısında kalan memleketlere Magrib denildi ki, bugün hâlâ bu yerler Magrib diye zikredilmektedir. Osmanlı İmparatorluğunun son zamanlarında “garb” gelimesi, sâdece “Avrupa” için kullanıldı.
Osmanlı Devletinin Kuzey Afrika’daki üç eyâleti; Tunus, Cezâyir ve Trablusgarb’a verilen ortak ad. Bunların muhtar bir idâreleri vardı.
On altıncı yüzyılda Kuzey Afrika kıyılarında, batıdan Portekizlilerle İspanyolların, doğuda da Osmanlıların katıldıkları büyük bir nüfuz mücâdelesi vardı. Türkler ilk defâ olarak 1516’da Oruç Reis komutasında, İspanyollara karşı üstünlük kurarak Cezâyir’e ayak bastılar. Cezâyir bir aralık Tunus beyinin eline geçmiş ise de, 1525’te Hızır (Barbaros) tarafından geri alınmıştı. Akdeniz’i İspanyol gemilerine dar eden Hızır Reis, 1533’te Kânûnî Sultan Süleymân Hanın dâveti üzerine İstanbul’a gelerek Osmanlı Devletinin hizmetine girdi. Büyük Türk denizcisi, Cezâyir beylerbeyi hil’atini giyerek kaptan-ı deryâ ünvânını aldı. Aynı yıl İstanbul tersânelerinde Barbaros Hayreddîn Paşaya verilmek üzere 61 parça gemi inşâ edildi. Böylece daha da güçlenen Barbaros, 1551’de Trablusgarb’ı, 1574’te de Tunus’u ele geçirerek Osmanlı hâkimiyeti altına aldı.
Osmanlı Devletine katılan diğer yerlerde olduğu gibi, bu üç Afrika ülkesinde de başlangıçta klâsik eyâlet teşkilâtı kurularak, sâlyâneli birer beylerbeylik hâlinde doğrudan doğruya merkeze bağlanmışlardı. Sâlyâne yâni yıllıkla idâre olunan eyâlet ve sancakların bütün vâridâtı kendi hazîne yetkilileri tarafından tahsîl olunup, beylerbeyi ile sancakbeylerine ve kul (maaşlı asker) sınıfına hâsıl olan vâridâttan maaş verilir ve fazlası hazîneye gönderilirdi.
Cezayir Ocağı
Barbaros Hayreddîn Paşanın Osmanlı Devleti hizmetine girmesiyle idâresinde bulunan Cezayir, beylerbeylik olarak kendisine verilmişti. Şehrin muhâfazası için de İstanbul’dan 2000 kadar yeniçeri gönderilerek Cezayir Ocağının temeli atıldı (1533). Bu miktar daha sonra 20.000’e kadar yükseltildi.
Bu kuvvetler Cezayir’de Kasriyye denilen yedi kışlada bulunurlardı. Teşkilâtları yeniçerilerin bölük teşkilâtının aynı olup, bütün zâbitlerinin üstünde en büyük zâbit olarak yeniçeri ağası vardı. Cezayir Ocağında yeniçerilerden başka Türklerden müteşekkil süvâri bölükleri ile yerlilerden kurulu Mahazin adında başka bir atlı kuvveti de bulunuyordu. Cezâyir’de biri beylerbeyine ve diğeri yeniçeri ağasına âit olmak üzere Paşa ve Ağa dîvânları vardı. Kerrase denilen Paşa Dîvânı; hazînedâr (defterdâr), vekilharc (gümrük emîni), emîr-i âhûr, beytülmâlci, azab ağası, kâdı ve yeniçeri ağasından müteşekkildi. Paşa Dîvânı eyâlet işlerine ve Ağa Dîvânı da yeniçeri ocağı işlerine bakarlardı. Ancak Ağa Dîvânı 1618’den îtibâren hükûmet yâni beylerbeyine âit işlere karışmaya başlayınca, vâlilerin nüfûzu kırıldı. Çok kısa süren bu durumdan sonra reislerin 1671’deki tekrar iktidârı almaları ile “dayılık devri” başladı.
İlk dayılar denizciler tarafından seçildiği hâlde, bir süre sonra yeniden kuvvet kazanan ocaklılar, seçimi kendileri yapmaya başladılar. Cezayir’de 18. yüzyılda vâlilerin hiçbir hüküm ve nüfûzları kalmadı. Dayının bir meclis tarafından seçilmesi usûlden ise de çok defâ buna uyulmazdı. Dayının, vâli ve kendisini seçen meclisle iş görmesi îcâb ederken, dayılar mevkilerini sağlamlaştırdıktan sonra kâideye riâyet etmez oldular. Bu bölünme ve merkeze riâyetsizlik 17. yüzyılda Cezayir Ocağının donanmasının güçten düşmesine sebebiyet verdi.
Nitekim 18. asrın ilk yarısında Cezâyir donanması yirmi kadar gemiye sâhipti ve bu devirde evvelce yirmi bin olan Cezayir yeniçerileri de beş bin hattâ iki bine kadar düştü. Bu durum, Cezayir’in 1830 yılında Fransızlar tarafından işgâl edilmesine kadar sürdü. Son dönemde artık beylerbeylik makâmı tamâmen kalkmış, ülke üzerindeki Osmanlı hâkimiyeti yeni seçilen dayıya hil’at ve fermân göndererek onun memuriyetini tasdik etmekten ibâret kalmıştı. Böylece hukûken Osmanlı topraklarından sayılan ve Osmanlı Devletinin Akdeniz’de giriştiği deniz savaşlarına katılan Cezayir’in dayıları, zaman zaman bağımsız bir devlet başkanı gibi hareket etmek, hattâ dış devletlerle ayrı ayrı antlaşmalar imzâlamak imkânı bulmuşlardı
Tunus Ocağı
Tunus 1534’te Barbaros Hayreddîn Paşa tarafından Benî Hafs Hânedânının elinden alınarak Osmanlı ülkesine katıldı. Başlangıçta Cezâyir beylerbeyliğine bağlı olarak idâre edilen Tunus, 1573 yılında doğrudan doğruya beylerbeylik yapıldı ve idâresi Haydar Paşaya verildi.
İnebahtı bozgununu müteâkib Tunus, Haçlı donanması komutanı Prens Donjuvan tarafından 1573’te işgâl edildi. Ancak Yemen fâtihi meşhur Sinân Paşa ertesi sene donanma ile gelerek Tunus’u geri aldı ve şehrin muhâfazası için de dört bin yeniçeri bıraktı. Tunus’un tekrar zaptından sonra daha güneyde ve sâhile yakın olan Kayrevan Hâkimi Şeyh Abdüssamed, 1586’da Osmanlı Devletine itâat ederek, kaleyi ve elindeki bütün toprakları Tunus beylerbeyine teslim etti.
Tunus’ta beylerbeylik dönemi 1594’te yeniçerilerin ayaklanarak kendi bölükbaşılarından birini üç yıl için dayı seçmeleri sonucu son buldu. Başlangıçta seçimle işbaşına gelen dayılar, bir müddet sonra Osmanlı hükûmetinin denizcilerden birini verâset yoluyla dayı atamaya başlamasıyla babadan oğula geçer bir duruma geldi.
On yedinci asırda Tunus’un idâresi görünüşte beylerbeyi emrinde ise de, Emîr-ül-Evtandenilen Vatan Sancakbeyinin, yâni üç kişinin elindeydi. Bu üçlü kuvvetin nüfûz mücâdelesi Tunus’un idârî ve iktisâdî gücüne önemli ölçüde darbe vurdu. Osmanlı pâdişâhları bunlara devamlı nasîhat yollu fermanlar göndermiş ise de bunlara uyan çıkmamıştı. 1705 yılında Hüseyin bin Ali dayılık yönetimine son vererek idâreyi tek elde topladı. Bu yeni durum Hüseynî Sülâlesinin idâre dönemi olarak Tunus’un 1881 yılında Fransız istilâsına kadar sürdü.
Trablusgarb Ocağı
Rodos 1522’de Osmanlılar tarafından fethedilince, kalede bulunan Sen Jan şövalyeleri buradan çıkarak Trablusgarb’a yerleşmişler ve burasını kendilerine üs yapmışlardı. 1551 yılında kaptan-ı deryâ Sinan Paşa ile Turgut Reis’in Trablusgarb’ı fethetmesine kadar sürdü.
Trablusgarb fethedildikten sonra, eyâlet olarak, Turgut Reis (Paşa) idâresine verildi. Turgut Paşa Malta muhâsarasında şehid düşünce, bir aralık Cezayir’e bağlanan Trablusgarb, sonra tekrar ayrıldı. Ancak 1609’da dayılık usûlünün, diğer ocaklarda olduğu gibi, Trablusgarb’da da kabûlü, beylerbeylik sisteminin eski otoritesinin kaybına sebeb oldu. 1711 yılında Karamanlı Ahmed Bey, hem dayı hem de paşa olarak, Trablusgarb’ın idâresini eline geçirince, bölgede Karamanlı Sülâlesinin hâkimiyet devri başladı ve 1835’e kadar devâm etti. Bu esnâda bir beyin ölümünden sonra yenisi, ulemânın ve halkının tasvibi de alınmak sûretiyle, askerler tarafından seçiliyor ve seçimin Osmanlı pâdişâhı tarafından tasdik edilmesi gerekiyordu. On dokuzuncu yüzyıl başlarında âile arasında beylik çatışmaları kanlı bir safhaya girdiğinden, Osmanlı hükûmeti 1835 yılında müdâhalede bulunarak, Trablusgarb’ı tekrar, bir eyâlet olarak merkeze bağladı. Böylece kuvvetli bir idâreye kavuşan Trablusgarb’ın elden çıkması, Cezayir ve Tunus kadar kolay olmadı. Ancak Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın 1908’de tahttan indirilmesinden sonra, Osmanlı Devletinin içine düştüğü bunalımlı devreden istifâde ile İtalyanlar kaleyi işgâl ettiler (1912).
Garb Ocaklarının, 1580 yılına kadar bir mal defterdârı bulunuyordu. Cezayir’in uzaklığı sebebiyle bu târihten sonra oraya ayrı bir defterdâr tâyin olunmuştu. Garb Ocakları yıllıklı (sâlyâneli) eyâletlerden oldukları için her beylerbeylik masrafları çıktıktan sonra devlet hazînesine yirmi beş bin altın gönderiyordu.
Garb Ocaklarının her birinin donanma kuvveti mevcuttu. Bu üç eyâletten, en kuvvetli donanmaya sâhib olan Cezayir eyâletiydi. Bunların geçimleri korsanlık ve muhârebeye dayandığından mükemmel donanmaları vardı. Cezayir donanmasının faâliyeti yalnız Akdeniz’e münhasır değildi. Bunlar, Cebelitârık (Sebte Boğazını) aşarak Kanarya Adaları, İngiltere, İrlanda, Flemenk, Danimarka ve hattâ İzlanda Adasına kadar donanma akınlarını uzatmışlardı. Büyük Britanya Adası civârındaki Lundy Adasını zaptederek bir müddet oturan Cezâyirliler, daha sonra adayı İngiliz korsanlarına yüklü bir para mukâbilinde satmışlardı.
Garb Ocakları donanmaları Osmanlıların bütün Akdeniz muhârebelerinde Osmanlı donanmasıyla birlikte bulunmuşlardır. Lüzûmu hâlinde bu üç ocağa ilkbaharda donanmaya katılmaları için pâdişâh tarafından ferman gönderilir, onlar da gemi reisi olan ve dayı denilen başbuğları ve çeşitli kadırga ve kalyonlarıyla sefere katılırlardı.
Garb Ocakları iki-üç senede bir pâdişâha hediyeler takdim ederler, buna mukâbil tersâneden gemi levâzımı, top, barut ve hattâ gemi tedârik ederlerdi. Bunların İstanbul’daki bütün işleri kaptanpaşa vâsıtasıyla görülürdü.
On yedinci yüzyıldan îtibâren yöneticilerinin çoğu ecnebî devletlerle antlaşmalar yapar ve mektuplaşırlardı.
Alm. Entreissen, usurpation, Fr. Usurpation, İng. Usurpation. Başkasının malını ondan izinsiz zorla almak. Alan kimseye gâsıb, alınan şeye de magsûb denir. Gasb, haksız kazanç yollarından biridir ve dînen haramdır (günahtır).
İslâm hukûkunda bildirildiğine göre, başkasının malına, mülküne bile bile tecâvüz eden kimse zulmetmiş sayılır. Gâsıb, cemiyette başkasının mal hürriyetine zarar vermesi sebebiyle cezâ olarak hâkim tarafından ta’zir edilir. Bunun derecesi ve miktârı hâkimin takdîrine bağlıdır.
Gasb olarak alınmış bir şey, mevcut ise geri vermek, aynını vermek imkânı yoksa bedelini sâhibine ödemek lâzımdır. Bir kimse açlıktan ölmek derecesine gelmişse, sonradan bedelini ödemek kaydıyla başkasının malını izni olmaksızın yemesi câiz görülmüştür.
Gasb etmekle mülkiyet hakkı, yâni o mala sâhib olma hakkı meydana gelmez. Bir malı zorla alandan gasb eden kimse de, günâh ve suç bakımından gâsıb hükmünde kabul edilmiştir.
Gasb ile ilgili âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyrulmuştur:
Ey îmân edenler! Mallarınızı, aranızda (gasb gibi) bâtıl sebeplerle yemeyin. Ancak birbirinizden hoşnûd olarak ticâret yolu ile almak başka. (Nisâ sûresi: 29)
Peygamber efendimiz de hadîs-i şerîfte, şöyle buyurmuştur:
Müslümanların malı ancak kendi gönül hoşnûdluğu ile helâl olur, başka türlü helâl olmaz.
Müslümana sövmek fısktır (günahtır). Onu öldürmeyi câiz görmek küfürdür. Malının hürmeti de canının hürmeti gibidir. Müslümanın malı tıpkı kanı gibi haramdır.
Gazeteci, yazar. 1851 senesinde Kırım Bahçesaray’ın Gaspıra köyünde doğdu. İlk tahsîlini Bahçesaray’da; ortaokulu, Akmescid’teki Rus ortaokulunda ve daha sonra Veronej’deki Rus askerî okuluna devâm etti. Bu okuldan Moskova askerî okuluna nakledildi. Buradaki Panislavizme tepki duyarak Türkçülük fikrine yöneldi. Okuldan da ayrıldı. Bir sene Bahçesaray ve Yalta’da öğretmenlik yaptı. 1872’de Paris’e gitti. 1874’te İstanbul’a geldi. Subay olmak istedi. Bu mümkün olmayınca, 1875’te tekrar Kırım’a döndü.
Kırım’da yazı hayâtına başladı. 1878’de Bahçesaray Belediye Reisliğine seçildi. 1879’da gazete çıkarma teşebbüsünde bulundu. Bu teşebbüsüne Rusya hükûmetince izin verilmeyince, Rusya Müslümanları isimli eserini, Akmescit’te Rusça yayınlanan Tavrida Gazetesi’nde tefrika ettirdi. 1881 senesinde Tonguçisimli bir dergi çıkardı. İki yıl sonra Tercümân-ı Ahvâl-i Zaman Gazetesi’ni (1883-1918) neşretti. Bu gazete, İsmâil Beyin fikrî ve siyâsî görüşünün ağırlık yönü olan, dil birliği dâvâsını savunuyordu.
Eğitim meseleleriyle de ilgilenen İsmâil Bey, Rusya’daki Türklerin kolay okuyup yazmalarını sağlamak için “usûl-i cedîd” denilen bir usûl geliştirdi. Bu arada Türkistan’a, Mısır’a, Hindistan’a giderek buralardaki Müslümanları uyandırmaya çalıştı. 1909’da İstanbul’a geldi. Büyük ilgi gördü. İttihatçıların Türkçü kanadınca teklif edilen âyân âzâlığını kabul etmedi. Hayâtının sonuna kadar gazetesinin başında kaldı. Kızı Şefika’nın idâresinde Âlem-i Nisvân’ı (kadın dergisi), 1906’da Kahkaha mîzah dergisini çıkardı. 1914 senesinde vefât etti.
İsmâil Bey, fikrî bakımdan Nâmık Kemâl, Ziyâ Paşa ve Şinâsî’nin fikirlerini benimsemiş; dînî yönden, meşhur reformcu, Mısır mason locası başkanı Cemâleddîn Efgânî’nin tesirinde kalmıştır.
Dilde ve fikirde birlik, İmâil Beyin temel görüşüydü. Rusya Türklerinin, varlıklarını korumaları için, ortak bir yazı diline sâhib olmaları tezini, ortak hareketin ancak bu birlik sağlandıktan sonra gerçekleşebileceği fikrini, hayâtı boyunca savunmuş ve bunun için çalışmıştır.
Eserleri:
Rusya Müslümanları (Rusça, 1881), Mirât-ı Cedîd(1882), Avrupa Medeniyetinde Bir Nazâr-ı Muvâzene(1885), Hâce-i Sıbyân (1893), Atlaslı Cihannümâ (1894), Mekteb ve Usûl-i Cedîd Nedir (1894).
Suriye’de hüküm sürmüş bir Hıristiyan Arap hânedânı. Ma’rib bendinin yıkılması sırasında Yemen’de yaşayan Ezd kabîlesi, buradan ayrılarak Suriye’deki Gassan Gölü çevresine yerleştiler. Zamanla yerleştikleri bölgenin ismini alarak kendilerine Gassânîler denildi.
Hânedânı Suriye’ye götüren Sa’lebe bin Amr’ın oğlu Cafna döneminde Gassânîler, Fenike, Filistin ve Havran bölgelerini hâkimiyetleri altına aldılar. Bu dönemde bölgenin en güçlü kabîlesi Sâlihler ile Romalılara vergi vermek sûretiyle iktidârlarını devâm ettirdiler.
Hâris bin Cabale döneminde (529-569) Sâlihleri yenerek nüfûzları altına alan Gassânîler bu defâ da İran’la komşu oldular. İbn-i Cabale, kendilerini İran’a karşı desteklemesi şartıyla Bizans İmparatorluğuna bağlandı. Koyu bir Hıristiyan olan İbn-i Cabale’yi İmparator İustinianos, Patricius ünvanı ile Suriye bölgesindeki bütün Arap kabîlelerinin reisliğine getirdi.
Cabale’nin ölümü ile yerine geçen oğlu Münzir döneminde Gassânîler zaman zaman İran’a ve zaman zaman da Bizanslılara bağlı kaldılar. 580 yılında Münzir’in İran’la anlaşma yapması üzerine Bizanslılar Anadolu Vâlisi Magnus idâresinde büyük bir orduyu Suriye bölgesine gönderdiler. Yakalanan Münzir ve oğulları İstanbul’a getirildi. Bundan sonra Suriye bölgesi büyük karışıklıklar ve mücâdeleler içerisine düştü. Son Gassânî hükümdârı Cabale bin Eyham, Bizans ordusunun safında olarak Yermük’te halîfe hazret-i Ömer’in ordusuna karşı savaştı. Bu savaşta Hâlid bin Velîd komutasındaki İslâm ordusu, üstün Bizans ordularını büyük bir bozguna uğrattı (635). Bu zafer sonunda bütün Suriye bölgesi Müslümanların eline geçti ve Gassânî Hânedânı son buldu.
Alm. Gastritis (f), Magen-schleimhautent-zündung (f), -katarrh (m), Fr.Gastrite (f), İng. Gastritis. Mîdenin iltihaplarına verilen genel isim. Gastritler, had veya müzmin olabilir. Çabuk gelişen gastritlere had (akut), uzun zamandan beri mevcut bulunanlara da müzmin gastrit denilir. Yakıcı maddeler ve ışınlar sebebiyle meydana gelen had gastritler dışındakilerin, müzminleşmeyeceği kabul edilir.
Had gastritler: Âni olarak teşekkül eden ve çabuk iyileşen gastritlerdir. Belirtileri kısa sürede ortaya çıkar. Sebebi meydana getiren faktör mevcut oldukça, gastrit de devâm eder. Belirtileri arasında mîde ağrısı, mîdede dolgunluk hissi, iştahsızlık, bulantı, kusma veya ağızdan kan gelmesi olabilir. Had gastritin sebepleri arasında alkol, aspirin ve benzeri maddeler, dijital cinsi kalp kuvvetlendirici ilâçlar, iyod, kafein, demir tuzları, baharat, röntgen ışınları, asit ve alkaliler, çok sıcak yemek, aşırı ve sıcak çay, heyecan stresleri ve gıda zehirlenmeleri bulunur. Teşhisi; ancak gastroskopi (özel bir boru sistemi ile mîdenin gözlenmesi) ve biopsi (aynı sistemle mîdeden parça alınması) ile konur. Bunun dışında konan teşhis îtibârî ve ihtimâlîdir. Kanamalı vak’alarda mîde buzlu suyla yıkanır, asit ifrazatını önleyici ilaçlar, asit gidericiler kullanılır.
Gastrit için soğuk su iyi gelir. Azar azar sık sık içilir. Karbonatlı su karıştırılmış süt içilir. Bir kaç gün sonra azar azar yiyecekler verilir. Her türlü sebze, kahve, çay, baharatlı şeyler, alkolün herçeşidi ve aspirin yasaktır.
Müzmin gastritler: Mîdenin büyük bir kısmını ilgilendiren uzun süreli iltihaplardır. Kadınlarda erkeklerden daha çok görülür. Sebeb olarak bâzı hususlar ileri sürülmekte ise de, hiçbiri kat’î olarak gösterilememiştir. Alkol alımı, sıcak çay, baharat, acı biber, tütün, guatr, allerji, ışınlar, demir eksikliği bunlardan en önemlileridir. Uzun zaman ciddi belirti vermez. Bâzan yemeklerden sonra dolgunluk ve ağrı görülür. İştahsızlık, kilo kaybı, kusma ve kanama da görülür. Atrofik gastrit denilen müzmin mîde iltihabı, kanser öncüsü olması bakımından önemlidir. Tedâvîsi pek özellik göstermez. Kansızlık ortaya çıkması hâlinde bunun tedâvisi yapılmalıdır. Teşhis, kesin olarak ancak endoskopik biyopsiyle konulabilir.
Alm. Gastroenteritis, Magen-Darm-Entzündung (f), Fr. Gastro-enterite (f), İng. Gastroenteritis. Mîde ve barsağın iltihaplarına verilen genel isim. Gastroenterite sebeb olan birçok âmil bulunmasına rağmen, besin zehirlenmeleri şeklinde görülmesi daha sıktır. Sebepleri arasında alkolizm, sıtma, had karaciğer iltihabı, bâzı yiyeceklere karşı hazım sistemi mukozasının aşırı hassas olması sayılabilir. Bâzı virüsler de gastroenterit tablosu ortaya çıkarabilir. Kimyâsal maddelerden arsenik ve böcek zehirleri de sık olarak gastroenterit yaparlar. Besin zehirlenmelerinde en çok görülen mikroplar “stafilokok”, “salmonella” ve “clostridium” cinsi bakterilerdir.
Karında bir rahatsızlık ve sıkıntı hissiyle başlayan gastroenteritte genellikle olaylar hızlı gelişir ve bulantı, kusma, ishal, karında kramplar, ateş yükselmesi tâkip eder. Kusma ve ishallerin şiddetli olması hâlinde kaybedilen su, vücudu şoka götürebilir. Ayrıca bâzı ağır vakalarda kusmuk ve dışkıda kan görülebilir.
Gastroenteritlerin bir çoğunda kusma ve ishâl 2-4 günde sona erer ve hastada iyilik hâli geri döner. Salmonella cinsi bakterilerden dolayı olanlarda belirtiler aylarca sürebilir.
Hafif seyreden vak’alar evde istirahat ve basit tedbirler ile geçiştirilebilir. İlk saatlerde sâdece bol su içmeli ve hiçbir şey yemeyerek sindirim sisteminin toparlanıp kendisine gelmesine yardım etmelidir. İshali önleyici basit bir ilâç alınabilir. Belirtilerde kısa sürede bir düzelme görülürse bisküvi, reçel, sulu çorbalar gibi muharriş olmayan (tahriş etmeyen) yiyecekler verilebilir. Çay, meyve suyu, kahve ve benzeri maddeler belirtileri yeniden uyandırabilir.
Şiddetli karın ağrısıyla berâber dışkılamada kan olması, genel durumun bozulması ve kimyâsal veya bitkisel bir zehirin alındığı bilinen durumlarda, en kısa zamanda bir hekime başvurmalıdır. Gereksiz yere ve şuursuz antibiyotik almak faydasız, hattâ çok kere zararlı olmaktadır.
Alm. Gastroenterologie (f), Fr. Gastro-enterologie (f), İng. Gastroenterology. Tıbbın dâhiliye bölümünün, hazım sistemi, karaciğer, safra yolları ve pankreas hastalıkları ile bunların endoskopik (gastroskopi, duodenoskopi, rektosigmoidoskopi, kolonoskopi, peritoneoskopi gibi) tedkik ve tedâvileriyle uğraşan kısmı. Bu işi kendisine meslek edinmiş, yâni gastroenteroloji ihtisasını yapmış olan hekimlere de “gastroenterolog” denir. Gastroenterolog olan hekimin dört senelik dâhiliye ihtisasından sonra, iki senelik gastroenteroloji ihtisası yapması gerekir.
(Bkz. Endoskopi)
Hindistan Yarımadasının doğu ve batı kıyısında uzanan sıradağlar. Batı Gatlar, ortada bulunan Dekkan Yaylasını Umman Denizinden, Doğu Gatlar ise Bengal Körfezinden ayırır.
1600 km boyunca uzanan Batı Gatların en yüksek noktası, Anai Mudi Tepesi, 2695 metredir. Hint Okyanusu musonlarına karşı gelen bu dağlar, yaz mevsimi boyunca bol yağış alır. Bu sebeple bu dağlara Hindistan’ın “su hazînesi” denmektedir. Dağlar sık ve gür ormanlarla kaplıdır.
Yine kuzeyden güneye uzanan Doğu Gatlar, güneyde Nilgiri Tepelerinde Batı Gatlarla birleşirler. Çoğunlukla fazla yüksek olmayan dağ kütleleri, bâzan 1500 m yüksekliğe yaklaşırlar. Muson yağmurlarından fazla istifâde edemeyen Doğu Gatlar nisbeten daha kurak ve bitki örtüsü bakımından daha cılızdır.
(Bkz. Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Anlaşması)
1777-1855 yılları arasında yaşayan Alman matematikçisi. Arşimet ve Newton ile mukayese edilebilecek ölçüde bilime katkıda bulunmuştur. Modern matematiğin kurucusu olarak görülür. Astronomi ve fizikteki buluşları, matematiktekinden az değildir. Eserlerinin değeri, ölümünden sonra açıklanmasına rağmen ancak 20. yüzyılda anlaşılabildi. Hayattayken 155 eser verdi.
Rivâyetlere göre zihninden çok hızlı hesap yapardı. Bu sebepten ilkokulda öğretmenini etkilemişti. Eski lisanlar ve matematikte bilgi sâhibiydi. Gauss bütün temel matematik buluşlarını 14-17 yaşları arasında tasavvur etmişti. 1792’de geometrinin temelleriyle ve Euclid dışı geometrilerle ilgilenmiştir. Daha sonra sayılar teorisiyle uğraşmış, asal sayıları verecek bir kâide bulmaya çalışmıştır. 1794’te Newton’un Principia adlı eserini okuyan Gauss, aynı yıl en küçük kareler metodunu keşfetti.
1795-1798 yılları arasında Göttingen Üniversitesinde okudu. 1801’de Aritmetik Münâkaşaları isimli kitabını yayınladı. xP=1 denkleminin köklerini ararken, 17 kenarlı çokgenin pergel ve cetvelle çizilebileceğini gösterdi. Eliptik fonksiyonları ve lineer diferansiyel denklemleri ilk defâ kendisi kullanmasına rağmen yayınlamadığı için çok sonra başkaları tarafından tekrar keşfedilerek açıklandı. Daha sonra ilgisini astronomi çekti. Bu sıralarda yeni keşfedilen gök cismi Ceres’in yörüngesinin, üç gözlem sonucu belirlenebileceğini ortaya koydu. Hayatının daha sonraki bölümünü astronomi ile uğraşmakla geçirdi. 1807’de Göttingen Üniversitesi Rasathânesine direktör ve matematik profesörü olarak tâyin edildi. 1816’da teorik astronomi çalışmalarına son vererek, küresel ve gözlemsel astronomi ile meşgul oldu.
1812’de hipergeometrik serileri inceleyen ilk önemli eserini neşretti. Kendisi topoloji üzerine ilk araştırmayı yaptı ve kristalognafi, optik, biyostatistik ve mekanik dallarına katkılarda bulundu. Birleşik kaplar ve sıvıların denge durumlarını inceledi.
1818’de yer ölçmesiyle uğraşmış böylece yüzeyler teorisinde önemli çalışmalar yapmaya yönelmiştir. Ortaya koyduğu en küçük kareler metodunu yeryüzünün şeklini bulmakta başarılı bir şekilde kullandı.
1831’den sonra Wilhelm Weber ile elektrik ve manyetizma üzerine çalıştı ve berâberce 1833’te elektromanyetik telgrafı gerçekleştirdiler. Ölümünden sonra şahsî ve ilmî yazıları bulundu. Sık sık din ve felsefe üzerine kafa yormuş, ancak bu konularda hiçbir yazı yazmadığı gibi cemiyette de konuşmaya çekinmiştir. Kütüphânesinde 11.424 parça eser mevcuttu. Hayâtının son yıllarında çeşitli cemiyet ve devletlerden takdir görmüştür. Fakat bütün bu çalışmaları ona, gerçek ilim adamının bulacağı ve inanacağı yolu gösterememiştir.
Anadolu’nun muhtelif yerlerindeki dağlara verilen isim. En önemlileri Adana Gâvur Dağı ve Erzurum Gâvur Dağı’dır. Adana Gâvur Dağı, Maraş’ın güneydoğusundan, Ceyhan Irmağı boyunca uzanır. Adana-Maraş yolu bu dağları Gâvur Dağı Geçidiyle aşar. Ayrıca bu bölgede Bahçe demiryolunun geçtiği Gâvur Dağı Tüneli bulunmaktadır. En yüksek tepesi 2259 metredir. Bu dağların güneyinde ve devamında Antakya’nın güneybatısında Asi Nehrinin denize döküldüğü yere kadar uzanan dağlar ise Amanos Dağlarıdır.
Erzurum Gâvur Dağı ise Erzurum Ovasının kuzeyindedir. Fırat Nehri bu bölgeden doğar. Dumludağı olarak da bilinen bu dağın en yüksek tepesi Dumludağ 3236 metredir.
Hacimlerin birleştirilmesi kânununu bulan Fransız kimyâcısı. Buluşu, atomların ve moleküllerin birbirinden ayrılmasını ve özelliklerini ortaya koydu. 1778 yılında doğdu. Normal örğreniminin sonunda C.L. Berthollet’nin asistanlığına girdi. Sonradan Sorbon Üniversitesi Politeknik Okulunda ve Jardin des Plantes’ta kimyâ profesörlüklerinde bulundu. Pekçok endüstriyel problemler üzerinde çalıştı ve 1804’te balonla ilmî araştırmalar yaptı.
Gazlar üzerindeki çalışmaları, gazların sâbit hacim oranlarında birleştiklerini ve ısıtıldıklarında hacimce genişlediklerini ortaya koydu. Bu sonuçlar daha önce Jacques A.Charles tarafından da ortaya konulmuştu. İyod gazını izole etti ve prussik asit üzerindeki çalışmalarında organik radikaller kavramını ortaya attı. Bu çalışmaları sonraki kimyâ teorilerine büyük katkıda bulundu. 1806’da Fransız Akademisine seçildi. Uzun yıllar ilmî çalışmalarına devâm etti. 1850 yılında öldü.
Alm. Dudelsack (m), Fr. Cornemuse, musette (f), İng. Bagpipe. Dünyânın en eski müzik âletlerinden birisi. Hitit oymalarından bu âletin M.Ö. 1000 senesinden evvel de kullanıldığı anlaşılmıştır. Avrupa’ya muhtemelen M.S. 1. asırda girmiş ve Roma ordusunda kullanılmış ve ortaçağda Avrupa’nın her yerinde yaygın hâle gelmiştir. Shakespeare, Milton, Spencer gibi edebiyatçılar bile bu âletten bahsetmişlerdir. Fransa’da gaydanın musette olarak bilinen tipi Kral Ondördüncü Louis zamânında bir hayli yaygın kullanıldı. Hattâ bir zaman için orkestra ve operalara giren gayda, klasik bestekârların ilgisini çok az çekmiştir.
Gayda 15. asrın ilk yarısında İngiltere’de çok sevilen bir müzik âleti hâlindeydi. Bu âlet, İngiltere’den çok daha sonra tanınmasına rağmen, İskoçya’nın, Pakistan’ın halk müziklerinin sembolü hâline gelmiştir. Şu anda dünyâca meşhur olan çeşidi Highlana gaydasıdır. Bu tip gaydada ağıza konulan kısım ile esas sesin çıktığı kavala benzer kısım arasında hava dolu torba bulunur.
Alm. Nicht mohammedaner (m), Fr. Non-musulman (m), İng. Non-Muslim. Müslüman olmayan kimse. Allahü teâlânın insanları İslâm dînine dâvet etmesi için gönderdiği son peygamber Muhammed aleyhisselâmın getirdiklerine inanıp, teslim olan ve yasak ettiklerinden sakınan kimselere “Müslim” veya “Müslüman”denir.
İslâm hukûkuna göre, Müslümanların dışındaki insanlar 3 sınıfa ayrılır:
1. Zımmî: İslâm ülkesinde, kendi dînî inanç ve ibâdetlerini yaparak serbestçe ve huzur içinde yaşamak isteyen ve bunun için de “cizye” denilen vergiyi ödemeyi kabul eden gayri müslime (gayr-i müslime) denir. Ehl-i kitap olan Hıristiyan ve Yahûdîler ile, dinlerinin asılları bu iki dîne benzeyen Mecûsîlerden cizye alınıp zımmî vatandaş kabul edilir. Zımmî olan gayri müslim vatandaşların mallarına ve canlarına, nâmuslarına zarar vermek yasak olup, büyük günahtır. Zımmîliği kabul eden gayri müslimlerin, İslâm şehirlerinde oturmalarına, pazarlarda her türlü ticâretle meşgûl olmalarına müsâade edilir. Ancak domuz, şarap ve içki alım satımları yasaklanırdı.
Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Her kim bir zımmîye zulmeder veya taşımaktan âciz olduğu yükü yüklerse, o kimsenin hasmıyım.” buyurdu. Hazret-i Ömer de; “Benden sonra yerime gelecek halîfeye, yapılan sözleşmeler ve şartnâmeler gereğince, zımmî haklarının tam olarak verilmesini, can ve mallarının emniyeti uğrunda icâb ederse savaşılmasını, güçlerinin yetmeyeceği yüklerin yüklenmemesini tavsiye ederim.” buyurmuştur. Zımmî olan Hıristiyan ve Yahûdîler, her türlü ibâdetlerini diledikleri gibi yapabilirler. Fakat dinlerinin ibâdetleri dışındaki hususlarda, İslâmiyetin emir ve yasaklarına uymak mecbûriyetinde bulunurlardı.
2. Müste’min: İslâm ülkesine izin ile (pasaportla) giren gayri müslimlere denir. Bunlara da zımmîler gibi muâmele edilir. Canına, malına dokunmak, saldırmak yasaktır. İslâm dînindeki alım satım, kirâ, vekâlet vs. gibi muâmele hükümlerine bunların da uymaları gerekir. Bunlar, bir yıl içinde İslâm ülkesinden ayrılmak mecbûriyetindedir.
3. Harbî: Zımmî olmayı kabul etmeyen ve her an harp hâlinde bulunan gayri müslimlere denir. Harbî olanlarla Müslümanlar arasında hiçbir anlaşma bulunmadığından, onlara karşı yerine getirilmesi lâzım olan bir hukûkî mecbûriyet yoktur.
Fiilî bir harp durumunda olmayan herkese, Müslümanların yumuşak ve güzel huylu davranması İslâmiyetin emirlerindendir. Böyle davranmak, onlara İslâmiyeti tebliğ etmek, duyurmak olur. Bu da Müslümanın, İslâmın emirlerini tebliğ etmek sevabına kavuşmasına sebeb olur. Bir Müslümanın İslâmın vakarını göstermek için, konuşma, davranış, giyim ve kuşamla ve ilmen güçlü olmasıyla örnek teşkil etmesi lâzımdır. Müslüman dâimâ güler yüzlüdür. Kim olursa olsun iyilik edicidir.
GAYRİ SÂFİ MİLLÎ HÂSILA (GSMH)
Alm. Bruttosozialprodukt (BSP), Fr. Produit National brut, İng. Gross National Product (GNP). Millet ekonomisinin bir devre (genellikle bir yıl) zarfında iktisâdî faaliyetlerinin sonucunu, topyekün ifâdeye yarayan bir terim. İktisâdî faaliyet brüt olarak ifâde edilmekte olup, dönem içinde makinalar, techizât ve tesislerde meydana gelen aşınma ve eksilmeler dikkate alınmadan mal ve hizmetlerin toplamı göz önünde bulundurulur. Bahse konu mallar ise fert ve husûsî teşebbüslerle devlet sektörü tarafından meydana getirilmiş istihsal malları, kapital malları ve hizmetleri ifâde etmektedir. Bu mal ve hizmetler, fizikî yapılarıyla değil, o devre zarfında değer buldukları fiyatlarla, yâni para kıymetiyle yekûna dâhil edilirler.
Mal ve hizmetlerin para olarak değerlendirilmesi, nihaî üretim üzerinden yapılması gerekir. Aksi takdirde mükerrer hesaplamalara sebebiyet verilmiş olunur.
GSMH’nın hesap edilmesi:
Bir ekonominin belli bir dönemdeki (bir yıl) gayri sâfi millî hâsılasına (GSMH), özel ve devletin yaptıkları harcamalara (C), gayri sâfi yatırım harcamalarına (I) ve devletin cârî sarfiyâtına (G) denirse “harcamalar cinsinden”:
GSMH = C+I+G formülü ile ifâde etmek mümkündür.
Ekonominin milletlerarası ekonomik münâsebetlerini de dikkate alırsak, ihrâcât ve ithâlât farkını da bu yeküne dâhil etmemiz gerekecektir. İhrâcata (E), ithâlâta (M) dersek, ihrâcât ile ithâlât arasındaki fark kadar tutarın ilâvesiyle:
GSMH=C+I+G+(E-M) şeklinde formüle edilir.
Yukarıdaki kalemlerin müfredâtı şunlardan ibârettir:
1. Özel istihlâk (=Tüketim).......C
a) Dayanıklı mallar,
b) Dayanıksız mallar,
c) Hizmetler.
2. Gayri sâfi yatırım (Devlet sektörü dahil).......I
a) İstihsâl techizâtı,
b) Stoklar (hammadde, yarı mamuller, satışa hazır mallar),
c) İnşâat (mesken).
3. Devlet cârî sarfiyâtı.......G
4. Dış âlem geliri (+ veya - olarak):
Yekün: Gayri sâfi millî hâsılayı vermektedir.
GSMH’dan aşınma ve eksilmeler çıktıktan sonra, kalan tutara sâfi millî hâsıla (SMH) denir.
SMH’dan vâsıtalı vergiler çıkarıldıktan sonra, istihsâl faktörleri sâhiplerinin o yıl hizmetleri karşılığı olarak elde ettikleri gelirin yekününe Millî Gelir (MG) denir. Netice îtibâriyle MG, ekonominin bir devre zarfında meydana getirdiği kıymetlerin nakit olarak bütününü ifâde eder. Devre içindeki transfer ödeme ve gelirleri, MG’ye dâhil edilmezler. MG’nin hesap edilmesinde vâsıtalı vergilerin düşülmesinin sebebi reel üretim ve hizmetlerin tesbit edilmesi içindir.
GSMH’nın diğer bir hesap edilme şekli kazançlar yoluyla olmaktadır: Ücret ve maaşlar+Teşebbüs ve serbest meslek gelirleri + Şirket gelirleri (Dağıtılmış ve dağıtılmamış kârlar) + Kira gelirleri + Net fâizler yekünü; MG’yi meydana getirmekte; buna vasıtalı vergilerin ilâvesiyle SMH elde edilmekte; bu yeküne aşınma ve eskimeler ilâve edilerek GSMH bulunmuş olmaktadır.
GSMH’nın başka bir hesap şekli de üretilen mal ve hizmetler yönüyle olmaktadır. Aşağıda ifâde edilen:
Toprak ve hayvan ürünleri + Sınâî tesisler, mamûller ve hammaddeler + İnşâat + Ulaştırma + Ticâret + Mâlî müesseseler + Mesken hizmetleri + Serbest meslekler ve hizmetler + Dış ticâret (+ veya gelir farkı) kalemlerin yekünü GSMH’yı vermektedir.
Her üç hesaplama şekli de netice îtibârıyla aynı sonuçlara ulaşmaktadır.
GSMH ve SMH, millet ekonomisinin bir yıllık faaliyet sonucunu farklı yönlerden aksettirir ve değişik maksatlar için kullanılır. Meselâ, kısa vâdedeki ve uzun vâdelerdeki ekonomik gelişme ve değişmelerin seyri; ekonomik kararların başarılı, başarısız olma durumları; iktisâdî gelişmelerdeki başarı derecesi; olağanüstü zamanlarda, harb zamanlarında ekonominin gücü vs. daha birçok benzer hususlarda GSMH, SMH veya MG’ye âit bilgilerden istifâde etme cihetine gidilmektedir.
Gayri Sâfi Yatırımlar
Özel ve kamu devlet yatırımların, mevcut üretim faktörlerinde meydana gelen ve eksilmeyi dikkate almadan, global şekilde (brüt olarak) ifâde edilmesidir. Gayri sâfi yatırım, GSMH içinde ayrıca açıklanmış, fonksiyonu izâha çalışılmıştır.
Alm. Gaysir, Geiser (m), Fr. Geyser (m), İng. Geyser. Sıcak su ve buharı, zemin içinde 30 m gibi bir derinliğe ulaşabilen tabiî bir tüp şeklindeki boşluktan yeryüzüne fâsılalı olarak fışkırtan kaynak. Gayzer adı, Güneybatı İzlanda’da mevcut ve püsküren anlamını taşıyan “Geysir” adlı bir gayzerden gelmektedir.
Gayzerler, ekseriya yeni bir volkanik aktiviteye sâhip bölgelerde ortaya çıkmaktadır. Gayzerlerde peşpeşe iki fışkırma arasındaki zaman periyodu umûmiyetle düzensizdir. Amerika’da Yellowstone Millî Parkındaki gayzerin suyu takrîben, saatte bir, 50 m yüksekliğe fışkırmaktadır. Bâzı yerlerde gayzer faaliyeti gösteren soğuk su kaynakları da vardır. Yeni Zelanda’da ve İzlanda’da gayzerler bulunmaktadır. Yeni Zelanda’da 1886’daki Taravera volkanik püskürmesinden sonra su, buhar, çamur ve taşları 4 saat müddetle 240 m kadar yükseğe püskürten yedi adet gayzer teşekkül etmiş ve 1904’te bitişik Taravera Gölünün sularının akıtılmasıyla bu gayzerlerden 450 metreye kadar su püskürten birinin faaliyeti durmuştur.
Gayzerler milyonlarca yıl önce erimiş volkanik kayalarda bulunan ısıdan faydalanırlar. Gayzerlerdeki suyun buhar hâlinde bu kayalardan geldiği de olmaktadır. Birçok gayzerlerdeki su, yüzeydeki çatlaklardan ve geçirgen tabakalardan sızarak, gayzer tüpünü dolduran yağış sularıdır. Alttaki suyun iç sıcaklığı, yeryüzündeki suyun normal kaynama sıcaklığına ulaşsa bile tüpde toplanan suyun statik basıncı onun kaynamasını önler. Su içinden yükselen hava kabarcıklarıyla yukarıya doğru bir su kabarması meydana gelerek, su dışarı taşar. Bunun sonucu olarak su basıncındaki azalma, alttaki aşırı ısınmış bir miktar suyun buhar haline geçerek püskürtmeyi başlatmasına sebeb olur. Püsküren suyun içinde mineral maddeler gayzer ağızı civarında kireçli veya renkli tebeşir görünümündeki birikintilere yol açar. Bu maddeler, opal cinsi kıymetsiz maddelerdir.
Gayzer faaliyetlerinin anlaşılması için püsküren suyun kimyâsal ve hacimsel incelemeleri ile sıcak su kaynaklarının bulunduğu yerde açılan kuyuların etüdünden istifâde edilmektedir. Bununla berâber gayzerlerin peryodik olarak püskürme mekanizması hâlen tam anlaşılamamıştır. İzlanda’daki bir gayzerin incelenmesi ile bulunan sonuçların diğer gayzerlere de uygulanmasına çalışılmışsa da bir başarı sağlanamamıştır.