FİLİSTİN KURTULUŞ ÖRGÜTÜ (FKÖ)
Filistin’in millî varlığını devam ettirmek ve bağımsız bir Filistin Devleti kurmak için kurulan teşkilât.
1964’te Kudüs’te kuruldu. El-Fetih, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi gibi Filistin’in işgalden kurtulması için kurulan teşkilâtları bünyesinde topladı. Yüzden fazla devlet tarafından tanındı. 1979’da Ankara temsilciliği açıldı. 1967’de yapılan Arap-İsrail Savaşından sonra Filistin halkı üzerinde söz sahibi oldu. El-Fetih’in lideri Yaser Arafat, teşkilâtın yürütme kurulu başkanlığına getirildi (1969). 1973’ten sonra FKÖ’nün bir sürgün hükûmeti niteliği taşıdığı vurgulandı. 1974’te Arap Birliği, İslâm Konferansı, Afrika Birliği (OAU) ve Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından Filistin’in tek temsilcisi olarak tanındı. İsrail’in baskısı sonucu Beyrut’taki merkezini Tunus’a taşıdı (1982). 1983’te teşkilâtta meydana gelen çatlak, Arafat’ın Trablusşam’da kuşatılmasına ve şehri terk etmesine sebep oldu. Nisan 1987’de Cezayir’de toplanan Filistin Millî Konseyinde FKÖ’nün birliği yeniden sağlandı ve Arafat yeniden itibâr kazandı. Filistinliler Aralık 1987’de İsraillilere karşı taş ve sopa ile topyekün mücâdeleyi başlattı. 15 Kasım 1988’de toplanan Filistin Millî Konseyinin aldığı bir kararla “Filistin Devleti” kuruldu. (Bkz. Filistin)
Alm. Film (m), Fr. Film (m), İng. Film. Fotoğrafçılık, sinema, röntgen ve radyografide görüntüyü tesbit etmeye yarayan yarı saydam plastik şerit. Esâsını bir plastik şerit üzerine emilsüyon hâlinde sürülüp kurutulmuş ince, ışığa duyarlı bir tabaka teşkil eder.
Fotoğrafçılığın başladığı ilk yıllarda, plastik şerit yerine cam kullanılırdı. Sonradan eğilip bükülebilen “nitroselüloz”dan yapılmış filmler kullanılmaya başlandı. Fakat bunlar yanıcı olduğundan, terk edilip, yanıcı olmayan, esnekliğini uzun zaman muhâfaza eden ve yıkama işlemleri sırasında boyutları değişmeyen “asetilselüloz” esaslı filmler yapıldı. Işığa duyarlı tabakayı meydana getiren emülsiyonun esâsını, ışık görünce değişen gümüş tuzları(gümüş klorür, gümüş iyodür, gümüş bromür) teşkil eder. İlk zamanlar gümüş tuzları kolodyum denilen çözelti içine çöktürülerek plastik film şeridinin üzerine sürülürdü. Kolodyum kuruyunca, filmin banyo işlemini zorlaştırdığından, bunun yerine jelatin kullanılmaya başlandı. Gümüş tuzları jelatin içinde billur veya tanecikler hâlinde yayılmış hâldedir. Jelatin çözeltisine, gümüş nitrat ve sodyum veya potasyum tuzlarını katmak sûretiyle elde edilen emülsiyon, filmin üzerine bir yarıktan geçirilerek yayılır. Soğutulduğunda jelatin kuruyarak sertleşir. Meydana gelen kaplama tabakasının kalınlığı onda bir milimetre kadardır. Röntgen filmlerinin iki yüzü de kalın bir tabakayla kaplanır. Renkli fotoğraf filmleri kat kat değişik gâyeleri için tabakalarla kaplanırlar. Eni ve boyu çok büyük olan film topları istenilen en ve boyda kesilerek makaralara sarılır. Sinema filmleri gibi kabın da kenarlarına delik açılır.
Film üzerindeki jelatinli tabakaya ışık düşünce burada bulunan gümüş tuzları, gümüşe veya tabakanın diğer maddeleriyle reaksiyona girebilen bir halojene dönüşür. Meydana gelen gümüş çok az olduğundan görüntü gizlidir.
Bu gizli görüntü developman işlemiyle (Bkz. Fotoğraf ve Fotoğrafçılık) belirgin hâle getirilir. Bu işlemin temelini gümüş tuzlarını gümüşe dönüştüren kimyâsal maddeler meydana getirir. Işık görmüş gümüş tuzları tânecikleri, bu kimyâsal maddelerden daha çabuk etkilenerek gümüşe dönüşür. Işık görmemişler ise bu maddelerden etkilenmezler. Görüntüdeki ara tonlar, tâneciklerin bir kısmının etkilenip, bir kısmının etkilenmemesinden ileri gelir. Görüntüler bu yüzden tâneli bir yapıya sâhiptir. Tânecikler ne kadar büyükse, resmin tâneli yapısı da o kadar belirgin hâle gelir. Ayrıntıları görüntülemek güçleşir.
Filmlerin duyarlılığını ölçmek için DIN ve ASA olmak üzere iki sistem kullanılır. Az duyarlı yavaş filmler küçük sayılarla, çok duyarlı hızlı filmler ise büyük sayılarla belirtilir. ASA sisteminde duyarlık iki katına çıkınca, sayı da iki katına çıkar. DIN sisteminde ise duyarlıktaki artış sayıya 3 eklenerek belirtilir.
Renkli filmlerde mâvi, yeşil, kırmızı ışıklara duyarlı kat kat tabakalar bulunur. Diğer renkler bu tabakaların etkilenme derecelerine göre tesbit edilirler. Bu tabakalarda gümüş tuzları yanında renk maddeleri de bulunur. Siyâh-beyaz filmlerde görüntüyü gümüş meydana getirdiği hâlde, renkli filmlerde gümüş temizlenerek atılır. Görüntüyü ise developman işlemi için katılan kimyâsal maddelerin yükseltgenmiş hâlinin renk maddeleriyle reaksiyona girmesi meydana getirir. Doğrudan pozitif görüntü veren renkli filmlerin yapısı aynıdır. Farklılık, banyo işlemlerinden ileri gelir.
Târihçesi: Filmin kimyâsal esâsı 1787’de Alman Johann Heinrich Schulze tarafından keşfedilmiştir. Schulze, tebeşir ve gümüş nitrat karışımını bir cam şişe üzerine sürmüş ve bir kısmını kapatarak güneşte bırakmıştır. Üstü kapanmayan kısmın güneş ışığı ile siyaha döndüğünü belirlemiştir.
1840’ta İngiliz William Henry Fox Talbot, gümüş iyot ile kaplanmış bir kâğıttan negatif ve pozitif kısımlar elde edileceğini göstermiştir. Yarım dakikalık bir ışıkta kalmadan sonra, negatif gallik asit ve gümüş nitratlı banyodan geçirilmekteydi. Işık görmeyen gümüş iyodun sodyum tiosulfate veya hipoya geçmesiyle resim tesbit edilebiliyordu. 1847’de Fransız Niepce de Saint-Victor, ışığa hassas maddeleri toplayıp cama sürerek daha ileri gelişme sağladı. İngiliz Frederick Scott Archer, 1851’de kolodyum ve banyo için pirogallik asit kullandı. Kolodyumu kullanmadan hemen önce cama sürülmesi ve yaş olarak banyodan geçirilmesi önemli bir zorluk çıkarmaktaydı. Ancak bu yolla binlerce resim elde edilmiştir.
Modern film 1870’te jelatin emülsiyonun kullanılmasıyla başladı. Bu madde ışığa hassas gümüşü alta bağlıyor ve ışığa hassaslığı artırıyordu. Kullanımdan önce sürülebilmesi ve resmi negatifte uzun zaman tutup, banyoyu istenilen zamanda yapma imkânı vermesi çok büyük kolaylık sağlıyordu.
Alm. Flette (f), Fr. Flette (f), İng. Fleet. Aynı hizmeti yapmaları için görevlendirilen ve bir kumanda altında bulunan gemi ve uçaklardan meydana gelen birliğin adı. Ticâret ve balıkçı gemilerinden meydana gelen birliklere de filo adı verilir. Hava Kuvvetlerinde uçakların cinsine ve yaptıkları görevlerine göre filolara isim verilir: Avcı filosu, av bombardıman filosu, keşif filosu, nakliye filosu gibi.
Eskiden yelkenli gemilerin kullanıldığı zamanlarda, firkateynden daha küçük gemilerden meydana gelen gemi birliklerine de filo denirdi. Bugün bir milletin denizlerde gezdirdiği gemiler, taşıtlar ve ticâret araçlarının hepsine birden ticâret filosu adı verilmektedir.
FİLOKSERA (Phylloxera vitifoliae)
Alm. Reblaus (f), Fr. Pylloxére (m), İng. Phylloxera. Familyası: Asmabitigiller (Phylloxeridae). Yaşadığı yerler:Asmaların yaprak ve köklerinde. Özellikleri:Asmaların yaprak ve köklerini emerek şişkinlikler meydana getirir. Bitkiyi kurutur. 1-1,5 mm kadar uzunlukta kirli sarı renkli böceklerdir. Çeşitleri:Yaprak ve kök formları vardır.
Bağda (asmada) zarar yapan homojen kanatlılar (Homoptera) takımına bağlı küçük bir böcek. “Asmabiti” de denir. Amerika menşeli bir zararlıdır. İlk defâ yabânî Amerikan asmalarında (Vitis riparia ve V. rupastris üzerinde) rastlanmıştır. Göçlerle Amerika’dan Avrupa’ya geçmiştir. Yurdumuzda 1881 yılından itibâren ilk defâ Trakya taraflarında görülmüştür. Asmanın kök ve yapraklarında yaşayan iki formu vardır. Gelişimini asmada tamamlar. Uzun emici hortumlarıyla yaprak ve kökleri emerler. Emme sonucu kök ve yapraklarda urlar (şişkinlikler) meydana getirirler. Bitkinin zayıflamasına, veriminin düşmesine ve zamanla kurumasına sebeb olurlar. Filokseraya karşı yapılan zirâî mücâdele çalışmaları kesin netîce vermemektedir.
Hayat dönemlerinin çoğunu kanatsız olarak geçirirler. Asma köklerinde yaşayan ergin filoksera, yaklaşık 1 mm boyunda, kirli sarı renkte ve sırtı esmer lekelidir. Uzun bir emici hortumu vardır. Kuvvetli bacaklara sâhiptir. Filoksera emdiği asma köklerinin ucuna bir madde salgılayarak köklerde şişkinlikler yapar. Genç köklerde ortaya çıkan sarımsı yuvarlakça şişkinliklere“tüberozite” adı verilir. Kök filokserası; kanatlılar, rüzgar, yağmur suları, insan, heyelan, köklü, köksüz asma fidan ve çubuklar gibi aracılarla yayılır. Yaprakta yaşayan formu ise daha büyük olup, 1,5-1,7 mm kadardır. Yapılan araştırmalarda Amerikan asmalarının kök filokserasına karşı dayanıklı ve bağışıklı olduğu gözlenmiştir.
Bunun sonucu olarak ABD’nin doğusunda yetişen ve filokseraya karşı bağışıklık kazanmış olan yabâni Amerikan asma anaçları üzerine yerli asmalar aşılanarak, bağlar bu zararlıdan korunmuştur. Böylece dünyâda aşılı bağcılık doğmuştur ki, buna yeni bağcılık da denir. Kök formu % 60’tan fazla kumlu topraklarda yaşayamaz. En iyi mücâdele yolu, toprağın durumuna uygun Amerikan asma anaçları dikmeli ve bunların üzerine istenilen yerli asma çeşitleri aşılanmalıdır. Bu en garantili ve ekonomik yoldur. Bu usûl birçok yerlerde başarıyla sürdürülmektedir. Başka bir tedbir olarak filoksera ile bulaşık bağ, sonbaharda yaprakların sararıp dökülmeye başladığı dönemde 50-60 gün su altında bırakılırsa, kök formları boğulur. Ayrıca m2ye 24 gr (CS2) karbon sülfürün toprağa tatbîki tavsiye edilmekte ise de, bu iş güç ve tehlikelidir.
Filokseranın gelişimi: Asma bitlerinin hayat devri oldukça karışıktır. Yılda 6-8 döl verirler. Eşeyli ve eşeysiz (partenogenetik) üreyen formları vardır. Partenogenetik (döllemsiz) çoğalan kanatsız dişilerin kısa antenleri 3’er, kanatlılar (seksuparlar) 5’er halkalıdır. Cinsel çoğalan kanatsız dişi formlarda ise, 4’er halka mevcuttur.
Kökte yaşayan kanatsız formlar (radisikol) yaz sonlarında veya sonbaharda toprak yüzeyine çıkarak partenogenetik üreyen ve göç edebilen kanatlı formlara dönüşürler. Bu kanatlı dişiler (sexuparae), asmanın dal, yaprak veya toprak yüzeyine değişik büyüklükte yumurtalar bırakırlar. Büyük yumurtalardan, barsaksız ve emici hortumdan mahrum kanatsız dişiler çıkar. Küçük yumurtalardan da, barsak ve emici hortumu bulunan kanatsız erkek filokseralar çıkar. Bunlar aralarında eşleşirler. Eşleşen dişiler, birer tek yumurta yumurtlayarak asma kabuk pullarının altına yapıştırırlar. Bu yumurtalar pulların altında kışlarlar. Bunlardan baharda kanatsız formlar çıkar. Yapraklarda yaşayıp gal yaptıklarından, gallikol (gallicol) adını alırlar. Bitkilerin dal ve yapraklarında meydana gelen yumru ve şişkinliklere, gal veya bitki uyuzu denir. Partenogenetik (döllemsiz) çoğalarak kendileri gibi kanatsız formlar üretirler. Bunlardan bâzıları köklere geçerek döllemsiz çoğalmalarına devâm ederler. Kökte yaşayanlara radisikal (radicicol) denir. Bâzı radisikoller (yukarıda bahsedildiği gibi) sonbaharda toprak yüzüne çıkarak kanatlı seksuparlara (farklı cinsiyetli yavru veren) dönüşürler. Filokseranın çeşitli formları ihtivâ eden hayat devri, Amerika asmalarında görülür. Avrupa asmalarında ise, çoğunlukla yalnız kök formlarına rastlanır.
Alm. Philologie f, Fr. Philologie f, İng. Philology. Yazıya geçen eski lisanlarla mevcut dillerin eski ve yeni şekillerini inceleyen bilim kolu. Edebî yazılarda, noktalama işâretleri, dilbilgisi ve kelimelerin kullanış ve şekil değişiklikleriyle meşgul olur. Ayrıca lisanları birbirleriyle karşılaştırmalı olarak inceler. Filolojiden günümüzdeki modern linguistik, yâni lisan bilgisi ortaya çıkmıştır.
Yazılı olarak ve akademik çevrede “filoloji” kelimesi hâlâ kullanılıyorsa da, bunun kullanış sâhası genellikle linguistikin kapsamına girer. Bu bilim dalı ile uğraşanlara filolog denir.
Alm. Filter m (n), Filtrierapparat (m), sieb (n), Fr. Filtre m, İng. Filter. Çeşitli gâyelerle kullanılan süzme elemanı. Çok farklı sahalarda kullanılan filtrenin, kullanıldığı yere göre değişik bir yapısı ve çalışma sistemi vardır. Bu farklılığa rağmen, ana görevi süzme işlemi olduğundan, hepsi filtre olarak adlandırılır. Bir sıvı içinde bulunabilecek katı veya hamur hâlindeki maddeleri ayırmaya yarayan elemanlara filtre denildiği gibi, elektrikle herhangi bir sinyalin (akım, gerilim vs.) frekansının istenmeyen kısımlarını veya parazitleri ayırmaya yarayan devre sistemleri ve optikte istenmeyen renkteki ışıkları ayırmaya yarayan sistemler de filtre olarak kabul edilir. Ayrıca hava gibi gaz hâlindeki akışkanlar içinde bulunabilecek tozları ayırmak veya süzmek için de filtre denen elemanlar kullanılır.
Sanâyide yağ, yakıt vs. sıvıları süzmeye yarayan sıvı süzücü filtrelerin süzdürücü kısmı, pamuklu bez, selüloz ve asbest gibi sık dokulu madenî ve mesamatlı (gözenekli) maddelerden meydana gelir. Belli bir basınca göre çalışan bu filtrelerde süzme işini kolaylaştırmak için sıvının içine fizikî ve kimyevî özellikleri bozmayan kizelgur gibi maddeler eklenir. Bu filtreler basit ve sanâyi filtreleri olarak gruplandırılır. Dikdörtgen veya silindirik kaplardan meydana gelen basit filtrelerde mesamatlı çeşitli süzme elemanları kullanılır. Bunların bujili, zarlı, kolodyumlu, mesamatlı, levhalı, topraklı gibi tipleri vardır. Havalandırma tertibatlarında kullanılan hava filtrelerinde süzme işlemi için mesamatlı dokular, madenî kafesler veya tozların yapışarak ayrılması için geniş yüzeylere sâhip levhalar kullanılır. Tozların yapışmasını kolaylaştırmak için çeperlere yapışkan sıvılar sürülür. Hatta havanın akış istikameti sık sık değiştirilerek merkezkaç kuvvetin tesiriyle savrulan tozların çeperlere çarpıp yapışması sağlanır. Sanâyi filtrelerinin çalışma prensibi aynıdır. Fakat ebat olarak daha büyüktür. Yağlama yağlarındaki parafini ayırmada da kullanılan tambur filtrelerde çökelen maddeler bir bıçakla kazınarak ayrılır. Diğer bir sanayi filtresi şeker fabrikaları gibi yerlerde damıtma işlemi için kullanılan pres filtreleridir.
Ayrıca yağlama yağlarının sürülmesi gibi yerlerde kullanılan ultra filtrelerde süzücü kısmı kağıt sütunlar meydana getirir. Sütunların içindeki hava boşaltıldığında, sıvı dışardan içeri girer. İçindeki tozlar ise sütunun dışına yapışıp kalır. Sütunun içi tekrar basınçlı olduğunda bu tozlar çeperlerden ayrılır ve atılır. Pistonlu motorlarda yanma havasını süzmede kullanılan yağ banyolu filtreler, bir yağ banyosuyla birleştirilmiş ve dokuma veya elyaflı malzemelerden meydana gelen bir kapsülden ibarettir. Yabancı tozlar yağın yüzeyini yalayarak geçerken yapışıp kalırlar.
Elektrikî sinyallerde istenmeyen frekansları ayırmaya yarayan elektrikli filtreler, frekansa göre özellikleri değişebilen kondansatör ve indüktans gibi devre elemanlarıyla meydana getirilen devrelerden ibarettir. Bâzı filtre devreleri düşük frekanslı sinyalleri geçirip yüksek frekanslı sinyalleri süzerler. Bunlara alçak geçirimli filtre denir. Buna ters olarak çalışanlar ise yüksek geçirimlidir. Bazıları ise hem alçak, hem yüksek frekanslı sinyalleri süzüp sadece belirli bir aralıktaki sinyalleri geçirirler. Bunlar bant geçirimli filtre olarak adlandırılır. Radyolarda istenen frekanstaki istasyonun bulunması bu tür filtrelerle sağlanır. Radyodan başka televizyon, radar ve telefon gibi yerlerde de elektrikî filtrelerden faydalanılır. Alçak geçirimli bir filtre devresi, direnç (R) ve kondansatör (C) seri bağlanarak, yüksek geçirimli bir filtre devresi, direnç (R) ve indüktansı (L) seri bağlanarak elde edilir. Bant geçirimli filtre devresi ise bu üç elemanın bir araya gelmesiyle meydana gelir.
Optik filtreler, belirli bir dalga boyu veya frekanstaki (veya renkteki) ışığın absorbe edilmesi veya yansıtılması prensibine dayanır. Genellikle bâzı minerallerin ve boya maddelerinin absorbe etme özelliğinden faydalanılır. Bu maddeler ya cam, jelatin, plastik ve selüloz gibi ışığı geçiren maddelere karıştırılarak veyahut da bir metal üzerine kaplama yapıp, iki cam tabakanın arasına alınarak kullanılır. Renkli camlara katılan demir-oksit yeşil renk, kobalt oksit mavi, manganez ise mor renk verir. Yâni bu renkler haricindeki diğer renkleri absorbe ettiklerinden görünmezler. Ayrıca çeşitli boya maddelerini jelatine katmak suretiyle de filtre yapmak mümkündür. Bu filtrelerden geçen ışık haricinde kalan diğer renklerin hepsi absorbe edilip kaybolur.
Halbuki geçen ışığın dışında kalan ışıkların absorbe edilmeyip yansıtıldığı filtreler de vardır ki bunlar çiftrenk veya girişim filtreleri diye adlandırılır. Bu filtreler yeşil ve mavi ışığı geçirip diğerlerini yansıtırlar. Çeşitli özelliklere haiz her tür optik filtre, renkli televizyon, fotoğrafçılık, sahne ışıklandırması, renkli gözlük camları gibi sahalarda kullanılması bakımından büyük fayda sağlarlar.
Yatırımları finanslama şekillerinden biri. Aynı zamanda değişik bir satış şekli de sayılabilir. İlk olarak 50’li yıllarda ABD’de uygulanan bu finanslama işlemi bir yatırımcı (lessee), bir finansal kiralama kuruluşu (lessor) ve bir satıcı firma arasında gerçekleşir. Bir yatırımcının ihtiyaç duyduğu ve büyük bir finansal kaynağı kullanmak istemediği makina ve teçhizât gibi malların tamâmı veya bir kısmı bir kirâlama kuruluşu tarafından piyasadan satın alınarak yatırımcıya kirâya verilir.
Finansal kirâlama uzun vâdeli bir yatırım finansmanı şekli sayılır. Taraflar, aralarında bir sözleşme yaparlar. Bu sözleşmede kirâlanacak malın târifi, kirâ süresi, toplam kirâ bedeli, kirâ taksitlerinin ödenme târih ve miktarları tâyin edilir. Kirâ müddeti boyunca ilgili malın mülkiyeti finansal kiralama kuruluşuna, kullanım hakkı kirâlayana aittir. Kirâ müddeti bittiği ve ödemeleri tamamlandığında malın mülkiyeti ekseriya sembolik denilebilecek çok düşük bir bedel karşılığı yatırımcıya devredilir.
Finansal kirâlama sanâyide ve ticârette yaygın olarak kullanılmakla beraber, otomobil gibi bâzı malların satışında da uygulanabilmektedir. Gerek finansal kuruluşlar, gerekse satıcı kuruluşlar finansal kirâlamaya dayalı satışlar düzenleyebilirler.
Finansal kirâlama yurt içinde, yurt dışında, satış ve geri kirâlama, satışa yardımcı kirâlama gibi değişik şekillerde de uygulanabilir. Satış ve geri kirâlamada, yatırımcı kendi mülkiyetinde bulunan bir malı nakit ihtiyâcını gidermek maksadıyla finansal kirâlama şirketine satar, daha sonra taksit ödeyerek uzun vâdede malı geri kirâlar. Satışa yardımcı kirâlamada ise, bir malın satıcısı bir şirket, kendi müşterilerinin finansal kirâlama yoluyla satın almalarını sağlayacak sözleşmeler hazırlarlar.
Dünyâda çeşitli ülkelerde yaygınlaşan finansal kirâlama, ülkemizde 1985 yılında ilgili kânunla uygulanmaya başlamıştır. Bu kânuna göre en kısa kirâ süresi dört yıldır. Finansal kirâlamanın daha da yaygınlaşması için enflasyonun yüksekliği bir engel olduğu gibi, bu işle uğraşan kurumların azlığı ve mevzuat yetersizlikleri de olumsuz etki yapmaktadır. Bütün bunlara rağmen Türkiye’de bu işle uğraşan 20 şirketin 1990 yılında yaptıkları kiralamalar 1 trilyon sınırını aştı.
Daha ziyâde tüketim mallarının satın alınmasını kolaylaştıran ihtisaslaşmış finans kuruluşları. Tüccarların, vâdeleri gelmemiş alacaklarını satın alırlar veya tüketicilere doğrudan krediler açarlar. Bu tip şirketler yirminci yüzyılın başında otomobil alımlarının taksitle finansmanını sağlamak gayretlerinin bir sonucu olarak kendilerini gösterdiler.
Finansman şirketleri faaliyetlerini belli mallarda ve belli îmâlâtçılarda yoğunlaştırırlar. Finansman şirketleri tüketicilerin finanse edilmelerinde ve onlara küçük miktarlarda kredi vermede de rol alırlar. Düşük fâiz nisbetleriyle az miktarda kredi vermek bankalar için kazançlı ve câzip olmadığından tüketici kredilerine yönelen ihtiyaç ve talep daha çok tefeciler tarafından karşılanıyordu. Uygun kânûnî düzenlemelerle birçok ülke, finansman şirketlerinin gelişmesine katkıda bulunmuştur. Finansman şirketleri kendi faaliyetlerini finanse etmede ticârî bankalara dayanırlar.
Alm. Kleine Tasse f, Fr. Petite tasse f, İng. Small cup. Kahve, çay, süt, içmek için kullanılan ve çeşitli ölçülerde porselenden, çiniden, camdan, tahtadan yapılan küçük kaplar. Fincanların altına koymak için bir de küçük altlıkları olur. Buna da fincan tabağı ismi verilir.
Eskiden fincanlar lüleci çamurundan işlemeli olarak yapılıp, fırınlarda pişirilirdi. Fincan genellikle dünyânın her yerinde yapılır. Türkler çok eskiden beri fincana fazla önem vermişlerdir. Her âilenin kendisi için evde kullandığı fincandan başka âile reisleri ve misâfirler için kullanılan fincanları da vardı. Hattâ Osmanlılar zamanında misâfire çok önem verildiğinden, ikrâm edilen kahvenin fincanının orijinal ve çok güzel olmasına özen gösterilirdi. “Bir fincan kahvenin kırk sene hatırı sayılır.” atasözü de ikrâm edilen bir fincan kahvenin unutulmayan hâtırı olduğunu göstermektedir.
Türkiye’de çini işlemeli fincanlar, Kütahya, İznik, İstanbul, Diyarbakır gibi yerlerde yapılırdı. Ayrıca Türkler için Avrupa’da saks ve sevr fabrikalarında işlemeli olarak kıymetli fincanlar da yapılmaktaydı. Eskiden beri kullanılan fincanlar gün geçtikçe asıl önemini kaybetmektedirler. Buna rağmen yine evlerde fincan takımları eksik olmamaktadır.
DEVLETİN ADI |
Finlandiya Cumhûriyeti |
BAŞŞEHRİ |
Helsinki |
NÜFÛSU |
5.001.000 |
YÜZÖLÇÜMÜ |
338.145 km2 |
RESMî DİLİ |
Fince, İsveççe |
DîNİ |
% 88 Protestan, % 12 diğer dinler |
PARA BİRİMİ |
Fin Markkası |
Bir kuzey Avrupa ülkesi. Doğudan Rusya Federasyonu, kuzeyden Norveç, kuzeybatıdan İsveç, Botni Körfezi, güney ve güneybatıdan Baltık Denizi (Botni ve Finlandiya Körfezi) tarafından çevrelenmiştir. Aynı zamanda Aland Adaları da bu ülkeye dâhildir. 60° ve 70° kuzey enlemleri ile 20 ve 32° doğu boylamları arasında yer alır.
Târihi
Asıl Finliler, Volga ve Ural nehirleri arasındaki bölgeden M.Ö. 3000 yıllarında göç ederek buraya yerleşmişlerdir. Daha sonra ikinci bin yılda, Orta Avrupa’dan gelen kavimler yerleşmişlerse de, mîlâdî yılın başlangıcında ortadan kaybolmuşlardır. Çok geçmeden Estonya Finlileri ülkenin güneyine yerleştiler. Bu sırada ülkeye Fino-Ugriyen asıllı kavimler gelip yavaş yavaş ülkenin güneyini işgâl etmeye başladılar. Bunlar, ülke Vikingler tarafından istilâ edilinceye kadar rahat bir kürk ticâreti yaptılar.
Henüz tam anlamıyla siyâsî varlığını ispatlamayan Finlandiya, 1150 yılında İsveçliler tarafından işgâl edildi. Böylece Hıristiyanlık ülkeye girmiş oldu. On üçüncü yüzyılda Finlandiya, İsveç’e bağlı bir dükalık hâline geldi. İşte bu târihten îtibâren ülkede bağımsızlık fikri gelişmeye ve kendi başına bir hareket serbestliği kazanmaya başladı. On dördüncü yüzyılda Finlandiya ve İsveç arasında hukuk yönünden birleşme tamamlandı. Çok sayıda Almanın ülkeye geldiği sırada, bir İsveç asiller heyeti memleketin bütün kadrolarını elde etmişlerdir. Onlara göre, İsveç kültürü ve dili Finlandiya’da bir tesir bırakmalı idi.
Gustave Vasa’nın 1555’te Helsinki’yi kurarak bütün kilise varlıklarına el koymasıyla birlikte ülkede reform hareketleri görüldü. Rusya ile zâten var olan mücâdele yeniden canlandı. Finlandiya halkı Rusya ile yapılan savaşlarda çok yıprandı. On sekizinci yüzyılda ardarda gelen kayıplarından sonra 1809’da Birinci Alexandre tarafından Hamina Antlaşmasıyla ülke bütünüyle istilâ edildi. Rus hâkimiyeti ilk önce halka bâzı hürriyetler tanıdı. Kültürel ve politik faaliyetlere izin verdi. Fakat 19. yüzyıldan îtibâren gelişen yeni bir Rus akımı (Panislavizm) sonucunda bütün bu serbestlikler sona erdi. Finlandiya, bağımsızlığını ancak Sovyet ihtilâli sırasında elde edebildi.
Beyaz Ordunun başında bulunan General Mannerheim, bilhassa Almanlar’dan gördüğü yardımlarla Ruslarla bir sene mücâdele etti ve onları yendi.
Kısa bir krallık denemesinden sonra 1919’da Cumhuriyet îlân edildi ve bağımsız Finlandiya devleti kuruldu. 1920’de de Turku Antlaşması ile Rusya tarafından tanındı.
Ülkede komünist ayaklanmaların yer aldığı bir dönemden sonra, Lapua çiftçi hareketi muhâfazakârların zaferini sağladı. Bu hareketi sâyesinde ülkede bir ekonomik ve sosyal kalkınma görüldü. Çiftçilerin % 90’ı kendi topraklarına yeniden sâhip olabildiler. Buna rağmen bu ilerlemeler 30 Kasım 1939’da başlayan Rus istilâsıyla durduruldu. Büyük teknoloji ve insan gücü üstünlüklerine rağmen, bölgeyi ve bölge şartlarını iyi tanımayan Ruslar, kesif bir mukâvemetle de karşılaşınca, ağır kayıplar verdiler. Ancak 12 Mart 1940’ta imzâlanan barış antlaşması siyâsî zayıflıklarından dolayı Finlandiya’nın aleyhinde sonuçlandı. Anlaşmaya göre doğu Karelya’nın tamâmı ve Laponya’nın bir kısmı Ruslara bırakıldı. Böylece Finlandiya’nın toplam nüfûsunun % 12’si, zirâî ve endüstriyel kaynaklarının da % 11’i, SSCB sınırları dâhilinde kalmış oldu. Anlaşmaya rağmen devâm eden siyâsî baskı, Finleri Almanların karşısında yeralmaya zorlarken, Almanya 22 Haziran günü Rusya’ya savaş açarak Laponya’yı işgâl etti. Rusya’ya âit uçakların Finlandiya’yı bombalaması, Finlandiya’nın da İkinci Dünyâ Savaşına girmesini kaçınılmaz hâle getirdi. Cumhurbaşkanı Mannerheim tarafından idâre edilen Fin orduları, 1939 savaşında kaybettikleri yerleri geri aldılar. Ancak 1944’te Ruslar tekrar bölgeye girerek Finlandiya sınırına kadar ilerlediler. Yapılan anlaşmalarla her iki devlet de bugünkü sınırı kabul ettiler. Savaşlar Finlandiya’ya 100.000 Finli’nin ölümüne, 50.000’inin sakat kalmasına, büyük toprak parçaları ve bu vesileyle mühim iktisâdî kaynak kaybına, bundan ayrı olarak da 445 milyon dolarlık maddî zarara mal oldu.
İkinci Dünyâ Savaşında büyük başarılar elde eden Mannerheim, 1944’te Cumhurbaşkanlığını Juho Kutsi Paosikivi’ye bıraktı. Paosikivi, SSCB ve diğer komşuları ile münâsebetlerini ilerleterek kültürel ve ekonomik bakımdan uygun bir ortam meydana gelmesini sağladı. 1955’te Birleşmiş Milletler’e kabul edilen Finlandiya’da bir sene sonra yapılan cumhurbaşkanlığı seçimini Çiftçi Partisi lideri Urho Kekkonen kazandı. Paosikivi’nin yolunu izleyen Kekkonen hükûmeti Finlandiya’yı güçlü bir antikomünist ülke hâline getirdi. Ancak halk üzerine yapılan komünist propogandalar, barış taraftarlığı gibi akımlar beş-altı sene içerisinde menfi bir sonuç meydana getirdi. 1966’da yapılan seçimleri kazanan Sosyal Demokrat Partisi, içerisinde komünistlerin de bulunduğu bâzı partilerle koalisyon kurdu. Yirminci yüzyılın ikinci yarısı boyunca ülke hep sosyalist partiler ağırlıkta koalisyonlar tarafından yönetildi ise de, 1987 senesi Finlandiya’da siyâsal hayâtın bir dönüm noktası oldu. Bu târihe kadar hep muhâlefette kalmış olan Muhâfazakâr KOK Partisi hükûmete katılacak oy aldı. Kırsal tabanlı Merkez Parti iktidar dışı kaldı. 1991’de yapılan seçimleri ise Merkez Parti kazandı. Parlamentoda en büyük grubu meydana getiren Sosyal Demokrat Parti muhalefete geçti. Finlandiya târihinin en genç başbakanı olan 36 yaşındaki Esko Aho’nun kurduğu hükümette Merkez Partisinin yanısıra Muhafazakarlar, İsveç Halk Partisi ve Finlandiya Hıristiyan Birliğinin üyeleri de yer aldı.
Fizikî Yapı
Finlandiya, granit özelliği taşıyan, dalgalı, geniş buzulların buzultaş sıraları meydana getirdiği dördüncü zamanda meydana geldiği zannolunan oldukça kuvvetli yontulmuş ovalardan meydana gelmiştir.
Salpausselka, ülkenin güney ve güneybatısında kum ve çakılla karışık bir yapıda olan bir çift su bölümü çizgisi meydana getirir. Rakım ortalama 120 m olup, kuzey uca kadar alçak yayla hâlinde uzanır. Bu uçta İskandinav zincirine dâhil olan dağlar bulunur. Bu dağlar “Holtiatuntiri”de ülkenin en yüksek noktasına ulaşır (1324 m).
Çok sayıdaki göller (yaklaşık 60.000), ülkenin hemen hemen onda birini kaplar. Göllerin toplam yüzölçümü yaklaşık olarak 33.522 km2dir. Özellikle güneyde birbiriyle bağlantılı, gemi ulaşımına elverişli bir göller sistemi meydana gelmiştir. Salmaa ve Paijanne ülkenin en büyük gölleridir. Irmaklar düzgün akışlı değildir. Birçok yerde çağlayanlarla kesilmiştir. En büyük çağlayanı Imatra Çağlayanıdır. Genellikle nakliyâta müsâit değildirler. Çok girintili çıkıntılı olan kıyılar, sayısız küçük odacıklarla çevrelenmiştir.
İklimi
Finlandiya yüksek enlemlerde olması dolayısıyla sert bir iklime sâhiptir. Bununla berâber bâzen güneydoğu rüzgârlarının yumuşatıcı etkilerine mâruz kalır. Mevsimler pek az görülür. Yaz çok kısa ılık ve nemlidir. Kış uzun ve sert geçer. Sıcaklık ortalamaları Helsinki’de kışın -8°C, yazın ise 16,9°C civârında olur. Kar çoğu zaman yerden kalkmaz (hemen hemen bir yılın üçte biri). Bâzen ise Botni ve Finlandiya Körfezinin buzlarla kaplandığı görülmektedir.
Tabiî Kaynaklar
Ormanlar ülkenin yaklaşık üçte ikisini kaplamaktadır. Kozalaklılar ve kayın ağaçları kuzeyde ve merkezde, iğne yapraklılar ise (çam, akağaç, karaağaç) Finlandiya Körfezinin yakınında görülmektedir. İnari Gölünün kuzeyinde tundra bölgesi başlar.
Mâdenleri bakımından genel bir zenginlik göze çarpmaz. Ülkede en çok bulunan mâden bakırdır. Ayrıca sülfür, demir, nikel ve çinko da mevcut olan belli başlı mâdenlerdir.
Nüfus ve Sosyal Hayat
Yaklaşık 5.001.000 olan nüfûsunun % 90’dan fazlasını Finliler teşkil eder. Bundan başka kuzeyde Laponlar, güney ve batı kesimlerinde ise İsveçliler yaşamaktadır. Finlilerin karakteristik özellikleri, uzun boylu, sarı saçlı, mâvi veya gri gözlü olmalarıdır. Her etnik grup kendi lisanlarını konuşur. Ülkenin resmî dili ise Fincedir. Nüfus yoğunluğu güneyde çok fazladır. Kuzeyde ise gittikçe azalır. Nüfûsun % 20’si başşehri olan Helsinki civârındadır. Çoğunluk şehirlerde yaşar. Nüfûsun % 91,6 sı Hıristiyanlığın Protestan mezhebine, kalanı değişik mezheplere bağlıdırlar. Geri kalan dînî azınlığın büyük kısmını Yunan Ortodokslar meydana getirir. Çok az bir miktar da Yahûdî vardır. Eğitim ve öğretimin parasız olduğu Finlandiya’da 20 üniversite mevcuttur. 7-15 yaş arası eğitim ve öğretimin mecbûrî olduğu ülkede okuma yazma bilenlerin oranı yaklaşık % 100’dür. Çalışan nüfûsun %25’i zirâat ve ormancılıkla uğraşır. Kuzeyde yaşayan Laponlar an’anevî olan ren geyiği çobanlığı ve avcılığı ile geçinirler. Yıllık nüfus artışı % 0,3’tür. Kilometrekareye 14,7 kişi düşer.
Siyâsî Hayat
İdâre şekli cumhûriyetdir. 1919 senesinde kabûl edilen bir anayasası ve 300 üyeden teşekkül eden bir Millet Meclisi vardır. Meclis üyeleri 4 sene için halk tarafından, Cumhurbaşkanı ise 6 sene için Meclis tarafından seçilir. İdârî bakımdan ülke 12 bölgeye ayrılmıştır. Seçmen yaşı 21’dir.
Ekonomi
1920’lerden îtibâren uygulanan müsbet kararlar ekonomiyi istikrarlı bir gelişmeye sokmasına rağmen, 1930’ların başındaki kriz bu gelişmeye mâni oldu. Bu ekonomik buhran atlatılmadan geçilen 1939 Kış Savaşı ve İkinci Dünyâ Savaşı sırasında önemli iktisâdî kaynakların kaybedilmesi, gelişmeyi daha da yavaşlattı. İkinci Dünyâ Savaşından sonra ekonomisi tekrar iyi yola giren Finlandiya, bugün devlet iştirakinin % 25 oranında olduğu bir karma ekonomi sistemini benimsemiştir.
Tarım: Küçük âile çiftliklerinin, tarımın temelini teşkil ettiği Finlandiya, uzun bir zamandan beri zirâî bakımdan kendisini besleyen bir devlettir. Ayrıca bölgede et, süt ve süt ürünleri, yumurta gibi mahsullerin büyük bir ihrâcatçısı durumundadır. Buğday ve çavdar, ülkenin üretim sezonunun 200 günün üzerinde olduğu güneybatı kesiminin ana ürünleridir. Bunları yine büyük miktarlarda yetişen yulaf, arpa, patates ve çavdar tâkib eder. Üretim sezonunun 150 günün altına düştüğü kuzey bölgelerindeki tarım arâzisi ise, geniş otlaklardan meydana gelir. Bu otlaklarda özellikle süt üretimi için iki milyon civârında küçük ve yine iki milyon civârında da büyükbaş hayvan beslenmektedir. Ülkenin her yerinde görülen ve toplam yüzölçüm içerisinde önemli bir yer kaplayan göllerde de geniş ölçüde balıkçılık yapılır.
Ormanlar da Finlandiya’nın tabiî kaynakları arasında büyük öneme sâhiptirler. Bunların % 46 sını çam, % 36’sını ladin, % 16’sını huş, geri kalan % 2’sini de diğer çeşit ağaçlar teşkil eder. Devlet, kuzeydeki ormanların tamâmına, diğer bölgelerde de bir kısmına sâhiptir. Ormanların % 60’ının özel sektöre, % 40’ının devlete âit olmasına rağmen, özel sektör ürettiklerinin % 16’sını devlete bırakmak mecbûriyetindedir. Toplam yüzölçümünün % 65’ini ormanların teşkil ettiği Finlandiya’da senede yaklaşık 40 milyon metreküp kereste işlenmektedir.
Endüstri: Finlandiya endüstrisi, ülke ihtiyacını karşılayacak şekilde çalışmaktadır. Ahşap işleri, kâğıt, kâğıt hamuru îmâli Fin endüstrisi içerisinde en büyük yer tutar. Aynı zamanda ihrâcatta da % 27,5 gibi büyük bir paya sâhib olan sanâyi dalıdır. Metal ve mühendislik endüstrileri çok yaygın olmamakla birlikte, Finlandiya’nın en hızlı gelişen sanâyi koludur. Bunlar da sanâyi üretimine % 22 nisbetinde katılırlar. Finlandiya ülkede metal endüstrisi için kaynak bulunmadığından hammadde ihtiyâcını Rusya Federasyonundan karşılamaktadır. Hidroelektrik enerjisi ülkenin ana enerji kaynağıdır. Kömür, petrol ve tabiî gaz bulunmaması sebebiyle bu alandaki ihtiyaç ithâlat yolu ile temin edilmektedir. 1970’lerden beri sürdürülen çalışmalar ise Atom enerjisinden geniş ölçüde faydalanmayı hedef almaktadır.
Ticâret: Finlandiya, diğer küçük Avrupa devletleri gibi ithâlata büyük ölçüde ihtiyaç duyar. Ülke ithâlatının en önemli bölümünü hammadde, akaryakıt ve kömür teşkil eder. İhrâcatta ise kâğıt sanâyi ürünleri ilk sırayı almaktadır. Makina, gemi gibi ağır sanâyi ürünleri de ihraç edilen malzeme arasına girmeye başlamıştır. EFTA (Avrupa Serbest Ticâret Organizasyonu) ve AET üyesi olan Finlandiya, sosyalist temayüllü bir devlet olması sebebiyle, 1991 öncesi doğu bloku iktisâdî teşkilâtı olan Comecon üyeleri ile de alışverişte bulunmaktadır.
Ulaşım: Karayolu taşımacılığı ülke içi ulaşımda ilk sırayı alır. Bunu sıra ile deniz, demiryolu ve havayolu nakliyatı takib eder. 1960’larda karayolu ulaşımına verilen ağırlık üzerine, Finlandiya günümüzde bu bakımdan oldukça gelişmiş bir ülkedir. Dış ticâret ve yolcu bağlantılarının % 90’ı deniz yoluyla sağlanır. Kış boyunca çalışan buzkıranlar, güneybatıdaki önemli limanları dâimâ açık tutarlar. Ülke içindeki göl, nehir ve kanallarda da taşımacılık yapılmakla birlikte, bunun ulaşım içerisinde önemli bir yeri yoktur. Finlandiya demiryollarındaki ray arası açıklığı Rusya Federasyonu demiryollarıyla aynı, fakat Türkiye’de de kullanılan standart dünyâ ölçüsünden farklıdır. Bu yüzden Rusya dışındaki komşularıyla demiryolu bağlantısı yoktur. 1924’ten beri milletlerarası havayollarının önemli bir bağlantı yeri olan Finlandiya’da düzenli iç hat seferleri devamlı çalışmaktadır.
Alm. Intuition, Fr. intuition, İng. intuition. Peygamberlerin ümmetleri arasında îtikâdı doğru, işleri, ayıp günah ve kusurlardan uzak ve ahlâken mazbut, dürüst kimselerin, bilgi, delil ve tecrübelerle elde ettiği yüksek meziyetleri sâyesinde, insanların hâllerini çabuk kavrayıp, isâbetli karar vermesi. Firâset sâhibi, tevil, zan ve tahmine kaçmadan ilk bakışta işin iç yüzünü sezer ve maksada isâbet ettirir.
Firâset, Müslümanda bulunan üstün bir meziyettir. Firâset sâhibi olabilmenin ilk şartı, doğru bir îmân sâhibi olmaktır. Sonra haramlardan sakınmak, İslâmiyetin beğenmediği kötü isteklerden uzak durmaktır. Kimin îmânı daha kuvvetli ise, o nisbette firâseti keskin, yâni isâbetli ve doğru olur. Bütün bunlara kavuşulması için, kalbin her an Allahü teâlâyı anmakla meşgul olması, bütün âzâların Peygamberimizin sünnetine uyması ve hep helâl lokma yemeyi aslâ terk etmemesi gerekmektedir.
Bir kimse, kalbini her an Allahü teâlâ ile meşgûl edince sırlar kalbine dolar. Böylece o kalbin sâhibi, o sırları gözleriyle görür ve onlardan haberdâr olur. İnsanın kalbi, kötülüklerden temizlenip böyle parladığı sıralarda, başka gönüllerde saklı olan şeyleri de keşfedebilir ve anlar. Nitekim Peygamberimiz; “Mü’minin firâsetinden korkunuz(sakınınız)! Çünkü Allah’ın nûru ile bakar (görür).” buyurmuşlardır. Bu hadîs-i şerîfte, sâlih Müslümanlara verilen firâsetin, Allahü teâlânın bir ihsânı, lütfu olduğu bildirilmektedir. Peygamberlerdeki mûcize ve evliyâdaki kerâmet de böyledir. Allahü teâlânın sevdiği insanlara iyiliği, ikrâmıdır. âdetini bozarak, sebepsiz yarattığı şeylerdir. O, her şeyi yaratmaya gücü yetendir.
İki türlü firâset vardır: Birincisi evliyânın firâseti olup, talebelerinin istidâdını keşfetmektir. İkincisi, sıkıntı ve eziyetlere katlanarak, açlıkla nefislerini parlatanların firâseti olup, varlıklara âit gizli şeyleri haber vermektir. Böyle firâsetin, Allah katında hiçbir değeri, kıymeti yoktur.
İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî bildirdi ki: “Firâset; sâlih kimseleri, yâni Allahü teâlânın sevdiklerini bulmak ve tanımaktır.”
Alm. Pharao (m), Fr. Pharaon (m), İng. Pharaoh. Eski Mısır hükümdarlarına verilen isim. Mısır’a hâkim olan 26 firavun sülâlesi vardı. Her sülâlede çeşitli firavunlar asırlarca hükümdârlık etti. Çoğu insanları kendilerine taptırdı. Mûsâ aleyhisselâm zamânındaki firavun, tanrılık idddiâsında bulundu. Kendisine secde etmeyenlere ve Mûsâ aleyhisselâma inananlara işkence ve zulümler yaptı. Bu firavun dört yüz sene yaşamış, bir defâ başağrısı görmemişti. Eğer bir defâ başı ağrısaydı, bu saygısızlık hatırına gelmezdi.
Mûsâ aleyhisselâm Tûr Dağında Allahü teâlâ ile nasıl olduğu bilinmeyen bir şekilde konuştu. Mısır’a gelip Firavun’u dîne dâvet etti. Firavun kabul etmedi. Yanındaki vezîri Hâmân’a sordu. O da; “Mûsâ, büyük sihirbâzdır. Bizi aldatıp, memleketimizi elimizden almak istiyor.” dedi. Böylece Firavun’un îmâna gelmesine mâni oldu ve îmân eden hanımı âsiye’nin de şehid olmasına sebeb oldu.
Mûsâ aleyhisselâmın mûcizelerine Firavun inanmadı, kâfirlerin suları kan oldu, kurbağa yağdı, cilt hastalıkları oldu. Üç günlük karanlık devâm etti. Firavun bu mûcizeleri görünce korktu. Mûsâ aleyhisselâm ile inananların Mısır’dan gitmesine izin verdi. Sonra Firavun bu iznine pişman oldu. Askerlerle arkasına düştü. Kızıldeniz’in Süveyş kısmında askerleri ile birlikte boğuldu.
Firavun’un, Mûsâ aleyhisselâma ve ona inanan kimselere karşı yaptığı işler hakkında Bakara, Kasas, Tâhâ, Şuarâ, Tahrîm, Gâfir (Mü’min), A’râf, Yûnus, Zuhruf, Duhan, İsrâ, Sâffât, Ankebût sûrelerinde bilgi verilmektedir. Kur’ân-ı kerîmin Yûnus sûresi 92. âyet-i kerîmesinde meâlen; “(Ey Fir’avn!) Senden sonra geleceklere ibret için, bugün senin bedenini (cansız olarak) kurtarıp (sâhilde) bir tepeye atacağız. İşte insanlardan bir çoğu, hakikaten âyetlerimizden gâfildirler.” buyrulmaktadır.
Üç bin seneden fazla bir zaman önce ölen Firavun’un cesedi, Kur’ân-ı kerîmin mûcizesi ve tam bir ibret vesikası olarak vücudu hiç bozulmamış, etleri çürümemiş ve tüyleri dahi dökülmemiş şekilde ve secde eder vaziyette bulunmuştur. Şimdi Londra’daki British Museum’da teşhir edilmektedir.
FİRAVUN FÂRESI (Mungos ichneumon)
Alm. Ichneumon (m), Fr. Mangouste ichneumon (m), İng. Egyptian mongoose. Familyası: Miskkedisigiller (Viverridae). Yaşadığı yerler: Avrupa, Kuzey Afrika ve Ön Asya. Özellikleri: Vücut uzunluğu 65 cm, kuyruğu 40 santimetredir. Esmer-kahverengi tüylü, yılan avcılığı ile tanınan çevik bir memeli. Çeşitleri: Bu cinsin 20 kadar türü vardır.
Mısır sansarı, Firavun kedisi, mangust veya mongo da denilen etçil bir memeli. Türkiye, Filistin ve umûmiyetle Afrika’da yaşar. Gelinciğe benzer bir hayvandır. Timsahın yumurta ve yavrularını yediği, fâre ve yılanları avlayıp, tükettiği için, Eski Mısırlılar tarafından mukaddes sayılarak mumyalanırdı.
Yirmi kadar türü vardır. Çok çevik ve atik bir hayvandır. Hindistan mongosu “kobra düşmanı” veya “yılan öldürücü”olarak bilinir. Kobranın saldırılarını atikliğiyle boşa çıkararak yorar ve başının arkasından ısırmak sûretiyle öldürür. Yanlış olarak inanıldığı gibi yılan zehirine karşı bağışıklığı yoktur. Güçlü bir kobra tarafından ısırılırsa ölür. Öldürücü zehrin vücuduna yayıldığını hisseden mongonun, hızla ormana daldığı ve panzehir olan bâzı bitkilerin köklerini yediği söylenmektedir. Akrep, beyaz karınca, hamam böceği ve kuşları da yer. Sansar gibi kana susamıştır. Yiyeceğinden çok fazla hayvanı telef eder. Küçük memelilerin çoğunlukla kanlarını emerek beyinlerini yer. Kümes hayvanlarına da saldırır. Bacakları kısa olduğundan, yürürken yere sürünüyormuş hissini verir. Arka ayakları üstüne dikilerek yürüyebilir. Çoğunluğu yer altı inlerinde gündüz dinlenerek, gece avlanır. Gündüz ve gece avlananları da vardır.
Dişi iki aylık hâmilelik sonucu yeraltı ininde 2-4 yavru doğurur. Yalnız veya küçük gruplar hâlinde gezerek avlanırlar.
İran’ın destan şâiri. Künyesi Ebü’l-Kâsım’dır. Asıl adının Ahmed yâhut Mansur veya Hasan olduğu tahmin edilmektedir. Babasının adı İshak, dedesininki ise Şerefşâh’tır. Babasının güzel bir bahçe sâhibi olmasından dolayı Firdevsî denilmiştir. Horasan’ın Tus şehri civârında Rezân veya Şâdâb adlı köyde doğmuştur. Doğduğu şehre nisbetle Firdevsî-i Tûsî denilmiştir. Avrupalılar bunu Ferdusi şeklinde yazarlar.
Firdevsî’nin doğum târihinde ihtilâf vardır. 934’te doğduğu zannedilmektedir. Doğumunun 1000. yıldönümü, 1934 yılında İran’da büyük merâsimlerle kutlanmıştır. Köprülüzâde Fuad Bey de Türkiye’yi temsîlen törenlere iştirak etmiştir.
Firdevsî, İran’ın geleneklerine ve târihine son derece bağlı bir âile muhitinde yetişmiştir. Hakkındaki en eski kaynak; Nizâmî-i Arûzî’nin Çihâr Makâle adlı eseridir. Bunda belirtildiğine göre, Firdevsî, Tûs’un dehkânlarındanmış. Dehkân o zamanlarda İran’da çiftlik sâhibi demekti. Ayrıca mâlî ve idârî fonksiyonları da mevcuttu. Bunlar eski İran kültürünü yaşatan bir zümreydi. Şehnâme’nin malzemesinin büyük bir kısmı da bunlardan sağlanmıştır.
Şâirden bahseden diğer bütün eserler, Nizâmî-i Arûzî’den büyük ölçüde faydalanmışlardır. Bu arada bâzı yeni ilâveler de yaparak ondaki çeşitli bilgileri kısmen tahrif etmişler, bozmuşlardır. Firdevsî hakkında en kesin bilgi, eseri Şehnâme’de mevcuttur.
Çocukluk ve gençliği hakkında pek fazla bir mâlûmât yoktur. Bulunan kaynaklara göre gençliğinde iyi bir eğitim görmüş, Arabîyi ve Pehlevî lisanını öğrenmiştir. Gençliğinde rahat bir hayâtı olduğu, ancak sonrada çiftçilikle hayâtını kazanması mümkün olmadığı için geçim zorluğuna düştüğü anlaşılmaktadır. Çünkü; soğuktan zarar gördüğü, hayvanlarının öldüğünü, vergi ödeyemeyecek duruma düştüğünü eserinde kendisi haber vermektedir.
Firdevsî’nin bir ara İran’dan Irak’a giderek Şiî Büveyhoğulları Devleti Hükümdârı Behâüddevle’nin sarayında bir müddet kaldığı ve buradayken Yûsuf ile Züleyhâ mesnevîsini yazdığı söylenmektedir. Şehnâme vezni ile yazılan ve mevzûunu Kur’ân-ı kerîm’in Yûsuf sûresinden alan bu mesnevînin Firdevsî’ye âit olmayıp, Amânî adındaki Horasanlı bir şâirin olduğu anlaşılmıştır.
Firdevsî’nin memleketinde, mîlâdî 900 senesinde kurulup, Gazneliler zamânına kadar süren Sâmânî Devleti devrinde millî, İranî meselelere karşı büyük bir alâka gösteriliyordu. Fârisî lisanı kuvvetlenip Arabî harflerle yazılmaya başlanmıştı.
Gazneliler Devletinin büyük hükümdârı Mahmûd-i Gaznevî, âlimleri, edipleri ve şâirleri çok sever, destekler, teşvik ederdi. Çok kitap yazdırmıştır. Firdevsî’nin Şehnâme’si de, bunlardan birisidir. İran dili ve edebiyâtını kaybolmaktan kurtaran ve kurtuluşunu sağlayan bu büyük eser, bir Türk sultânının teşvikiyle yazılmıştır. Şehnâme’nin başında; “Otuz yıldır çok zahmet çektim ve Acem milletini bu Fars diliyle kaybolmaktan kurtardım.” denilmektedir.
Şehnâme’nin 14 yerinde Türk Sultânı Mahmûd Gaznevî methedilmektedir. Sultânın eli açık, cömert birisi olduğu bildirilmektedir. Bir ara Sultan Mahmûd Gaznevî çevresinden Firdevsî hakkında kötü şeyler duyunca ilgisini kesmişse de, sonradan gerçeği öğrenince 60.000 dînâr değerinde hediye göndermiştir.
Şehnâme’nin yazılışı otuz sene sürmüştür. Tamâmı 60.000 beyit olmasına rağmen, yazmalarda 48.000 olarak görülür. Firdevsî bu eserini 1010 senesinde Gazneli Mahmûd Hana takdim etmiştir. Eserini 70 yaşında tamamladığı söylenmektedir.
İran milletinin bütün târihini, geleneklerini toplayan bu eser, dünyâ destan edebiyâtının en güçlü ürünlerinden birisidir. Halk arasında, özellikle yaşlılarca söylenen hikâyeleri derlemiş, yazılırken Avesta, Hudaynâme gibi destânî İran devlet târihi, Ebü’l-Müeyyed el-Belhî’nin nesir, Mes’ûdî, Merzevî ve Dakikî’nin nazım şeklindeki Şehnâme’leri de göz önünde bulundurulmuştur. İran ve Türk edebiyâtında kahramanlık mesnevîleri için değişmez tek örnek hâline gelmiştir. Eserde, İran târihi, Üçüncü Yezdigerd’e kadar anlatılmaktadır.
Şehnâme’nin İran edebiyâtındaki büyük yeri, İran millî gururunu okşaması ve yaşatmasındandır. Firdevsî’nin İranî ve İslâmî edebiyâta geniş çapta vâkıf olduğu, eserlerinden anlaşılmaktadır. Günümüze gelinceye kadar çok okunmuş ve ondan örnek alınarak birçok eser ortaya çıkmıştır. Nasihatnâme türünde bir eser de sayılabilir. Karahanlılarda Kutadgu Bilig bir siyâset kitâbı olarak ortaya konmuştur. Ayrıca Nizâmülmülk’ün Siyâsetnâme’si Selçuklularda, Kenzü’l-Küberâ, Osmanlılarda Nasihâtnâme’ye misâl olarak gösterilebilir. Firdevsî bir hikâyeden sonra bir takım ahlâkî ve sosyal netîceler çıkarmaktadır. Dünyâdaki bütün iyilik ve kötülüklerin karşılığı olduğu, güzel, hayırlı ve faydalı işler yapmak lâzım geldiği belirtilmektedir. T.Carlayle gibi târihte kahramanların rolünün büyüklüğünü belirtir tarzda eserlerinde hâkim rolü kahramanlar oynamaktadır. Cesur, güzel konuşan, törelere uyan dindâr kahramanlar, eserlerinde ideâl insan tipini ideâlize eder. Lirik ve romantik sahneler kadar dehşet verici olaylara da eserlerinde yer vermektedir.
Şehnâme’de sâde ve akıcı bir üslûb vardır. Arabî kelimeler az kullanılmıştır. Ancak parlak teşbihler de eksik değildir. Güzelliği canlı ve orijinal anlatımdan, tasvirlerinden ileri gelmektedir. Tanyerini anlatırken kullandığı istiareler hakkında Paul Hern, husûsî bir makâle yazmıştır.
Şehnâme’de Firdevsî, İran târihini dört büyük döneme ayırmaktadır:
1) Pişdânîler sülâlesi. 2) Kiyânîler sülâlesi. 3) Eşkânîler sülâlesi. 4) Sâsânîler sülâlesi.
Pişdânîler sülâlesinden 10, Kiyânîler sülâlesinden 15, (Eşkânîler sülâlesinden kısa bir süre), Sâsâniler sülâlesinden de 9 hükümdârın devri anlatılmıştır.
Pişdânîler ve Kiyânîler yıldızlara ve güneşe taparlardı. M.Ö. 100 yılında Kiyânîler zamânında Zerdüşt (Zoroastre) ismindeki birisi Mecûsîliği çıkardı. Bu dînin mensupları hazret-i Ömer zamânında İslâmiyeti kabul ettiler. Zerdüşte kadar olan hükümdârların târihi Avesta’dan alınmıştır. Pişdânîlerin târihi efsâneler şeklinde anlatılmaktadır. Kısmen Hint-İran ortak mitolojisine girmektedir.
Şehnâme’de, Zerdüştlüğün ortaya çıkışı ve bu dönemin hükümdârı Keykavus, çok uzun anlatılmaktadır. Kiyânîlerin târihi ile alâkalı olarak İskender’in Dârâ’yı mağlub etmesi ve İskender hakkında bilgiler Yunancadan Pehleviceye çevrilen İskender Kıssası’ndan alınmıştır. Yine bu devirde Türk Hükümdârı Alp Er Tunga ile yapılan savaşlar eserde mühim bir yer tutmaktadır.
Eşkânîlerden kısa bir bahis vardır. Sâsânîleri anlatan kısımda olaylar târihe uygun bir şekilde zikredilmiştir.
Firdevsî, Şehnâme’yi yazarken ecnebî kaynaklardan da istifâde etmiştir. İskender ile alâkalı mevzûlar Yunanca kaynaklardan, Araplara ve İslâma âit konular da İslâmî kaynaklardan sağlanmıştır.
Bu büyük Fars ırkçısı şâirin 80 yaşında 1015 yılında Taberân’da öldüğü zannedilmektedir. Hayâtının son yıllarının nasıl geçmiş olduğuna dâir kesin bir bilgi yoktur. Şehnâme’nin İngilizce, Almanca, İtalyanca, Fransızca tercümeleri yapılmıştır. Bizdeki en son tercümesi de Necâti Lugal tarafından 1945-1949 yıllarında yapılmıştır. Şehnâme’nin İstanbul kütüphânelerinde daha başka manzum ve nesir tercümeleri mevcuttur.
Firdevsî’nin, İran milletini yeniden kendine döndürdüğü bu eser sebebiyle heykeli dikilmiştir ve bu heykel hâlâ ayaktadır.