FETRET DEVRİ
Alm. İnterregnum (m.), Fr.İnterrégne (m.), İng. İnterregnum. Yıldırım Bâyezîd’in,Ankara Meydan Savaşında Timur Hana esir düşmesinden sonra dağılan Osmanlı birliğinin, 1413 yılında, Birinci Mehmed Han tarafından yeniden sağlanıncaya kadar geçen devresi.
Yıldırım Bâyezîd’in ölümünden sonra, geriye altı oğlu kaldı. Bunlar Emir Süleymân ile, İsâ, Mehmed, Mustafa, Mûsâ ve Kasım Çelebiler idi. Ankara Savaşından, yanında büyük kuvvetlerle ayrılan Emir Süleymân süratle Bursa’ya geldi ve âilesi ile çocuklarını yanına alarak Gelibolu’ya gitti. Burada İmparator Manuel ile bir antlaşma yaptı. Anadolu sâhilindeki bâzı adalar ile Silivri, Selânik ve Teselya’yı Bizanslılara terk ediyordu. Bu sûretle Rûmeliye geçen Emir Süleymân, Edirne’de hükümdâr îlân edildi. Aynı zamanda Venedik ve Cenevizlilerle de ticârî antlaşmalar yaptı.
Timur Han, Emir Süleymân’a taç ve hil’at göndererek onu kendisine bağlamaya muvaffak oldu. Emir Süleymân ince ruhlu, ilim ve sanat erbâbının hâmisi olan bir zâttı. Ancak babasının azim, irâde ve enejisine mâlik değildi. Bu îtibârla devleti bir idâre altında toplamak sûretiyle Osmanlı birliğini kuramadı.
Ankara Savaşından sonra Balıkesir taraflarında gizlenen Îsâ Çelebi,Timur Hanın İzmir’e doğru gittiği sırada,Bursa’ya geldi. Daha sonra Timur Hanın muvâfakatını da alarak, burada bir müddet oturdu.Ancak Timur Han Semerkand’a dönerken, Yıldırım Bâyezîd’in tabutunu Mûsâ Çelebi’ye vererek türbesine defnedilmek üzere gönderdi. Böylece büyük bir kuvvetle Bursa’ya gelen Mûsâ Çelebi, Îsâ’yı kaçırttı ve hükümdarlığını îlân etti.Ancak kuvvet toplayan Îsâ Çelebi’nin yeniden gelerek Bursa’ya hâkim olmasından sonra, Mûsâ Çelebi Germiyanoğlu’nun yanına kaçtı.
Ankara Savaşında ihtiyat kumandanı olarak görev yapan Mehmed Çelebi ise, savaşın kaybedileceğini anlayınca, bin kadar askeriyle Amasya’ya doğru çekilmişti.O sırada Amasya’da Timur Hanın tâyin ettiği Kara Devletşah bulunuyordu. Şehre âni bir baskın yapan MehmedÇelebi, Kara Devletşah’ı öldürttü ve eski sancağına yeniden hâkim oldu.Çelebi MehmedAmasya’da bulunduğu sırada Canik, Tokat,Niksar ve Sivas taraflarına hâkim olmaya çalıştı ve buna da muvaffak oldu. Bu havâlideki isyancı beylerden Kubadoğlu,Gözleroğlu, Köpekoğlu ve Mezid Beyi ortadan kaldırdı. Bu arada Mehmed Çelebi, babasını esâretten kurtarmak gâyesiyle Kütahya’ya câsuslar göndermişti.Timur Hanın esirleri arasında bulunan Fîrûz Paşa da onlara yardım etmekteydi.Yer altında tünel kazarak Yıldırım Bâyezîd’in yanına varmak isteyen fedâîler plânlarının görülmesi üzerine yakalandılar ve öldürüldüler. Çelebi Mehmed bir kez daha aynı gâye ile faaliyete geçti ise, Timur Hanın güvenlik kuvetlerini arttırması ve bu arada Fîrûz Beyi de öldürtmesi ile bir netîce alamadı.
Mehmed Çelebi aynı zamanda Osmanlı birliğini sağlamak yolunda ilk teşebbüslere girişti. Îsâ Çelebi’ye haber göndererek birleşmelerini istedi. Ancak red cevâbı aldı. Bu durum üzerine iki kardeşin kuvvetleri Ulubat önlerinde karşılaştı. Sert geçen muhârebeden sonra Îsâ Beyin kuvvetleri dağıldı. Böylece Bursa ile İznik’i ele geçiren Mehmed Çelebi, hükümdarlığını îlân etti. Bundan sonra Germiyanoğlu’na haber gönderen Mehmed Çelebi, ondan, Mûsâ Çelebi’yi kendisine göndermesini istedi ve bu isteği derhal yerine getirildi. Bu sırada kardeşi Süleymân’ın yanına kaçan Îsâ Çelebi ondan aldığı yardımlarla yeniden Bursa üzerine yürüdü. Bu arada Çelebi Mehmed’le anlaştığını söyleyerek Bursa’ya kolayca girmeyi düşündü ise de,Bursa halkı müdâfaa tertibâtı aldı. Bu durum üzerine Bursa’yı yakmaya kalkışan Îsâ Çelebi, Çelebi Mehmed’in gelmesi üzerine, karşısına çıktı. Yine muvaffak olamadı ve İsfendiyâr Beyin yanına kaçtı. Daha sonra Çelebi Mehmed’in elinde bulunan Ankara’yı almak isteyen Îsâ Çelebi, Gerede Muhârebesinde üçüncü defâ mağlûb oldu ve Kastamonu’ya sığındı. Îsâ Çelebi ard arda gelen mağlubiyetlere rağmen, taht iddiâsından vazgeçmedi. Aydınoğlu Cüneyd Beyin yanına giderek böylece bir defâ daha şansını denemeğe karar veren Îsâ Çelebi, Eskişehir’e kadar geldi.Ancak yapılan muhârebeyi kaybederek savaş meydanında öldürüldü.
Edirne’de bulunan, Emir Süleymân,Çelebi Mehmed’in faaliyetlerini yakından tâkib etmekteydi. Îsâ Çelebi’nin son hareketinde başarılı olamayarak öldürülmesinden sonra Çelebi Mehmed’e daha fazla hazırlanmak imkânı vermek istemediğinden süratle Anadolu’ya geçti ve Bursa’yı rahatlıkla aldı.Çelebi Mehmed ise Süleymân’a karşı koyamayacağını anlayarak Amasya’ya çekildi. Daha sonra Ankara’ya gelen Emir Süleymân burasını da kendisine bağladı ve bütün Osmanlı ülkesine hâkim olmuş bir hükümdâr gibi davranmaya başladı.
Bu sırada Çelebi Mehmed diğer Anadolu beylikleri ile ittifak kurma arzusundaydı. Lâkin bu teşebbüsünde tam bir başarıya ulaşamayınca, birâderi Mûsâ Çelebi ile anlaştı ve ona kuvvet vererek Rumeliye geçirtti. Böylece Mûsâ Çelebi ile Emir Süleymân’ı karşı karşıya getirmiş oluyordu. Mûsâ Çelebi’nin Rumeliye geçmesinden endişelenen Emir Süleymân, süratle Edirne’ye döndü.Mehmed ile Mûsâ çelebi arasındaki antlaşmaya göre, eğer Mûsâ mücâdeleden galip çıkarsa, Çelebi Mehmed’in hükümdârlığını tanıyacaktı.Mehmet Çelebi ise onu askerî bakımdan destekleyecekti. Bu sırada Anadolu’da serbest kalan Mehmed Bey rahatlıkla Ankara, Bursa havâlisine, yâni Anadolu’da Osmanlıların elinde kalan topraklara sâhib oldu.
Karadeniz yoluyla Eflak’a gelen Mûsâ Çelebi kendisine burada da müttefikler bulmakta gecikmedi. Eflâk Prensi Mirça, Sırp despotunun kardeşi Vuk Brankoiç ve Bulgar Boyarları kendisine kuvvet verdiler. Buna karşılık Emir Süleymân da Bizans İmparatoru tarafından destek görüyordu.Çatalca yakınlarında yapılan iki kardeşin mücâdelesinden gâlip çıkanEmir Süleymân oldu. Savaş esnâsında komutanlarından Vuk’un Emir Süleymân tarafına geçmesi, sonucu büyük ölçüde etkiledi. Bu ihâneti cezâsız bırakmayan Mûsâ Çelebi ilk fırsatta Vuk’u ortadan kaldırdı.Savaştan mağlub çıkan Mûsâ Çelebi azim ve cesâretini kaybetmeyerek yeniden güçlü bir birlik kurmaya çalıştı. Bu arada ağabeyisinin gafletinden de faydalanarak kuvvetlerini arttırdı. Mûsâ Çelebinin bir daha karşısına çıkamayacağını zanneden Emir Süleymân büyük bir rahatlık içerisindeydi. Bu vaziyetten en iyi şekilde faydalanmaya bakan Mûsâ Çelebi,Edirne üzerine ânî bir baskın yaparak şehri ele geçirdi. Emir Süleymân kaçmaya muvaffak oldu ise de Mûsâ Çelebi’nin peşine taktığı adamlar tarafından yakalanarak öldürüldü (1410).Cesedi Bursa’ya gönderilerek Çekirge’de büyük babası Murâd Hüdâvendigâr’ın yanına gömüldü. Hükümdarlığı sekiz sene yedi ay kadardır. Emir Süleymân, muhârebelerde fevkalâde şecâatıyle ve cömertliği, ilim adamlarını himâyesiyle meşhur olmuştu. Edirne Sarayı onun zamanında âlim, şâir ve sanatkârlarla dolmuştu. Ahmedî ve Mevlîd yazarı Süleymân Çelebi bunlardandır.
Mûsâ Çelebi, Edirne’ye sâhib olduktan sonra, daha önce Mehmed Çelebi ile yapmış olduğu antlaşmaya riâyet etmeyerek hükümdarlığını îlân etti. Adına akçe kestirdi. Böylece mücâdele sahnesinde yalnız iki kardeş kalmıştı. Bunlardan Mehmed Çelebi Anadolu’ya, Mûsâ Çelebi ise Rumeliye hâkim ve sâhib idiler. Bu arada hayatta olan diğer Şehzâde Mustafa Çelebi’yi Timur Han Anadolu’dan ayrılışı esnâsında yanında götürmüştü.
Birâderi Mehmed Çelebi’nin Anadolu’da ne derece bir kuvvete sâhib bulunduğunu iyi bilen Mûsâ Çelebi onunla mücâdeleye girişmekten çekindi. Fakat, vakit geçirmeden Rumeli bölgesinde fütûhât hareketine başladı. Gönderdiği kuvvetler Sitirya Yarımadasına kadar geldiler. Yine Emir Süleymân’la olan mücâdelesinde kendisine cephe alan Sırp Despotu Stefan’ın üzerine yürüyerek Noveberda şehrini ele geçirdi. İsyan eden Vidin Bulgar Prensine baş eğdirdi. Nihâyet birâderi Süleymân’ın Bizanslılara terk ettiği Karadeniz sâhilindeki şehirleri ve Tselya’yı aldıktan sonra İstanbul’u kuşattı (1411). Endişeye düşen İmparator kendi yanında bulunan Emir Süleymân’ın oğlu Orhan Çelebi’yi serbest bıraktı. Selânik ve Tselya taraflarına giden Orhan Çelebi’nin hükümdârlık iddiâsına kalkması üzerine İstanbul kuşatmasını muvakkaten (geçici) kaldıran Mûsâ Çelebi hızla Selânik üzerine yürüyerek Orhan’ın kuvvetlerini dağıttı ve Selanik’i kuşattı. Bu arada İstanbul’a yapılan tazyiki de sıklaştırdı. Bu durum üzerine İmparator Manuel, Çelebi Mehmed’le ittifak etmekten başka çâre bulamadı.Mehmed Çelebi’ye kuvvet vermeyi vâdeden ve onu koruyacağına söz veren İmparator, onun Rumeliye geçmesini sağladı. Mehmed Çelebi gelişinin dördüncü günü Çatalca’nın İnceğiz köyü mevkiinde Mûsâ Çelebi ile yaptığı muhârebede mağlub ve yaralı olarak az bir kuvvetle Anadolu’ya geçti.
Mûsâ Çelebi bu muvaffakiyetlerine rağmen Rumeli’deki Beyleri tarafından gün geçtikçe yalnız bırakılıyordu.Çünkü onun daha önce Emir Süleymân tarafında bulunan Üsküp Sancak Beyi Paşa Yiğit ve meşhur akıncı kumandanı Evrenos Beyle diğer komutanlara karşı soğuk ve îtimatsız davranışı, bu beyleri aleyhine çevirdiği gibi, bâzı ehliyetsiz kimseleri iş başına getirmesi de memnûniyetsizliklere yol açmıştı. Onun için bu beyler el altından Çelebi Mehmed’e haberler göndermeye başladılar. Rumeli’deki durumunun lehine döndüğünü anlayan Çelebi Mehmed,Dulkadirlilerden de yardım alarak otuz bin kişilik bir kuvvetle tekrar Rumeliye geçti (1413).Çelebi Mehmed Edirne’ye yaklaştıkça Rumeli Beylerinin kuvvetleri ordusuna ekleniyordu. Bu defâ Mehmed Çelebi’ye karşı koyamayacağını anlayan Mûsâ Çelebi,Bulgaristan’a çekildi. Yanında Beylerbeyi Mihaloğlu Mehmed Beyle Umur Beyden başka büyük beylerden kimse kalmamıştı.Vize tarafında Mûsâ Çelebi’nin öncü kuvvetleri mağlub edildi. İki ordu Filibe yakınında karşı karşıya geldi ise de, Mehmed Çelebi müttefiklerin tamâmını beklediğinden geri çekildi.Nihâyet Paşayiğit, Barak Bey,Tırhala Beyi Sinan Bey ile Evranos Bey’in de kendisine katılmasıyla Tuna’ya doğru çekilmekte olan Mûsâ Çelebi’nin karşısına geçtiler.Sofya’nın güneyinde Çamurlu Derbend denilen mevkide meydana gelen muhârebede Mûsâ Çelebi fevkalâde cesâretle harp etti ise de, zâten az olan kuvvetleri dağıldılar.Yaralı olarak kaçan Mûsâ Çelebi bir bataklığa düştü ve yakalanarak öldürüldü. Cenâzesini Bursa’ya göndererek babasının yanına defnettiler.
Mûsâ Çelebi’nin Rumeli’de hükümdarlığı üç seneden azdır.Artık Mehmed Çelebi,Osmanlı Devletinin başında yalnız kalmıştı. Böylece Fetretdevri denilen ve hemen hemen on bir yıl süren kardeşler mücâdelesi bitmiş, parçalanan birlik yeniden sağlanmıştı.Çelebi Mehmed tahta geçtiğinde yirmi dört yaşında bulunuyordu. Her şeye rağmen Osmanlı Devletinin prestiji ve gücü Fetret devrinde de kendisini gösterdi.İstanbul, Yıldırım Bâyezîd devrinden daha şiddetli bir biçimde muhâsara edildi. Bu arada diğer Anadolu Beylikleri ise,Timur sâyesinde varlıklarına kavuştular.Ancak her biri, bu güçlü Osmanlı Şehzâdesinin tarafını tutarak hayâtiyetlerini devâm ettirmeye çalıştılar.
Herhangi bir şeyin (hâdisenin) dîne (İslâmiyete) uygun olup olmadığını bildiren cevap. Fetvâ veren âlime “müftî”, sorana “müsteftî” denir.
Fetvâ ile, herhangi bir şeyin İslâmiyete uygun olup olmadığı, bilmeyenlere öğretilmektedir.Kur’ân-ı kerîmde; “Bir işte anlaşamazsanız, bu işin hükmünü Allah’tan ve Resûlullah’tan anlayınız!” (Nisâ sûresi:59) meâlindeki âyet-i kerîmeyi tefsir âlimleri, “Bir işte anlaşamazsanız, bu işin nasıl yapılacağını, âlim olanlarınız Allah’ın kitâbından ve Resûlullah’ın sünnetinden anlasınlar!Âlim olmayanlarınız ise, âlimlerin anlattıklarına uyarak yapsınlar.” diye açıklamışlardır. Bu âyet-i kerîme, bir Müslümanın, hükmünü bilemediği herhangi bir meselede âlim olan müftîye sormasını ve onun bildirdiğine uymasını emretmektedir.
Müftînin müctehid fil mezheb, yâni mezhepte müctehid olması lâzımdır. Böyle olmayana müftî denmez; nâkıl, fetvâyı iletici denir. Nâkıller fetvâyı meşhur fıkıh kitaplarından alırlar, müctehidlerin sözlerini bildirirler.
Müctehid olmayan din adamı bir hadîs-i şerîf işitince, bu hadîsten kendi anladığına uyarak amel edemez. Müctehidlerin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden anlayarak, öğrenerek verdikleri fetvâ ile amel etmesi lâzımdır. Bu bakımdan fetvâların fıkıh kitaplarına dayanması lâzımdır. Böyle olmayan fetvâlar mûteber değildir. Böyle yapmazsa vâcibi terk etmiş olur.İslâm bilgilerini öğrenmeden, bilmeden âyet-i kerîme veya hâdis-i şerîfleri okuyup da bunları kafasına, kendi görüşününe göre mânâlandırıp, dînî mevzûlarda gelişi güzel fetvâ verenlere müftî veya İslâm âlimi denmez.
Kendisinden fetvâ istenen müftîde; iyi niyetlilik (sözüne güvenilirlik), hilm (yumuşaklık), vakâr ve sekînet (samîmi ve ağırbaşlı davranış), bilgisinde kuvvetlilik, sual sorana maddeten muhtâc olmamak ve hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı ayırdedebilecek ilmî bir kudret bulunması gibi şartlar da gerekmektedir.
Her müftî, kendi mezhebine göre fetvâ verir.Hanefî mezhebindeki bir müftî, İmâm-ı A’zâm Ebû Hanîfe’nin sözüne uygun şekilde fetvâ verir.Aradığını onun sözlerinde açıkça bulamazsa, İmâm-ı Ebû Yûsuf’un sözünü alır. Onun sözlerinde bulamazsa, İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin sözünü alır.Ondan sonra İmâm-ı Züfer’in, daha sonra Hasan binZiyâd’ın sözünü alır.
İftâ, yâni fetvâ vermek usûlü, İslâmiyetin başlangıcından beri vardır.Peygamberimiz zamânında, Müslümanların bizzât kendisinden aldıkları fetvâlar mûteber eserlerde toplanmıştır. Peygamberimizin âhirete irtihâlinden sonra Eshâb-ı kirâmın Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere mürâcaat ederek verdikleri fetvâlar ile, bu sâha daha da genişlemiştir. Dört halîfe ve diğer bütün sahâbenin ve “fukahâ-ı seb’a” adıyla meşhur olan Tâbiînden yedi büyük âlimin fetvâları her zaman için en kıymetli kaynaklardır.
Emevîler, Abbâsîler ve Osmanlılar zamânında devletin kazâî işleri fetvâ ile hallolunurdu. Halk arasındaki çeşitli münâsebetleri düzenleyen tertip edilmiş kâideler, bâzı kânunlara münhasır (sınırlı) kalmıştır.Zâten fetvâ da, meselenin kesin hükmünü, dînî kaynaklardan istinbât edip (çıkarıp) müdevven (düzenlenmiş) hâle getirmek demektir.
Türkiye Cumhûriyetinin ilk genel kurmay başkanı.Çakmakoğullarından topçu miralayı Ali Sırrı Beyin oğlu olan Mustafa Fevzi, 1876 yılında İstanbul’da doğdu. 1895’te Harbiye’den mülâzım olarak çıktıktan sonra, kurmay sınıfına ayrıldı. 1898’de yüksek öğrenimini tamamlayarak kurmay yüzbaşısı oldu. 1899’da Arnavutluk’taki On Sekizinci Nizâmiye Fırkası Kurmay Başkanlığına tâyin oldu ve 1913’e kadar burada kaldı. Burada sırasıyla kolağası, binbaşı, kaymakam ve miralay oldu. 1906 yılında dayısı şehid Nûri Beyin kızıyla evlenen Çakmak’ı 1908’de Meşrûtiyetin îlânı üzerine iktidâra gelen İttihat ve Terakkî Cemiyeti, Mitroviça İttihat ve Terakkî şûbesinin gizli yönetim kuruluna seçti. Ancak particiliği sevmeyen Çakmak, politikadan uzak durmaya çalıştıysa da fiilen içindeydi.
1912 Ekiminde başlayan Balkan Harbinde Müşir Ali Rızâ Paşa komutasındaki Vardar Ordusunun Harekât Şûbesi Başkanlığını yaptı. 1914 yılında ise Mirlivâlığa yükseltildi ve Ankara’daki Beşinci Kolordu Komutanlığına getirildi. Bu sırada Osmanlı Devleti Birinci Dünyâ Harbine girmiş ve Çakmak’ın Kolordusu da Çanakkale cephesinde vazîfelendirilmişti. Burada üzerine düşen vazîfeyi eksiksiz yerine getirerek, düşman taarruzlarını Karlıdere ve Kerevizdere’de karşılayıp püskürttü.
Fevzi Çakmak, bundan sonra sırasıyla Kafkas cephesindeyken Birinci ve İkinci Şeria Savaşlarında düşman saldırılarına başarıyla karşı koyup, Ferik rütbesine yükseltildi.Çok geçmeden ağır bir hastalığa tutulan Çakmak,İstanbul’a geldi. Ardından Mondros Mütârekesinin imzâlanmasıyla îtilâf devletleri donanması da İstanbul’a girdi. 1918 yılı sonlarında Genel Kurmay Başkanlığına getirildi. 1920 yılında ise, fiilen yurt savunmasına katılmak üzere Anadolu’ya geçti ve Sakarya Meydan Savaşının kazanılmasında önemli rol oynadı.Atatürk’e meclis tarafından müşirlik rütbesi ile gâzîlik şânı verilmesi konusundaki önergeyi İsmet Paşa ile Çakmak vermişlerdi. Fevzi Çakmak, 30 Ağustos 1922’de kazanılan Büyük Zaferden sonra Mareşalliğe yükseltildi.
Fevzi Çakmak,Türkiye Cumhûriyetinin kuruluşundan 1944 yılına kadar aralıksız olarak 22 sene Genel Kurmay Başkanlığı yaptı. 1944 yılında yaş haddi kânunu uyarınca emekliye ayrıldı. Onun en bâriz vasfı, demokrasi hayâtında Atatürk’ün birinci yardımcısı olup, inkılâpların yerleşmesinde önemli ölçüde çaba sarfetmesidir.
10 Nisan 1950 Pazartesi günü ölen Çakmak, Eyüp Mezarlığına gömüldü.
Eğitimci yazar. 1912 senesinde Muş’ta doğdu. Babası çeşitli vilâyetlerde kâdılık yapmış Abdullah Hulûsî Efendidir. Fevziye, anne ve babasının vefât etmesi üzerine küçük yaşta Elazığ’dan İstanbul’a geldi. Fâtih’te yerleşti. İlk öğrenimini Fâtih’te, orta ve liseyi İstanbul Kız Lisesinde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Edebiyât Fakültesine girerek, 1934-35 senesinde bitirdi.Konya Kız MuallimMektebinde bir sene öğretmenlik yaptıktan sonra Ankara Erkek Lisesine tâyin oldu. Ankara liselerinde yirmi yedi yıl öğretmenlik yaptı. Fevziye Abdullah, liselerde komposizyon eğitimini ilk sistemleştiren edebiyât öğretmenidir. Fuâd Köprülü’nün çıkardığı bir derginin beş sene imtiyaz sâhipliğini ve yazı işleri müdürlüğünü de yaptı.
1956 Haziran ayında Tâlim Terbiye Dâiresi üyeliğine getirildi ise de öğretmenliğe döndü.
1960-61 öğretim yılında Newyork’taki Columbia Üniversitesinde Türk Edebiyât eski ve yeni harflerle metin şerhi derslerini okuttu. 1964 senesinde Ankara Üniversitesi İlâhiyât Fakültesi profesörler kurulunun karar ve teklifi ile bu fakültenin Türkİslâm Edebiyâtı kürsüsünde öğretim görevlisi oldu. 1973 yılında emekliye ayrıldı.Türk Yazarlar Birliğine üye olan Fevziye Abdullah, Türk Kültürüne yaptığı hizmetlerinden dolayı Türkiye Yazarlar Birliğince yılın yazarı seçildi.
1929 senesinde şiirle yazı hayatına başlayan Fevziye Abdullah, 59 yıla yakın devamlı yazılar yazdı. Ağustos 1988’de 76 yaşındayken Ankara’da vefât etti.
Fuâd Köprülü’nün yetiştirdiği talebelerin seçilmişlerinden olan Fevziye Abdullah, ilmî, edebî tenkitleri, tetkik ve monografileriyle son devir edebiyâtçıları arasında ayrı bir yeri vardır.Türk divan edebiyâtına halk edebiyâtı ve Tanzîmât devri edebiyâtına dâir kuvvetli araştırmaları bulunmaktadır. Bunlardan mecmualarda yayımlananlar önemli bir yekûn tutar. Mehmed Âkif Hayâtı ve Eserleri isimli bir monografisi 1945’te yayımlanmış eseridir. Yayımlanmış yirmiden fazla eseri bulunmaktadır. En meşhurları Nâmık Kemal’in Mektupları ile Kompozisyon kitabıdır.
Düşmanla muhârebe bittikten sonra,İslâmiyeti kabul etmeyenlerden sulh yoluyla veya zorla alınan mallar. Harpte zorla alınan mala ise “ganîmet” denir. Feyin hepsi, bütün Müslümanlara verilir veya onların umûmî ihtiyaçları için harcanır. Bunun için de beytülmâle, yâni devlet hazinesine konur.
Peygamber efendimiz, ganîmet taksiminden önce kılıç, zırh ve at gibi bâzı şeyleri seçip alırdı. Bunlara “safiyy” denir. Bedr Muhârebesinde Zülfikâr isimli kılıcı safiyy olarak almışlardı. Muhârebe bittikten sonra, kâfirlerden zorla veya Resûlullah efendimiz döneminde olduğu gibi harp yapılmadan sulh yoluyla alınan mal fey olduğundan, düşman devlet başkanlarının gönderdiği mallar da fey hükmündeydi. Fey olan mallar, Haşr sûresi 5. âyet-i kerîmesi hükmünce, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin tasarrufundaydı. Dilerse kendilerine tahsis edip, âilesinin ihtiyaçlarına veya silâh, binek gibi harp vâsıtalarına, dilerse de amme (kamu) menfaatine harcarlardı. Hazret-i Ömer şöyle buyurmuştur:“Benî Nâdir Yahûdilerinin malları fey olup, Resûlullah’a âitti. Ondan âilesinin bir senelik nafakasını alır, kalanını harp vâsıtalarına sarfederdi.”
Fedek arâzisi, sulh ile alındığı için, o da fey idi. Düşman tarafından hediye olarak gönderilen mallar da Resûlullah efendimiz için fey olup,O’nun tasarrufundaydı. Dilediği gibi harcardı.
Resûlullah efendimizin vefâtından sonra fey, halîfelerin tasarrufunda olarak sâdece Müslümanların umûmî faydalarına olan yerlere harcandı. Resûlullah efendimizin yaptıkları gibi, kendisinin ve âilesinin masrafları için harcanmadı. Yine düşman tarafından gönderilen hediyeler de fey olup,Resûlullah efendimiz, hem kendileri için ve hem de müslümanların umûmî faydalarına harcayabildiği hâlde, hâlifeler, onu yalnız Müslümanların umûmî menfaati olan yerlere sarf edebilirlerdi.Çünkü, düşmanın bu hediyeleri göndermesi sırf halîfeden çekindikleri için değil, kendisi ile berâber tebeasının kuvvetinden korkmaları sebebiyleydi. Hâlbuki, Resûlullah efendimize gönderilen hediyeler, düşmanın yalnız O’ndan korkmaları sebebiyledir.Çünkü hadîs-i şerîfte; “(Düşmanlarıma karşı) korku (verilmek sûreti) ile yardım olundum” buyrulmuştur.
Harac, cizye, harbîlerden alınan gümrük vergisi hep feydir.Çünkü bunlar, gayri müslimlerden harpsiz, sulh ile alınmıştır.Nitekim İmâm-ı Ebû Yûsuf (rahmetullahi aleyh) Kitâb-ül-Harâc’ında; “Bize göre fey, haracdır.” buyurmuştur. Fey’in beşte biri ayrılmayıp hepsi beytülmâle konur. (Bkz.Harac)
Osmanlı Devletinin kırk altıncı şeyhülislâmı. İsmi, Feyzullah’tır. Erzurum’da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Babası Erzurum Müftîsi Seyyid Muhammed’dir. Şems-i Tebrîzî’nin soyundandır. 1703 (H. 1115) senesinde Edirne’de vefât etti.
Küçük yaşta ilim tahsiline yönelip din ve fen ilimlerinde yetişti.Vânî Mehmed Efendiden tefsir, mantık, matematik, geometri ve astronomi ilimlerini öğrendi. Bu sırada Dördüncü Mehmed Hanın hocalığına tâyin edilen hocası Vânî Mehmed Efendinin dâveti üzerine, İstanbul’a geldi. Vânî Mehmed Efendiye dâmâd oldu. Şeyhülislâm Minkârîzâde Yahyâ Efendinin yanında mülâzım (stajyer) olarak çalıştı. Daha sonra hacca gitti. Hac dönüşü Yenişehir’e gelip kayınpederi tarafından pâdişâhın huzûruna çıkarıldı. 1669 târihinde Şehzâde Sultan Mustafa’nın hocası, 1670’te müderris oldu. Fâtih’te Sahn-ı Semân Medreselerinde vazifelendirildi. Sırasıyla Ayasofya, Süleymâniye, Sultan Ahmed medreselerinde müderrislik yaptı. 1686’da Rumeli Kazaskerliği pâyesiyle Şehzâde Üçüncü Ahmed’in hocalığını, bir sene sonra da Nakîb-ül-Eşraflığa (sevgili Peygamberimizin soyundan gelen seyyid ve şerîflerin işleriyle ilgilenen makâma) tâyin edildi. 1688’de, Sultan İkinci Süleymân Hanın tahta geçmesiyle şeyhülislâm oldu. Daha sonra Erzurum’a gönderildi.Sultan İkinci Mustafa tahta geçince, 1695 târihinde ikinci defâ şeyhülislâmlığa getirildi. Sekiz buçuk sene fetvâ makâmında kaldı. 1703 (H. 1115) senesinde fesatçıların çıkardığı hâdiselerin sonunda Edirne’de şehid edildi.
Feyzullah Efendi, ilmî üstünlüğü yanında, yaptırdığı hayır eserleriyle de meşhur oldu. Erzurum’da bir medrese, bir câmi, hâfızların kırâat ilmini okudukları dershâne, Şam’da hadis okutulan bir medrese, Medîne-i münevverede ve İstanbul’da bir medrese, kütüphâne ve mektep yaptırdı.
Feyzullah Efendi; âlim, sâlih evlâd yetiştirdi.Oğullarından Seyyid Mustafa Efendi, Osmanlı şeyhülislâmlarının altmış üçüncüsü, Murtaza Efendi de altmış dokuzuncusudur.
Feyzullah Efendinin eserleri şunlardır: 1) Hâşiyetün alâ Envâr-it-Tenzîl (Kâdı Beydâvî’nin meşhur tefsirine yazdığı hâşiye), 2)İsâm Hâyişesi, 3)Nesâyih-ül-Mülûk, 4) Hâlhâlî’nin Şerh-i Akâid’i üzerine ta’lîkâtı, 5) Kitâb-ül-Ezkâr, 6) Mecmûa-ı Hikâyât, 7) Fetâvâ-i Feyziyye (fetvâlarının toplandığı eserdir), 8) Ravda Tercümesi, 9) Riyâz-ür- Rahme, 10) Dîvân, 11-Kendi kaleminden Hâl Tercümesi, (Hâlnâme).
Alm. Emphysem (n), Fr. Emphséme (n.m.), İng. Emphysema.Akciğerdeki hava yollarının son kısmı olan küçük hava keseciklerinin (alveol) aşırı derecede genişlemesi ve buna bağlı akciğerlerdeki statik havanın çok artarak, dinamik havanın, yâni oksijen girişine yeterli olmaması durumu. Mikroskop altında incelendiğinde, keseciklerin normal boylarının birkaç katı oldukları görülür. Hava kesecikleri genişleyince aralarındaki duvar parçalanır ve hava ihtivâ eden büyük keseler meydana gelir. Bunun sonucunda akciğerlerin esnekliğini sağlayıp, havanın boşalmasına yardım eden, keseciklerin duvarlarındaki elastik doku ortadan kalkar veya azalır.
Amfizemde aşırı derecede büyük bir akciğer meydana gelir.Göğüs boşluğunun genişlemesi (fıçıgöğüs) sonucunda ilâve hava girişi çok az olur.Vücudun oksijen ihtiyâcı karşılanamaz. Yorucu işler ile uğraşmak, hattâ bâzen istirâhatta dahi nefes darlığı olur.
Akciğer dokusunun harâb olması sonucunda, akciğerlerdeki kan akımı azalır. Bu da, kalbe ilâve bir yük binmesine sebeb olur ki, bâzan kalp yetmezliğine dahi gidebilir.
En sık görülen sebebi “kronik bronşittir”. Sigara içmenin de önemli payı vardır. Genellikle bronşit ve ileri yaşın ortaya çıkardığı bir durumdur. Zâten mevcut olan nefes darlığı, dudakların morarması gibi belirtileri arttırır. Bronşlarda iltihap ve mukus (balgam) toplanması sonucunda hava yolları tıkanır. Nefes almakla keseciklere hava girer fakat çıkamaz. Kesecikler genişler. Yılların etkisiyle, amfizemdeki yapısal değişiklikler meydana gelir. Birçok vak’alar, altta yatan sebebi açıklamak için çekilen bir göğüs filmi ile teşhis edilirler.
Teşhis edildikten sonra hâdiseyi düzeltmek için yapılabilecek fazla birşey yoktur. Çeşitli nefes alma eksersizleri ve bronş genişletici ilâçlar tedâvide kullanılabilir.Sigara yasaklanır; enfeksiyon varsa uygun antibiyotikle tedâvi edilir.
İslâm dîninde, Müslümanların bedenle yapmaları veya sakınmaları lâzım olan işleri bildiren ilmin adı. Fıkıh kelimesi Arapçada, dördüncü bâbdan olunca, “bilmek, anlamak” mânâsına gelir. Beşinci bâbdan olunca “dînin emir ve yasaklarını anlamak” demektir. Fıkıh bilgileri, İslâmın dört kaynağı olan Edille-i Şer’iyyeden, yâni Kur’ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden, icmâ-ı ümmetten ve kıyastan elde edilmektedir. Fıkıh bilgilerinin, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarıldığını öğreten ilme ise, “usûl-i fıkıh” denir.
Büyük İslâm âlimi olan müctehidler, bu dört kaynaktan ahkâm (hükümler) çıkarırken, mezheplere ayrılmışlardır. Bunlardan dört mezhebin bildirdiği din bilgileri kitaplara geçirilip, bize kadar ulaştırılmıştır. Bunlar; Hanefî, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî mezhepleridir. Diğer mezhep imâmlarının sözleri toplanarak kitaplara geçirilmemiş, zamânımıza kadar ulaşamamışlardır.
Fıkıh ilmi dört büyük kısma ayrılmaktadır:
1. İbâdet: Bunlar beşe ayrılır: Namaz, oruç, zekât, hac, cihâd.
2. Münâkehât:İslâm âile hukûkuna âit, evlenme, boşanma, nafaka ve daha nice dalları vardır.
3. Muâmelât: Müslümanların cemiyet hayâtındaki karşılıklı münâsebetlerini düzenleyen, hukuk kâidelerinden, alış veriş, kirâ, şirketler, fâiz, mîras gibi birçok bölümleri mevcuttur.
4. Ukûbât: İslâm dînine göre suç olan fiillerin cezâlarını bildirmektedir. Bunlar “had” denilen cezâlar olup, başlıca altı kısma ayrılmaktadır: Kısâs, sarhoşluk, sirkat (hırsızlık), zinâ, kazf (iffetli kimselere iftirâ), riddet, yâni mürted olmak cezâlarıdır. Cezâlar günâhtan sonra geldiği için “ukubât” denir.
Fıkhın ibâdet kısmını kısaca öğrenmek her Müslümana farzdır. Münâkehât ve muâmelât kısımlarını öğrenmek farzı kifâyedir. Yâni başına gelenlerin öğrenmesi farz olur. Her Müslümanın helâlden, haramdan kendisine lâzım olan fıkıh bilgisini öğrenmesi lâzımdır. Farzlardan sonra ibâdetlerin en kıymetlisi, kendisine lâzım olan fıkıh ve diğer bilgileri öğrenmektir.Tefsir, hadis ve kelâm ilimlerinden sonra en şerefli ilim, fıkıh ilmidir. Fıkıh bilgisi okumak, geceleri nâfile namaz kılmaktan daha sevabtır. Hadîs-i şerîflerde fıkıh ile ilgili olarak buyruluyor ki:
Allahü teâlâ bir kuluna iyilik etmek isterse, onu dinde fakîh (fıkıh ilmini bilen) yapar.
Bir kimse fakîh olursa, Allahü teâlâ, onu özlediği şeyleri ve rızkını, ummadığı yerlerden gönderir.
Allahü teâlânın en üstün dediği kimse dinde fakîh olan kimsedir.
Şeytana karşı bir fakîh, bin âbidden (ibâdeti çok yapandan) daha kuvvetlidir.
Her şeyin dayandığı bir direk vardır. Dînin temel direği, fıkıh bilgisidir.
İbâdetlerin efdali, en kıymetlisi, fıkıh öğrenmek ve öğretmektir.
Fıkıh ilmini ilk kuran, ilk defâ sistemleştiren İmâm-ı A’zâm Ebû Hanîfe’dir. İmâm-ı A’zâmEbû Hanîfe hazretleri, fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara kollara ayırdığı ve usûller, metodlar koyduğu gibi, Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvan) bildirdiği îtikat, îmân bilgilerini de topladı. Bunları Fıkh-ı Ekber adındaki kitabında kısa, öz olarak çok güzel açıkladı. Talebelerinden İmâm-ı Muhammed’in yetiştirdiği Ebû Bekr-i Cürcânî, onun da yetiştirdiği Ebû Nasr-ı İyâd, onun da yetiştirdiği Ebû Mansûr-i Mâturîdî, îtikatta mezheb imâmımız oldu. İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed Şeybânî, hocasından öğrendikleri bütün fıkıh bilgilerini kitaplara geçirmişlerdir.İmâm-ı Ebû Yûsuf’un Kitâb-ül-Harâc ve İmâm-ı Muhammed’in Siyer-i Kebîr, Siyer-i Sagîr, Mebsût, Ziyâdât,Câmi-ül-Kebîr, Cami-üs-Sagîr adındaki kitapları meşhurdur.
Fıkıh ilimlerinde yetişen ve söz sâhibi olan İslâm âlimleri, yedi sınıfa ayrılır:
1. İslâmiyette mutlak müctehid olan âlimler. Bunlar “Edille-i Erbe’a”dan hüküm çıkarmak için, usûl ve kâideler kurmuşlar ve koydukları esaslara göre, ahkâm çıkarmışlardır. Dört mezheb imâmı bunlardandır.
2. Mezhepte müctehidlerdir. Bunlar, mezhep reîsinin koyduğu kâidelere uyarak, dört delilden ahkâm çıkaran âlimlerdir.İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed ve benzerleri bu âlimlerdendir.
3. Meselelerde müctehid olanlardır:Bunlar, mezhep reisinin bildirdiği meseleler için, mezhebin usûl ve kâidelerine göre ahkâm çıkarırlar.Çıkardıkları ahkâmın, mezhep reisinin koyduğu esaslara uygun olması şarttır. Tahâvî, Hassâf Ahmed bin Ömer, Abdullah bin Hüseyin Kerhî, Sems-ül-Eimme Serahsî, Fahr-ül-İslâm Ali bin Muhammed Pezdevî, Kâdihân Hasan binMansur Fergânî ve benzerleri gibi.
4. Eshâb-ı tahrîc: İctihâd derecesinde olmayıp, müctehidlerin çıkardıkları kısa, kapalı bir hükmü açıklayan âlimlerdir. Hüsâmeddîn Râzî bunlardandır.
5. Erbâb-ı tercîh: Müctehidlerden gelen birkaç rivâyet arasından birini tercih ederler. Ebü’l-Hasan Kudûrî (362-428 Bağdat’tadır), Hidâye sâhibi Burhâneddîn Ali Merginânî, Kemâleddîn İbni Hümâm gibi.
6. Eshâb-ı temyîz: Mukallid âlimler olup, bir mes’ele hakkında gelen çeşitli haberleri, kuvvetlerine göre sıralayıp, yazmışlardır. Kitaplarında reddedilen rivâyetler yoktur. Kenz-üd-Dekâık sâhibi Ebülberekât Abdullah bin Ahmed Nesefî ve Muhtâr sâhibi Abdullah binMahmûd Mûsulî ve Vikâye sâhibi Burhânüşşerî’a Mahmûd bin Sadrüşşerî’a Ubeydullah ve Mecma-ul-Bahreyn sâhibi İbnüssa’âtî Ahmed bin Ali Bağdâdî bunlardandır.
7.Önceki tabakalardaki âlimlerin kitaplarından doğru olarak nakil yapabilen, onları bildiren mukallitlerdir. Tahtâvî, İbn-i Âbidîn bu tabakanın âlimlerindendir.
(Bkz. Edebî Türler)
Alm. Haselnuss (f), Fr. Noisetier (f), İng. Hazel-tree. Familyası: Huşgiller (Betulaceae) Türkiye’de yetiştiği yerler: Doğu Karadeniz bölgesi (Ordu, Trabzon, Giresun); Zonguldak, Bolu.
Kuzey yarımkürenin ılıman bölgelerinde yetişen, çalımsı veya alçak boylu, tek evcikli, erkek ve dişi çiçek ayrı ağaçta, ayrı yerlerde olan bitkiler. Fındığın erkek çiçekleri tırtılsıdır. Dişi çiçekler ayrı ağaçta ve tomurcuk hâlinde küçüktür. Genel olarak çiçekler yapraklardan önce açarlar. Yaprakları yuvarlak, oval veya yürek biçiminde, tüylü, yaprak kenarları dişlidir. Dişi çiçeklerin çanak yapraklarından olgunlaşan fındıkların toplanması temmuz ve ağustos aylarındadır.
Fındık ağacı türlere bağlı olarak çalı formunda olduğu gibi, 15-20 m’ye kadar da boylanır. Kültür çeşitlerinin çoğu 3-4 m boyundadırlar. Bununla beraber bazı memleketlerdeki tek gövdeli ağaç şeklinde yetiştirilir. Fındık ağacının kökleri fazla derinlere gitmez. Kazık kök yoktur. Kışın yaprağını dökerler. Fındık çeşitlerinin çoğu kendine kısırdır. Yâni yabancı döllenme ile daha iyi verim alınır. Fındık bir yıl dinlenir, bir yıl meyve verir. Buna periyozite denir. Fındığın 15 kadar türü varsa da, meyvecilik bakımından önemli olan ve iktisâdî olarak kültürü yapılan türler C. avellana (Adi fındık)-C. colurna (Türk fındığı), ve C. maxima (Lambert fındığı) dır.Yabânî fındık türleri Kuzey Yarıkürenin ılıman iklim kuşağında Japonya’dan Kuzey Amerika’ya kadar görülmesine rağmen kültür fındıklarının ana vatanını Karadeniz kıyılarının doğu kısmı teşkil eder. Romalılar zamanında buradan alınarak diğer Akdeniz ülkelerinde yetiştirilmeye başlanmıştır.
Fındıklar, meyvelerin iriliklerine ve şekillerine göre isimlendirilir. Yurdumuzda yetiştirilen başlıca kültür çeşitleri; tombul fındık, sivri fındık, badem fındık, kan fındığı ve foşa fındığıdır.
Kabuklu fındık 1,5-2,5 cm uzunluğunda olup, iç verimi ortalama % 50 civârındadır. Fındık ağacı nemli, mutedil iklim bitkisidir. Yurdumuzda başlıca fındık yetiştirilen alanlar, 40-41 enlem ve 37-40 boylam dereceleri arasında bulunur. Bu sınırlar içerisinde ekolojik şartlar bakımından en elverişli alanlar Karadeniz kıyılarıdır. Bu kıyıda fındık zirâati vâdileri tâkiben kıyıdan içerlere doğru en çok 60 km kadar genişlediği gibi, kıyıdan 750 m yüksekliğe kadar da çıkar.
Fındık ağacı besin maddelerince zengin, tınlı humuslu topraklarda iyi gelişir ve bol ürün verir. Sıkı ağır topraklarla, kuru ve kireçli topraklardan hoşlanmaz.Taban suyu yüksek topraklarda daha iyi meyve vermez, verimi az olur. Fındık bölgelerimizde toprak yapısına ve yöreye bağlı olarak dönümden 20-125 kg fındık alınabilmektedir.Güneye bakan vâdilerde daha çok verim alınır.
Fındık ağacı, daha çok kök sürgünleriyle üretilir. Tepe daldırması yapraklarda bol sayıda köklü fışkın elde edilebilir. Fidan olarak kullanılacak kök sürgünleri 1-3 m arasında bulunmalıdır. Bu sürgünleri sökerken, bol köklü çıkarmağa gayret edilmelidir. Sökülenler hemen yerlerine dikilmeli, buna imkân yoksa hendeklenmelidir.Kök sürgünü alınırken verimi yüksek olan ocak dâimâ tercih edilmelidir.
Fındık, sonbaharda dikildiği gibi, ilkbaharda şubat, mart aylarında da dikilebilir. Sonbahar dikimi tercih edilmelidir. Fındık fidanları 4x4 m, en fazla 6x6 m ara ile dikilir.
Kullanıldığı yerler: İç fındığın bileşiminde ortalama olarak % 4’ü su, % 65,4’ü yağ, % 15,6 protein, % 2,6 selüloz, % 0,98 azotsuz ekstrak maddeler ve % 1,55 kül vardır.Yağ ve proteinler bakımından önemli bir besin maddesidir. Fındık, vitamin bakımından da iyi bir kaynaktır. En fazla Bvitamini bulunur. 100 gram iç fındıkta 0,54 mg B vitamini, ayrıca az miktarda A ve C vitaminleri de vardır. Külünde % 0,29 Ca, %35 P ve % 0,0041 Fe bulunur. Zengin bir besin maddesi olan fındığın 1000 gramı 725 kalori sağlar.
Fındık meyvesi, yemiş olarak büyük miktarda tüketildiği gibi, pastacılıkta, helvacılıkta, tatlıcılıkta ve özellikle çikolata endüstrisinde de geniş ölçüde kullanılır. Kabuğundan yakacak olarak istifade edilir. Fındıkyağı eczâcılıkta ve kokuculukta da kullanılır.
Üretimi: Fındık üretimi bakımından, dünyâda ilk sırayı almaktayız. Yalnız hektar başına verim çok düşüktür.İyi bir bakım, gübreleme ve zirâî mücâdele, budama vs. ile ortalama hektar başına 400-500 kg olan verimi, iki hattâ üç katına çıkarmak mümkündür. Diğer ülkeler bunu başarmış durumdadır. Böylece ihraç ürünlerimiz arasında ilk sıralarda yer alacak olan fındıktan sağlanacak döviz miktarı da artacaktır. Birçok yörelerimizin yegane gelir kaynağı olan fındığın üretimini artırma çabaları her geçen gün büyük önem kazanmaktadır.
(Bkz. Hava Sahası)
Alm. Euphrat (m), Fr. Euphrate (m), İng. The Euphrates. Doğu Anadolu’dan başlayıp, güneydoğu sınırlarımızdan çıkarak Suriye ve Irak’tan geçip, Basra Körfezinde denize dökülen bir ırmak. Toplam uzunluğu 2800 km kadardır. 1263 km’si Türkiye’dedir. Karasu ve Murad suyu adında iki büyük kolu vardır. Bu iki kol, Elazığ ilinin Keban ilçesi yakınlarında birleşir. Bu yerde hâli hazırda Türkiye’nin en büyük barajı olan Keban Barajı kurulmuştur. Bunu takiben GAP (Güney Anadolu Projesi) içinde bulunan Karakaya Barajı 1987’de işletmeye açılmıştır. Urfa yakınlarında yine Fırat üzerinde kurulmakta olan, 1983 yılı sonlarında temeli atılan Atatürk Barajı, Türkiye’nin en büyük barajı olacaktır. Bu baraj gövde hacmi îtibâriyle dünyânın en büyük barajları arasında 5. sırada yer almaktadır.Toplam kurulu gücü 2.400.000 kilovattır. Aynı zamanda sulamaya da hizmet edecek olan bu baraj gölünde toplanan su ile, Urfa Tünelinden geçerek, Urfa-Harran arasında 150.000 hektar, Mardin-Ceylanpınar Ovalarında 342.100 hektar, ayrıca pompayla olmak üzere Siverek-Hilvan ve yukarı Mardin ovalarında 180.000 hektar, Bozara’da 55.300 hektar olmak üzere toplam 727.400 hektar arâzi sulanacaktır.
Fırat Nehri, geçtiği topraklarda insanların ihtiyaçlarını görerek, Basra yakınlarında Dicle Nehri ile birleşip Şattülarap adını alır ve Basra Körfezine dökülür.
Alm. Backofen (m), Fr. Four, tourneau (m), İng. 1. Oven, bakery 2. Kiln 3. Furnace.Genellikle kurutma, pişirme, tavlama ve ergitme gibi işlemlerin yapıldığı, ısı kaybını önlemek için duvarları izole edilmiş, bir yükleme boşaltma kapısı bulunan kapalı bir sistem. Fırınlar, kullanılan yakıtın cinsine göre: Katı yakıtlı, sıvı yakıtlı, gaz yakıtlı, elektrik ile ısıtılan fırınlar şeklinde sınıflandırılabilir.
Katı yakıtlı fırınlar:Bu fırınlarda, yakıt olarak genellikle kömür ve odun kullanılır.Odunla ısıtılanlardan ekmek pişirmede istifâde edilir. Bu fırınların tavanları kubbe şeklindedir. Duvarları ateşe dayanıklı tuğlalarla örülüdür. Önde fırın içine müdâhale etmeye yarayan ve ağız tâbir edilen bir açık kısım mevcuttur. Fırına odun ve hamur bu ağızdan verilir. Ağızın hemen üst kısmında fırın içinde hâsıl olan gazların çıkmasına yarayan bir baca mevcuttur.Odunlar fırının bir köşesine yığılarak yakılırlar. Odunların yanması tamamlanıp, fırın istenilen sıcaklığa geldikten sonra hamurlar fırının içine sıralar hâlinde konmaktadır.
Kömür ile ısıtılan fırınlar: Cevherden demir elde etmekde kullanılan yüksek fırınlar ve pik ergitmeye yarayan kapalı fırınlar bu türdendir. Bunlarda kullanılan katı yakıtlar, metalurjik kok tâbir edilen, kül ve kükürt oranı düşük, iyi kalite kok kömürleridir.Yüksek fırınlarda kok ve demir cevheri münâvebeli olarak kireçtaşı ile beraber fırına kat kat yüklenirler. Daha sonra fırın yakıldığında hasıl olan sıcaklığın tesiri ile, içerde meydana gelen CO gazı ile oksit hâlindeki demir cevherleri redüklenerek demir, serbest hâle gelir. Erimiş halde bulunan demir, yüksek fırının tabanında toplanır. Bunun üzerinde de curuf tâbir edilen erimiş halde çeşitli oksitler bulunur. İşlem tamamlandıktan sonra curuf, curuf kapısından, elde edilen sıvı demir ise mâden ağzından dışarı alınır.Kapalı ocaklar genellikle yüksek fırından elde edilen pik demirini tekrar ergitmede kullanılır. Bunlarda yanmayı kuvvetlendirmek için fırının alt kısımlarından içeri hava üflenmektedir. Hem yüksek fırında hem de birçok kapalı fırınlarda fırının içerisi ateşe dayanıklı tuğlalarla örülmüştür. Belli bir çalışma zamanı sonunda bu tuğlalar aşındığından yenilenmektedir.
Sıvı yakıtlı fırınlar: Yakıt olarak genellikle fuel oil kullanılmaktadır. Bunda da fırının içi ateşe dayanıklı tuğlalarla örülmektedir. Metalurjide kullanılan ısıl işlem ve tav fırınlar, cam ergitme fırınları, demir ergitmede ve çelik yapımında kullanılan Siemens-Mertın fırınlarının bir kısmı bu cinstendir. Bunlarda fuel oil, fırının yan duvarlarından tabana yakın yerlere yerleştirilmiş brulör vâsıtasıyla içeri üflenir. Baca gazları fırının üst kısmından alınır.
Tuğla yapımında kullanılan fırınların birçoğu da bunlardandır. Bu fırınlar hem devamlı hem de kesintili olarak çalıştırılmaktadır. Devamlı çalışan fırınlarda yükleme ve boşaltma işlemi özel olarak yapılmış arabalar yardımıyla olmaktadır.Isıl işlem fırınlarında da yükleme yine arabalarla yapılmaktadır. Isıl işleme tâbi tutulacak malzemeler, raylarla hareket ettirilen arabalar üzerine istif edilerek fırına sürülür. Kapak kapatılarak fırın yakılır.İşlem bittikten sonra kapak açılarak araba dışarı alınır.
Gaz yakıtlı fırınlar:Bu fırınlarda genellikle yakıt olarak LPG (sıvı petrol gazı) kullanılmaktadır. Mutfaklarda yemek pişirmelerde kullanılan fırınların bir kısmı bunlardandır. Bunlarda, yüksek ısıya gerek duyulmadığı için, fırının içi ısıya dayanıklı tuğlalarla kaplanmaz. Sanâyide birçok kurutma ve pişirme işlemlerinin yapıldığı fırınlar, LPG ile ısıtılmaktadır. Bunlardan bir kısmı ateşe dayanıklı tuğlalarla kaplanmaktadır.
Elektrikli fırınlar:(Bunlara sanâyide ocak tâbiri kullanılmaktadır.) Elektrikli fırınlar, ark fırınları, endiksiyon fırınları, rezistanslı fırınlar diye üçe ayrılır:
Ark fırınları:Bu fırınlar da kendi arasında direkt ve endirek, ark fırını diye ikiye ayrılır. Her ikisi de demir ve çelik ergitme işlerinde kullanılırlar. Direkt ark fırınlarında, elektrik enerjisi fırın içine grafit elektrotlarla iletilmektedir. Üç adet elektrot, fırının üst kısmından içine sarkıtılır. Fırına yükleme (şarj etme) üstten yapılır. Kapak hareketlidir. Elektrotlar bu kapakla beraber hareket eder. Sisteme akım verilince elektrotlarla şarj malzemesi arasında ark meydana gelir. Arktan dolayı hâsıl olan ısı demirin erimesini sağlar. Bu fırınlar trifaze cereyanla çalışırlar.
Endirekt ark fırınlarında, ark iki elektrot arasında meydana gelir. Hâsıl olan ısı metali eritir. Her iki ocağın içi de ısıya dayanıklı refrakter tuğlalarla örülmektedir. Bilhassa tavan tuğlaları yüksek alüminatlı refraktör tuğla ile örtülür. Ocağın çalışması esnâsında astar ve tuğlalarda aşınma meydana gelir.Aşınan kısımlar mâden alındıktan sonra tâmir edilir. Bu ocaklar mekanik olarak devrilebilir karakterde yapıldıklarından, sıvı metali potalara almak ve mâden üzerindeki curufu çekmek son derece kolaydır.
Bu ocaklarda fırın sıcaklığını 1800°C ye kadar çıkarmak mümkündür. Fırın içinde sıvı metali istenilen süre tutmak mümkün olduğu için, alaşım ayarlamak ve istenmeyen maddeleri tasfiye etmek için tercih edilir.
İndüksiyon fırınları (İndüksiyon ocakları): Bunlar da ikiye ayrılır: Çekirdekli (kanalsız) ve çekirdeksiz (pota tipi). İndüksiyon fırınlarının çalışma prensibi, her ikisinde de aynıdır. Ocağın etrafına sarılan iletkenden akım geçtiği zaman, ocak içinde bir magnetik alan meydana gelmektedir. Ocağın içine sıvı veya katı herhangi bir metalik iletken (demir, çelik, alüminyum, bakır vs.) konduğu zaman bunların üzerinde indüksiyon akımları meydana gelmekte ve dirençten dolayı hâsıl olan ısı sâyesinde katı haldeki metalleri eritmekte sıvı haldekilerin sıcaklığı artmaktadır.
Sıvı metalin ocak içinde uzun süre tutulabilmelerinden dolayı bilhassa otomotiv sanâyi parçası döken dökümhânelerde çok kullanılmaktadır. Bu ocaklarda sıvı metalin analizini kontrol etmek ve yeni alaşımlar ilâve etmek çok kolay olmaktadır.
Çekirdeksiz indüksiyon ocakları potaya benzemektedir. Ocağın içi ateşe dayanıklı tuğla ile örtülmüş reflektör malzemelerle kaplanmaktadır. Daha sonra 1700°C ye kadar ısıtılarak sinterlenmektedir. Belirli sayıda döküm alındıktan sonra astarı yenilenir.
Yalnız bunda katı şarj yapılmamaktadır. Ocağa sıvı halde alınan metalin katılaşmadan uzun süre tutulması ve gerekli alaşım kontrolünün yapılması sağlanmaktadır. Bu ocağa çekirdeksiz denmesinin sebebi, ocak içinde sıvı metali çekirdek olarak tutma zorluğundan dolayıdır. İndüksiyon ocakları frekansa göre de sınıflandırılır.
Hat frekanslı indüksiyon ocakları- 50 Hz
Düşük frekanslı indüksiyon ocakları- 50-150 Hz
Orta frekanslı indüksiyon ocakları- 150-600 Hz
Yüksek frekanslı indüksiyon ocakları- 600 Hz.den Yukarı
Orta ve daha düşük frekanslı ocaklar, tutma (sıvı mâdeni bekletme ve alaşım ayarlama) ocağı olarak kullanılır. Yüksek frekanslı ocaklar ise ilk ergitme ocağı olarak kullanılmaktadır. Bu ocaklarda ergitme süresi çok daha kısadır.
Rezistanslı fırınlar: Bu fırınlar, fırın içerisinde döşenen rezistansların üzerinden elektrik akımının geçmesiyle ısınmaktadır. Bu fırınlar daha ziyâde tav ve ısıl işlem fırınları olarak kullanılır. Tuğla ve seramik fırınları, mutfaklarda ve laboratuvarlarda kullanılan fırınların bir çoğu bunlardandır.
Alm. Sturm (m), Fr. Oragen (n), İng. Storm. Şiddetli rüzgâr ve bunun çöllerde veya denizlerde meydana getirdiği dalgalanmalar. Meteoroloji uzmanları, hızı saatte 100 km’yi geçen rüzgârlara fırtına derler. Fakat halk arasında fırtına denilen birçok rüzgârın hızı bundan azdır. Denizciler arasında da saniyede 15 metreden daha hızlı esen rüzgârlara fırtına denir.
Fırtına başlamadan önce hava çok durgun olur.Sonra biraz rüzgâr eser ve birden şiddetlenir.Sağanak hâlinde yağmur başlar, şimşekler çakar. Kasırga çok büyük bir koni biçimindedir. Bir kasırganın başladıktan sonra hızı 160 km’yi bulur.
Fırtınalar bâzan yağışsız da olabilir. Bunlar daha çok denizlerde tehlikeli olurlar. Fırtına çeşitleri arasında; kum, toz, kar (tipi), kasırga, siklon, hortum ve tayfunlar vardır. Kum ve toz fırtınaları yağışsız ve kurudur. Kum fırtınaları çöllerde meydana gelir.Gündüz çöllerin âniden ısınması neticesinde ısınan hava yükselir. Bu yükselen havanın yerine geçen soğuk havanın meydana getirdiği rüzgâr çöl bölgelerinde kum fırtınalarını meydana getirir. Rüzgârların taşıdığı kum tânecikleri bir engele rastgelince hemen oraya yığılırlar. Bu sebepten dolayı kum tepeciklerinin yeri çok sık değişir. Kar fırtınaları da, kar yağarken veya yağmış donmamış karların rüzgârın etkisiyle sürüklenmesinden meydana gelir.
Çok hızlı esen rüzgârlara genelde “kasırga” denir. Bu tip fırtınalar evleri yıkacak, ağaçları sökecek, dalları kıracak hattâ insanları bile yerlerinden uçuracak güçte olurlar. Fakat “kasırga” kelime anlamı olarak ekvator bölgeleri ve civarlarında döne döne yer değiştiren fırtına anlamındadır.Siklon ve hortumlar, fırtınaların tersine binlerce kilometre karelik alanı kaplarlar. Bunlar da rüzgârlar gibi alçak basınç merkezine doğru eserler.
Akış yönlerini dünyânın dönüşü etkilediği için fırtınalar helezonîdir. Siklon denilen hortumlar, fırtınalar çok şiddetli oldukları zaman meydana gelirler. Hızlı yukarıya yükselen havanın etrafında ters yönlere esen rüzgâr, burada üst tarafa yükselen bir çevreye yol açar. Merkez kaç kuvveti havayı merkezden dışarılara doğru yollar. Bu da bir alçak basınç noktası meydana getirir. Bu basınç, normal basıncın onda biri kadardır. Bu alçak basınç büyük bir emme etkisi yaparak geçtiği yerlerde araçların, insanların, ağaçların ve evlerin çatılarının uçması gibi korkunç etkileri vardır.Normal bir fırtınanın hızı 100 km civârında olduğu halde hortumlar saatte 480 km hıza ulaşabilirler. Bunun sonuçları ise tahmin edilmeyecek kadar korkunç olur. Bu siklon hortumları denizlerde, havaya doğru bir su sütunu yükseltir. Bunun netîcesi olarak da bilhassa gemiler ve sâhildeki ev ve insanların ve diğer yerleşim yerlerinin büyük tehlikeye düşmesidir.
Tayfunlar ise, siklonların, tropikal iklimlerde çok büyük kuvvet kazanmasından hâsıl olur. Bunların tesirleri çok olup, yıkım kuvvetleri fazladır. Bu fırtınalar açık denizlerde meydana gelir ve engin denizlere doğru giderler.Kasırgalar; Atlas Okyanusunda Afrika’nın batısı, kimisi de Meksika Körfezi, KarayibDenizinde olurlar.Tayfunlar ise BüyükOkyanusun batısında meydana gelirler. Bunlar genelde Filipinler çevresinde görülür.
Türkiye’deki başlıca fırtınalar:
Memleketimizde halk arasında bir yıl boyunca umumiyetle senenin belli günlerinde esen fırtınalara çeşitli isimler verilmiştir:“ Zemherir, kocakarı, kırlangıç, koz kavuran, sitte-i sevr, gün dönüm, kızılerik, çaylak” bunların en meşhurlarıdır.
(Bkz. Fırtınakuşları)
Alm. Sturmvögel, Fr. Procel-lariiformes, Pétrels, İng. Tube-nosed swimmers. Familyası: Fırtınakuşugiller, Yelkovangiller. Yaşadığı yerler: Açık deniz kuşlarıdır. Yalnız yumurtlamak için karaya çıkarlar. Özellikleri: Martıya benzer. Gagaları tüp borulu, ucu kanca gibi kıvrıktır. Çeşitleri: Fırtınakuşları, fırtınakırlangıçları, albatroslar ve yelkovankuşları takımın en iyi bilinenleridir.
Fırtınakuşugiller (Procellariidae) ve yelkovangiller (Puffinidae) familyalarını kapsayan kuşlar takımı. Kuzey ve güney yarımkürenin açık denizlerinde yaşar. Martıya benzerler. Güçlü gagalarının uçları kıvrık çengelli ve boynuzsu levhalıdır. Burun delikleri boru gibi uzamıştır. İyi koku alırlar. Ürktükleri zaman mîdelerindeki pis kokulu bir sıvıyı bu borulardan dışarı çıkarırlar. Bu pis kokulu sıvıyı, bir nevi savunma aracı olarak kullanırlar.
Fırtınakuşları takımının bütün bireyleri, hayatlarının büyük bölümünü açık okyanuslarda geçirirler. En fırtınalı havalarda bile dalgaların üzerinde kanat çırpar veya yüzerek avlanırlar. Ancak üreme devrelerinde karaya çıkarlar. Açık alanlarda yuva kurmayı seven dev albatros dışında hepsi, kayalar arasında yuvalar kurar ve birer adet yumurta yumurtlarlar.Kuluçka devreleri ve yavru bakımları uzunca sürer.
Ayaklarının üç parmağı perdeli, art parmak ise körelmiş gibidir. Çoğu sivri kanatlı, iyi uçucu ve yüzücüdür. Tüyleri çoğunlukla siyahımsı ve beyaz, bâzen kül rengindedir. Boyları kırlangıç iriliğinden (12-15 cm), dev albatros büyüklüğüne (100 cm) kadar değişen birçok çeşidi vardır. Albatroslar, fırtınakuşları, fırtınakırlangıçları ve yelkovankuşları hep bu takımdandır.
Fırtınakuşugiller âilesindeki fırtınakuşlarında, bu takıma giren diğer türlerden farklı olarak, tüp şeklindeki burun delikleri birleşerek tek noktadan dışarı açılır: Okyanus fırtınakuşu, Wilson fırtınakuşu, Kutup fırtınakuşu (Dev fırtınakuşu=Dev denizkırlangıcı) en iyi bilinenleridir. Kutup fırtına kuşları, penguenlerin yumurta ve yavrularını yerler. Küçük türler dalgalar üzerinde sekerek uçuşur. Suyun üst tabakalarındaki plankton ve küçük hayvanlarla beslenirler. Gemileri tâkip ederek yağlı çöp yiyen ve dalıcı olanları da vardır. En fırtınalı havalardan çekinmezler. Altı ay gibi uzun bir müddet denizde kalır. Ancak üreme zamanları üç aylık bir süre için karaya çıkarlar.
Koloniler hâlinde yuvalarını adalardaki kaya oyuklarına yaparlar. Dişi, vücudunun 1/4 ağırlığında tek bir yumurta yumurtlar. Üç ay kadar süren kuluçka süresinde erkek dişiyi besler. Fâreler, kolonilerine büyük zarar verir. Yırtıcı martılar tarafından da avlanırlar. Fırtınakırlangıçları da bu âiledendir. İzlanda’dan daha kuzeydeki bölgelerde yuva yaparlar. Kışın ise Doğu Afrika’nın güney kıyılarına göç ederler.