FERDİNAND

Bulgaristan prensi ve bağımsız Bulgaristan’ın ilk çarı. Prenses Orleanslı Clemontine’in oğlu olup, 1861’de doğdu. Temmuz 1887’de Sabronya meclisi tarafından Bulgaristan prensi seçildi.Avrupa’yı kendisini tanımakta kararsızlığa sevk eden Rusya’nın karşı koymasına rağmen hemen tahta geçti. Nihâyet Çar Aleksandr’ın ölümü, daha sonra Stambolov’un düşmesi ile veliaht prens Boris’in de Ortodoks usûllerince vaftiz edilmesi, gerginliği tamâmen giderdi. Böylece Rusya tarafından tanınan Ferdinand’ı öteki Avrupa devletleri de hemen tanıdılar.Ülke içinde fiilen bir birlik kurmaya muvaffak olan Ferdinand, memleketin modernleşmesine katkıda bulundu. Ferdinand, 1898 yılında Avusturya ile Balkanların taksimi plânını hazırladı.

1908’de Osmanlı Devletinde vukû bulan Meşrûtiyet hareketini ve Bosna-Hersek’in Avusturya tarafından ilhâkını fırsat bilerek, Bâbıâli’ye olan bağlılığını kesti ve kendisini Bulgar çarı îlân etti. Daha sonra Sırbistan ve Yunanistan ile gizlice anlaştı ve Bulgaristan’ı Balkan ittifakına soktu. Bu ittifak kuvvetleri 1912 yılında, İtalya Harbinden yorgun olarak çıkan Osmanlı Devleti üzerine saldırdılar.Müttefik kuvvetleri Edirne’ye kadar geldiler ise de, daha sonra elde ettikleri yerleri paylaşamayarak birbirlerine düştüler. Ferdinand, 1913 yılında müttefiklerine saldırmakta tereddüt etmedi.Ancak Romanya’nın da katıldığı ittifak kuvvetleri Bulgaristan’ı ezdi. Böylece Bulgaristan’ın payına çok az bir toprak parçası düştü. Bu duruma iyice üzülen Ferdinand, Birinci Dünyâ Harbinde diğer devletlerden intikam almak gâyesiyle Almanya İmparatorluğu safında yer aldı. Fakat savaşta ilk çözülen cephe Bulgar cephesi oldu (28 Eylül 1918 Mütârekesi). Yenilgi felâketi ve ayaklanma belirtileri üzerine Ekim 1918’de tahtını oğlu Boris’e bırakan Ferdinand, 1948 yılında Coburg’da öldü.

FERGÂNÎ

Dokuzuncu yüzyılda yetişmiş, ekliptik meyli ilk defâ tesbit eden büyük Müslüman astronomi ve matematik âlimi. İsmi Ahmed bin Muhammed bin Kesîr el-Fergânî olup, künyesi Ebü’l-Abbâs’tır. Batı bilim dünyâsında Alfraganus adıyla tanınır. Fergana’da bulunan ünlü bir Türk âilesine mensuptur. Dokuzuncu asır başlarında dünyâya geldiği, 861 senesinde hayâtta olduğu ve bu târihten kısa bir süre sonra öldüğü kabul edilmektedir.

İlim tahsilini, zamânın kültür merkezi olan Fergana’da yaptı. Sonra o devirde İslâm âleminin devlet ve ilim merkezi olan Bağdat’a gitti. Kısa sürede kendisini tanıtan Fergânî, astronomi ve matematik konusunda kendisini kabul ettirdi. Abbâsî halîfeleri Me’mun, El-Mu’tasım, El-Vâsık ve El-Mütevekkil devirlerinde önemli ilmî araştırmalar yaptı ve birçok eser yazdı.Halîfe Mütevekkil, konusunda söz sâhibi olan Fergânî’yi 861 senesinde, Nil kıyısında yapılan ölçüm işlerine nezâret etmesi için Mısır’a gönderdi.

Fergânî, astronomi, matematik, coğrafya ve mekanik sâhalarda çalışmalar yaptı. Bunlar arasında, astronomiye daha çok ağırlık verdi. İlmî çalışmalarında deneye dayanan inceleme ve araştırmalar yaptı.Gök cisimlerinin hareketleriyle uğraştı. Kur’ân-ı kerîmin ve aklın prensiplerine uygun olmayan Batlemyüscü astronomiyi ilk defâ tenkid edenler arasında yer aldı. Gök cisimlerinin, Batlemyüs ve izindekilerinin iddiâ ettiği gibi akıl dışı bâzı rûhî cisimler olduğunu kabul etmedi. Onların aklî, katı, homosentrik ve eksantrik dâireler şeklinde hareketlere sâhib olduklarını ispatladı. Kâinâtın ve gezegenlerin hacim ve büyüklükleri ile birbirlerine uzaklıklarını inceledi. Yaptığı hesaplamalar, Kopernik’e kadar batı astronomisinde değişmez ölçüler olarak kabul edilerek asırlarca kullanıldı. Fergânî, güneşin yarıçapının uzunluğunun 3250 Arap mili olduğunu söyledi. Bu 6.410.000 metre ve 3990 İngiliz miline eşittir.

Fergânî, güneşin de kendine göre hareketli olduğunu, ilim târihinde ilk defâ keşfeden âlimdir. Kendi devrine kadar gök cisimlerinin hareketi biliniyordu.Ancak güneşin de bir yörüngesi bulunduğunu, kendi etrâfında batıdan doğuya doğru döndüğünü ilk defâ Fergânî tesbit etti.Ayrıca 41 sene devâm eden astronomi incelemelerinde enlemler arasındaki mesâfeyi de hesapladı.

Fergânî, güneş tutulmasını önceden tesbit eden bir usûl de buldu. Bu usûlle 842 senesinde bir güneş tutulması olacağını önceden tesbit etti ve o gün bu konuda rasatlarda bulunup incelemeler yaptı. Dünyânın yuvarlak olduğu konusunda yeni deliller gösterdi.

Ahmet Fergânî, zamânında İslâm âleminde hâsib, yâni matematikçi olarak da tanınmıştı. Bilindiği gibi astronomi çalışmaları matematiğe dayanmaktadır. Eserlerinden, bu alanda da söz sâhibi olduğu görülmektedir. Fergânî’nin derin bilgiye sâhib olduğu diğer bir sâha da coğrafyadır. Matematikî coğrafya alanında çalışmalar yaptı. Bu sâha o devirde astronominin bir dalı sayılıyordu. Fizik ve mekanik konusunda da Fergânî’nin çalışmaları vardır.Çizimini kendi hazırladığı ve yapımına nezâret ettiği Nil Nehri sularının hızını ve seviyesini ölçenMikyâs-ül-Cedîd adlı bir âlet yaptı.

Ahmed Fergânî, halîfe El-Me’mûn’dan başlıyarak El-Mütevekkil zamânına kadar El-Cezîre’de yaptığı araştırmalar, yazdığı eserler ve bulduğu ölçüm âletleriyle zamânın önde gelen âlimleri arasında yer aldı. Onun astronomi, matematik, coğrafya ve mekanik sâhasındaki çalışmaları bu ilim dallarının gelişmesine önemli ölçüde yardımcı oldu. Onların temellerini güçlendirdi ve yeni gelişmelere yol açtı. Daha sonraki devirlerde aynı konularla ilgilenen âlimler, Fergânî’nin eserlerinden istifâde ettiler. Fergânî’nin tesirleri o devirdeki bütün Türkistanlı âlimlerin üzerinde görülmektedir.

Fergânî’nin tesiri,Avrupalı bilginler üzerinde de görülmektedir.Lâtinceye tercüme edilen eserleri, asırlarca Avrupa üniversitelerinde okutuldu. Hazırladığı zîcler,Fransız matematikçisi D.Alembert ve Laplance’nin en çok faydalandığı eserler arasında yer aldı.

Fergânî’nin astronomi ile ilgili eserlerinden altısı günümüze kadar ulaşabilmiştir. Bu eserlerin en önemlisi Cevâmiu İlm-in Nücûm vel-Hareket-is-Semâviyye’dir. Gök cisimlerinin hareketiyle ilgili bir astronomi kitabı olan bu eserin yazma nüshası Oxfort, Pâris, Kâhire ve Amerika’da Pirinceton Üniversitesi Kütüphânesinde bulunmaktadır.

Diğer eserleri şunlardır: 1) Usûlü İlm-in-Nücûm:Yıldızlarla ilgili bir eserdir. 2) El-Medhal ilâ İlm-i Hey’et-il-Eflâk, 3) Kitâb-ül-Füsûl-is-Selâsin, 4) Astronominin Unsurları, 5) El-Kâmil fil-Usturlâb, 6) Fî San’at-il-Usturlâb.

FERHAD İLE ŞÎRÎN

Ferhâdnâme, Ferhâd u Şîrîn, Hüsrev ü Şîrînisimleri ile de işlenen ortak bir hikâyenin ismi.İran ve Türk edebiyatında, divan şâirlerinin gazellerinde, rubâilerinde geçen bu aşk hikâyesi, Sâsânî Hükümdârı Hüsrev Perviz’in mâcerâlar ile dolu hayatından alınmıştır.

Hürmüz’ün oğlu olan Hüsrev Perviz’in tahta çıkmak için verdiği mücâdeleler ve otuz sekiz yıllık saltanatı (590-628), Firdevsî’nin Şâhnâme’si başta olmak üzere bütün târihi kaynaklarda geçmektedir. Bu Sâsânî hükümdarının renkli hayâtını romantik bir şekilde anlatan şâirlerden birisi de Genceli Nizâmî’dir.

Nizâmî, 1176’da tamamladığı ve mesnevî türündeki eseri Hamse’de Ferhad ile Şîrîn hikâyesini işlemektedir. Bu hikâye, ondan başka kimseler tarafından da işlenmiştir. Meselâ Taberî Târihi’nde, Ali Şir Nevâî, 12. yüzyılda İranlı şâirSenâî bunlardan birkaçıdır.Ancak esas olarak Nizâmî’nin Hamse’sinin ikinci mesnevîsine mevzû olduktan sonra İran ve Türk edebiyâtında en çok bahsi geçen ortak hikâyelerden birisi olmuştur.

Ferhad’ın kim olduğu pek belli değildir. Hüsrev’in çok sevdiği Şîrîn’in âşığı ve su yolları yapmakla meşhur birisi olduğu tahmin edilmektedir. Ferhad ile Şîrîn’in hususiyetleri; his dünyâsı çok zengin olan şark edebiyâtında şiirlerde ve divan edebiyatımızda telmih, istiâre için kullanılmıştır. Meselâ, “Ferhad olup dağları delsem!” gibi.

Hikâyenin konusu şöyledir:

Kuhistân dolaylarında Arrân bölgesi hâkimi Mihribânû isimli bir kadın hükümdârın Şîrîn isminde çok güzel bir yeğeni vardır. Şîrîn’in güzelliğini duyan Sâsânî Hükümdârı Hüsrev Perviz, onu istemek için veziri Şahpûr’u Arrân’a yollar. Şahpûr, türlü yollar ile Şîrîn’i hükümdar Perviz’e âşık eder.Hüsrev, Şîrîn ile eğlenceli bir hayat yaşarken, babası Hürmüz Şah ölür ve Behram Çupi, Sâsânî tahtını ele geçirir. Bunun üzerine Hüsrev Perviz,Bizansİmparatorundan yardım alarak tahta geçer. Bu arada Mihribânû’nun ölümü üzerine Şîrîn de hükümdâr olur. Kendisi için yaptırdığı köşkün duvarlarını süsleyen Nakkaş Ferhâd’a âşık olur. Gizlice buluşmaya başlarlar. Bunu duyan Hüsrev Perviz öfkelenir ve rakîbini çağırtarak, Bîstûn Dağında açılan bir su yolunu tamamlarsa Şîrîn’i ona bırakacağını, aksi halde durumunun çok kötü olacağını söyler. Ferhad çâresiz kalır ve Şîrîn’in aşkı ile başlar dağı delmeye. İşin sonuna gelecekken Hüsrev Perviz’in hilesiyle bir kadından, Şîrîn’in öldüğünü duyar.Acısına dayanamaz ve ölür. Ferhad’ın öldüğünü duyan Şîrîn de ölür.Yalan haberi getiren kadını da bir arslan parçalar.Hüsrev Perviz bunun üzerine yaptığına pişman olup, ikisini de yanyana gömdürür.Mezarlarının üstünde çalı biter ve çalılar birbirlerinin içine girerler. Bu da onların hayattayken birleşemediklerine ancak öldükten sonra birleştiklerine delâlet sayılmaktadır.

Hikâyede birçok motif vardır. Ferhad’ın sabırlılığı, sevgilisine olan büyük aşkı, sevgiliye kavuşmanın güç olması, Şîrîn’in güzelliği gibi.

Nizâmî’nin eserinin Altınordu devleti zamanında, Kutb tarafından tercüme edilmesiyle beraber, bu hikâye Türk edebiyatına girmiştir.Ali Şir Nevâî Çağatayca’da, Şeyhî de Anadolu’da değişik örneklerini vermişlerdi. Hikâye, her şâirin elinde değişik boyutlar kazanmış, ilâveler, çıkartmalar yapılmıştır. Mevzûu işleyen şâirlerden bâzıları şunlardır.

Kutb, Şeyhî, Ali Şir Nevâî, Âhî, Lâmiî, Celîlî, Korkut Ahmed, Hayâtî,Ahmed Rıdvan, Sadrî, Muîdî, İdris Mahvî, Fasîh Ahmed Dede, Mustafa Ağa,Nasır, Nakâm, Ömer Bâkî, Yahya Kemal ve Fâruk Nafiz Çamlıbel’dir.

Ferhad ile Şîrîn’i anlatan nüshalarda, sözlü ve yazılı Türk halk hikâyelerinin üslup ve şekil özellikleri pek görülmemektedir. Aruz vezniyle yazılmıştır. Türk edebiyâtında en orijinal örneği, Şeyhi’nin 6370 beyit tutan Hüsrev ü Şîrîn’idir. Şeyhî, bu eserini zamanın  Sultanı Osmanlı Pâdişâhı İkinci Murâd Hana takdim etmiştir. Hikâyenin sonunu da biraz değiştirerek Hüsrev ile Şîrîn’i evlendirmektedir.

Ferhad ile Şîrîn, Türk halk edebiyâtının iki türünde, yâni halk hikâyeciliğinde ve hayal oyununda da işlenmiştir. Hayal oyununda hikâye, komedi tarzında ele alınmış ve mutlu bir sonla, halk hikâyelerinde ise tirajik bir sonla bitirilmektedir.Her iki türde de olay Amasya’da geçmiş gibi gösterilmektedir.

Ferhad ile Şîrîn’i anlatan çeşitli rivâyetler Anadolu’da bâzı yerlerde efsâne şekilde yaşamaktadır.Amasya’nın yakınındaki kayalık dağda oyularakyapılan su yolunun, Ferhad’ın sevgilisine kavuşmak için açıldığı rivâyet olunmaktadır.Yine, Erzurum yakınındaki Kirinç köyünde Şîrîn’in gelin geleceği ev ve bu evi yaptığı sırada Ferhad’ı uzaktan görebilmek için eteği ile toprak taşıyarak meydana getirdiği tepe gösterilmektedir.

Ferhad ile Şîrîn bugün için artık metinlerde kalmış bir hikâyedir. Sâdece istiâre ve teşbihlerde bir obje olarak kullanılmaktadır. Âzerbaycan’da filmi ve operası yapılmıştır.

FERHAD PAŞA

On altıncı yüzyılda iki defa sadrâzamlık yapan Osmanlı devlet adamı. Arnavut olup küçük yaşta devşirme olarak Enderuna alındı. Burada Türk-İslâm terbiyesi ile yetiştirildi. Kânûnî’nin teveccüh ve itimadını kazandı. Sigetvar Seferine katıldı. Bu seferde vefât eden Kânûnî Sultan Süleymân Hanın nâşı, Ferhad Ağanın nezâreti altında İstanbul’a naklolundu. 1581’de yeniçeri ağası oldu. Şehzade Mehmed’in (III) sünnet düğünü sırasında yeniçerilerle sipâhiler arasında çıkan olaylar yüzünden sadrâzam Koca Sinan Paşa tarafından azledildi (1582).

Sinan Paşanın sadâretten azledilmesinden sonra Rumeli beylerbeyliğine getirildi(1583). Aynı yol veziriâzam Siyavuş Paşanın tavsiyesiyle ve dördüncü vezirlikle İran’a serdar tâyin edildi. Ferhad Paşa Revan Kalesini tahkim edip içine lüzumu kadar asker, top vesair mühimmat koydu ve beylerbeyliğine Cağalazâde Sinan Paşayı getirdi. Tiflis’e yardım ederek askerin durumunu düzeltti. Lori ve Gürî kalelerini zaptetti. Gürcistan’a akınlarda bulundu.

Ferhad Paşa, Özdemiroğlu Osman Paşanın ölümünden sonra 1586’da ikinci defa İran serdarlığına getirildi. Bu seferinde de muvaffakiyet gösterdi. Tebriz’i İran kuvvetlerinin muhâsarasından kurtardıktan sonra kendisine merkez yaptı. Gence ve Karabağ mıntıkasını zaptetti. Nihavend’i aldı. İran Şahı Birinci Abbas ile sulh yaparak birçok memleketlerin Osmanlı ülkesine katılmasına sebep oldu. Şah Abbas’ın birâderinin oğlu Haydar Mirza’yı rehin olarak İstanbul’a getirdi. Bu mühim başarıları sebebiyle ünlü vezir olarak tanındı.

Ferhad Paşa Ağustos 1591’de Koca Sinan Paşanın azli üzerine sadrâzam oldu. Kendisine hasım olan Sinan Paşaya karşı çok lütüfkar davrandı ve hürmet gösterdi. Ancak Sinan Paşa onun bu iyi niyetini takdir etmeyip dâimâ aleyhinde bulundu.

Ferhad Paşa Erzurum esnafı ile yeniçerilerin kavgası sebebiyle sekiz ay sonra görevinden alındı ise de 1595’te ikinci kez sadârete getirildi. İsyan hâlinde bulunan Ferhad Paşa üzerine sefere çıktı. Ancak Sinan Paşa ve taraftarlarının onun aleyhinde konuşmaları ve Eflak Voyvodası ile anlaştığı yolunda dedikodular çıkarmaları üzerine tekrar azledildi ve çok geçmeden de îdâm olundu (Ekim 1595). Nâşı Eyüp’teki türbesine defnolundu.

Ferhad Paşa, 16. yüzyıl sonlarında gelen liyâkatli vezirlerden biri olup kendisine her verilen vazifede başarı göstermiştir. Sadâreti ve sadâret kaymakamlığı görevleri sırasında rakibi olan Sinan Paşanın tahrikleriyle devamlı olarak kapıkulu ocaklarının hücumuna mâruz kaldı. Son sadâretinde Eflak İsyânını bastıracağında şüphe yokken Eflak sınırını geçmeye hazırlandığı sırada azledilip katli için emir verilmesi Eflak işinin felâketle uzamasına sebeb oldu. Osmanlı târihçileri onun doğru ve açık sözlü bir vezir olduğunda ittifak etmektedirler. Sultan Üçüncü Mehmed Han sonradan onun hakkında söylenenlerin iftira olduğunu anlayınca çok müteessir olmuştur. Ferhad Paşa Kumkapı’da Mualla Mescidini, Halvetiye şeyhlerinden Mahmud Efendi için yaptırmıştır.

FERİBOT

Alm. Fahre (f), Fr. Bac(m), İng. Ferry. Okyanuslarda, bilhassa boğaz ve küçük denizlerde bir sâhilden diğer sâhile, vâsıta, yük ve yolcu gibi her türlü nakliyât işinde kullanılan bir çeşit gemi. Araba taşıyan feribotlar yanında tren vagonları taşıyan cinsleri de vardır. Bu feribotlarda tren rayları bulunur.Standart feribotun iki ucu yuvarlak, üst kısmı geniş olup, makinası feribotu ileri ve geri alabilecek cinstedir. Uzunlukları 30-40 m arasında değişir. Boylarına göre enleri diğer gemilere göre daha geniştir. Okyanusta çalışanlar normal tiplerden biraz değişiktir. Bunlar standart gemi türünde olup, arabalar için kullanılanlarda, arka veya yan kapaklar mevcuttur. Özellikle dünyâda, Manş ve Baltık denizinde,Volga Nehrinde, Japonya ve Yeni Zellanda’da yaygın olarak kullanılır. Araba feribotlarından dokuz bin tonluk olanları mevcuttur.

Türkiye’de Çanakkale-Bozcaada-İmroz, Mersin-Girne, Darıca-Yalova, İstanbul-İzmir, İstanbul-Bandırma ve İstanbul Boğazının iki yanında feribot seferleri yapılmaktadır. Ayrıca yaz aylarında İzmir-Trieste (İtalya), Trabzon-Köstence arasında (Ro Ro)feribot seferleri düzenlenmiştir.

Petrol ürünlerinin her geçen gün artması, daha ucuz olan deniz taşımacılığının önemini arttırmaktadır. Bu bakımdan arabaların nakli için tercih edilen feribotlara rağmen daha fazladır.İkinci Dünyâ Savaşından sonra köprü yapma teknolojisinde meydana gelen gelişmelerle, kısa hatlardaki feribot seferleri zamanla terk edilmeye başlamıştır.

FERİD KÂM

Şâir, yazar. 1864 senesinde İstanbul’da doğdu. 1944’te Ankara’da vefât etti. Asıl adı Ömer olup, askerî doktorlardan Ahmed Muhtar Paşanın oğludur. İlk tahsilini Beylerbeyi Rüşdiyesinde yaptı.Özel hocalardan, Arapça, Farsça ve Fransızca dersleri aldı. İki sene Nüzhet Efendi’den ders okudu. Bu arada câmi derslerine devâm etti. 1905’te M. Âsım Efendiden icâzet aldı.

1887’de Hâriciye Nezâreti tercüme odasına mülâzım olarak girdi. 1888’de Fransızca muallimi oldu. 1914 senesinde Süleymaniye Medresesi Felsefe-i Umûmiye Târihi müderrisliğine, 1918’de Dârul-Hikmet-il-İslâmiyye üyeliğine tâyin edildi.1919’da Edebiyât Fakültesi, 1924’te Dârülfünûn’da İran Edebiyâtı müderrisi oldu. 1933 senesine kadar bu görevde kaldı. 1943 senesinde Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde aynı kürsüye öğretmen olarak tâyin edildi.

Ferid Kâm, büyük bir araştırma ve okuma arzusuyla doluydu. Türk, Fars ve Arap edebiyâtını derinliğine inceledi. Acem taklidinden kurtulamayan Osmanlı şâirlerini tenkid etti. Edebiyât, felsefe, kimyâ, kelâm, din ve târih konularında çalışmalar yaptı. Şiirlerinde; mesnevî, gazel ve kıt’a gibi nazım şekillerini kullandı. Eserlerinde; dinsizliğin mahzurlarını, kazâ ve kader meselelerini anlattı ve materyalist görüşleri şiddetle tenkid etti.

Köprülü Fuâd, İzmirli İsmâil Hakkı, ŞerâfeddinYaltkaya, MehmedAli Aynî ve akradaşlarının; “... Din eski şekillere bağlı kalamaz. Türk Demokrasisinde, din de muhtaç olduğu inkişâfı göstermelidir. Câmilere, elbise askıları, sıralar konmalı, içeriye ayakkabı ile girilmelidir.İbâdet lisânı Türkçe olmalı; âyetler, hutbeler Türkçe okunmalıdır.Câmilere müzik âletleri konmalıdır. Hutbeleri imâmlar değil din filozofları okumalıdır... vb.” şeklinde hazırlanan rapora imzâ atmalarını eleştirmiş ve bu rapora şiddetle karşı çıkanlardan biri olmuştur.Onların reformist, yenilikçi hareketlerini tenkid etmiştir.

Ferid Kâm, 1889’da Fatma Rukiyye Hanımla evlenmiş ve bu evlilikten 3 kız ile iki oğlu olmuştur.

Eserleri:

Türrehât, Âsâr-ı Edebiye Tetkikâtı Dersleri,Şerh-i Mütûn, İran Edebiyâtı, Dînî Felsefî Müsâhabeler, Vahdet-i Vücûd, Kınalızâde Ali Çelebi, Felsefe Târihi Notları, Ceride-i İlmiye, İlm-i Ahlâk.

FERİDUN AHMED BEY (Paşa)

Münşeât sâhibi ve divan şâiri. Doğum târihi bilinmemektedir. Baş defterdâr Çivizâde Abdullah Çelebi’nin yanında yetişti.Sokullu Mehmed Paşaya dîvân kâtibi oldu. Nahcivân Seferine katıldı. Sokullu’nun sadrâzamlığında sır kâtipliğine yükseldi. Zigetvar Seferinde üstün cesâret ve gayreti ile hizmeti görüldü. 1570’te reisülküttâb, 1573’te nişancı oldu. 1576’da azledilerek Semendire beyliğine gönderildi. Yeniden nişancılığa getirildi. Bu görevde iken 1581 senesinde vefât etti.

Eserleri:Feridun Bey Münşeâtı olarak tanınan Münşeâtü’s-Selâtin’dir. 1575’te Üçüncü Murâd Hana takdim edilmiştir. Osmanlı târihinin en önemli kaynakları arasındadır. Miftâh-ı Cennet; dînî, ahlâkî bir eserdir. Nüzhetü’l-Esrâr fî Feth-i Kal’at-ı Zigetvar, Zigetvar Seferini anlatır. Ayrıca bir de Dîvân’ı vardır.

FERÎDÜDDÎN-İ ATTÂR

Evliyânın büyüklerinden.İsmi, Muhammed binİbrâhim’dir. 1119 (H.513) senesinde Nişâbur’da doğdu. Nişâbûrî ve Hemedânî nisbet edilip, Ferîdüddîn lakabıyla meşhur oldu. Bir müddet baba mesleği olan attârlık yapıp ilâç, esans îmâl edip sattığı için,  Ferîdüddîn-i Attâr diye tanındı. 1229 (H. 627) senesinde Moğollar tarafından şehid edildi. Şadbâh kasabası yakınlarında defnedildi.

Ferîdüddîn-i Attâr, küçüklüğünde Şadbah(Şadyah) kasabasında bir yandan babasının yanında attârlık (eczâcılık) mesleğini öğreniyor, bir yandan da Kutbüddîn Haydar isimli büyük bir zâtın sohbetlerine devâm ediyordu.Kelâm, fıkıh, tefsîr ve hadis gibi din ilimlerini, Arabî, sarf, nahv gibi âlet ilimlerini ve fen bilgilerini öğrenmekten geri durmuyordu.

Hac için çıktığı seferde, tasavvufa dâir eserleri mütâlaa etti. Hallâc-ı Mansûr, Ebû Sa’îd-i Ebü’l-Hayr gibi geçmiş evliyâdan aldığı feyzlerle yetişti. Şeyh Mecdüddîn gibi o devirdeki velîlerin sohbetlerine kavuştu. Kalan ömrünü Allahü teâlâya ibâdet etmek, tasavvuf büyüklerinin hâl ve hayâtlarını anlatarak, onları insanlara sevdirerek ve kitap yazarak geçirdi. Babası ile berâber Moğal istilâsından kaçarak,Belh’ten hicret eden beş yaşındaki Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmi ile görüştü.Yazdığı kitaplardan Esrâr-nâme’sini, başka bir rivâyete göre, Mantık-ut-Tayr’ını ona hediye etti.

Moğollar, Doğu Türkistan ile Çin ve Hindistan taraflarını işgâl ettiler.Harezmlilerin elinde bulunan Mâverâünnehr’i, bu arada Nişâbur’u yağmaladılar.Gittikleri her yerde görülmedik zulümler yaptılar.Nişâbur’a gelen Moğol askerlerinden biri, Ferîdüddîn-i Attâr’ı (rahmetullahi aleyh) vurduğu kılıç darbesiyle şehid eyledi ve düştüğü yere defnedildi.

Daha sonraki devirlerde kabrinin üstüne bir türbe ile yanına bir imârethâne yaptırıldı.

Eserleri ve tesiri:Ferîdüddîn-i Attâr, evliyânın hayât ve menkibelerini ihtivâ eden Tezkîret-ül-Evliyâ’sı ve güzel şiirleri ihtivâ eden eserleri ile meşhurdur. Ferîdüddîn-i Attâr’ın yazdığı şiirlerinde üstün bir akıcılık, incelik, nasîhatlerinde büyük bir tesir, ârifâne sözlerinde akılları hayrette bırakacak bir hâl vardır. Eserlerinin biri hâriç, hepsi manzumdur.

Manzum eserlerinden bâzıları şunlardır:

1) Musîbet-nâme:Mesnevî türünde yazılmış olan eserde, çok küçük hikâyeler vardır. Eser Tarîkât-nâme ismiyle Türkçeye tercüme edilmiştir. 2) Esrâr-nâme: Tasavvuf hakındaki bu eser, yirmi altı makâleden ibaret ve mesnevîdir. Bu eser de, Ahmedî isimli bir zât tarafından Türkçeye tercüme edilmiştir. 3) Mantık-üt-Tayr ve Makâmât-ı Tuyûr: Bu eserde, tasavvufu kuşların ağzıyla anlatan Ferîdüddîn-i Attâr, konuyu küçük hikâyelerle süslemiştir. 4) Muhtâr-nâme: Konulara göre tertib edilmiş bir rubâiler mecmuasıdır. 5) Cevher-üz-Zât: Allahü teâlâdan başka her şeyin fânî olduğunu konu alan bir eserdir. 6) Eştur-nâme, 7) Bülbül-nâme, 8) Biser-nâme, 9) Haydar-nâme, 10) Deryâ-i nâme, 11) Şifâ-ül-Kulûb, 12) Pend-nâme: Hemen her asırda tercümesi ve şerhini görmek mümkündür.

Ferîdüddîn-i Attâr’ın tek nesir eseri Tezkiret-ül-Evliyâ’dır. Bu eserde seksen civârında evliyânın hâl tercümesini, menkıbelerini veciz sözlerini yazmıştır. Eseri yazarken; Şerh-ül-Kalb, Keşf-ül-Esrâr, Mârifet-ün-Nefs, Tabakât-üs-Sûfiyye, Hilyet-ül-Evliyâ ve Keşf-ül-Mahcûb’dan faydalanmıştır.Aslı Fârisî olan bu eser, birçok defâ Türkçe, Fransızca ve Arabçaya çeşitli zamanlarda tercüme edilmiştir. Eser, tasavvuf târihi bakımından çok önemli olup, tasavvufî hayâtın gelişmesini tesbit yönünden de çok değerlidir.O, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî başta olmak üzere, 14. asırda Gülşehrî’ye tesir etmiştir.Gülşehrî, Mantık-ut-Tayr’ını onun eserinden az çok değişikliklerle tercüme etmiştir.

Ferîdüddîn-i Attâr’ın Fârisî bir şiirinin tercümesi:

Sırlar âlemine uçan kuş idim.

Alçaktan yükseğe çıkmak istedim.

Sırra mahrem kimseyi bulamayınca,

Girdiğim kapıdan ben yine çıktım.

FERÎDÜDDÎN-İ GENC-İ ŞEKER

Hindistan’da yetişen evliyânın büyüklerinden. Ferrûh Şâh Kâbilî neslinden.Celâleddîn Süleymân’ın oğludur. Baba ve annesi şerefli asîl âilelerden olup, nesebi hazret-i Ömer’e ulaşır. 1174 (H.569) yılında Hindistan’da Delhi’de dünyâya geldi. 1265 (H.664) senesinde Mültan’da vefât etti.

Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker’in dedesi ve babası Afganistan’daki siyâsî durumlar yüzünden, Hindistan’ın Mültan yakınında bir köye yerleştiler.Genc-i Şeker’in babası Celâleddîn Süleymân burada, hazret-i Abbâs bin Abdülmuttalib’in soyundan, çok bilgili ve mübârek bir zât olan Mevlânâ VecîhüddînHicvandi’nin kızı olan Bibi Gülsüm Hâtun ile evlendi. Bu evlilikten üç oğlu ve bir kızı oldu. Erkek çocuklarından Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker, doğuştan velî idi.

Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretleri, kendisini küçük yaşlardayken ilim ve tasavvufa verip, evliyâlık yolunda ilerlemek için çok gayret sarfetti. Mültan’daki tahsili sırasında Hâce Mu’inüddîn-i Çeştî hazretlerinin halîfesi Kutbüddîn Bahtiyâr Kâkî ile karşılaştı. Onun sohbetinde ve hizmetinde bulundu ve ondan hiç ayrılmadı. Kutbüddîn hazretleri ise ona, dînî ilimleri okumasını, araştırmasını, tahkik etmesini işâret buyurup, aynı zamanda tasavvufla da meşgul olmasını teşvik etti. Böylece, emrine harfi harfine riâyet eden bir talebesinin dînî ilimlerde yükselerek iki kanatlı olmasını sağladı.

Hocasının vefâtından sonra onun vekîli olarak talebe yetiştirdi.Çeştiyye yolunun rehberi oldu. İnsanları irşâda doğru yolu göstermeye başladı. Daha sonra Âcûzan isimli beldeye gidip bir müddet uzlette kaldı. Daha sonra İslâm dîninin emir ve yasaklarını insanlara anlattı. Onun sohbetleri bereketiyle binlerce insan Müslüman oldu. Sâdece civâr kabîlelerden on altısı toptan İslâma girdi. Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretlerinin birçok kerâmetleri görüldü. 1265 (H.664) senesi Muharrem ayının beşinci günü 95 yaşındayken Mültan’da vefât etti. Türbesi bilhassa Pakistan ve Hindistan’ın çeşitli şehirlerinden gelen binlerce ziyâretçi ile dolup taşmakta, onu sevenler feyz ve bereketlerinden istifâde etmektedirler. Yetiştirdiği yüzlerce talebesinin en büyükleri Alâüddîn Ali Sâbir ve Nizâmüddin Evliyâ, Hamîdüddîn Nâgûrî’dir.

Genc-i Şeker herkesi sever ve bağışlardı.Kendisini öldürmeye gelen en azılı düşmanlarını bile affeder ve kimseyi sıkıntı içinde görmeye dayanamadığından derhâl yardım elini uzatırdı.

Her birisi çok kıymetli ve yüksek, bir çok talebe yetiştirdi. İfâde ve mânâ bakımından çok güzel sözler buyururdu:

“Başkalarına iyilik yaptığın zaman kendine iyilik yaptığını bil.”

“Allahü teâlânın sevgili kulları ile oturup kalkmada, Allahü teâlâyı hâtırından çıkarma!”

“Hiçbir şey, kaybedilmiş vakti telâfî edemez.”

“Ne kadar mühim olsa da, makam için şahsiyetinizi vermeyin. Kendinizi küçültmeyin!”

Eserleri: Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker’in, Fârisî 68 sayfalık Râhat-ül-Kulûb kitabı meşhurdur. Başka eserleri de vardır.

FERİK

Alm. Kommandierender Generalbzw. Generalleutnant (m.),Fr. Général (m), divisionnaire, İng. Divisional General. Osmanlı Devletinde büyük askerî rütbelerden birinin adı. Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra Osmanlı ordusunda bir kolorduyu meydana getiren yedi birlikten her biri.

Feriklik, yeniçeri ocağının kaldırılmasından (1826) sonra kurulan Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye teşkilâtında müşir ile mîrliva rütbesi arasında tesbit edilmiştir. O sırada iki feriklik mevcuttu, Hassa ferikliği, Mansûra ferikliği. 1830-1835 yılları arasında ferikliğin teşrifâttaki (protokoldeki) yeri, hakkında kesin bir bilgi yoktur. 1835’te feriklik rütbesi, Anadolu kazaskerliği ve rütbe-i sâniyenin sınıf-ı evvel mümeyyizi ile aynı derecede olduğu kabul edildi. Feriklik, Bâlâ rütbesinin kurulmasından sonra 1847’de teşrifâttaki yerini kesin olarak bulmuştu. Böylece feriklik; İstanbul pâyesi, ûlâ evvelliği ve Rumeli beylerbeyliği ile aynı derecede bir rütbe hâline geldi. 1903’te müşirlik ile feriklik rütbesi arasında sivilde bâlâ rütbesine eşit olmak üzere birinci feriklik rütbesi kurulmuş ve ilk olarak Tüfekçibaşı Tâhir Paşa ile fahrî yâverlerden Salâhaddin, Şâkir ve Nâsır paşalara verilmiştir.

Ferikler, paşa ünvânını taşırlar ve kendilerine konuşma sırasında, “Saâdetlü paşa hazretleri” denirdi. Yazılarda ise “Saâdetlü efendim hazretleri” diye yazılırdı.

Cumhûriyet döneminde birinci ferikler ile feriklerin sâhib oldukları ünvânlar kullanılmakla berâber bunlar bir süre daha paşa ünvânını korudular.Nihâyet bu ünvanlar efendi, bey vs. ünvanları ile birlikte 1934 târih ve 5290 sayılı kânunla kaldırıldı.

Ferikin bugünkü karşılığı olarak birinci ferik korgeneral, ikinci ferik ise tümgenaraldir.

FERİYE SARAYI

İstanbul’da Beşiktaş ile Ortaköy arasında, üç bölümden meydana gelen saray. Kışlık ikametgâhları bulunmayan hânedan mensupları burada otururlardı. 30 Mayıs 1876’da tahttan indirilen Sultan Abdülazîz Han, Topkapı Sarayında dört gün kaldıktan sonra Feriye Sarayına, nakledildi. Beş gün sonra Midhat Paşa, Hüseyin Avni Paşa, Süleyman Paşa ve arkadaşlarının tertibiyle odasında Kur’ân-ı kerîm okurken bilek damarları kesilerek şehid edildi. Günümüzde bu yapılar okul olarak kullanılmaktadır.

FERMAN

Alm. Ferman (m), Fr. Firman (m), İng. Firman. Pâdişâhların herhangi bir iş hakkında tuğra veya nişanını taşıyan yazılı emri. Ferman; Farsça bir kelimedir. Emir, irâde ve buyruk demektir.

Ferman kelimesi, İlhanlılar tarafından,İslâmiyeti kabul etmelerinden sonra kullanılmış, daha sonra da Osmanlılara geçerek yerleşmiştir. Büyük Selçuklular,Anadolu Selçukluları ve Memlûklerde ferman yerine “tevki” kullanıldığı gibi, İlhanlılar, Timurlar, Kara Koyunlu ile Akkoyunlu devletleri, Altınordu ve Kırım Hanlıklarında “yarlığ” kelimesi de kullanılmıştır. Tevki ve yarlığ kelimeleri, pâdişâhın tuğrası bulunan ferman anlamındadır.

Osmanlılarda Ferman, yedi esas üzerine yazılırdı: 1) Ferman kelimesinin anılması, 2) Ferman yazıldığı kişinin rütbe derecesine göre duâ ve övgü yazılması, 3) Fermanın gönderilme sebebi, 4) Ferman gönderilen kişiye, pâdişâh isteğinin emrolunması, 5) Yapılması istenilen işin belirtilmesi, 6) Verilen işin bitirilmesi için istek, 7) Fermanın târihi ve gönderildiği yerin ismi.

Osmanlılarda iki çeşit fermana rastlanmaktadır. Fermanlardan birisi, doğrudan doğruya dîvândan, mâliyeden yazılarak üzerine hükümdârın tuğrası çekilerek, gönderilen emr-i şerîf idi. Diğeri ise tuğralı bir fermânın üzerine ve baş tarafına pâdişâhın kendi el yazısıyla fermânda yazılanı teyid eden irâdedir. “Hatt-ı Hümâyûnla Muvaşşah”, yâni pâdişâhın el yazısıyla tezyin edilmiş olan ikinci çeşit fermân, işin ehemmiyetini göstermek, hakkında teveccüh gösterilen zâta, yâhut da tehdid edici olarak bir vâli veya serasker vesâireye gönderilirdi. Ferman şekil olarak, dîvânî hat denilen girift keşideli yazıyla yazılırdı.

FERMANTASYON (Mayalanma)

Alm. Fermentation Gärung, (f), Fr. Fermentation, İng. Fermentation. Oksijen yokluğunda karbonhidratların bozulmasını ihtivâ eden enerji veren bir metebolik işlem.

Bâzı bitkiler veya bitki kısımları oksijenden yoksun bırakıldıkları zaman da bir süre solunum yapmaya ve solunum sonunda dışarı CO2 vermeye devam ederler.İşte bu şekildeki solunum, anaerob (oksijensiz) solunum olarak adlandırılır.Anaerob solunum yeşil bitkilerde kısa bir müddet için mümkündür. Halbuki birçok mikroorganizmalar için anaerob solunum normal bir olaydır. Bunların bir kısmı havasız yerde yaşarlar (obligat anaerobiyont) diğer bir kısmı hem oksijenli, hem de oksijensiz yerlerde yaşıyabilirler (fakültatif anaerobiyont).Alkol vs. gibi tam parçalanmamış organik maddelerin teşekkülü ile sona eren ve tabiî hallerde cereyan eden böyle anaerob solunuma fermantasyon (mayalanma) denir.

Alkolik fermantasyon yapan mikroorganizmaların önemlilerinden biri biramayası mantarı (Saccharomyces cerevisiae) dır. Biramayası şekerli maddeleri alkolik mayalanma ile etil alkol ve CO2’ye çevirir. Bu olay şöyle kimyasal bir denklemle izah edilebilir:

                  Biramayası

C6H12O6 ¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾> 2CO2 + C2H5OH + 2 ATP

Glikoz                                 Karbondioksit + Etil Alkol + 2 ATP 

Bâzı mikroorganizmalar da tabiatta, özel proteinleri parçalayarak fermantasyona uğratır ve sonuç olarak azotlu ve kükürtlü daha küçük moleküller meydana getirirler. Bu küçük moleküllü ürünler fena kokulu olduklarından, proetinlerin fermantasyonuna kokuşma (Pütrifikasyon) denir. Tabiatta madde dolaşımını sağlaması bakımından da fermantasyonların bu arada kokuşmanın önemi büyüktür.

Fermantasyon için çok çeşitli örnekler verilebilir. Sütün ekşimesi, sütten yoğurt ve peynir yapılması, üzüm şırasının şaraba dönüşmesi, şarabın sirkeye dönmesi, hamurun mayalanması gibi.

Hamur mayalanır ve vaktinde fırına verilirse gözenekli olur ki, bu fermantasyon ile sağlanır.

Fermantasyon sindirimde de çok önemlidir.Mide öz suyunda bulunan “pepsin” ve “rennin” proteinlerin sindirimini temin eder.Rennin sütü pıhtılaştırır. Mide öz suyunda bulunan HCl yardımcıdır.Hem de bakterileri öldürür.Asit oranı yetersiz ise hem fermentlerin etkisini azaltır, hem bakterilerin canlı kalacağı için besinler üzerine etki yaparak zararlı fermantasyonlardan dolayı sindirim bozukluğu mide rahatsızlığı meydana getirir.

FERMUAR

Alm. Reissverschluss (m), Fr. Fermoir (m), İng. Zipper, zip-fastener. Elbise, kazak, etek, çanta, cüzdan, kılıf gibi şeyleri kapatmak için kullanılan bağlantı. Karşılıklı dişleri ve bunlar üzerine takılı olan sürgü, ileri doğru çekilince dişleri birbirine geçerek kapanır. Fermuarlar plastik ve metallerden yapılıp, çeşitli uzunluklarda olanları vardır. Kullanış yerinin çokluğu, basitliği, kaliteli olanların hemen bozulmaması tercih edilmesine sebeb olmaktadır. Hanımların elbiselerinde, çanta ağızlarına, uyku tulumlarına, çizme ve botlara kadar pek yaygın bir sahada kullanılmaktadır.

FERSAH

Alm. Paranange (f), Fr. Parassange (f), İng. Parasang. Eskiden kullanılan yol ölçülerinden birinin adı. Aslı forsa, fersenk olup, Arapçaya fersah olarak geçmiştir. Bu ölçü arâzinin durumuna göre değişirdi. Bir fersah, insanın bir saatte yürüdüğü yoldur. Bu da üç mil, yâni altı kilometredir.

FES

Alm. Fes (m.n), Fr. Fes (m), İng. Fez. Başı havanın çeşitli tesirlerinden korumak için kullanılan yünden özel olarak yapılan başlıklardan birinin adı. Çeşitli kaynaklarda fesin ilk menşei Fas gösterilirse de hakkında kesin bilgi yoktur. Târihte hangi devirden îtibâren kullanıldığı da belli değildir.Yalnız Türklerin giydiği ve Timurtaş Paşa zamanına kadar beyaz olan renginin onun tarafından kırmızıya boyandığı bilinmektedir. Akdeniz’de seferdeyken yeniçeriliğin kaldırıldığını duyan serasker ve kaptan-ı derya Koca Hüsrev Paşa Tunus’tan getirdiği fesleri kalyoncu askerine giydirmiş ve Sultan İkinci Mahmud’un takdirini kazanmıştı. 1828’de “Fes Nizamnâmesi” yayınlanarak fesin nerelerde giyilip giyilmeyeceği ve kimlerin ne çeşit fes giyeceği belirtilmişti. Fes, 1832’de yayınlanan bir tamimle resmî serpuş (başlık) olarak kabul edilmiştir.

Tanzimât devrinde “sarık” yalnız ulemâ sınıfı ile müderris ve tarikat mensuplarına bırakılmıştır. Bunlar fes üzerine sarık, esnaf kısmı ise fes üstüne arakiye ve yemeni sararlardı. Sarıksız fese dalfes denirdi. Fes, saraydaki kadınlar tarafından da kullanılırdı. Tunus’tan getirilen feslerin resmen kabûlünden sonra İstanbul’da Haliç kıyısında bir fes fabrikası (feshâne) de kurulmuştur.

Fesler genellikle kesik koni şeklinde kırmızı çuhadan yapılırdı. Düz olan üst kısma tablo denir. Bunun ortasından çıkarılan ibik tâbir edilen yere püskül bağlanırdı. Püskül fese ve fesi kullanan şahsa göre değişik olurdu. Tunus fesi denilen dar fese büyük püskül takılırdı. Rengi mavi olan bu püskülün yarım okka gelenleri vardı. Büyük püsküller uzun olup enseden aşağı kadar sarkardı. Sonradan küçülmüş sâdece arkada kalacak şekil kalmıştı. Feslerin durumunu muhafaza etmek için kalıplar yapılmış ve bunlar uzun zaman dükkânlarda kullanılmıştı. Kalıplar birbirinden farklı alt üst şeklinde olurdu. Fes bu iki kalıbın arasında kalır ve kol tazyiki veya pres ile sıkıştırılarak kalıbın şekli aldırılırdı. Feslerin renkleri gittikçe koyulaşmak üzere kırmızı, çifte zero, iki sıfır, bir sıfır, bir renk, iki renk, üç renk, dört renk, beş renk olup; adları ise kırmızı, ünabi, mor, orta renk, al narçiçeği ve siyahtır. Biçimlerine göre ise zuhaf, aziziye, mecidiye, hamidiye, sıfır numara, fino, dar beyoğlu gibi adlar verilir.

1925 yılında çıkan bir kânunla fes giyilmesi yasaklandı. Bâzı İslâm ülkelerinde hâlen fes kullanılmaktadır. Bugün Anadolu’nun bâzı yörelerinde kadınlar, başörtülerinin altına altınla süslenmiş fes koymaktadırlar. Ayrıca her yörenin kendine has millî oyun ekipleri de fes giymektedir.

FESLEĞEN (Ocimum basilicum)

Alm. Basilienkraut, Fr. Basilic,İng. Sweetbasil. Familyası: Ballıbabagiller(Labiatae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Yerli değildir. Süs bitkisi olarak yetiştirilir.

Haziran-eylül ayları arasında, pembemsi veya sarımsı-beyaz renkli çiçekler açan, 20-40 cm yüksekliğinde, çok senelik, kuvvetli kokulu, otsu bir bitkidir. Reyhan otu olarak da bilinir. Vatanı İran ve Hindistan’dır. Gövdeleri dik, tüysüz veya hafifçe tüylü, çok dallı ve yapraklıdır.Yapraklar karşılıklı ve uzunca saplı olup, hoş kokuludur. Çiçekler üst yaprakların koltuğunda ekseriya 6 çiçekli durumlar hâlinde toplanmıştır.Çanak ve taç yaprakları tüp şeklinde ve 2 dudaklıdır.Meyveleri oval şekilli, küçük ve parlak siyah renklidir.

Kullanıldığı yerler: Bitkinin kullanılan kısımları, tâze çiçekli dalları ve tohumlarıdır. Uçucu yağ taşımaktadır. Bu yağ içinde estragol,linalol, cineol ve pinen vardır. Fesleğen midevî, yatıştırıcı ve barsaklarda gaz teşekkülüne mâni olucu özelliklerinden dolayı % 1-2 lik çay hâlinde kullanılır. Uçucu yağda da aynı hassalar vardır.İdrar yolları hastalıklarına karşı tesirlidir. Tohumlarından öksürük kesici olarak istifade edilir. Baharat olarak salata ve çorbalarda kullanılır. Ete, balığa ve sosise konur. Süte ve hardala karıştırılır.Anadolu’da aroma vermesi için pekmez yapılırken içine konulur. Uçucu yağı parfümeride de kullanılır.

FESTİVAL

(Bkz. Panayır)

FETHİ BEY (Süleyman)

Yunanlıların İzmir’i işgâli sırasında şehid edilen albay. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. Şeyh İzzi Efendinin oğludur.Harp Okulunu 1899 yılında kurmay subay olarak bitirdi. Basra ve Hicaz’da askerî görevlerde bulunduktan sonra 1912 yılında Harbiye Nezâreti müsteşar yardımcılığına tâyin oldu. 1914 yılında rütbesi albaylığa yükseldi. Rahatsızlığının tedâvisi için Wiesbaden kaplıcalarına gitti (1916).Oradan dönünce İzmir dördüncü kolordu askerlik şûbesi reisi oldu.

Birinci Dünyâ Savaşının sonunda yenik sayılan Osmanlı Devletinin toprakları, yabancı devletler tarafından işgâl edilmeye başlanmıştı. 15 Mayıs 1919’da Yunan kuvvetleri İzmir’i işgâl edince Albay Fethi Bey, “Yaşasın Venizelos!” diye bağırmaya zorlandı.Her Türke yakışır şekilde, bunu reddedince süngülendi ve dipçik darbeleriyle şehid edildi.

FETHİ BEY (Tayyareci)

Havacılık târihimizin ilk şehidi. İstanbul’da 1891 yılında doğdu. Bahriye Mektebine girip üsteğmen rütbesi ile mezun oldu (1907). O zamanlar dünyâda yeni gelişmeye başlayan havacılık hakkında çalışmalar yapmak üzere İngiltere’deki Bristol Tayyare Fabrikasına gönderildi (1911).Oradaki tetkik ve kursları bitirdikten sonra iyi bir pilot olarak yurda döndü ve rütbesi yüzbaşılığa yükseltildi. İstanbul’da o zamanlar yeni alınan teyyare ile gösteriler yaparak halkın takdirini kazandı. Tayyarelerle uzak mesâfelere gitme çalışmalarının yapıldığı günlerde, Fransız havacısı Dancourt,İstanbul yoluyla Kâhire’ye uçmaya karar vermişti. Fakat İstanbul-Kahire yolculuğu sırasında tayyare Toroslara çarparak parçalanmıştı. O zaman yarıda kalan bu işin yapılmasını gözü pek iki genç Türk subayına teklif etmişlerdi. Fethi ve Nûri beyler bu teklifi kabul ettiler. Fethi Bey, yardımcısı Sâdık Beyle Muâvenet-i Milliye adlı Bleriot tipi; Nûri Bey ve yardımcısı da aynı tip Prens Celâleddîn adlı uçakla yola çıktılar (1913).Hava şartlarının kötü olmasından Nûri Bey ve yardımcısı geri döndü. Fakat Fethi Bey Şam’a kadar başarıyla uçarak hedefe yaklaştı. Şam’dan hareketlerinde Taberiye yakınlarında bilinmeyen bir sebepten tayyare düşerek parçalandı. Fethi ve Sâdık beylerin ölümleri halk üzerinde büyük bir üzüntü uyandırarak haklarında ağıt şiirleri yazılmasına sebeb oldu.

Hâtıralarını anmak için İstanbul Fâtih semtinde bir anıt dikilmiştir. 15 Mayıs günü diğer havacı şehitlerle berâber bütün yurtta anılırlar.

FETHİ GEMUHLUOĞLU

Cumhûriyet devri fikir adamlarından. 1923’te İstanbul’da doğdu. İstanbul Haydarpaşa Lisesini bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde öğrenim gördü.

İstanbul’da çeşitli okullarda öğretmenlik yaptı. 1955-63 yılları arasında Spor ve Sergi Sarayı Müdürlüğü vazifesinde bulundu. Bir müddet Almanya’da kaldıktan sonra yurda dönüşünde Millî Eğitim Bakanlığı Özel Kalem Müdürlüğü ve Türkiye Odalar Birliği Basın Müşâvirliği; 1970-77 yılları arasında Türk Petrol Vakfı Genel Sekreterliği yaptı. Milletine ve dînine bağlı pekçok gencin yetişmesinde emeği geçti. Geniş bir aydın-yazar kitlesi, özel sohbetlerinde yansıttığı zengin kültüründen ve derin görüşlerinden faydalandı. 5 Ekim 1977’de İstanbul’da vefât etti.

Sohbetlerinden bir kısmı 1988’de Dostluğa Dâir adıyla neşredildi. Yine vefâtından sonra hakkında Dostluk Üzerine ve Bağlanma adlı iki kitap yayımlandı.

FETHİ OKYAR

Siyâset ve devlet adamı. Rumeli’de Pirlepe kasabasında 1880 yılında dünyâya geldi. 1903 yılında Harbiye Mektebinden Erkânıharb Yüzbaşısı olarak mezun olduktan sonra Selânik’teki Üçüncü Orduya tâyin edildi. 1908’de Paris Ataşemiliteri oldu.

İkinci Abdülhamîd Han,  tahttan indirilince, Selânik’e gönderilmişti. Muhâfızı olarak da Fethi Bey vazîfelendirildi.Ali Fethi Bey, zaman zaman Sultan Hamîd’le görüşmüştür. Hâtıralarında, Sultan Hamîd için: “Kibar, kültürlü, vakarlı, devlet düzenini iyi bilen, bir sultan imiş; tanıyamamışız.” diyerek yazmaktadır.

1911’de binbaşı rütbesiyle İşkodra’daki Osmanlı kuvvetlerinin Erkânı harbiyesinde görev aldı. Trablusgarb’ın İtalyanlar tarafından işgâli üzerine oradaki savunmaya katılan Fethi Bey, büyük bir şöhret kazandı. 10 Ocak 1912’de Manastır Mebusu oldu. Ancak Meclis-i Meb’usanın feshedilmesi üzerine tekrar askerliğe döndü. Yarbay iken istifâ ederek ordudan ayrılan Fethi Bey, 1912’de Sofya Sefiri, 1913’te İstanbul Mebusu oldu.

Fethi Bey, 1917’de Dâhiliye Nâzırlığına tâyin olundu. 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisine İstanbul Mebusu olarak katıldı.Önce Dâhiliye Vekili, ardından Meclis Reisi oldu. 1924 yılı sonlarında Başvekilliğe yükseldi. 1925’te Paris Büyükelçiliğine tâyin olunan Fethi Bey, beş yıl bu görevini yürüttükten sonra istifâ edip, bâzı arkadaşlarıyla birlikte Serbest Cumhûriyet Fırkasını kurdu. Fakat bu fırka dört aylık bir faaliyetden sonra 17 Kasım 1930’da Fethi Bey tarafından feshedildi.

1934’te Londra Büyükelçiliğine tâyin olunan Fethi Bey, dönüşünde yeniden milletvekili seçildi. Bir süre Adâlet Bakanlığı yaptıktan sonra istîfâ edip, siyâsetten çekildi.Aynı yıl rahatsızlanan Fethi Bey bir müddet hasta yattıktan sonra, 1934’te İstanbul’da vefât etti. Fethi Beyin hâtıraları vefâtından sonra Cemal Kutay tarafından Üç Devirde Bir Adam adıyla yayınlandı.

FETHİ TEVETOĞLU

Doktor, yazar, politikacı. 1916 senesinde İstanbul’da doğdu. İlk, orta, lise tahsilini bitirdikten sonra, 1941 senesinde İ.Ü. Tıp Fakültesinden mezun oldu. 1942-1947 senelerinde Samsun Hastahânesinde baştabip olarak vazîfe yaptı. 1947-53 seneleri arasında Genelkurmay Başkanlığı karargâhı tabibi ve Askerî Sıhhiye Teknisyen Okulu öğretmenliğini yaptı. 1950-53 senesinde A.Ü. Tıp Fakültesinde ihtisas yaptı. 1961’de AP Samsun Senatörü oldu ve parlamentoda çeşitli gruplarda başkan ve başkan yardımcılıklarında bulundu. 1973-76’da Almanya da Meinz Üniversitesi Çocuk Hastahânesi Klinik Şefi olarak çalıştı. 1975-1987 senelerinde İslâm Kalkınma Bankası Müşâvirliğine getirildi.

1956 senesinde ABD’de çocuklarda toprak yeme anemisi konusundaki buluşları dolayısıyla tıp ödülü aldı. 1968’de NATO, 1972’de Milliyetçi Çin, 1972 Kore Şeref Madalyaları aldı. 27 Kasım 1989’da Ankara’da vefât etti.

Eserleri: Türklüğe Kurban,Türkiye’de Sosyalist ve Komünist Faaliyetleri (1910-1960). Bugünkü Rusya, Açıklıyorum, Utanç Duvarı, Milletlere Işık Tutan İki Beyannâme, Faşist Yok Komünist Var, Kıbrıs ve Komünizm, Dış Politika Görüşümüz, Komünist Blokta Milliyet ve Mefkûre (Çeviri), Mukaddes Topraklardan Geçen Yol.

FETHULLAH VERKÂNİSÎ

On dokuzuncu yüzyılda Anadolu’da yetişen evliyâdan. İsmi, Fethullah’tır. Verkânisî diye de meşhur olmuştur. Siirt’in Minâr nâhiyesine bağlı Verkânıs köyünde doğdu. Seydâ veya Üstâd-ı A’zam isimleriyle meşhûr olan büyük veli Abdurrahmân Tâhî (Tâgî) hazretlerinden ilim öğrendi ve feyz aldı. İlimde ve tasavvufta yüksek derecelere ulaştı. Kendisi ilim öğretip birçok talebe yetiştirdi. Onun talebelerinden en meşhuru hocası Abdurrahmân Tâhî’nin oğlu Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî’dir. Bitlis vilâyetine bağlı Mutki ilçesinin Uhin (Yukarıkoyunlu) köyünde bulunan Alâeddîn-i Uhînî, Fethullah-ı Verkânisî’nin oğlu ve Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî’nin halifelerindendir. 1899 (H. 1317) senesinde vefât eden Fethullah-ı Verkânisî Bitlis vilâyet merkezindeki türbesinde defnedildi. Nakşibendiyye yolunun edeplerini anlatan bir Risâle’si vardır.

FETİHNÂME

Alm. Berich (m) über eine Eroberung, Fr. Messagem de comquéte, İng. Message announcing a conquest. Savaşlar sonunda kazanılan zaferleri, fethedilen yerleri, komşu hükümdârlara, hanlara, prenslere, şehzâde ve vâlilere bildirmek üzere gönderilen nâmelere verilen isim.

Eskiden her devlette ve bilhassa doğudaki İslâm devletlerinde fetihnâme göndermek âdeti vardı.Hükümdârlar, haberleşmenin zorluklarla yapıldığı devirlerde kazandıkları zaferleri, yanlış söylentilere meydan vermemek, içte ve dışta kendisine zarar vereceklerin ümidini kırmak ve dostlarını sevindirmek için zaferlerini şatafatlı bir şekilde fetihnâmelerle her tarafa bildirirlerdi. Çünkü, fetihnâmeler düşman devletler için bir tehdit, dostlar için de müjdeli bir haber niteliğini taşırdı.

Osmanlılarda fetihnâmeler, Türkçe, Arapça, ve Farsça, Urduca, Lâtince olmak üzere hangi devlete gönderilmişse, oranın lisânı ile yazılırdı. Fetihnâmelere duruma göre âyet-i kerîme, hadîs-i şerîf ve Arapça derin anlamlı cümlelerle başlanırdı. Elde edilen başarının Osmanlı Devletinin her tarafında îlânı için, durum İstanbul kaymakamı ve beylerbeyine bildirildiği zaman, şenlik yapılması da belirtilirdi. Fetihnâmeler, resmî memurlar tarafından yazıldığı gibi, bâzen özel kişiler tarafından da yazılırdı. Fâtih Sultan Mehmed’in Mısır Sultânı’na gönderilmek üzere Molla Gürânî’ye İstanbul’un fethiyle ilgili yazdırdığı fetihnâme, resmî;         Nişancı Tâcizâde Câfer Çelebi’nin yazdığı Mahrûse-i İstanbul Fetihnâmesi de özel birer fetihnâmedir.

Fetihnâmelerin muhtelif şekilleri olmakla berâber, esasta bir değişiklik olmayıp, hepsi on beş madde üzerine yazılırdı. Bunlar:

1 ve 2) Cenâb-ı Hakk’a hamdü senâ ve hazret-i Peygambere tâzim. 3) Mezâlimin def’inin (zulümlerin ortadan kaldırılmasının) pâdişahların boynuna borç ve esas vazîfe olduğu. 4) Zâlimin zulmünün def’ine sebep. 5) Pâdişâhın hareketi. 6)Askerinin çokluğu. 7)Karşı düşman tarafının vaziyeti. 8)Hasmın cesâretini beyân. 9)Harbin açıklanması. 10) Pâdişâhın galebesi ve düşmanın mağlûbiyeti. 11)Allahü teâlâya şükür. 12)Hasmın vilâyetinin zabtının beyânı. 13)Bu muvaffakiyetin denizde ve karada îlânı. 14)Fetihnâmenin gönderildiği mahal ile gönderilen şahsın ismi. 15- Bu muvaffakiyete pâdişâhın memnûniyetini beyân ve duâ temennisi.

Fetihnâmeler, yapılan muhârebelerin bir târihçesi olduklarından târihî kıymetleri oldukça büyüktür. Fetihnâmelerden târihî ve edebî kıymeti hâiz olanlardan bâzıları şunlardır:

Tâcizâde Câfer Çelebi’nin Mahrûse-i İstanbul Fetihnâmesi, Kıvâmî’nin Fetihnâme-i Sultan Mehmed, Bahârî’nin Fetihnâme-i Engurus, Sa’yî’nin Feth-i Kal’a-i Belgrad, Celalzâde Sâlih Çelebi’nin Budin Fetihnâmesi, Matrakçı Nâsuh’un Fetihnâme-i Karaboğdan, Murâdî’nin Fetihnâme-i Hayreddîn Paşa, Mehmed Subhî Çelebi’nin Eğri Fetihnâmesi, Karaçelebizâde Abdülazîz Efendi’nin Târih-i Feth-i Revan ve Bağdad, Vâhid Mahtûmî’nin Mora Fetihnâmesi ve Hasan Beyzâde Ahmed’inKanije Fetihnâmesi.

Ayrıca fethedilen yerler için yazılan eserlere de fetihnâme dendiği görülür.Nâbî’nin Fetihnâme-i Kameneç’i gibi.