FELSEFE (Philosophie)
Alm. Philosophie (f), Fr. Philosophie (f), İng. Philosophy.Yunanca “philos” (sevgi) ve “sofia” (hikmet) kelimelerinden meydana gelmiş bir terim. “Philosophie” kelime mânası îtibâriyle “hikmet sevgisi” demektir.Madde-hayat-yaratılış-kâinât-ruh-ölüm-ölüm sonrası gibi konularda insan gayretinin akla dayanarak ortaya koyduğu düşünce ve görüşlerin tamâmına “felsefe” denir. Felsefeden maksadın, “herşeyin aslını aramak” olduğu kabul edilir.
İlk ve ortaçağ filozofları felsefeyi “varlıkların, prensiplerin ve sebeplerin ilmi” şeklinde târif etmişlerdir. Günümüzün genel târifi ise; “Madde ve hayâtı, kâinât, cemiyet, rûh gibi varlıkları din ve tanrı konularını inceleyen düşünce gayreti ve bunun netîceleri.” şeklindedir.
Eski Yunanistan’da bütün ilimler, felsefe içinde incelenirdi. Filozoflar, ahlâk, mantık, metafizik gibi asıl konularının yanısıra; astronomi, fizik, tabiat târihi gibi bilim dallarıyla da uğraşırlardı. Çünkü felsefenin temeli olan “düşünme”, ancak “bilgi” ile mümkün olabilirdi. Fen bilgilerine, İslâm âlimlerinin çalışmaları netîcesinde zamanla müşâhede (gözlem), tedkik (inceleme), tecrübenin (deneyin) girmesiyle, bu bilgiler felsefeden ayrıldı.
M.Ö. 600 yıllarında yaşayan Tales(Thales), ilk filozof olarak kabul edilir. Mensubu olduğu İyon felsefe okulu; “Dünyâ neden yapılmıştır?” sorusuna cevap aramıştır. Bu soruya, çeşitli görüşler öne sürerek cevap verenlere; “Nereden biliyorsunuz?” suâli soruldu ve bunlara “sofistler” denildi ve bunlar eşyânın hakîkatini de inkâr ettiler. Sokrates ise sofistlerin düşüncelerini gülünç bularak, her şeyden önce “Neye yarar?” sorusuna cevap verilmesini, felsefenin temeli yaptı. Daha sonra gelen filozoflar bu sorulara “İnsan ve dünyâ niçin vardır?”, “Kim var etmiştir?”, “Ne zaman var olmuştur?”, “Varlığı nasıldır?”, “Sonunda ne olacaktır?”, “Rûh nedir?”, “Tanrı nedir?”, “Ahlâk nedir?”, “İdeal ahlâk nedir, nasıl olmalıdır?”, “Toplumun düzeni ve irâdesinin prensipleri nelerdir?”, “Eğitim ve eğitimden beklenenler nelerdir?”... gibi pekçok sorular bulup sordular ve bunlara kendi görüş ve anlayışlarına dayanarak cevap verdiler.
Her çağda gelen filozoflar, bir öncekilerin görüşlerinin eksik ve yanlışlarını göstererek kısmen veya tamâmen reddettiler ve bu sorulara yeni baştan cevaplar aradılar. Eski Yunan filozoflarından Eflâtun ve Aristo’nun, daha sonra gelen filozoflar üstündeki tesirleri daha uzun ömürlü oldu. Bugünkü felsefeyi İngiliz filozofu Froncis Bacon ile Fransız filozofu René Descartes’in kurduğu kabul edilir. Bu iki filozofun felsefede “metod” üstüne görüşleri kendilerinden sonra gelenleri de etkilemiştir.
Felsefenin tek dayanağı akıldır. Filozoflar, çeşitli bilgilerini akıllarıyle bir düzene sokarak, yukarıdaki sorulara cevap vermek istemişlerdir. Fakat, gerek zamanla tecrübî bilgilerin değişmesi ve gerekse bir başka insanın aklının bir önceki filozoftan daha farklı bir yapıya sâhib olması sebebiyle kurdukları felsefik sistemler şu veya bu oranda ve bâzan tamâmen değişmiştir. Böylece ortaya çıkan çeşitli felsefe okulları birbirini devamlı reddetmişlerdir. Felsefecilerin tek bildiği, hakikati, tekte değil, çokta; nihâyet hakta değil, bâtılda aramanın sanatıdır.Ancak bunlar akılları ile her şeyi çözmeye çalıştıkları için bir sonraki filozof, bir öncekini kötüleyerek yükselmektedir. Bunlar arasında târih boyuca stoacılık, epikurosçuluk, şüphecilik, yeni Eflâtunculuktan başka amprzim, doğmatizm, pragmatizm, pozitivizm, materyalizm, iskolatizm, transandantalizm, determinizm, realizm, idealizm, nihilizm, egzistansiyalizm, mistisizm gibileri de parlayıp söndü. Bu arada eski Çin ve Hind’de de çeşitli bakımlardan batı filozoflarına yaklaşan veya aynı felsefî görüşler öne sürenler oldu.Târih boyunca yaşamış filozoflar içinde Sokrates,Aristo, Eflâtun (Platon), Demokritos, Epikuros, Fârâbi, İbn-i Rüşd,Thomas, Montaigne,Bacon, Descartes, Spinoza, Berkeley, Kant, Hegel, KarlMarx, Schopenhauner, Ogüst Compte,Bergson,Hüsserl, Sartre meşhur olmuşlardır. Bunların hiçbiri zamânı ve coğrafyayı aşacak, yanlış ve eksikleri bulunamayacak sistemler kuramamış ve îzâhlar da yapamamıştır.
Gelmiş geçmiş bütün filozoflar, îmân bakımından üç sınıfta toplanır. Birincisi Dehriyyûn olup, Allahü teâlânın varlığına inanmayanlardır. Bunlar, bu âlem böyle kendiliğinden gelmiş ve böyle gidecektir. Bunu yaratan yoktur. Canlılar da böyle birbirlerinden üreyip sonsuz olarak sürecektir, diyorlar. İkinci kısımdakiler, Tabîiyyeciler olup, canlılarda ve cansızlardaki akıllara hayret veren intizâmı (düzeni) ve incelikleri görerek,Allahü teâlânın varlığını söylemişlerse de, tekrar dirilmeyi, âhireti, Cennet’i, Cehennem’i inkâr etmişlerdir.Üçüncü kısımdan olanlara İlâhiyyûn adı verilmiş olup, bunlar ilk ikisinin görüşlerini reddederek, yanlışlarını ve eksiklerini çok açık ve ağır şekilde bildirdiler. Fakat, peygamberlere ve peygamberlerin bildirdiklerine inanmadılar. Her üç kısımdakiler de gerçek ilim adamlarının inanacakları şekilde inanamadılar. Ebedî saâdetten mahrûm kaldılar.
İslâm dîninde felsefe yoktur. Çünkü felsefenin cevap aradığı soruların hepsine hiç değişmez ve aksi iddia ve isbat edilemeyecek bir mükemmellikte Allahü teâlâ tarafından cevap verilmiştir. Kur’ân-ı kerîm, yaratanı (Hâlık’ı) ve yaratılmışı (mahlûku) birbirinden kesin bir şekilde ayırarak, her şeyin aslını haber vermektedir. İnsan, ruh, yaratılış, hayat, ölüm, ölümden sonrası, ahlâk, cemiyet düzeni ve idâresi ve felsefecilerin akıllarına dayanarak îzâh etmeye çalıştıkları her şey,Allahü teâlâ tarafından, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma âyetler hâlinde bildirilmiş ve O da bütün insanlara, kıyâmete kadar değişmemek üzere, tebliğ etmiştir. Îmânın altı esâsı içinde bütün bunlar vardır ve kaynağı akıl değil vahiydir. Bunlar, insan aklından çıkmadığı için, fen bilgisinin, tekniğin, zamânın, coğrafyanın ve insanların akıllarının değişmesiyle değişmez. Kıyâmete kadar bâkidir, devamlıdır. Îmânın altı esâsını iyi öğrenen, Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği gibi inanan bir Müslümanın, felsefecilerden soracağı bir şey ve felsefe yapacağı bir konu kalmaz. Asırlar önce yaşamış bâzı büyük İslâm âlimlerinin felsefeyle meşgûl olduklarına dâir gelen haberlerin iki mânâsı vardır:Biri Yunan felsefesine cevaplar verdiği, diğeri de o zamanlar felsefe kelimesinin içinde yer alan matematik, mantık, fen ve tabiat bilgileri gibi ilimlerle meşgul olduklarıdır.
Batı âleminde ve bilgileri tamâmen batıya dayananlar nazarında, İslâm dünyâsındaki tasavvuf, felsefe zannedilmiş ve tasavvuf büyüklerinin (evliyâların) pek çoğu haksız ve yanlış olarak filozof olarak isimlendirilmiştir. “İslâm felsefesi” tâbiri de bu yanlışlıktan doğmuştur.
Ayrıca, İslâm felsefesi denilen bilgiler öne sürenler Ehl-i sünnetin dışındaki 72 sapık fırkanın (grupların) mensuplarıdır.Zâten bu fırkaların ortaya çıkışında yüksek din bilgilerine eski Yunan, Hind ve Acem felsefesinin kısmen de olsa karıştırılmasının veya bu fırkalara mensup din adamlarının, din bilgilerinde kendi akıllarına uymasının çok büyük tesiri olmuştur.
Tasavvuf, felsefe değildir. Mutasavvıflar da filozof değildir. Tasavvufun, İslâmî ilimler içindeki adı; “kalb ilmi” veya “ilm-i ahlâk”tır.Mutasavvıf; îmânın ve İslâmın şartları üstünde fikir yürüten, aklına dayanarak görüş açıklayan kimse değil, bunları Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirdiğine uygun olarak, aklı ve vicdanı ile tam ve doğru anlayıp, insanlara açıklayan ve bunlara eksiksiz uyan Müslüman demektir. Bu zâtların ilmî ismi, “ulemâ-i râsihîn”dir. Tasavvuf ve mutasavvıf kelimeleri sonradan konulmuş kelimelerdir.Ayrıca, filozoflar akıllarına geleni söylemiş, bu âlimler ise Peygamber efendimizin bildirdiklerini, yâni Allahü teâlâ tarafından vahyedileni tekrarlamış ve açıklamışlardır. (Bkz. Tasavvuf, Ehl-i Sünnet)
İslâm dîninde “tefekkür” vardır ve çok kıymetli bir ibâdet olduğu bildirilmiştir.Tefekkür “Fikri, bâtıldan hakka çevirmek.” olarak târif edilmiştir.Tefekkür eden kimseye “mütefekkir” denir. Tefekkürden maksat iki şeydir. Birincisi:Allahü teâlânın azametini (büyüklüğünü), kudretini düşünerek, insanın bu azamet karşısındaki acz ve zayıflığını anlayarak, O’na yönelmek ve sığınmak, eşyâdan, olaylardan, kâinattan ibret alarak, eserden müessire (o eseri yaratana) yol bulmak.İkincisi:Günlük hayatta karşılaşılan güçlük ve sıkıntıları yenmek, eşyâyı, ilmi ve tekniği İslâm dîninin bildirdiklerine uygun, insanların râhat ve huzûrunu temin etmek maksadıyla kullanmak için akıl ve fikir yormak. Her iki türlü tefekkürün de çok mühim olduğu ve birincisinin ikincisinden daha kıymetli olduğu bildirilmiş olup, her ikisi de Müslümanlara emredilmiştir. Bu yolda çalışanların en üstünü ve büyüğü olan hazret-i Ebû Bekr günler ve geceler boyu süren tefekkürden sonra:“İdrâkin aczini idrâk etmekten daha büyük idrâk olmaz.” diyerek insanın Allahü teâlâyı anlamakta âcizliğini ve O’na teslim olmanın şart olduğunu belirtmiştir.
Yine İmâm-ı Gazâlî de; “Gördüm ki akıl izmihlâl (yıkılma) içindedir. Akıl daha kendisinden bile habersizdir.Her şey peygamberlik gerçeğindedir. Bu gerçeğe yapıştım ve kurtuldum.” demiştir.
Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin; “Hocam Şems-i Tebrîzî’yi tanıyınca ona tâbi oldum. Aklıma uymadım, kurtuldum.” sözü meşhurdur. İslâm âlimlerinin yüz binlerce cilt kitaplarında bu konu ile ilgili her söz, aynı şeyi tekrarlamaktadır. Dolayısıyla İslâm dünyâsında aklı temel alan bir felsefe olmamış, vahyin bildirdiklerine uygun tefekkür (düşünme, fikir yorma) olmuştur. Böylece akıl, yerinde kullanılmıştır.Hiçbir Müslüman, peygamberlik makâmının ve peygamberlerin bildirdiklerinin yerine aklını koymamıştır(Bkz. Akıl). Fârâbî,İbn-i Rüşd ve İbn-i Sînâ gibi bâzı filozoflar ve bid’at fırkaları, Yunan filozoflarının tesirinde kalıp, akla çok güvendikleri, nakli değil, aklı esas aldıkları, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri kendi akıllarına göre açıkladıkları için, doğru yoldan ayrılarak îmânlarını tehlikeye atmışlardır.
Akıl konusunda, felsefede kuru akılcılığı yıkan Bergson’a: “Siz akılcılık mesleğini yıktınız, ama metodunuz yine aklîdir!” denildiğinde, cevap olarak söylediği; “İşte aklın atacağı en nihâî (son) adım kendi aczini ve hiçliğini anlamasıdır!” sözü de pek mânâlıdır.
Alm. Feminismus, Frauenbewegung, Fr. Féminisme, İng. Feminism. Toplumun bütün alanlarında kadınla erkeğin eşit olduğunu savunan bir fikir hareketi.
Feminizm, felsefî bir fikir hareketi olarak ilk defâ batıda, kadınlara hiçbir değer verilmemesi, insan olarak sayılmaması sonucu Fransız devriminden sonra ortaya çıktı. Devrimci yazarlar, kadına bağımsız bir kişilik verilmesini, erkeğe tanınan bütün siyâsî hakların kadınlara da tanınmasını savundular. 1791’de Kadın Hakları Beyannâmesi yayınlandı, kadın kulüpleri kuruldu. Fransız devriminin etkisiyle, feminist düşünce İngiltere’ye de sıçradı. Daha sonra ABD ve bütün Avrupa ülkelerine yayıldı. 1883’te yayınlanan Kadın ve Sosyalizm isimli eserle kadın, siyâsî çalkantının içine sokuldu. 1903’te İngiltere’de kurulan ilk kadın derneği örgütü, ilk kavgayı da berâberinde getirdi: Devlet binâları, istasyonlar, postahâneler yakıldı, milletvekillerine saldırıldı. 1920 yılında ABD’deki ilk feminist hareket, zencilere özgürlük hareketinin içinde görüldü. Günümüzde ılımlı feminizm, radikal feminizm gibi sıfatları kullanan bu akım; erkeklere düşmanlık, sokakları-barları-geceleri erkeklerle paylaşmak, analıktan, ev kadınlığından nefret etmek, kocanın soyadı kimliğini taşımamak gibi çeşitlilikler içinde hareketini sürdürmektedir.
Feminizme destek veren dünyâ çapındaki kuruluş, örgüt ve hareketlerden bâzıları; Dünya Kadınlar Birliği, Kadın Dernekleri, Devrimci ve Cumhûriyetçi Kadınlar Derneği, Sosyalist Fikir Kulüpleri, Lezbiyen Kulüpleri, Kadın Hakları Gazetesi, Pornografi ve Fuhuşa Karşı Eylem Birliği Örgütleri, Kadın Hakları Bildirisi, Kadın Hakları Evrensel Kongresi, Yerleşik Düzenlere Cephe Alan Devrimci, Sosyalist ve Komünist Hareketler’dir.
Eski Hind hukûkunda kadın, evlenme, mîras ve diğer hususlarda hiçbir hakka sâhip değildi. İsrâil hukûkunda âilede erkek mutlak hâkimdi. İran’da kız kardeşle evlenmek mümkündü. Eski Yunan ve Roma’da da kadın hiçbir hakka sâhip değildi. Meşhur Yunan filozofu Eflâtun’a göre: “Kadın elden ele, orta malı olarak gezmeli.”; Aristo’ya göre de: “Kadın, yaradılışta yarı kalmış bir erkek”ti. Eski Çin’de kadın, insan bile değildi; ona isim bile verilmezdi.
Kadın-erkek münâsebetleri hazret-i Âdem ve hazret-i Havvâ ile başlar. Âdem aleyhisselâm ilk peygamber ve insanlara doğru yolu gösteren ilk rehber olduğu gibi insanların ilk babasıdır. Hazret-i Havvâ ise insanların ilk annesidir. Bu sebeple, hazret-i Âdem ile hazret-i Havvâ ilâhî vahy ile terbiye edilmiş ilk âiledir. Buna göre ilk âile ilkel değil, medenî ve yüksek değerlerle donatılmıştır. Âileler, hazret-i Âdem’den îtibâren doğru yolu gösteren Peygamberlerin nasîhatlarına uydukları müddetçe mesut ve huzurlu bir hayat yaşadı. Bütün semâvî (hak) dinler âilenin temelini meydana getiren kadına değer vermiştir. Dinler tahrif edildikçe (bozuldukça) kadına verilen değer azaldı, toplumda huzursuzluk başladı. Bugün Batıda hakîkî İncil’in emirlerine uyan bir âile düzeni kalmadı. İngiltere’de 11. asırda kocalar kadınlarını satardı ve onlara şeytan nazarıyla bakılırdı. Hattâ 1830’lara kadar Avrupa’da beyaz kadın ticâreti yapılırdı. Bu yüzden Avrupa ülkelerindeki kadınlar için feminizm gerekliydi. Fakat, bu sefer de bozuk Hıristiyan inancı, feminist hareketlere kaynak teşkil etti.
Feminizm, Batıda bir felsefî hareket olarak doğarken, İslâm memleketlerinde kadın, asırlardır huzur dolu bir hayat yaşadı. Müslüman erkek, hanımını mesud etmek için elinden gelen her türlü gayreti gösterdi. Hanımına karşı dâimâ güleryüzlü oldu. Ondan gelen her çeşit sıkıntıya katlandı. Hanımına memlekette âdet olan elbisenin en kıymetlisini giydirdi. Onu değil dövmek, üzmekten bile çekindi.
Eskiden İslâm memleketlerinde kadın çalışmıyor, evin ihtiyaçlarını erkek karşılıyordu. Kadın, kendi isteği ile erkekler arasına girmeden hafif işlerde çalışsa da, kazandığı tamâmen kendi malı oluyor, kocasının bu mal üzerinde hiçbir tasarruf hakkı bulunmuyordu. Yine İslâm ülkelerinde kadın ev işlerini yapmaya da zorlanamazdı. Kadın, ev işlerini bir hediye, bir lütuf olarak, dilerse yapardı.
Peygamber efendimiz; “Müslümanların en faydalısı, zevcesine (hanımına) karşı iyi ve faydalı olandır.” ve “Cennet, anaların ayakları altındadır.” buyurmuştur. Ayrıca Vedâ Hutbesi’nde kadınların haklarının gözetilmesini, bu hususta Allah’tan korkmayı, kadınların erkekler üzerinde-erkeklerin kadınlar üzerinde haklarının bulunduğunu, meşrû şekildeki her türlü giyim ve giyimlerin teminini tavsiye etmiştir. Avrupa’nın kadın haklarını savunmayı yeni yeni düşündüğü bir zamanda İslâmiyet, daha 14 asır (1400 sene) önce âilenin temelini meydana getiren kadına şeref ve îtibârını kazandırmıştı.
Feminizmin ortaya çıkışından önce, kadının durumu bir tefrit (tersine aşırılık) ise, feminizmden sonra ifrat (aşırı gitme, pek ileri varma) hâlini almıştır ki bu yüzden İslâm ülkelerinde feminizm îtibâr görmemiştir.
Alm. Positive Wissenschaften, Fr. Positif sicience, İng. Positive Sciences. Astronomi, biyoloji, botanik, kimyâ, jeoloji, matematik, tıp, fizik, zooloji gibi bilimlere verilen genel ad. Fen bilimlerinin esâsı, tabiattaki olayları incelemek, elde edilen bilgileri gruplandırmak ve aralarındaki ilişkileri ortaya çıkarmaktır. Fen, daha sonra değişik olayların sonucunu bu bağıntılar yardımıyla önceden haber verir.Meselâ yer çekimi ve gezegenlerin hareketini inceleyen ve bu konudaki bağıntıları ortaya koyan fen, güneş ve ay tutulmasının zamânını önceden bildirebilir. Hava hareketlerini ve bununla ilgili bağıntıları inceleyen fen, gelecek için oldukça gerçekçi hava tahmini yapabilir.
Bâzı olayların açıklanmasında karşılaşılan güçlükler, ortaya konan bağlantıların tekrar ele alınmasını ve bâzen bunlarda değişiklik yapılmasını zorunlu kılabilir. Tabiattaki olayların gözlem yoluyla incelenmesiyle elde edilen bilgiler değerlendirilerek genel bağıntılar araştırılır. Bunlar, olaylarla ilgili sebep-netîce ilişkilerinin yorumundan ibârettir. Bu ilişkilerin ortaya çıkarılması için hipotezler kurulur. Deneyler yapılarak bu hipotezler devamlı kontrol edilir. Sonuçta, bu konuda bir teori veya bir kânun ortaya çıkarılır.
Fen bilimleri insanlık târihiyle birlikte var olmuştur.Yeryüzünde yaratılan ilk insan olan Âdem aleyhisselâma, peygamber olduktan sonra Allahü teâlâ tarafından Cebrâil isimli melekle kitap gönderildi. Bu kitapta dînî bilgilerin yanında fizik, kimya, tıp, eczacılık, matematik bilgileri de vardı. Akıl ve idrak sâhibi olan insan, kendisinin ilgi sahasına giren bu bilimleri zamanla ilerleterek bugünkü hâline getirdi. (Bkz.İlim)
(Bkz. Molla Fenârî)
Alm. Lanterne (f), Fr. Lanterne, İng. Lantern. Yağmurlu veya rüzgârlı havalarda kullanılan, her tarafı camla kapatılmış mum veya lamba muhâfazalı aydınlatma aracı.
İnsanlar tarafından çok eski zamanlardan beri kullanılmaktadır. Avrupa’da bilhassa 16. yüzyıldan îtibâren evlerin merdivenleri, sofalar, odalar, güzel fenerlerle donatılmış, daha sonraları özel binâların bahçe ve içleri bunlarla süslenmiştir. Fenerlerin içinde önceleri mum yakılırdı. Yanıcı yağlara batırılan fitillerin yakılması esâsına dayalı fenerler de vardı. Petrolün bulunması bu fenerleri, hem iyice yaygınlaştırdı, hem de gazyağı kullanılmasına sebeb oldu. Bugün de, bilhassa köylerde kullanılan fenerlerde gazyağı yakılmaktadır.
Anadolu’da 20. yüzyıl başlarına kadar, her yerde yaygın olarak fenerin çeşitli tipleri kullanılmıştır. Bekçilerin, yatsı namazına gidenlerin, gezmek için çıkanların, yangına koşanların kullandıkları lambalar, yüzyıllarca insanlara faydalı olmuştur. Ramazan günlerinde, bayramlarda ve mühim günlerde önemli yerler geceleri fenerlerle süslenirdi. İstanbul’un fethinde gemilerde ve surların tarafında fenerlerle yapılan şenlikler Bizanslıları dehşete düşürmüş, gece yarısında hepsinin âniden aynı anda söndürülmesi halkı panik içinde kiliselere koşturmuştur.
Eski zamanlarda yine sokaklarda gezerken el-feneri taşırlardı. Bunlar bildiğimiz normal fenerlerden farklı yapıya sâhiptiler. Bu çeşit el-fenerlerinin muşambalı ve camlı olmak üzere iki çeşidi vardı.Camlı olan çeşitleri normal fenere benzerdi. Muşambalı el-fenerleri körüklü bir boru şeklinde olup, katlanarak kapanır ve istenildiği zaman kolaylıkla açılırdı. Bunlara “İşkembe fener” de denilmiştir.Muşamba fenerlerin dâire şeklinde olan alt ve üst kısımları pirinç veya gümüşten kabartma işlemelerle süslenirdi.Camlı fenerlerin bugün için de kullanılan elektrik, havagazı, gaz yağıyla yanan çeşitleri vardır.
Elektriğin köylere kadar yayılması, fenerlerin önemini oldukça kaybettirdi. Bugün daha çok gemici feneri ismiyle anılan tipleri bâzı yerlerde kullanılmaya devâm edilmektedir.
Modern el feneri (lambası): Günümüzde el fenerinin yerini el lambası almıştır. Tipik bir el lambasında önde küçük bir ampul ve arkasında silindirik bir yuvada bir veya daha fazla pil bulunur. Gelişmesini, Georges Leclanhés’in kuru pili (1866) ve Thomas Edison’un ampulü bulmasına borçludur.İlk defâ 1890’da piyasaya çıkarılmıştır.Modern cep lambalarında lambanın arkasında bir yansıtıcı ve pilleri ucunda sürekli teması sağlayan bir yay mevcuttur. Dolmakalem büyüklüğünden, 60 cm boyuna kadar değişik boyutlara sâhiptir. Evlerde, otomobil sürücüleri, sporcular ve kampcılar tarafından yaygın bir şekilde kullanılır.
FENER RUM ORTODOKS PATRİKHÂNESİ
Ortodoks kilisesinin başpiskoposluğu. İstanbul’da Fener semtindeki Aya Yorgi kilisesinde bulunduğu için Türkiye’de Fener Rum Patrikhanesi adıyla anılmaktadır.
Birinci Constantinus’un (306-337) Roma İmparatorluğunun başkentini Roma’dan Bizans’a taşıması ve şehre Konstantinopolis (İstanbul) adını vermesiyle buradaki kilise başpiskoposluk mevkiine yükseldi. Böylece Bizans’ın daha önce bağlı bulunduğu Herakleia Perinthos Metropolitliği de Konstantinopolis’in yetki alanına girdi. Altıncı asırda piskoposun resmî ünvanı “Yeni Roma (Konstantinopolis) Başpiskoposu” ve “Ekumenik Patrik” idi. Hıristiyanlık Doğu Avrupa’nın büyük bölümüne (Bulgaristan, Sırbistan, Romanya, Rusya) Konstantinopolis’ten yayıldı. Bilhassa Osmanlıların akınlarına hedef olmaya başladıktan sonra zaman zaman bâzı Bizans imparatorlarının Doğu ve Batı kiliselerini birleştirme teşebbüslerine patriklik şiddetle karşı çıktı. Fâtih Sultan Mehmed Han İstanbul’un fethini gerçekleştirdiği sırada, son Patrik İkinci Athanasios, iki kilisenin birleşmesine karşı çıktığı için görevi bırakmış ve yerine tâyin yapılmamıştı.
Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul’u aldıktan ve Ayasofya’yı da câmiye çevirdikten sonra Ortodokslara dînî hayatta serbest olduklarını, bir patrik seçerek patrikhânenin faaliyete geçirilmesini bir fermanla bildirdi. Fermanda patrikhâneye çok geniş haklar tanınıyordu. Fâtih’in hiçbir mecburiyeti yokken onlara bir takım dînî imtiyazlar tanımaktaki gâyesinin; doğu ve batı kiliselerini birbirinden ayırmak olduğu belirtilmektedir. Esâsen, ikiye bölünmüş bir Hıristiyanlığı bu siyâsetiyle devam ettirmek istedi tezi akla ve mantığa uygun geldiği için kabul edilmektedir. Halbuki İslamiyetin müdafii olarak hareket eden ve hazreti Peygamberin müjdesine mazhar olan Fâtih Sultan Mehmed’in burada insana insan olma bakımından verdiği değer ortaya çıkmaktadır. O târihe gelinceye kadar hiçbir hükümdara nasip olmayan ve bugün için dahi uygulanması mümkün görülmeyen bu büyük toleransı ile Fâtih, insanlığın en yüksek mertebesine erişmiş hârikulâde bir şahsiyettir.
Patrik makamı, 1453-56 yılları arasında bugünkü Fâtih Câmiinin bulunduğu yerdeki Havâriyyûn Kilisesinde, 1456-1587’de ise Manastır kilisesinde kaldı. Buranın Fethiye adıyla câmiye çevrilmesinden sonra Fener’de Panakgia kilisesine (1587), buradan Balat’taki Hagios Dimitrios kilisesine (1597) ve son olarak da günümüzdeki patrikhânenin bulunduğu Aya Yorgi kilisesine taşındı (1601).
On yedinci yüzyıldan itibaren bâzı patriklerin siyâsetle uğraştıkları ve merkezî otoriteyi sarsıcı hareketlerde bulunmaları üzerine patrikhânenin haklarına kısıtlama getirildi. Devlete karşı tutum ve davranışları sebebiyle Patrik Porthenios IIIve Patrik Gregorios II asıldılar. 1821’de ise, Yunanistan’ın bağımsızlığı için ayaklanan Rum çetelerine para ve silâh yardımında bulunan ve Mora Ayaklanmasını açıktan açığa kışkırtan Patrik Gregorios, İkinci Mahmud Hanın emriyle patrikhânenin orta kapısında îdâm edildiler. Patriğin göğsüne asılan yaftada kendilerine bahşedilen imtiyazlar belirtildikten sonra; “Allah tarafından müeyyed ve bekâsı, Âyât-ı semaviyye ile sâbit bulunan din ve devlet” aleyhinde işlediği hıyânetler sayıldıktan sonra, başkalarına da ibret olsun diye idam edildiği ifade ediliyordu. Bu târihten îtibâren patrikhânenin ana giriş kapısı devamlı kapalı tutuldu. Rumlar hâlâ bu kapıyı intikam hissi ile kapalı tutmakta ve burada bir Türk büyüğü asılmadıkça açmayacaklarını ifade etmektedirler.
1829’da Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasından sonra patrikhane her geçen gün Yunan hükümeti ile işbirliğini arttırdı. Osmanlı topraklarında yaşayan Rumları pâdişâha ve idareye karşı devamlı kışkırtmaya çalıştı. Pâdişah aleyhinde çalışan gizli cemiyetleri destekledi. Birinci Dünyâ Savaşından sonra (1918) Türk topraklarının bir bölümünü Yunanistan’a bağlamak ve Bizans’ı yeniden diriltmek gâyesiyle harekete geçti. Bu amaçla Rum Matbuat Cemiyeti, Rum İttihadı Millî Cemiyeti, Etniki Eterya, Rum İzcilik Teşkilâtı, Rum Küçük Asya Cemiyeti ve Rum Trakya Cemiyeti gibi kuruluşları maddî bakımdan destekledi. 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgâli üzerine, patrikhâneye Bizans’ın çift başlı kartal armasını taşıyan bayrağı çekildi. Ayrıca Ayasofya’yı da ele geçirip kubbesine çan ve kapısına Bizans bayrağı asmak isteyen patrikhâne, Sultan Vahideddîn Hanın özel muhafız birliğini buraya yerleştirmesi üzerine bu arzusuna kavuşamadı.
Kurtuluş Savaşının kazanılmasından sonra Patrik Doroteos ile patrikhânenin önde gelen din adamları Yunanistan’a kaçtılar. Türk milleti zor gününde kendisini arkadan hançerleyen patrikhânenin artık ülke sınırları dışına çıkarılmasını istiyordu. Nitekim Lozan görüşmeleri sırasında Türk murahhas heyeti, patrikhânenin artık İstanbul’da kalamayacağını kesin bir dille ifade etmişti. Buna rağmen İngiliz diplomatı Lord Gürzon’un İnönü ve Rızâ Nur’la görüşmesinden sonra patrikhânenin Türk topraklarında kalmasına müsâade edildi. Bu muahedeye göre patrikler TC uyruklu olarak ve Sen Sinot Meclisince seçileceklerdi.
1987’de patrikhâneye bağlı dört metropolitlik (Kadıköy, Adalar, Terkos, Bozcaada ve Gökçeada), 61 Rum Ortodoks kilisesi, 11 Rum manastırı faaliyet hâlindeydi.
Türk spor kulüplerinden. İstanbul’un Kadıköy ilçesindeki Fenerbahçe semtinde 1907 ilkbaharında Nûrizâde Ziyâ (Songülen), Âyetullah, Bahriyeli Necib (Okaner), Basra Vâlisi Hasan Beyin oğlu Gâlib, Hasan Sâmi (Kocamemi) ve Hintli Âsaf (Beşpınar) beyler tarafından kuruldu. Bu gençlere Moda ve çevresinde oturan, çoğu Saint Joseph Fransız okulu öğrencisi olan arkadaşları da katıldı. İlk amblemi Fenerbahçe Burnundaki ışık saçan fener, formasının ilk renkleri ise sarı-beyazdı. Fenerbahçe Futbol Kulübü adıyla 1908’de tescil edildi. Kulübün ilk başkanı da Nûrizâde Ziyâ Beydi. 1910-1911 sezonunda adı Fenerbahçe Spor Kulübü, renkleri de sarı-lacivert olarak değiştirildi. Futboldaki önemli yeri sebebiyle İstanbul’un “üç büyükler” adıyla anılan takımlarından biri oldu.
İlk zamanlar kadro sıkıntısı çeken FenerbahçeSpor Kulübü kadrosunu genişlettikten sonra 1911-1912 sezonunda İstanbul Pazar Ligi Şampiyonu oldu. Şampiyonluk, kulübün îtibârını yükseltti. Bu arada futbol dışı dallarda da faaliyet göstermeye başladı. 1913-14 ve 1914-15 sezonlarında da İstanbul Pazar Ligi Şampiyonluğunu kazandı. Cumhûriyet döneminde İstanbul Liginde dokuz defa, İstanbul Profesyonel Liginde 1952-53, 1956-57, 1958-59 sezonlarında olmak üzere üç defa şampiyon oldu. Türkiye Birinci Liginde; 1960-61, 1963-64, 1964-65, 1967-68, 1969-70, 1973-74, 1974-75, 1977-78, 1982-83, 1984-85, 1988-89 sezonlarında olmak üzere on bir defa şampiyonluk kazandı. Türkiye Federasyon Kupasını 1967-68, 1973-74, 1978-79, 1982-83 sezonlarında olmak üzere dört defa, Cumhurbaşkanlığı kupasını yedi defa (1968-69, 1973-74, 1975-76, 1980-81, 1983-84, 1984-85, 1989-90), Başbakanlık kupasını altı defa (1945-46, 1946-47, 1950-51, 1973-74, 1980-81, 1988-89) aldı. Fenerbahçe futbol takımı 11 defa İstanbul Amatör Lig Şampiyonluğunu, 2 defa İstanbul Şilt Şampiyonluğunu, 3 defa Türkiye Şampiyonluğunu, 6 defa Millî Küme Şampiyonluğunu, 3 defa İstanbul Profesyonel Lig Şampiyonluğunu, 9 defa Spor Yazarları Kupasını, 3 defa Donanma Kupasını kazandı.
Fenerbahçe Spor Kulübünün 1944’te kurulan basketbol takımı yedi defâ İstanbul Basketbol Ligi Şampiyonu, üç defa Türkiye Basketbol Ligi Şampiyonu oldu. 1966-1967 sezonunda Türkiye Basketbol Kupası Şampiyonluğunu elde etti. Fenerbahçe Spor Kulübü futbol ve basketbolün dışında çeşitli spor dallarında da birçok Türkiye birinciliği aldı.
Atletizm, boks, jimnastik, eskrim, bisiklet, güreş, hokey, yüzme, yelken, tenis, kürek gibi spor dallarında da faaliyet gösteren Fenerbahçe Spor Kulübü milletlerarası spor organizasyonlarında önemli başarılar elde etti. 1966-67 Balkan Kupasında şampiyon oldu. Bu şampiyonluk Türk futbol târihinde ilk kazanılan başarıydı. Ayrıca atletizmde Avrupa şampiyonalarında ve olimpiyat oyunlarında da Fenerbahçeli atletler adlarını duyurdular. Fenerbahçeli atlet Rûhi Sarıalp’in 1948 Londra Olimpiyat Oyunlarında aldığı bronz madalya, Türkiye’nin milletlerarası atletizm dalında aldığı ilk madalyadır. 1955 Barselona Akdeniz Olimpiyatlarında Fenerbahçeli Ekrem Koçak birinci oldu. Dünyâ futbol karmasına ilk futbolcuyu (İsa Ertürk-1982), Avrupa Basketbol karmasına ilk basketbolcuyu (Efe Aydan-1982) veren Türk spor kulübü Fenerbahçe oldu. Fenerbahçe futbol takımı Avrupa kupalarında Nice, Manchester City, Csepel, MTK, Botonago, Arges Piteşti ve Bordeaux gibi ünlü takımları yendi.
Uzun yıllar yabancı teknik idârecilerle çalışan Fenerbahçe Spor Kulübü, ilk olarak Köln Spor Yüksek Okulunda öğrenim gören Yılmaz Yücetürk’ü futbol takımı antrenörlüğüne 1987’de getirdi. Spor tesisleri yönünden zengin bir kulüb olan Fenerbahçe’nin, Kadıköy’de Fenerbahçe Stadyumu, Kalamış Denizcilik Lokali, Dereağzı’ndaki Kapalı Spor Salonu, Çim Antrenman Sahası ve yardımcı tesisleri vardır. Fenerbahçe Stadyumu ilk olarak 1908 senesinde Papazın Çayırının düzenlenmesiyle kuruldu. 1929’da Fenerbahçe Kulübüne kiralandı. Yeniden düzenlenerek 1931’de açıldı. 1960’tan sonra yıkılarak yaklaşık 40.000 kişi alacak şekilde yeniden yapıldı ve 1981-82 sezonunda karşılaşmalara açıldı.
FENERBALIĞI (Lophius, Myctophum)
Alm. Amglerfische (m.pl.),Fr.Lophiidés (m.pl.), İng. Anglers (pl). Familyası: Fenerbalığıgiller (Lophiidae-Myctophidae). Yaşadığı yerler: Sıcak ve ılık deniz dipleri. Özellikleri: Başlarının üzerinde uzanan avlanma oltaları vardır. Myctophidae familyasının vücudunda çok sayıda ışık organı bulunur. Çeşitleri: Birçok türü vardır.
Fenerbalığıgiller familyalarının çeşitli türlerine verilen genel ad. “Lophiidae” ve “Myctophidae” olmak üzere iki familyası vardır. Korkunç görünüşlüdürler. Vücutları üstten basık bir armudu andırır. Tropik ve ılık denizlerin değişik derinliklerinde bulunurlar. Bâzıları 4000 metre derinliklerdeki karanlık diplerde çamurlu zemine yapışarak veya gömülerek yaşarlar. Çoğu 500 metre kadar derinlerdeki zeminlerde veya kıyıya yakın diplerde bulunurlar. Vücutları pulsuz ve kaygan derilidir.İri başları vücutlarının üçte ikisini kaplar.
Aşırı derecede açılabilen ağızlarında birkaç dizi uzun ve sivri diş bulunur. Uzun dişleri içe kıvrık kanca tiplidir.Avlarını yutarken sivri uzun dişleri, elastikî bir bağ sâyesinde geriye devrilerek ağzın içine yatar.Av boğazından geçtikten sonra tekrar dikilirler. Dişler çengel biçimli ve uçları ağzın içine doğru kıvrık olduğundan, avlarının ağızlarından kaçması imkânsızdır.
Başlarının üzerinde çubuk gibi dikilebilen avlanma tertibatları vardır. Bunu balık avlamada olta gibi kullanırlar. Derin diplerde yaşayanlar olta çubuklarının ucunu diledikleri zaman bir ampul gibi yakıp söndürebilirler.Zâten bu özelliklerinden dolayı “fenerbalığı” adını almışlardır. Dipte, sırığını sırtına yatırmış bir vaziyette hiç kımıldamadan bekler. Uzakta yüzen bir küçük balık sürüsünü görünce, avlanma sırığını diker ve balıkları cezbetmek için ampulünü yakar. Balıklar, parlayan kısmı yiyecek sanarak yaklaşırlar. Fenerbalığı, yavaş yavaş çubuğu ağız kısmına doğru kıvırır. Balıklar parlayan kısmın etrâfına toplandıkları an geniş ağzını açarak hızla ileri atılarak birkaçını yutar. Fotoforların (ışık saçan organlar) ışık yayma mekanizmaları cinslerde farklıdır.Anamaloyps cinsinin bireylerinde ışık organı, açılıp kapanır.Photoblepharon cinsinde ise, gözkapağı biçiminde gerçek bir zar fotoforları örter.
Fenerbalıkları çok oburdur.Kıyılara yakın diplerde yaşayanların çubuklarının ucu etlidir.Vücutlarının rengi zemine uygun olmakla beraber kum ve toprağa gömülerek kendilerini tamâmen gizlerler. 20 santimetreden 180 santimetreye kadar değişen çeşitli türleri vardır. Bizde 60-70 santimetreden 180 cm’ye kadar olanları 4-5 kg gelir.Göl ve az derin sularda yaşayan iri türleri, ucu etli çubuklarını dikerek yaban ördek ve kazlarını da tuzağa düşürüp avlarlar.
4000 m kadar derinlerde yaşayan ışık organlılarda erkek küçük olup, dişinin sırtında asalak olarak yaşar. Fenerbalıkları yumurtalarını sümüksü uzun tüpler içinde bırakırlar.Görünüşleri çirkin olduğundan balıkçılar tarafından özel olarak avlanmazlar. İstakoz ağlarına takılıp yakalananların derisi yüzülerek piyasaya sürülür.İstanbul balıkhânesinde de bâzan rastlanır.
Alm. Fanarioten (pl.), Fr.Phanariotes (pl), İng. Phanariots (pl). Osmanlılarda devlet hizmetlerinde çalışmış, büyük makamlarda bulunmuş Rumlar hakkında kullanılan deyim.Merkezi Fener’de bulunan Rum Patrikhânesi etrâfında toplandıklarından bu ismi almışlardır. Bunlar çoğunlukla İstanbullu ve Egeliydiler. Fenerliler, Rum patrikliğine bağlı yarı dînî hizmet sâhipleriydi. Bunlar arasında lisan bilenler ve siyasî işleri kavrayanlar, Tanzimât dönemine kadar Osmanlı devletinin Avrupa devletleriyle olan münâsebetlerinde görev aldılar. Fenerliler, tercümanlık ve kâtiplik gibi görevlerden başka Eflak ve Boğdan beyliklerine de tâyin edildiler. Bu görevleri Romen târihi açısından incelendiğinde; bâzı sosyal ve iktisâdî çalışmaların yanında rüşvet, ahlâkî düşüş, vergilerin artması, arâzinin küçülmesi ve Yunan tesirinin artması görülür. Yâni Fenerlilerin,Eflak ve Boğdan’daki devri, bir inhitat (gerileme) dönemidir.
Fener’in târihî âileleri olan Fenerliler, 18. yüzyılın ikinci yarısından îtibâren Fener’i terk etmeye başladılar.Çoz zenginleşen Fenerliler Boğaziçi’ne yerleştiler.Özellikle Arnavutköy, Kuruçeşme ve Tarabya taraflarında oturmaya başladılar. 1821’den sonra, bu âilelerden birçokları İstanbul’u terk ederek, Yunanistan ve diğerAvrupa memleketlerine yerleştiler. Bugün Türkiye’de eskiden meşhur olan bu âilelerin soyundan gelen pek az âile kalmıştır.
Bunlardan, Prens ünvânını alan beylerin çocuklarına “beyzâde”, hanımlarına “donma”, kızlarına “domanica” adı verilirdi. (Bkz. Fener Rum Ortodoks Patrikhânesi, Patrik).
Eski çağlarda yaşamış Sâmi ırkından Akdenizli bir kavim. Kendilerini Kenanîler adıyla zikrettikleri sanılmaktadır. Doğusunda Lübnan Dağları, batısında Doğu Akdeniz kıyıları, güneyinde Ras Nakura Burnu, kuzeyinde Asi Irmağı bulunan alanda yaşayan Fenikeliler, denizci olduklarından Orta Doğudan Batı Akdeniz kıyılarına kadar yayılmışlardır.
Fenikeliler, bölgeye mîlâttan önce üç bin yıllarında gelmişlerdir. Aradus, Simyra, Tripoli, Cebal-Byblos, Beryte, Sidon, Tyros, Akkho liman şehirlerini kuran Fenikeliler, mîlâttan önce 2500 yıllarından îtibâren Mısırlılarla ticârî münâsebete başlamışlardır. Bu ülkeye ağaç ve nebâtî koku maddesi, zeytinyağı ve reçine ihrâc ederlerdi. Ancak siyâsî bakımdan iyi teşkilâtlanamadıklarından kısa zamanda Mısır’ın nüfûzu altına girdiler. İki bin yıllarının başında Hiksosların istilâlarına uğradılar. Mısırlılar istilâcılara karşı korumak bahânesiyle Fenike topraklarını tamâmen askerî işgâl altına aldılar.
Uzun süren karışıklıklardan sonra Fenike, 14. yüzyılın sonunda Mısır’ın işgâlinden kurtuldu. M.Ö. 9. yüzyılda ise, Fenike için Âsurlular büyük bir tehdid unsuru oldular. Zaman zaman Fenike üzerine seferler düzenleyen Asurlular bölgeyi kısa aralıklarla hâkimiyetleri altına aldılar. Fenike M.Ö. 6. yüzyılda Perslerin istilâsına uğradı. Daha sonra Büyük İskender tarafından zaptedilen Fenike, M.Ö. 65 yılında Roma’nın Suriye eyâletine bağlandı.
Akdeniz çevresinde birçok ticâret merkezleri ve koloniler kuran Fenikeliler, çöl kervanlarının uğrak noktaları olan Şam, Hama, Dibre şehirlerinden ticâret malları alıp satıyorlardı. Batı ile doğu arasındaki ticârete aracılık ve komisyonculuk edip, ithâlat ve ihrâcâttan büyük gelir sağladılar. Dokuma, işlenmiş deri, kırmızı boya ve koku maddeleri ticâret dallarının başta gelenleriydi.
Mezopotamya kavimlerinde olduğu gibi, Fenikeliler de, çok tanrıya inanıp, puta taparlardı. Tanrıları erkek ve dişi olmak üzere ikiye ayrılırdı. Ayrıca her şehrin bir tanrı ve tanrıçası vardı. Bereket tanrıçası Astart, tarım tanrıçası Atargatis en büyük tanrılarındandı. Dağlar ve tepelere tapınak yapıp, ilk doğan erkek çocuklarını tanrılarına kurban edip, oturarak tapınırlardı.
Fenikelilerin dili, Ken’an grubundan Samî dilidir. Alfabenin mükemmel hâle getirilmesi ticâret işlerini kolaylaştırmıştı. Fenike yazılı metinleri ticârî mâhiyettedir.Mîmârlıkta en çok kullandıkları malzeme, taş olmuştur. Evleri tek katlı olup, salonu, hamamı ve su kuyusu vardı. Tapınakları dikdörtgen şeklinde olup, koridorla avludan ve adak yerlerinden meydana gelir. Şehirleri kalın surlarla çevrilidir. Bronz işçiliği gelişmiş olup, doğuda en çok tutulan kâseleri meşhurdu.
Alm. Phenol n, Karbolsäure f, Fr. Phénol, acide phénique, acide carbonique m, İng. Phenol. Karbolik asit veya hidroksil benzen de denilen, çok yönlü organik bir bileşik.
Özellikleri:Formülü C6H5OH olup, benzen halkasındaki bir hidrojen yerine (-OH) grubu girmiştir. Erime noktası 41°C, kaynama noktası 182°C ve spesifik (öz) ağırlığı 1,07 g/cm3tür. Saf hâlde renksizdir. Deri ile temas ederse deriyi yakar ve zehirlidir. Fenikasit de denilen fenol, asidik özellik de gösterir.
Elde edilişi:Tabiî olarak kömür katranında bulunur ve buradan elde edilir.Klor benzene sodyum hidroksit etki ettirilerek elde edilir. Katalizör olarak bakır kullanılır.Ayrıca anilinden de elde edilir.
Kullanılışı: Fenol, çok geniş kullanma alanına sâhiptir. Fenolden başlayarak epoksi ve fenolik reçineler, aspirin ve diğer bâzı ilâçlar, zararlı ot ve böcek öldürücüler, azo boyar ve plastik maddeler elde edilebilir. Formaldehit ile asidik ortamda reaksiyona sokulursa novalak adı verilen ve vernik endüstrisinde kullanılan bir reçine elde edilir. Formaldehit ile bazik ortamda reaksiyona sokulursa ısı ile sertleşen bakalit elde edilir.
Bunlara ilâveten deterjan îmâlâtında kullanılan alkil fenoller de, fenolden elde edilirler. Fenol tüketiminin büyük bir kısmı naylon îmâlâtında kullanılan sikloheksanol ve epoksi reçinelerinin hammaddesi olan bifenol-A için olmaktadır.
Bilhassa eskiden fenolun %1-2’lik çözeltileri tıpta kaşıntı ilâcı olarak kullanılırdı. Ancak zihirli bir madde olduğu anlaşıldıktan sonra, bu maksatla olan kullanımı hemen hemen yok olmuş gibidir.
Alm. Phenolphtalein n, Fr. Phénolphtaléine f, İng. Phenolphtalein. Soluk sarı renkte, toz hâlinde bir organik bileşik. Formülü C12H14O4 olup, erime noktası yaklaşık 250°C’dir. Alkolde çözünür. Fakat suda dâimâ çözünmez. Fenolftalein sıcak sülfürik asit veya çinko klorür mevcûdiyetinde (katalizörlüğünde) fenol ile ftalik anhidridin reaksiyonundan elde edilir.
Fenolftalein asit-baz indikatörü olarak kullanılır. Asitli ortamda renksiz olan fenolftalein bazik ortamda pembe renklidir.Nötral ortamda da renksizdir. Fenolftalein ilâve edilmiş asidik çözeltiye baz ilâve edilirse, çözeltinin ph’sı 7,3 olduğu an, fenolftalein çözeltiyi pembe renge boyar ve çözeltinin bazik olmaya başladığı anlaşılır. Fenolftalein asitli çözeltide renksiz trifenil karbinal türevine, bazik çözeltide ise kırmızı renkli kinoit yapılı bir bileşiğe dönüşür.
Fenolftalein çeşitli isimler altında müshil ilâcı olarak da satılır. Tesir mekanizması belli değildir.
Alm. Phenolharz (n), Fr. Résine (f) phénolique, İng. Phenolic resin. Plastik yapmak için kullanılan çok sayıdaki maddelerden bir tânesi. Fenolik reçinelerin çoğu fenol (C6H5OH) ile formaldehit (CH2O)ten elde edilir. Fenolik reçinelere dayanan plastiğin ilki 1907’de elde edildi ve ismine bakalit denildi.
Fenolik reçineler şimdi plastik sanâyiinde çok büyük rol oynamaktadır.Çünkü mâliyeti düşük olup, mukâvemet ve dayanıklılık gibi çok faydalı tarafları vardır. Çeşitli miktarlarda pigment (boya), bağlayıcı maddeler veya plastik yapıcı gibi farklı maddeler katarak fenolik reçinelerin özellikleri değiştirilebilir. Böylece elektrikli ev âletleri, yaprak reçineler, fren balataları için yapıştırıcı, ısı izolasyonları, ağaç lifleri, kontraplak yapıştırıcıları, koruyucu kaplama gibi şeylerde kullanılır.
İki tip fenolik reçine vardır. Birinci tip fenolik reçine bazik katalizörün etkisiyle bir mol fenolün hiç olmazsa bir mol formaldehit ile reaksiyona sokulmasından elde edilir. Elde edilen reçine herhangi bir sertleştirici madde katmaksızın ısı ile sertleşir. İkinci tip fenolik reçineye novalak denir ve her bir mol fenole karşı bir molden az formaldehit kullanarak elde edilen reçine olup, asit katalizör kullanılır. Elde edilen plastik sıcaklık ile geçici olarak yumuşar. Bu plastik sertleşme, sertleştirici bir madde (hekzametilen tetra amin gibi) ile olur.
Çok az fenol reçinesi (plastiği) ısı ile yumuşar. Isı ile yumuşayan fenol reçinesi reaksiyonda fenol yerine alkillenmiş fenoller kullanarak yapılır. Bu tür, boyalarda, mobilyalarda veya diğer kaplamalarda kullanılır.
Eskiden kadınların örtünme için giydikleri elbisenin adı. Sonraları ferâce yerine çarşaf kullanılmaya başlandı. Ferâceler fantazi kumaştan, çuhadan, softan yapılırdı. Genellikle düz, sâde olanların yaygın olduğu gibi, cepleri ve yakaları işlemeli olanları da vardı. Modaya göre daha koyu renkli, arka yakası uzun, bedeni bol ve dar olanları da giyilirdi. Ferâcenin al renkli olanı gençler arasında daha yaygındı. Ferâce günümüzdeki kadınların giydiği mantonun çok benzeri olup, mantodan farklı özelliği geniş yakalarının olmayışı ve daha uzun oluşudur. Ferâce boyun kısmını tam olarak kapatmadığı için, kadının baş ve yüz kısmı yaşmakla kapatılırdı. Ayakkabının, çantanın ve şemsiyenin renginin ferâceninkine uygun olmasına günümüz kadınları gibi, eskiler de çok dikkat ederlerdi.
İlmiye sınıfından olan kimselerin resmî günlerde giymiş olduğu sırma işlemeli elbiseye de ferâce ismi verilirdi.Çuhadan yapılan bu ferâcenin kolları oldukça boldu. Bu ferâceler Osmanlı Devletinin sonuna kadar devam etmişti. Tanzimât devrinden önce sarayın üst makamında olanlar da ferâce giyerlerdi. Böyle ferâcelerden bâzılarının içi kürkle kaplı olurdu. Ulemâya âit olanlarınkine, ulemâ, kadınlarınkine kadın, erkeklerinkine de erkek ferâcesi denirdi. Yapılış olarak kadın ve erkeklerin çuhası farklı biçimlerde idi. Ferâce 20. asrın başlarına kadar giyilmiştir. Bâzı bölgelerde hâlen giyilmektedir.
Alm. Kenntnis (f) ders Ebrechts, Erbschaft (f) Fr. Connaissance (f) de L’héritage, İng. Knovledge of inheristance. İslâm hukûkunda mîras taksimi için kullanılan terim.Ölümden sonra kişinin bıraktığı mal, mülk, para ve haklar başlı başına bir ilim konusu olmuştur. Bu hususta her toplum, kendi dînî ve sosyal durumuna göre, kânûnî düzenlemelerde bulunmuştur.
İslâmiyette, mîras hukûku ile ilgili husûslar, ayrı bir ilim konusudur. Bu taksimât,Allahü teâlâ tarafından Kur’ân-ı kerîmde bildirilmiştir. Buna ferâiz ilmi denilmektedir. Ferâiz; farz kelimesinden türemiş olan farîza kelimesinin çoğulu olup, mîrasta, “vârislere tâyin olunan hisseler, paylar” demektir. İslâm âlimleri ferâiz ilmini;“Vefât eden kimsenin bıraktığı malın, kimlere verileceğini ve nasıl dağıtılacağını gösteren ilimdir.” şeklinde târif ettiler.
Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmde en açık ve en geniş bildirdiği şey, ölüden kalan mîrasın nasıl dağıtılacağıdır. Burada yapılacak işlerin çoğu farz olarak emrolunduğu için, hepsine ferâiz dendi. Zîrâ bu ilim nass, yâni Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfle sâbittir. Resûlullah efendimiz bir hadîs-i şerîfinde; “Ferâiz ilmini öğrenmeye çalışınız!Bu ilmi gençlere öğretiniz. Ferâiz ilmi, din bilgisinin yarısı demektir.Ümmetimin en önce unutacağı, bırakacağı şey bu ilim olacaktır.” buyurdu. İlmin yarısı buyurulmasının sebebini İslâm âlimleri; “İnsanın, bir dünyâ, bir de âhiret (ölümden sonraki) hayâtı vardır. Ferâiz ilmi, öldükten sonra kişiye âit olan bir takım hükümlerden de bahseder. Yine ferâiz ilmi, bir kimsenin vefâtıyla geride bıraktığı malının vârislerine ihtiyârî olarak değil de, zarûrî olarak doğmuş hakları olması sebebiyle intikâlîdir.” şeklinde açıklamışlardır.
Ferâiz ilmi, fıkhın, yâni İslâm hukûkunun bir bölümüdür. Fakat şeref ve fazîleti sebebiyle başlıbaşına bir ilim dalı sayılmıştır. Bu ilmin, sayılamıyacak kadar âlimleri yetişti ve kitapları yazıldı. Emevî, Abbâsî ve Osmanlılar zamânında, mîras taksimi, ferâiz ilmine göre yapılırdı.
Ferâiz ilminin kaynakları; Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler ve icmâ-ı ümmet (Eshâb-ı kirâmın ve müctehid âlimlerin sözbirliği)tir.Nisâ süresi 7-13. âyetleri ile 33 ve 176. âyetleri, mîras taksimindeki hak (hisse) sâhiplerini açıklamaktadır. Bakara sûresi 180-182. ve 233 ile 240. âyetleri ve Mâide sûresi 106-108. âyetleri ve Enfâl sûresi 72-75. âyetlerinde mîras hukûkunun genel hükümleri açıklanmaktadır. Bu âyet-i kerîmelerde mîras ve taksimât meâlen şöyle bildirilmektedir:
Ana ve baba ile yakın hısımların bıraktıklarından erkeklere, ana ve baba ile yakın hısımların bıraktıklarından kadınlara (azından da, çoğundan da) farz edilmiş birer nasîb olarak, hisseler vardır. (Nisâ sûresi: 7)
Câhiliyet devrinde kızlar, kadınlar ve çocuklar, mîras alamazlardı. O hak, ancak harpten ganîmet alan, yaşadıkları yerleri (memleketi) müdâfaa eden kimselere mahsustu. Bu âyet-i kerîmenin nüzûlüyle, inmesiyle kadın ve kızların mîrastan men edilme âdeti kaldırılmış oldu.
Mîras taksim olunurken (mîrasçı olmayan) hısımlar, yetimler, yoksullar da hazır bulunursa, kendilerini ondan (bir şey vererek) rızıklandırın, (gönüllerini alarak) güzel sözler de söyleyin. (Nisâ sûresi: 8)
Bu emir nedb mânâsını ifâde eder.Yâni öyle yapılması mecbûrî değil, bir insanlık ve şefkât sadakasıdır.
Arkalarında âciz ve küçük evlâdlar bıraktıkları takdirde onlara karşı (hâlleri ne olacak diye düşünüp) endişe edenler, (himâyeleri altındaki yetimler ve diğer mîrasçılar hakkında da aynı hissi taşımamaktan) korksunlar.Allah’tan sakınsınlar,(gerek vâsîler, gerek onların yanında bulunanlar hâtıra, gönüle bakmayarak) sözü dosdoğru söylesinler. (Nisâ sûresi: 9)
Gerçek, yetîmlerin mallarını haksız (ve haram) olarak yiyenler, karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar ve yakında onlar, alevli bir ateşe (Cehennem’e) gireceklerdir. (Nisâ sûresi: 10)
Mîras bölünürken, erkek çocuklara kız çocukların iki katı verilmesi, çok kere bâzı kimselerin yanlış düşünmelerine sebeb olmaktadır.İslâmiyette kadın, mîrastan hiçbir şey almaya muhtaç bırakılmayıp, onun bütün ihtiyaçlarını; kocası, babası, erkek kardeşi ve amcası gibi mahrem yakınları, çalışıp, kazanıp, ona vermeye mecbur tutulmuştur. Erkeklerin bu güç vazifelerinden dolayı, mîrasın hepsini almaları lâzım gelirken,İslâmiyet kadınlara iltimâs ederek, erkeğe verilenin yarısını da onlara vermektedir. Erkek, kadına bakmaya mecbur, kadının ise, kendine bile bakması lâzım olmadığı hâlde, İslâmiyet kadını kayırmakta, ona ayrıca mîras da vermektedir.İslâmiyette kadınların çok kıymetli oldukları buradan da anlaşılmaktadır.
İslâmiyetten önce Mısırlılarda,Çin hukûkunda, Japonlarda,Brehmenlerde, İranlılarda, Roma hukûkunda,eski İsrâil hukûkunda kızlar, verâsetten tamâmen mahrumdu. Araplarda eli silâh tutmayan, memleketini müdâfaa edemeyen küçük çocuklar, kızlar, kadınlar vâris olamazdı. Ölen kimsenin malı-mülkü, en yakınlarından erkek olup, harp edebilecek yaşta olanlara verilirdi. İslâm dîni, küçük çocukları ve kadınları mîrasa ortak ederek mağdûriyetten kurtarıp, erkekler gibi mîrasa ortak yaptı. Resûlullah efendimiz zamânında Uhud Harbine iştirâk edip bu harpte şehâdet şerbetini için Sa’d bin Rebî’nin zevcesi, iki kızını alarak Resûlullah efendimizin huzûruna geldi ve; “Yâ Resûlallah!Bunlar, şehid olan Sa’d’ın kızlarıdır. Şimdi amcaları, mallarını ellerinden alarak kendilerine bir şey vermediler. Hâlbuki, bunlar malsız evlenemeyeceklerdir.” diyerek durumlarını arz etti.Peygamber efendimiz de; “Allahü teâlâ bu meselede hükmünü bildirir.” buyurdular. Bunun üzerine mîrasla ilgili Nisâ sûresi 11. âyet-i kerîmesi nâzil oldu.
Bu mîras âyet-i kerîmesi inip, erkek ve kız çocukları, ayrıca ana ve babayı vâris kılınca, Müslümanlar o zamâna kadar, gerek kendi aralarında, gerek komşu devletlerde gördükleri hâle uymayan bu taksime hayret ettiler ve; “Nasıl olur da zevceye dörtte bir veya sekizde bir, kız çocuklara yarım verilir ve küçük çocuklar vâris olur. Hâlbuki, bunlar içinde düşmanla savaşan ve ganîmet alabilecek kimse yoktur.” dediler. Sonra da Allahü teâlânın emrine saygı ve muhabbetle uydular. Onların bu hayretleri, bu mîras taksiminin ehemmiyetini göstermektedir.
İslâm hukûkuna göre; kaybolan kimse, hükmen ölü sayılır.Ana rahminde canlandıktan sonra, öldürülüp diyeti verilen kimse de takdîren ölü sayılır. Bu ikisinin de malları vârislerine taksim edilir.İki kardeşten biri Çin’de diğeri İspanya’da aynı gün güneş doğarken ölseler, İspanya’da ölen diğerine vâris olur Çünkü güneş Çin’de daha erken doğmaktadır.
Ferâiz ilmine göre; vefât edenin bıraktığı maldan ve mülkten, sıra ile şu işler yapılır:
1) Hiçbir dağıtma yapmadan önce cenâzenin kefenleme ve defin masrafları verilir. 2)Kalanın hepsinden borçları ödenir. 3)Geriye kalan mal-mülk piyasaya göre değerlendirilip, üçe bölünür. Bir kısmı ile, İslâm dînine uygun vasiyetleri yerine getirilir. Diğer iki kısım eşyânın, değerlerine göre, kendileri veya satılıp paraları vârislere şöyle dağıtılır:
A-Önce, eshâb-ı ferâiz denilen 12 kişiye, Kur’ân-ı kerîmde bildirilen hakları verilir. Bu haklara farz adı da verilmiştir. Eshâb-ı ferâiz, Kur’ân-ı kerîmde 6 sınıfa ayrılmıştır.Her sınıfın hissesi (farzı) ayrı ayrı bildirilmiştir. Bu hisseler de, mîrasın 1/2’si “nısıf”, 1/4’ü “rubu’”, 1/8’i “sümün”, 2/3’ü “sülüsân”, 1/3’ü “sülüs” ve 1/6’sı “südüs”tür.Kendilerine farz hisse takdir edilenlerin kırk hâli vardır. Bunlardan dördü erkektir. Eshâb-ı ferâizden olan kimseler: 1) Baba, 2) Dedeler (sahih), 3) Erkek kardeşler, 4) Zevc (koca), 5) Kız kardeşler, 6) Zevce (eş), 7) Kızlar, 8) Oğlunun kızları, 9) Ana-baba bir kızkardeşler, 10) Baba bir kız kardeşler, 11) Anne, 12) Nineler (sahih).
B-Eshâb-ı ferâizden artan mal, asabe denilen akrabadan meyyite yâni ölene en yakın olanına verilir. Bunlar erkek akrabadır. Asabe yok ise, bunlar da eshâb-ı ferâize dağıtılır. Fakat zevc (koca) ve zevceye bu sefer verilmez. Asabe olanlar (sıraya göre): 1) Oğul, 2) Oğlun oğlu, 3) Baba, 4) Dede (sahih), 5) Ana-baba bir veya baba bir erkek kardeşler, 6) Erkek kardeşlerin oğlu, 7) Ana-baba bir amca veya baba bir amcalar, 8) Amcaoğulları, 9) Âzâd olan köle veya câriyeyi âzâd eden adam.
C- Eshâb-ı ferâizden ve asabelerinden kimse yok ise, zevil-erhâm denilen akrabaya verilir. Bunlar 10 sınıf olup, yakınlık sırası ile şunlardır:1) Kızlarının çocukları ve oğlunun kızlarının çocukları, 2) Cedd-i fâsid ve Cedde-i fâside (Arada ana bulunan dede ve nineler) 3) Kız kardeş çocukları, 4) Anadan kardeş çocukları, 5) Erkek kardeş kızları, 6) Amca kızları, 7) Anadan amca ve çocukları, 8) Teyzeler ve ana-babanın dayıları ve bunların çocukları, 9) Dayılar ve ananın-babanın halaları ve bunların çocukları. 10) Beytülmâldir.
D-Zevil-erhâmdan da kimse yoksa Mevlel-muvâlât denilen kimseye verilir. Bir zımmî (yâni gayri müslim vatandaş) veya harbî (vatandaş olmayan gayri müslim), bir Müslümanın yardımı ile îmâna gelir ve bu Müslümanı velî kabul ederse, yâni onun emrine girerse, borçlarını ödemeyi kabul ederse, bu Müslüman onun mevlel-muvâlâtı olur.
E-Yukarıdaki vârislerden, hiç biri yoksa, mîrasın 2/3’ü yine vasiyete harcanır. Vasiyeti de yoksa, meyyit zımmî olsa bile, beytülmâl (devlet) alır. Mîrasa dört şey mâni olur:1)Köle mîras alamaz. 2) Kısas veya keffâret gerektirecek şekilde meyyitin kâtili olan vâris mîras alamaz. 3) İki ayrı dinden olanlar ve mürtedler (Müslümanlıktan ayrılanlar) mîras alamaz. 4) Kaldıkları yerler, ayrı ülkede olanlar da mîras alamazlar. Asabelerden, ölene yakın olanlar, uzak olanları mîrastan mahrum bırakırlar. Babası sâhip çıkmayan veled-i zinâ yâni nesebi sahih olmayan çocuk da vâris olamaz.
İslâm hukûkunda beş çeşit arâzi vardır: 1) Mülk olan topraklar. Bunların sâhibi ölünce, toprak satılıp parasıyla sâhibinin borcu ödenebilir. Kalanının üçte birinden vasiyeti yapılır. 2/3’ü vârislerine, mîrasları miktarında verilir. 2) Mîrî topraklardır ki, mülkiyeti devlete âittir. Bunlar şahıslara peşin para karşılığı, tapu senedi ile kirâya verilir.Alanın mülkü olmaz. Satılamaz ve vârislerine mîras olamaz. Tapu sâhibi ölünce, toprak erkek ve kız çocuklarına eşit olarak verilir.Alanın mülkü olmaz. Satılamaz ve vârislerine mîrâs olamaz.Tapu sâhibi ölünce, toprak erkek ve kız çocuklarına eşit olarak verilir. Şimdi mîrî toprak kalmamış, herkesin mülkü olmuştur. 3) Vakıf toprakları, 4) Umûma terk edilen topraklar (metrûk arâzi). 5) Ölü topraklar. Devletin ve kimsenin olmayan topraklardır.
Ferâizin taksimini gerektiren problemleri çözebilmek için daha birçok bilgileri öğrenmek lâzımdır. Bunlar fıkıh kitaplarında açıklanmıştır.
Din âlimleri, ferâiz problemlerini hemen çözerdi. Hazret-i Ali’ye minberdeyken en karışık problemleri sorarlardı. Kâğıda, kaleme lüzûm kalmadan, hepsini zihninden çözer, hemen cevâb verirdi. İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretleri ve diğer İslâm âlimler de böyle idiler.Her devirde ölen Müslümanların mallarına, öldüğü gün gelen mîras taksim işleri ve vazîfeli kâdılar tarafından el konulur, kimsenin haksız olarak istifâdesine müsâade edilmezdi. Hemen mîrasın taksimi yapılır, hak sâhiplerine malları teslim edilirdi. Böylece, Müslümanların bilmeden yetim malı yemeleri önlenir, insanların kursağına haram lokma girmesine mâni olunmaya çalışılırdı.
Ferâiz ilmine dâir birçok eserler yazıldı. Bunlardan en meşhuru Muhtasar-ı Secâvendî’dir. Bu eserin birçok şerhleri vardır. Bunlar içinde büyük âlim Mevlânâ Şemseddîn Fenârî Şerhi çok meşhurdur.Haleb âlimlerinden Şeyh Ahmed Hanbelî de buna geniş bir şerh yazmıştır.Anadolu’da yetişen âlimlerden Muhsîn-i Kayserî’nin de manzûme şeklinde bir şerhi vardır. Türkçe olarak hazırlanmış Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye kitâbında ferâizle ilgili geniş bilgi vardır.