FAZ

Alm. Phase (f), Fr.Phase (f), İng. Phase. Termodinamikte heterojen bir karışımdan mekanik yolla ayrılabilen, kimyâsal ve fiziksel bakımdan homojen madde.Maddelerin üç temel fazı, katı, sıvı ve gaz (buhar) hâlidir. Bunların yanında amorf ve plazma halleri gibi haller de faz olarak kabul edilir.

Buzlu su heterojen bir karışımdır.Katı olan buz fazı ile sıvı olan su fazından meydana gelmiştir.Su ve buzun her biri ayrı bir fazı gösterir ve yine her biri homojendir. Yâni su fazının özellikleri her tarafında aynı, kezâ buzun özellikleri de buzun her tarafında aynıdır.

Atom yâhut molekül dağılımı düzenli olan, her yerde aynı olan bir madde tek bir homojen faz oluşturur.Meselâ, çözünmüş şeker, boya ihtivâ eden bir bardak su, yalnızca tek bir sıvı faz meydana getirir. Eğer buna suda çözünmeyen bir şey, meselâ kum atılırsa, sistem iki fazlı olur. Kum tâneleri katı faz oluşturur.

Faz değişimi: Eğer katı bir cismin sıcaklığı, ısı verilerek arttırılırsa, sıcaklık belirli bir değere geldiğinde katı cisim sıvı hâle geçecektir. Katı cismin tamâmı sıvı hâle geçinceye kadar  sıcaklık sâbit kalacaktır. Bundan sonra da ısıtmaya devâm edilirse, zamanla sıcaklık yine yükselir.Ancak belirli bir sıcaklığa erişildiğinde, sıcaklığın yükselmesi durarak, buharlaşma başlar. Bütün sıvı buharlaşıncaya kadar, sıcaklık sâbit kalır.Verilen ısı miktarı ile orantılı olarak buharlaşma olur.Açık bir kapta kaynayan sıvı ve bunun buharı, buharlaşmanın başladığı sıcaklıktan daha yüksek sıcaklığa çıkmaz.

Katı hâlden sıvı veya gaz hâline geçiş olayına “faz değişimi” ismi verilir. Faz değişiminin ortaya çıktığı sıcaklık seviyesi, hâdisenin meydana geldiği basınca bağlıdır. Katı, sıvı ve gaz fazlarının ortaya çıkması sıcaklık ve basınca bağlıdır. Bir maddenin sıcaklık ve basınca bağlı faz diyagramı çizilirse,üç eğri görülür. Bunlar, faz değişiminin ortaya çıktığı sıcaklık ve basınçlara karşılık gelir.

Karbondioksidin faz diyagramı bunun katı şeklinin oda sıcaklığında, erimeden buhar hâline dönüştüğünü gösterir. Bu sebeptendir ki, bir “kuru buz”dan söz edilir. Oksijenin faz diyagramı, bunun oda basıncında sıvı olması için odanın çok soğuk olması gerektiğini gösterir. Oda sıcaklığında ise, sıvılaşma ancak çok büyük basınç altında gerçekleşir.

ŞEKIL VAR!

 

Eğrilerin arasındaki bölgelerde madde yalnızca tek bir faz  (katı, sıvı veya gaz) bulunur.Sıcaklık ve basınç değişmeleri eğrilerin üzerindeki noktalara ulaşmadıkça faz değişimi olmaz. Eğrilerin üzerinde yer alan herhangi bir basınç ve sıcaklık noktasında katı-sıvı, katı-buhar veya sıvı-buhar iki farklı faz denge hâlinde bulunur.Meselâ, sıvının Buhar basıncının ve sıcaklıkla değişimini gösteren eğri, sıvı ve buhar fazları arasında bir sınır oluşturur.Sıvı-buhar eğrisinin son noktası kritik noktayı gösterir. Bu noktanın üzerinde sıvı ve buhar birbirinden ayırt edilemez.Madde “akışkan” diye adlandırılır.

Üç eğrinin kesiştiği nokta üç fazın da dengede bulunduğu tek durumdur. Bu nokta bir tek basınç ve sıcaklıkta ortaya çıkar.

Fazlar kuralı: Termodinamik denge durumundaki bir sistemin değişkenleri arasındaki bağıntıyı veren ifâde F= C-p+2 şeklindedir. Burada F, sıcaklık, basınç ve kompozisyon (bileşim) gibi etkili değişkenlerin serbestlik dereceleridir. C, kimyâsal bileşenlerin sayısını, P ise faz sayısını gösterir. Bu ifâdeden anlaşılacağı gibi tek fazlı, tek bileşimli bir sistemin serbestlik derecesi ikidir ve sınır değerleri arasında herhangi bir sıcaklık ve basınç noktasına ulaşılabilir. Eğer bileşen sayısı bir ve faz sayısı iki ise (meselâ sıvı ve buhar) bu durumda serbestlik derecesi yalnızca birdir ve her sıcaklık için bir basınç değeri vardır. Bir bileşen ve üç faz için (diyagramdaki üçlü nokta) serbestlik derecesi yoktur.  Sıcaklık ve basınç sâbit bir değere sâhiptir, değiştirilemez.

FAZ_

Alm. Phase, Fr. Phase, İng. Phase. Zamana bağlı olarak değişen akım, voltaj gibi fiziksel büyüklüklerin aynı yönde (pozitif veya negatif) aynı dalga şekillerinde, aynı değeri geçmeleri arasındaki zaman farkı. Meselâ eğer iki büyüklük aynı frekansa sâhip ise ve aynı yönde aynı zamanda sıfırdan geçiyorlarsa, bu iki büyüklük aynı fazda denir. Eğer sıfırdan geçme farklı zamanlarda meydana geliyorsa, bu iki büyüklük arasında faz farkı var denir.

Faz açısı:  Fazın derece veya radyanla verilen ölçüsüdür. Yön değiştirerek değişim gösteren bir büyüklüğün bir dönüşü 360 derece veya 2 p radyana eşittir. Eğer iki büyüklük aynı fazda ise faz açısı sıfırdır. Eğer iki büyüklükten birisi pozitif en büyük değeri alırken diğeri negatif en büyük değeri alıyorsa, faz farkı 180 derece veya p radyandır.

Astronomide, ayın veya bir gezegenin yörüngesinde hareket ederken aldığı ışıkları dünyâya yansıtması sırasında, parlak görünen kısmında meydana gelen değişiklik de faz olarak isimlendirilir.

Eğer ay, dünyâ ile güneş arasında bulunuyorsa, dünyâya uzak kısmı aydınlandığından (güneş tutulması hâriç) bizim tarafımızdan görülmez olur.

Bu durum yeni ay olarak bilinir. Ay yörüngesinde harekete devâm ederken, batı kenarı güneş ışınları ile aydınlanır ve yeni aydan sonra hilâl fazı ortaya çıkar.

Dünyâ etrâfındaki dönüşünün ilk dörtte birinde (ilk dörtte bir fazı) ayın yarısı aydınlanır. Dünyâ, ay ile güneş arasında bulunduğunda (ay tutulması hâriç) dolunay durumu ortaya çıkar. Daha sonra ayın doğu kısmı aydınlanır. Sonuncu dörtte bir dönüşü arasında da yeni aydan önceki hilâl ortaya çıkar. Merkür, Venüs, Mars da benzer fazlara sâhiptir.

Elektrikte faz farkı denince, elektriksel işâretlerin zaman ekseninde aynı değerlerden geçtikleri zamanlar veya açılar arasındaki fark anlaşılır. Meselâ:

Y1: A1 Sin (wt+f1)

Y2: A2 Sin (wt + f2)

İşâret arasındaki faz farkı f1-f2’dir. Burada Y1 ve Y2 sinyal uzanımlarını, A1 ve A2 amplitütlerini(genlik), w ise pullasyonu (açısal frekansı), f1 ve f2 de fazları göstermektedir.

FÂZIL AHMED PAŞA

Köprülü Mehmed Paşanın büyük oğlu. 1635 yılında Vezirköprü kasabasında doğdu. Yedi yaşında İstanbul’a geldi ve burada medrese tahsilini meşhur Karaçelebizâde Abdülazîz Efendiden alarak mezun oldu. On altı yaşındayken müderris oldu ve yirmi iki yaşına gelince Sahn-ı Semân Medreselerine müderris tâyin edildi. Sonra babası tarafından ilmiye sınıfından ayrılması istendi ve 1659 târihinde vezirlikle Erzurum vâliliğine gönderildi. Daha sonra Şam ve Halep vâliliklerinde bulunan Fâzıl Ahmed Paşa, babasının hastalanması üzerine, ona vekâlet etmek üzere Edirne’ye çağırıldı. Nihâyet 1661 yılında babasının ölümü ile 26 yaşındayken veziriâzamlığa getirildi.

Fâzıl Ahmed Paşa, fâsılasız olarak 15 sene sadârette bulundu. Bu süre ile Çandarlızâde Halil Hayreddin Paşa ile oğlu Çandarlızâde Ali Paşadan sonra Osmanlı târihinin en çok iktidarda kalan sadrâzamıdır. Ahmed Paşanın on beş sene süren sadâretinin dokuz senelik bir devri cephelerde muhârebeyle geçti. Üç sene Avusturya ile Macaristan’da ve iki buçuk sene Venediklilerle Girit’te ve üst üste üç sene de Lehistan’da savaştı.Osmanlı Devletine parlak zaferler kazandırdı. 1676 yılında pâdişâhla berâber Edirne’ye giderken yolda hastalandı ve hastalığı ağırlaşarak yola devâm edemedi. Ergene civârında, Karabiber çiftliğindeyken 3 Kasım gecesi 43 yaşında olduğu halde vefât etti.Cenâzesi İstanbul’a getirilerek Divanyolu’nda babasının yanına defnedildi.

Târihî kaynaklara göre Fâzıl Ahmed Paşa, vücutça uzun boylu, beyaz renkliydi. Hal ve tavrı mütevâziydi. Çok düzgün konuşur, karşısındaki kimseyi kolaylıkla ikna ederdi. Cömertti. Haksızlığın büyük düşmanıydı. Çabuk kavrayışlı, metin muhâkemeli, işlere kısa yoldan gitmesini bilen ve meselelere vakıf bir şahsiyetti. İhtiyatlı konuşur, gevezelikten hoşlanmazdı. Yapamayacağı şeyleri îmâ yoluyla da olsa, vâdetmezdi. Fâzıl Ahmed Paşa, fikir ve mütâlaaya kıymet verir, söz dinler, tecrübeli adamların fikirlerinden istifâde eder ve sonra harekete geçerdi. Muhârebelerde askerin gayretini arttırmak için esir ve belli sayıda kelle getirene yirmi kuruş bahşis vermekte idi. Fâzıl Ahmed Paşa, hemen hemen bir altının dörtte biri veya yarısı olan bu parayı tamâmen kendi kesesinden sarf ederdi. Bir gün kethüdâsı kendisine:

“Bu ihsâna sel gibi akça olsa yine dayanmaz!” demesi üzerine:

“Ya bizim akçemiz ne gün içindir.Hepsi böyle günlere fedâ olsun. Eğer kifâyet etmezse, ödünç alır yine veririz.” cevâbını vermişti.

İlmiye sınıfından yetişen Fâzıl Ahmed Paşa, fıkıh ve kelâmda âlimdi. Yazısı güzel olup, sülüs ve nesih yazısını, meşhur hattat Derviş Ali’den öğrenmiştir.Hocası kendisini ziyârete geldiği zaman elini öper ve makâmında yanına oturturdu. Paşa, Devletin her yerinde hayır eserleri yaptırdı. Bunlar arasında Divanyolu’nda kütüphâne ve Dârülhadîs, Uyvar Kamaniçe ve Kandiye’de câmi, İzmir ve Çemberlitaş’taki han en önemlileridir.

FÂZIL HÜSNÜ DAĞLARCA

Son devir Türk şâirlerinden. 1914’te İstanbul’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Anadolu’nun çeşitli illerinde yaptı. Kuleli Askerî Lisesini (1933) ve Harb Okulunu (1935) bitirdi.Piyâde subayı olarak yurdun birçok yerinde bulundu. 1950’de yüzbaşıyken askerlikten ayrılıp, serbest hayata geçti. Bir yıl Basın-Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğünde çalıştı. 1953’ten 1959’a kadar da Çalışma Bakanlığında iş müfettişliği yaptı. 1959’dan sonra İstanbul’da “Kitap” adlı bir kitâbevi kurdu.

İlk şiiri “Yavaşlayan Ömür” 1932’de İstanbul Dergisi’nde çıktı. 1940’ta Çocuk ve Allah ile edebiyat çevrelerinin dikkatini çekti. Yalnız şiir türünde eserler verdi.

Şiirleri:Dağlarca’nın şiirleri tür, şekil ve muhtevâ yönlerinden devamlı değişmeler göstermiş, şiirin özünde de değişmeler olmuştur. Şekilcilikten şeklin inkârına kadar, açık seçik söyleyişten mânâsızın ötesine kadar, zor tanınır ve zor izah edilir şiirleri vardır. Konu ve üslûp bakımından değişik görünen bu şiirlerde, şâirin tabiatına, şahsına bağlı bulunan ortak özellikler onu çağdaşı şâirlerinden ayırmaktadır.

Fâzıl Hüsnü, ilk şiirlerinden beri kendini çok zengin bir tabiatın sırları, gizlilikleri içinde bulur.Gördüğü, seyrettiği ile yetinmeyerek o sırları bol görüntüler, semboller, mecazlar vâsıtasıyla şiire yansıtır.

Ağırlık noktalarına bakarak şiirleri üç bölümde toplanabilir: Destanlar, toplumcu-gerçekci şiirler,felsefî-lirik şiirler.

Destanlar: Destan tarzı, Dağlarca’nın verimli olduğu ve çığır açtığı bir alan olup bu yönü ile yenidir. Ondan sonra bu yolda yazarlar çok görülmüştür.Üç Şehitler Destanı, İstiklâl Savaşı, Delice Böcek, İstanbul Fetih Destanı... gibi kitapları, takım şiirler hâlinde koçaklamalardır. Fâzıl Hüsnü bu koçaklama şiirlerinde hem târih gerçekleri ve savaş bilgilerine, hem de söylentilerine bağlanmaktadır.

Toplumcu-gerçekçi şiirleri: Bu tür şiirleri, daha çok; Toprak Ana,Aç Yazı, Türk Olmak kitaplarında bulunmaktadır. Şiirler Anadolu üzerine açık düşünceler söylemekle destandan ayrılır. Bu şiirler halkın ve yurdun hâline acıyan, koyu gerçekçi, isyancı, inkârcı mısralar hâlindedir. Kişiler, basit değil, karmaşık iç dünyâsı olan çok yanlı insanlardır.

Felsefî-lirik şiirler: Bunlar Dağlarca’nın asıl tarzı olan şiirleridir. Şöhretini sağlayan kitabı Çocuk ve Allah’tan başlayarak ruh derinliklerini, tabiat üstüyü ve madde ötesini gözetmiştir.İnsan ve nesnelerin sathını bırakıp özüne inmeye çalışmıştır. Şiirlerinde karanlık, aydınlık, ölümle-dirim, korkuyla ümit, nefretle sevgi, geçmişle gelecek birbirleriyle çarpışan ve birbirine karışan bulut kümeleri gibidir.Her bucaktaki sır ve gizlilik hem rüyâ, hem de gerçek şiir hâlinde şiire yansımaktadır.

Üslûp: Dağlarca, ŞeyhGâlib’in istediği gibi “bir başka lügat”la konuşan şâirlerdendir. Konuşma diline fazla iltifât etmemiş, kitâbî kelimelere de az yer vermiştir.Her şiirde değişik sözler aramıştır.O, kelimelerle fazla oynayan bir şâirdir. Bâzı şiirlerinde iç ahenge önem verir. Şiirlerinde, âheng sağlamak için, kendince bir çeşit imâlelerden ve tabiat taklidi seslerden de faydalanmıştır. Fâzıl Hüsnü Dağlarca, buhranlarla, tatminsizliklerle dolu bir şâir olarak tanınır. Din, insan, hayat, ahlâk gibi konularda kendi yapısında bulunan kararsızlık ve bunalımlar, aynen şiirlerine aksetmiştir. Bu bakımdan kendinde ve eserlerinde çok keskin zikzaklara, tam ters dönüşlere çok sık rastlanır. Şiirlerini bu noktadan değerlendirmek, onun gerçek yapısını anlamak açısından faydalı olur.

Eserleri:

Havaya ÇizilenDünyâ (1935) Çocuk ve Allah (1940). Daha (1943).Çakırın Destanı (1945), Taş Devri (1945), Üç Şehitler Destânı(1949). Toprak Ana (1950),Aç Yazı,İstiklâl Savaşı-Samsun’dan Ankara’ya (1951), İstiklâl Savaşı-İnönüler,Sivaslı Karınca (1951), İstanbul-Fetih Destanı (1953), Anıtkabir (1953), Delice Böcek (1957),Batı Acısı, Mevlânâ’da Olmak-Gezi (1958), Hoo’lar (1960), Özgürlük Alanı, Cezayir Türküsü (1961),Aylâm (1962), Türk Olmak (1963). Yedi Mehmedler (1964), Çanakkale Destanı (1965), Dışardan Gazel (1965), Yeryağ (1965),VietnamSavaşımız(1966).KubilayDestanı (1968), Haydi, 19 Mayıs Destanı (1969).VietnamKörü, Hiroşima (1970), Kuş Ayak, Malazgirt Ululaması(1971), Kınalı Kuzu Ağıdı (1973), Hollandalı Dörtlükler (1977), Nötron Bombası (1981).

 İstanbul Fetih Destanı’ndan

Sultan Mehmed’in Gemileri:

 

Bir sabah fermân ile uyandık İstanbul kıyılarında,

Bir sabah duyuldu, Sultan Mehmed:

“-Gemilerim karadan yüzdürülsün!

Dağlar Taşlar inledi:

“Emret!”

Kazıklarla yarıldı yer, ufuklarca

Saçılıp zümrüt göklere, gümüş böceklere merhamet

Acayip pınarlardan, meçhul koruluklardan geçtik

Zamanımızla durdu iki yanda

Geçmiş devirler sed sed

..............................

 

İlk defa, bu koca dünyâ ilk defa,

Bir şey âşikâr oluyordu bütün milletlere ibret,

Tabiat üzerinde açan kuvvet gülü,

Allah’ın toprağı geçit veriyordu.

Türk’ün koluna hürmet.

.................................

 

İniverdik uyumuşların önüne, karadan gemilerle,

Kesildiler, serâpâ nûr, serâpâ hayret.

Açıldı onlara Doğu’dan.

Bize Batıdan,

Ebediyet.

FÂZIL KÜÇÜK

Kıbrıslı Türk siyâset ve devlet adamı. Kıbrıs’ın Lefkoşe kentinde 1906’da doğdu. Kıbrıs ve İstanbul’da öğrenim gören Fâzıl Küçük, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinde başladığı tıp tahsilini İsviçre’nin Lozan Üniversitesinde tamamladı. Paris’te beş sene uzmanlık öğrenimi gördükten sonra 1938’de Kıbrıs’a döndü.

İngilizlerin enosis hareketlerini bastırmaya çalıştığı bir dönemde siyâsî hayata atıldı. Kıbrıs Türk toplumunun örgütlenmesi için çalışmalar yapan Fâzıl Küçük, 1943’te Lefkoşe Belediye Meclis üyeliğine seçildi. Aynı sene Halkın Sesi adlı gazeteyi çıkarmaya başladı ve Kıbrıs Adası Türk Azınlığı Kurumuna da üye oldu. 1945’te Kıbrıs Türk Partisini kurdu. Parti’nin ismi 1955’ten sonra Kıbrıs Türkü Partisi olarak değiştirildi. Rumların enosis çabalarına karşı mücâdelesini yoğunlaştıran Fâzıl Küçük, 1958’de Türkiye’de yapılan Kıbrıs mitinglerine katıldı.

Fâzıl Küçük, 1959’da Kıbrıs’la ilgili Londra’da yapılan görüşmelere Türkler adına katıldı. Bu görüşmeler sonucunda Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmasına karar verildi. Londra ve Zürich antlaşmalarından sonra 16 Ağustos 1960’ta Kıbrıs Cumhûriyeti resmen devlet, Makarios Cumhurbaşkanı, Fâzıl Küçük de Cumhurbaşkanı Yardımcısı oldu. Rumların Türklere 1963’te başlayan saldırıları yüzünden Fâzıl Küçük’ün Cumhurbaşkanlığı Yardımcılığı kâğıt üzerinde kaldı. Kıbrıs Geçici Türk Yönetimi başkanlığına 28 Aralık 1967’de getirilen Fâzıl Küçük, 1973 seçimlerinde adaylığını koydu ve Cumhurbaşkanlığı Yardımcılığından ayrıldı. Kıbrıs Geçici Türk Yönetimi başkanlığı vazifesi ise, Rauf Denktaş’ın Kıbrıs Türk Federe Devletinin başkanlığına seçilmesi üzerine sona erdi (1975). Fâzıl Küçük hayatının son yıllarında gazetecilik yaptı. 15 Ocak 1984’te İngiltere’nin Londra şehrinde öldü.

FÂZIL MEHMED PAŞA

Dağıstan’da Rus birliklerine karşı çete savaşlarına katılan Türk komutan. Şeyh Şâmil’in yakın akrabâlarından olup, Dağıstan’da doğdu.

Ruslar Kafkasya’yı işgâl ettikleri sırada Şeyh Şâmil’le berâber yıllarca vatan müdâfaasında bulundu. Ancak Çarlık Rusyasına karşı giriştiği bu amansız mücâdele esnâsında esir düştü. Esâret hayâtı sırasında, Rusya’da askerî bir okulda eğitim gördü. Daha sonra Çar’ın muhâfız kıt’asında görev yaptı. Türkiye’ye geçtiği zaman kolağası rütbesiyle Osmanlı ordusuna katıldı. Bir çok muhârebelere katılarak başarılar kazandı. 1882 yılında liva rütbesiyle Belgrad’a gönderildi. Daha sonra Musul ve Bağdat’ta görev verilen Fâzıl Mehmed Bey, buralarda gösterdiği başarılar sebebiyle önce ferik sonra da birinci ferik rütbesiyle taltif edildi.

1914’te Birinci Dünyâ Harbi sırasında ordudan ayrılmış bulunan Fâzıl Paşa, ihtiyâç üzerine yeniden orduya katıldı. Kendisine önce Kafkas, sonra Irak cephesinde süvârî komutanlığı görevi verildi. İyi ata binmesi, iyi silâh kullanması ve cesâreti ile tanınan Fâzıl Mehmed Paşa, 1915 yılında vefât etti.Mezarı Bağdat’ta Azamiye Kabristanındadır.

Fâzıl Mehmed Paşanın, Fâzıl Ahmed Paşa ve Fâzıl Mustafa Paşa gibi devlet adamları yetiştiren Köprülüler âilesi ile bir münâsebeti yoktur.

FÂZIL MUSTAFA PAŞA (Köprülüzâde)

Köprülü Mehmed Paşanın küçük oğlu. 1637’de dünyâya geldi. Uzun müddet medrese tahsili görmüş olup, 1669’da babasının sadâreti zamânında zeâmetle dergâh-ı âli müteferrikaları arasına girmiş ve burada ilimle meşgul olup, vezir oluncaya kadar zeâmetle geçinmiştir.

Haziran 1680’de vezir olan Fâzıl Mustafa Paşa, 1683’te Niğbolu sancağı da verilmek sûretiyle Silistre (Özü) vâlisi ve Lehistan serdarı oldu. Lâkin veziriâzam Kara Mustafa Paşanın katli üzerine bu da gözden düşerek aynı yıl serdarlıktan azl olunup, emekli edildi. Kendisine Azaz ve Kilis sancakları arpalık olarak verildi. 1684 sonlarında Sakız muhâfızlığına gönderilen Mustafa Paşa, 1686’da Boğazmuhâfızı olup, kapıkulu ocaklarının cephede isyânı ve İstanbul’a hareketleri sırasında sadâret kaymakamlığıyle İstanbul’a dâvet olundu (1687). Bu sırada pâdişah bulunan Sultan Dördüncü Mehmed Hana karşı orduda bir isyan hareketi meydana gelmişti. Bu isyan ateşinin önüne geçilemediğinden, ordu daha İstanbul’a girmeden alınan tedbirlerle Dördüncü Mehmed Han hal edilip yerine kardeşi İkinci Süleymân Han pâdişah yapıldı.

Bu sırada veziriâzam olan Siyavuş Paşanın katline kadar, işler kayınbirâderi olan Fâzıl Mustafa Paşanın elindeydi.O, yeniçerilerin zorbalıklarına son verilmesi için veziriâzamı sıkıştırıyordu. Bunu bilen yeniçeriler veziriâzamı ölümle tehdid ederek onu Boğaz muhâfızlığı ile İstanbul’dan çıkarttılar. Hattâ katli için Şeyhülislâmdan fetvâ dahî istediler, ancak alamadılar.

Bu sırada Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu kötü durumdan kurtulması için çâreler arıyan Sultan İkinci Süleymân, Şeyhülislâmın tavsiyesiyle 1689’da Fâzıl Mustafa Paşayı veziriâzamlığa getirdi.

Veziriâzamlığı zamânında önemli işler yapan Mustafa Paşa, ilk iş olarak bâzı vergileri kaldırdı.Yeniçeri ağalığına getirdiği Eginli Haseki Mehmed Ağa vâsıtasıyla yeniçeri ocağını ıslah edip,maaşlardan epey tasarruf etti. Bir kış boyu gerekli tedbirleri aldıktan sonra,Rumeli’yi Avusturyalılardan kurtararak Belgrad’ı geri aldığı gibi, düşmanı Tuna ve Sava’nın ötesine attı. 1691’de düzenlediği seferde Macaristan topraklarında Slankamen mevkiindeki muhârebede şehid düştü.Ancak cesedi bulunamadı. 55 yaşında şehid düşen Mustafa Paşanın veziriâzamlığı iki sene üç ay sürdü.Avusturya’ya düzenlediği ikinci seferi esnâsında Sultan İkinci Süleymân vefât edip,  yerine kardeşi Sultan İkinci Ahmed Han pâdişah olmuştu.

Fâzıl Mustafa Paşa, açık sözlü, riyâdan hoşlanmayan bir insandı. Cesur, atılgan ve son derece cömertti. İdâreyi ele alır almaz, hükûmeti ve orduyu işe yaramayanlardan derhal temizlemiş, Rumeli’de gayri müslimlerin yer yer ayaklanıp düşmana yardım etmelerinin sebebinin vergiler olduğunu görerek, onları hafifletmiş, ticârete serbesti vermiş ve bu sâyede dâhilî asâyişi temin eylemiştir.

İlme son derece düşkün olan Fâzıl Mustafa Paşa, ulemâya çok rağbet eder, fırsat buldukça da ilimle meşgul olurdu. Hadis ilminde ihtisas sâhibiydi. Konağı yanına yaptırmış olduğu kütüphâneden birçok âlim ve muhaddisler istifâde ederlerdi.

FAZLÎ (Kara)

Divan şâiri.İstanbul’da doğmuş olup, doğum târihi bilinmemektedir.Asıl ismi Mehmed’dir. Babası saraçtı. İlk tahsilinden sonra şâir Riyâzî’den Fârisî okudu. Halvetî şeyhlerinden Zarîfî Hasan Efendiye talebe oldu. Şâir Zâtî’nin dükkânındaki edebî mahfile dâhil oldu. Şehzâde Mehmed’in sünnet düğününde yazdığı kasîdeyi Zâtî’nin aracılığıyla Sultan Süleymân Hana sundu (1530). Şehzâde Mehmed’in Manisa sancakbeyliği sırasında dîvân kâtipliği yaptı. Şehzâde Mehmed’in ölümü üzerine Şehzâde Mustafa’nın , onun öldürülmesi ile de Şehzâde Selim’in dîvân kâtipliğinde bulundu. Kânûnî Sultan Süleymân Han tarafından reisülküttaplığa getirildi (1562). 1564 senesinde vefât etti.

Fazlî, dînine bağlı, derviş mîzaçlı, tasavvuf ehli bir kimseydi. Şiir ve inşâda devrinin tanınmış şahsiyetlerindendi. Çok şiir yazardı. Süslü kasîdeleri, çift kâfiyeli gazelleri, mersiyeleri, bilhassa Şehzâde Mustafa için yazdığı yazıları çok beğenilmişti. Bâzı şiirlerinde Zâtî’nin tesiri görünür.Çok şiir yazmasına rağmen dîvân tertib etmemiştir. Bin civârında tasavvufî rubâîleri vardır.

Eserleri: Hümâ ve Hümâyûn, 5000 beyit civârında bir mesnevî, Lehçet-ül-Esrâr (mesnevî), Nahlistan (mensur hikâyeler), Gül ü Bülbül en tanınmış eseridir. Almanca’ya tercüme edilmiştir.

FBI

(Bkz. Federal Soruşturma Bürosu)

FECR

Alm. Morgendammerung (f), Fr. Aube, aurore (f), İng. Dawn. Sabaha doğru, tan yerinin önce nokta ve sonra da ince bir iplik gibi ağarması ile başlayan vakit. Fecrin doğuş ânı, nehâr-ı şer’î (yâni İslâm dîninin gündüz kabul ettiği zaman) ile, imsâk vaktinin (oruca başlama zamânının) başlangıcıdır. Fecr sözü, tek başına kullanıldığında, Fecr-i sâdık (hakîkî fecr) kasdedilir. Erken sabah periyodunda meydana gelen bu olayda, doğudaki ufukta, bir noktada başlayan aydınlık, beyaz bir çizgi hâlinde başlayarak karanlık ufuk çizgisinin üzerinde yayılır. Sabaha yakın, gece karanlığının yerine aydınlığın gelmeye başlaması iki safha hâlindedir.Önce fecr-i kâzib doğar, bir müddet sonra hakîkî sabah aydınlığı olan fecr-i sâdık doğar.

1. Fecr-i kâzip: Sabaha karşı doğuda, tabanı ufukta bulunan bir koni şeklinde ve ufuk hattına dik bir tulum başı veya bir kurt kuyruğunu andırarak meydana çıkıp, bir süre sonra kaybolan geçici aydınlıktır. Bu sebepten bu fecre, kâzib, yâni yalancı fecir denilmiştir. Birinci fecir de denir. Bu fecir doğarken, gökyüzü (semâ) yukarı doğru aydınlanır.Sonra tekrar kararır. Fecr-i kâzib, yaklaşık olarak güneşin irtifâ’ı H = -21 derece iken başlar, direk gibi semâya yükselir. Sonra erimiş kar gibi ufka inip yayılır.Tedricen (yavaş yavaş) zayıflar. H = - 19 derece olunca Fecr-i sâdık doğar, Fecr-i kâzib yok olur.

2. Fecr-i sâdık:Birinci fecri tâkibeden karanlıktan bir müddet sonra, fecr-i sâdık denilen beyazlık başlar. Bu beyazlık, bir ışın (aydınlık) biçiminde, ufukta bir noktada belirir. Sonra beyaz bir çizgi şeklinde ufka yayılır ve genişler.

Fecrin doğuş ve bitiş ânının tâyin ve tesbiti mühim bir konudur.Açık denizlerde gemilerin seyri, vakit tâyinleri ve buna bağlı olarak,İslâm dîninde namaza ve oruca başlama vakitlerinin tesbiti bakımından ehemmiyet arz eder. Bunun için özellikle İslâm âlimleri, astronomi ilmine âit bilgilerin meydana çıkarılmasında yüzyıllardan beri uzun çalışmalar yapmışlardır.

Fecrin iki türlü olduğu, oruca ve namaza başlama vaktinin “fecr-i sâdık” denilen beyazlığın doğması ile başladığı, hadîs-i şerîf ile bildirilmiştir. Peygamber efendimiz buyurdular ki:

Fecir ikidir.Kurt kuyruğuna benzeyeni (fecr-i kâzib olanı), herhangi bir şeyi haram kılmaz. Fakat ufukta yayılanı (fecr-i sâdık olanı), sabah namazının kılınmasını helâl ve (oruç zamânında) yiyip içmeyi harâm kılar.

Sabah namazı ve oruç aynı vakitte başlar. Dört mezhepte de, fecr-i sâdık ağarınca, ikisinin de vakti girer. Bu ikinci fecrin doğması, şarkta ufuk üzerinde beyazlığın başlamasıyle veya beyazlığın ufuk üzerine yayılmasıyle olur.Hesap ile güneşin üst kenârının ufuğun 19 derece altında olduğu an, yâni fecr-i sâdık’ın doğuşu bulunur. Beyazlığın başladığı bu imsak vaktinde oruca başlanır. İhtiyât olarak, beyazlığın ufuk üzerinde yayıldığı vakit, hesapla bulunan vakitten 20 dakika kadar sonra sabah namazı (selâtül-fecr) vakti girer.

Kur’ân-ı kerîmde (Bakara sûresi: 187) de:“Gece ile gündüzü ayıran fecrin beyaz ipliği, siyahlıktan ayırt edilinceye kadar yeyiniz, içiniz!” buyuruldu. Bu ipliklerin, gündüzün beyazlığı ile gecenin siyahlığı oldukları “fecir” kelimesiyle tefsir edilmiş, açıklanmıştır. Yoksa dikiş dikilen iplik demek değildir.

FECR-İ ÂTÎ EDEBİYATI

İkinci Meşrûtiyetten (1908) sonra, 20-30 yaşlarındaki genç edebiyatçıların kurduğu bir topluluk. Fecr-i Âtî, gerçekten bir edebî akım hüviyetini alamamış, ancak devrin genç edebiyâtçıları tarafından yapılan bir kaç toplantıdan ibâret kalmıştır.

Servet-i Fünûn Dergisi, 1901 yılında kapatılınca, Servet-i Fünûncuların her biri bir yana dağılmıştır. 1908’de İkinci Meşrûtiyetin îlânından sonra da bunlar bir araya gelemediler. 1901-1908 yılları arasında yetişen bâzı gençler, Celâl Sahir’in başkanlığında Fecr-i Âtî (Gelecekteki Gün Doğuşu) adiyle Servet-i Fünûn Dergisi etrafında toplandılar. Faaliyete geçmeden önce görüşlerini Servet-i Fünûn Dergisi’nde bir beyannâmeyle açıkladılar. Bu bayannâmede:

“Edebiyâtsever ve azimli olduklarını,Avrupa’daki benzerlerinin küçük bir örneğini temsil etmeye çalışacaklarını, Garbın bu husustaki fikirlerini,Şarkın ufuklarına nakletmek arzularını” belirtiyorlardı.

Sanatta ferdiyetçiydiler. (Sanat, şahsî ve muhteremdir.) görüşünde birleşiyorlardı.

Fecr-i Âtî yazarları kendilerinden önceki Servet-i Fünûn sanatçılarını inkâr ederek işe giriştilerse de, toplu olarak düşünüldüğü zaman yeni bir şey getiremediler.Yalnız aralarında bâzıları çeşitli yollardan yürüyerek, edebiyatımızın kazandığı en mühim şahsiyetler arasına girdiler.

Fecr-i Âtî’ye katılan başlıca sanatçılar:Ahmed Hâşim, Fuad Köprülü,Yâkub Kadri,Emin Bülent, Refik Hâlid, Hamdullah Suphi, Şehâbettin Süleyman,İzzet Melih,Ali Sühâ, Tahsin Nâhit, Fâzıl Ahmed, Fâik Ali,Celâl Sâhir vs. dir.

Netice olarak; bir sanat görüşü vermeye çalışan Fecr-i Âtî gençlerinin, kurmaya çalıştıkları bu topluluk çabuk dağılmıştır.

FEDERAL SORUŞTURMA BÜROSU (FBI)

ABD’de federal yönetime bağlı en büyük soruşturma kuruluşu. “Federal Bureau of Investigation” kelimelerinin baş harflerinin kısaltılmışı olarak FBI diye bilinir. Federal hükûmete bağlı başka bir kuruluşun hukûkî veya idârî kararla özel olarak vazifelendirdiği durumlar dışında federal yönetimi ilgilendiren her sahada soruşturma yürütmekle vazifelidir. Çalışmaları sırasında topladığı bilgilerden çıkan neticeleri Washington D.C.’deki ABD Adâlet Bakanına, yardımcılarına ve federe yargı bölgelerinde vazifeli savcılara bildirir.

ABD Federal Soruşturma Bürosu olan FBI’ın târihi 1908’de ABD Adâlet Bakanı Charles J. Bonaparte’ın kurduğu Soruşturma Bürosuna kadar iner. 1924’te Büronun direktörlüğüne getirilen J. Edgar Hoover tarafından teşkilât yeniden düzenlenmiştir.

Adâlet Bakanlığının bir bölümü olarak Adâlet Bakanına bağlı ve ona karşı sorumlu olan FBI’ın, Washington D.C.’deki merkezinin yanı sıra ABD ve Porto Riko’daki büyük şehirlerde şûbeleri vardır. Ayrıca milletlerarası suçlar ve suçlularla ilgili konularda yabancı kuruluşlarla bilgi alışverişini kolaylaştırmak gâyesiyle çeşitli büyük yabancı şehirlerde irtibat büroları da vardır. Kuruluşun soruşturma işlerini yürüten 6000-7000 civârında özel ajanla birlikte geniş bir personel kadrosu mevcuttur.

Federal Soruşturma Bürosu, cezâ kânununun öngördüğü ve ABD’nin arzu ettiği konularda soruşturma yapmaya yetkilidir. Bu yetki; uçak korsanlığından çocuk kaçırma yoluyla şantaja ve beyaz köle ticâretine kadar 180 çeşit cezâ hukûku konusunun yanısıra ABD’nin taraf olduğu veya olabileceği hukuk dâvâlarıyla ilgili bilgi ve belge toplar. FBI’ın iç güvenlik sahasındaki sorumlulukları câsusluk, karşı çâsusluk, sabotaj, ihânet, isyana teşvik ve bunlarla ilgili iç güvenlik meselelerini ihtivâ eder. Bunlara bağlı bir vazife de iç güvenlikle ilgili bilgileri bütünleştirmek ve elde edilen neticeleri diğer ilgili federal kuruluşlara bildirmektir. Başkana bağlı Millî Güvenlik Konseyinin oluşturduğu ABD İstihbarat Kurulunda FBI da yer alır. Önemli makamlarda bulunan federal vazifeliler ile bu makamlara getirilmesi düşünülen kişilerle alakalı soruşturmalar da FBI tarafından yürütülür.

FEDERASYON

Alm. Bundesstaat; Föderation f, Fr. Fédération f, İng. Federation. İki veya daha fazla devletin ortak ve fakat sınırlı olmayan hayâtî menfaatlerini sağlamak amacıyla birleşmelerinden meydana gelen bir devletler topluluğu.

Federasyon devlet şekli, konfederasyon devlet şeklinin ulaştığı son merhâledir. Bugün federasyon olan Amerika,Almanya ve İsviçre bir zamanlar konfederasyon devlet topluluğuydu.

Federasyonda, konfederasyonun aksine olarak, federasyona giren devletler arasındaki hukûkî bağ sözleşmesi değil, anayasa esastır.Yâni federasyonu meydana getiren devletler arasındaki alakayı düzenleyen metin, bir antlaşma değil bir anayasadır.

Federasyonda, topluluğu meydana getiren devletlerin üstünde bir federal devlet vardır. Bu devletin kendisine mahsus teşkilâtı bulunur. Federal devlet, federe devletlerin aracılığına muhtâç olmaksızın onların ülkesi ve vatandaşları üzerinde doğrudan doğruya egemenlik hak ve yetkilerini kullanır. Federasyonda ülke ve vatandaşlar aynı anda; bir tarafta federal devletin egemenliğine, diğer tarafta federe devletlerin egemenliğine tâbidirler.

Federasyonda federe devletlerin iç hâkimiyetleri olduğu halde, hâricî hâkimiyetleri yoktur. Dışa karşı hep federal devlet muhataptır. Başka ülkelerle münâsebetleri federal devlet yürütür.

Federasyonda, konfederasyonun aksine üye devletlere topluluktan ayrılma hakkı tanınmıştır.Sovyet anayasası, devletlere topluluktan ayrılma hakkını tanımış ise de (mad. 17), vaktiyle Ukrayna’nın gösterdiği ayrılma arzusu, çok kanlı bir şekilde karşılanmakla, buÊhakkın tamâmen göstermelik olarak verildiği ispatlanmıştır. 1990 sonlarında Litvanya’nın bağımsızlık isteğine Sovyetler askerle karşılık verdiler.

Federasyon yürütme organı, eski Alman Federasyonunda olduğu gibi, bir kraldır veya Birleşik Amerika’da olduğu gibi halk tarafından seçilmiş bir başkandır.Yahut İsviçre’de, Sovyet Rusya’da olduğu gibi, bir heyettir. Şekli ne olursa olsun, federasyonda yürütme organı oldukça güçlüdür.Yasama organı ise federasyonun mâhiyeti îcâbı dâimâ iki meclislidir. Bunlardan biri, üye devletlerin nüfûsuna bakılmaksızın her federe devletten eşit sayıda meydana gelen meclis, diğeri de yalnız federasyonun birliğini sağlayan ve ülkede yapılan bir seçimle teşkil edilen meclistir.

Târihin muhtelif dönemlerinde devlet topluluğu birkaç şekilde meydana gelir. ABD’de ve Almanya’da da görüldüğü gibi evvelce bağımsız olan devletler birleşir,; Biritanya İmparatorluğunda olduğu gibi bir tek devlet parçalanır ve bu parçalar yeni bağlarla birbirine bağlanır veya eski Rus Çarlığının parçalanıp, yerine SSCB’nin gelmesinde olduğu gibi, eski devletin parçalanmasından meydana gelir.

FEHÎM-İ ARVÂSÎ

İslâm âlimlerinin büyüklerinden ve evliyânın meşhurlarından.Silsile-i aliyye denilen evliyânın otuz üçüncüsüdür. Osmanlı Devletinin son devirlerinde yaşadı. Seyyid olup, soyu hazret-i Hüseyin’e ulaşır.Lakabı, Hazret-i Şeyh ve Allâme’dir. Arvaslı olduğu için Arvâsî nisbesi ile meşhurdur. Babası,Abdülhamîd Arvâsî’dir. 1825 (H. 1241)te Arvas’ta doğdu. 1895 (H.1313)te vefât etti. Kabr-i şerîfi,Van’da Müküs’ün Arvas köyündedir. Mensub olduğu temiz ve asîl âile; Anadolu’nun şark vilâyetlerinin ilim, irfân ve güzel ahlâk vasfının timsâli olmuştur. Dedelerinin her biri; zamanlarının âlimi, fazîlet örneği ve saygıdeğer fertleriydi.

Babası Abdülhamîd Efendiyi küçük yaşta kaybeden Seyyid Fehîm hazretleri ilim tahsiline başladı. Kısa zamanda Kur’ân-ı kerîmi hatm ve hıfzetti. Sonra ecdâdının kurduğu ve öteden beri ilim yayan büyük âlimler yetiştiren Arvas ve HasanVelî medreselerinde Arabî ve fen ilimlerini okudu. Cezîre’ye (Cizre) gidip, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin talebelerinden Şeyh Hâlid-i Cezerî’nin derslerine devâm etti. Kısa zamanda emsâlini geçip meşhur olduğu gibi, dînî ilimleri ve zamânın fen bilgilerini de öğrendi.Tasavvufta ise, büyük âlim ve velî Seyyid Tâhâ-yı Hakkârî hazretlerinin huzûrunda mânevî olgunluklara erişip, icâzet-i mutlaka ile insanlara doğru yolu anlatmak ve öğretmek müsâdesi verildi.

Hocasının emrine uyup, aklî ve naklî ilimlerde zamânın yegâne âlimi oldu. “Allahü teâlâya hamd olsun. Seyyid Tâhâ’yı gördüm, tasavvufun ve hakîkatin ne olduğunu öğrendim.” buyururdu.

Çeşitli ilimleri, hattâ zirâatı ve sanatları, siyâsal bilgileri de iyi bilen Fehîm-i Arvâsî hazretlerine, Van vâlisi ve devlet adamları gelip meselelerini sorunca, müşküllerini hâllederlerdi. Bütün bunlara rağmen yüksek bir tevâzû sâhibiydi.Hocasına gösterdiği edeb ve sadâkat karşısında hocası Tâhâ-yı Hakkârî; “Yeter Molla Fehîm! Kanâatime göre bugün ilimde bir ummansınız. Seyyid Şerîf Cürcânî hazretlerinden sonra ilimde seyyidlerin yüzünü siz güldürdünüz. Bu ilmi bu kadar yere sermeye hakkınız var mı?” buyurmuştur. Bu söze karşı da gösterdiği tevâzû ve arz-ı hâli üzerine, hocası onu kucaklayıp, çok yüksek mârifetlere kavuşturdu.

Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretleri, hocası Tâhâ-yı Hakkârî’nin vefâtı üzerine onun kardeşi Seyyid Sâlih ile sohbet etti. Daha sonra da hocasının yerine talebelere ders verip, insanlara rehberlik yaptı.

Sohbet ve dersleriyle pekçok insanın doğru yola kavuşmasına vesile oldu. Van ve havâlisinde çok sevildi ve hürmet gördü. İlmin, medeniyetin ve İslâm ahlâkının yayılmasında çok büyük hizmetler yaptı. Doksanüç Harbinde Ruslara karşı millî birliğimizi korumak için talebeleriyle birlikte Doğu Bâyezîd cephesine gidip, büyük muvaffakiyetler gösterdi.

Seyyid Fehîm hazretleri, hocası Tâhâ-yı Hakkârî’nin oğlu Seyyid Ubeydullah-ı Hakkârî ile birlikte hacca gitmek üzere Hicaz yolculuğuna çıktıklarında, önce İstanbul’a uğradılar. Sultan İkinci Abdülhamîd Han onların, İstanbul’u teşrîfini duyunca sarayına dâvet etti. Kendilerini sarayda misâfir edip, ziyâdesiyle ikrâm gösterdi. Sohbetlerine iştirâk etti.On iki günlük bir misâfirlikten sonra, Mısır’a gitmek üzere merâsimle Haydarpaşa’ya kadar uğurlandı.

Hac yolculuğu sırasında Mısır’a uğradığında, Mısır Ezher Üniversitesi ulemâsının günlerdir uğraştıkları hâlde çözemedikleri bir meseleyi çözdü. Ezher Reîs-ül-Ulemâsı (Rektörü) onun ilim ve takvâdaki yüksek derecesini görerek; “Yemîn ederim ki, bizim ilmimiz bu zâtın ilmi yanında denizde bir damla gibidir. Verâ ve takvâmız ise, bu zâtın verâ ve takvâsı yanında bir hiçtir.” dedi. Kısa sürede Mısır’da şöhreti duyulan Seyyid Fehîm-i Arvâsî, bir müddet daha Mısır’da kalarak bâzı müşkil meseleleri halletti. Bir müddet sonra oradan ayrıldı.

Hicaz’a varınca buranın âlimleri ile de sohbet ve ilmî müzâkerelerde bulunan Seyyîd Fehîm-i Arvâsî’nin ilimdeki ve tasavvuftaki yüksek derecesi, Hicâz ulemâsı tarafından da takdir edildi.

Seyyid Fehîm hazretlerinin güzel ahlâkı, kerâmetleri sayılmakla bitmez. Kerâmetlerinin en büyüğü ve en açığı, Abdülhakîm Arvâsî gibi bir zâtı yetiştirmesidir. Seyyid Fehîm hazretlerinin, her biri büyük âlim ve kâmil olan talebe ve oğulları, bulundukları beldelere ilim saçmışlar, güzel ahlâk ve vatanseverlik ve muhabbeti aşılamışlardır.

Kerâmetlerinden biri şöyledir: Seyyid Fehîm hazretleri bir defâsında talebeleri ile Van Gölü kıyısında giderken, gölde bulunan Ahtamar Adasındaki Ermeni kilisesinden bir papaz çıkarak su üstünde yürümeye başlar. Talebeler bunu görünce, bâzılarının hâtırına;“Allah’ın düşmanı dediğimiz papaz, su üzerinde yürüyor da, evliyânın büyüğü, Allahü teâlânın sevdiği, seçtiği kulu bildiğimiz, Seyyid hazretleri acabâ neden yürümeyip kıyıdan dolaşıyor?” diye gelir. Seyyid Fehîm, bu düşünceyi anlayıp, mübârek ayaklarındaki nalınları ellerine alıp, birbirine çarpar. Nalınlar birbirine çarpdıkça papaz suya batar. Boğazına kadar gelince, bir daha çarpar. Batar ve boğulur. Sonra, böyle düşünen talebesine dönerek; “O, sihir yaparak su üstünde gidiyor, böylece sizin îmânınızı bozmak istiyordu.Nalınları çarpınca sihri bozulup battı. Müslümanlar sihir yapmaz.Allahü teâlâdan kerâmet istemekten de hayâ ederler.” buyurdu. Kerâmeti ile papazın sihrini bozdu.

Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretleri buyurdu ki: ”Tam tetkik etmeden araştırmadan hüküm vermeyiniz. Bilhassa talâka (boşamaya) âit meselelere karışmayınız. Ruhsatla (izinle) yetinmeyiniz.İmkân oldukça azîmeti esâs kabûl ediniz.”

Seyyid Fehîm hazretleri, vefâtından altı ay önce âhiret seferinin hazırlığına başladı. Ölümün bir nîmet olduğunu, Hak teâlâya kavuşturacağını, her sohbetinde geniş olarak îzâh ederdi. Şimdi medfûn bulunduğu kabrinin yerine nazar ederdi.Vasiyetini yaptıktan sonra son nefesini; zikir, murâkabe, ihlâs ve “İnnî küntü...” (Enbiyâ sûresi: 87)âyet-i kerîmesini okuyarak geçirdi.Vefât edeceği gün, ikindi namazını oturarak kıldı. Vücûdunun zayıflığından secdeden başını Seyyid Muhammed Emîn’in yardımıyla kaldırabildi. Secdeden kalkınca, “Er’refîk-ul-a’lâ” diyerek vefât etti. Vefât haberi halkı üzüntüye boğdu. Binlerce talebesiyle sevenleri yetim ve mahzûn kaldı. Dokuz oğlu dört  kızı vardı.

FEHÎM-İ KADÎM

On yedinci asır divan şâirlerinden. Asıl adı Mustafa Fehîm’dir. Hayatı hakkında fazla bir bilgi yoktur. Babası, İstanbul’un Parmak Kaya semtinde gevrek ve kurabiye yapıp satan Mısırlı bir fellahtı. Bütün kaynaklarda 1644’te Mısır vâlisi olan Eyyüp Paşanın maiyetinde Mısır’a gittiği bildirilmektedir. Fehim’e 19. asır başlarında yaşıyan diğer divan şâiri Fehîm dolayısıyle Fehîm-i Kadîm ünvanı sonradan verilmiştir. Fehîm-i Kadîm zorluklar ve zaruret sebebiyle Mısır’a gittiğini bâzı manzumelerinde îmâ ediyorsa da, Mısır’da bir refaha kavuşamamıştır. Bir süre sonra Eyyüp Paşanın gözünden düşen Fehîm-i Kadîm İstanbul’a dönerken yolda vefât etti (1648).

Fehîm-i Kadîm, çok genç yaşta ölmesine rağmen, İran edebiyatını yakından tâkip etmiştir. Lirik ve karamsar bir şâirdir. Şiirlerinde yaşadığı yılların içtimâî hayatındaki akisleri görülmektedir. “Rûzu Şeb” redifli naatı, divan edebiyatı mensupları arasında şöhret kazanmıştır. On dokuzuncu asırda Leskofçalı Gâlib, Nâmık Kemâl, Hersekli Ârif Hikmet, Kâzım Paşa, Avni Bey, Üsküdarlı Hakkı Bey, Fehîm-i Kadîm’in tâkipçileri olmuşlardır.

Fehîm-i Kadîm’in yazdığı şiirleri küçük bir Dîvân’da toplanmıştır. Eserin 20’ye yakın nüshası vardır. Bâzı yazmaları karşılaştırılarak 1934’te yeni harflerle bir Fehîm Dîvânı neşredilmiştir.

Dîvân’dan

.......

Rûşen olsa mihr ü mehden de n’ola ol sîne kim

Cilve-gâh ide anı dîn-i Peygamber rûz u şeb

 

Ol Peygamber kim ziyâ-yı nûrıdur mihr ü mehi

Tîre tîh-i tîregîden nûra rah-ber rûz u şeb

 

Mihr-i eflâk-i nübüvvet mâh-ı levh-ı ıstıfâ

Ahmed-i mürsel kim âlem na’tin eyler rûz u şeb

.......

Açıklaması: O gönül elbette ay ve güneşten daha parlak olur. Yeter ki, o dînin yüce Peygamberi, o sineyi mesken edinsin. O Peygamber ki, ay ve güneş onun nûrunun ışığıdır. Karanlık çöllerde yürüyenlere rehberlik eder. Peygamberlik göklerinin güneşi, saflık ve tertemizlik levhasının ayı, peygamber olarak gönderilen Ahmed için gece gündüz bütün âlem medihlerde bulunur.

FEKETE, Lajos

Macar Türkoloğu, 1891’de doğdu. Birinci Dünyâ Savaşında esir düştü. Türkçe öğrendi. Macaristan ve diğer Avrupa arşivlerindeki Türkçe vesîkalar üzerinde çalıştı. Bu çalışmalarını Levetari Közlemenyek Dergisi’nde yayımladı.Venedik, Dresten, Berlin’de çeşitli âilelerin ellerinde bulunan Türkçe vesîkaları inceledi. Bütün bu araştırmaları Macaristanda Türk Hâkimiyetinde, Osmanlı Türk Diplomasisine Giriş adlı eserinde yayımladı (1926).

Bir süre İstanbul’da Başbakanlık Arşivinde Türkçe vesîkaların tasnifiyle görevlendirildi. T.T.K. Şeref Âzâlığına seçildi. 1969’da Budapeşte’de öldü.

Eserleri: Estergon Sancağının 1570 Yılı Tahrir Defteri (1943). Türk Devrinde Budapeşte (1944). Türk Mâlî İdâresinde Siyâkat Yazısı (2 cilt, 1955), Budin’de Türk Mâliye Teşkilâtının 1550-1580 Hesap Defterleri, Gyula, Kaldy, Nagy ile Birlikte (1962) adlı eserleri yayımlanmıştır.

FELÇ

Alm. Schlag-anfall, -fluss m, Lahmung f, Fr. Paralysie f, İng. Paralysis. Sinirlerde veya kaslarda ortaya çıkan bir bozukluk dolayısıyla vücudun o parçasının hareket kâbiliyetinin bozulması veya azalması. Halk arasında “inme, nüzûl” gibi adlarla da anılan felç kelimesi hâdiseyi anlatmak için yetersiz kalmaktadır. Çünkü felcin de bir takım çeşitleri mevcuttur.

Hareket kâbiliyetini veren sinir yolları iki ana sinir hücresi grubundan meydana gelir: Merkezî grup sinir hücreleri (nöronlar) ve çevresel sinir hücreleri ve yolları. İşte felci meydana getiren olayın hasara uğrattığı bölgeye göre “merkezî” ve “çevresel” felçler ayırt edilir ve görülür.

İrâdî (istemli) hareketleri yaptıran sistemde ortaya çıkan bozuklukları iki ayrı bölgede ortaya çıkar: Üst motor sinir hücreleri grubu (üst motor nöron) bölgesi ve alt motor sinir hücreleri grubu (alt motor nöron) bölgesi. Normal işleyiş içinde beyinden çıkan veya refleks olarak meydana gelen uyarının bu iki sinir hücresi topluluğundan geçmesi gerekir.

Merkezî felçler: Yukarı motor nöron bozuklukları veya beyin hasarına bağlı olarak ortaya çıkarlar. Beyin kabuğu ve ona komşu alt kısımda meydana gelen kanama, damar tıkanması, urlar, kafatası kırıkları gibi hallerde vücudun karşı tarafındaki bir uzuvda felç olur. Beyin sapı hasarında aynı taraftaki kafa sinirlerine ait felçler ve karşı vücut yarımında da yarı feçler hasıl olur. Omiriliğin yukarı motor nöron bölgelerinde meydana gelen hasarlarda (özellikle trafik kazaları ve harp yaralanmalarında) iki taraflı veya belden aşağı kısımda ortaya çıkan felçler olur. Bu felçler aynı zamanda his (duyu) bozukluklarıyla beraberdir.Merkezî felçler daha çok “spastik” (katı) denilen tiptedir. Katı tip felçler kas sertleşmesiyle berâberdir. Bu tip felçlerde kısa süreli kas gevşekliği ve uzun süreli kas sertleşmesi, tek çift veya dört uzuvda birden ortaya çıkan kuvvet azalması, çeşitli reflekslerin bozuklukları görülür.

Çevresel felçler:Aşağı motor sinir hücreleri grubunda veya kaslara giden sinirlerde ortaya çıkan bozukluklar, bu tip felcin meydana gelmesinde sebeptir. Kas gevşekliği, felç, istek dışı hareketler, refleks kaybı ve kasların giderek zayıflaması halleri görülür. Felçler geniş bir alanda olmayıp, belli uzvu veya kas grubunu tutarlar.Çevresel felçler “yumuşak” tip felçlerdir.

Genel felç:Tam mânâda bir felç olmayıp, frengi hastalığından ileri gelen bir beyin-beyin zarı iltihabı sonucudur.Zihnî kâbiliyetlerin kaybedilmesi, mizaç bozulması, kontrolsüz hareketler ve konuşma zorluğu ile kendini belli eder.

Sinir sistemindeki bozukluklardan başka bâzı kas hastalıkları da felç manzarası arz edebilirler. Bu gibi felçlerde sinirler tamamiyle sağlam olup, kaslarda görev bozukluğu vardır.

Felçlerin ortaya çıkmasında birçok sebep sayılabilir.Yaralanmalar, beyin kanamaları, sinir sistemini besleyen damarların tıkanması, mikroorganizmaların yol açtığı bazı enfeksiyonlar (çocuk felci gibi), sinir sistemine âit urlar, bunlardan en önemlileridir.

Felcin tedâvisi, olayı ortaya çıkaran sebebe karşı yapılır. Fizik tedâvi ve rehabilitasyon çalışmaları tedâvide önemli yer tutarlar. Bâzı felçler tamamen düzelip, o uzvun fonksiyonları geri dönebilir. Meselâ, ufak bir beyin kanamasına bağlı olarak ortaya çıkan sınırlı bir felç, kanamanın çekilmesiyle düzelebilir.Omurilik kesilmesine bağlı felçler ise düzelmezler.

FELDSPAT

Alm. Feldspat (m), Fr. Feldspath (m), İng. Feldspar. Önemli bir mineral grubu. Tabiatta çok miktarda bulunur.Volkanik kayaların başta gelen bileşeni olup, alüminyum silikatin, potasyum, sodyum, kalsiyum ve nâdiren baryum bileşikleridir.İki ayrı tip kristal sistemde oldukları hâlde kristalleri çok benzerdir.

En önemli feldspatlar, ortoklas (potaslı feldspat, KAlSi3O8), albit (sudlu feldspat, NaAlSi3O8) ve onartit (kireçli feldspat, CaA12Si2O8)tir. Bu üç feldspat, birçok karışık billurlar (labrodorit, mikrolin) meydana getirir.

Feldspatlar, potas feldspatları ve soda-kireç feldspatları olmak üzere iki seriye ayrılabilir. Volkanik kayalar da ihtivâ ettiği sınıfa ve miktarlara göre sınıflandırılır.

Potas feldspatları: Bu serinin başlıca üyeleri, “ortoklas” ve “mikroklin”dir. Her ikisi de potasyum alüminyum silikattırlar. Potasyum yerine sodyum da geçmiş olabilir. Nitekim sanidin mineralinde % 50 nisbetinde sodyumlu bileşik vardır.Yeşilimsi mikroklin filizi, “amazon taşı”, yanar döner ortoklas filizi de “aytaşı” olarak isimlendirilir.

Soda-kireç feldspatları:Bu sınıfa albit’ten (sodyum alüminyum silikat) anortit’e (kalsiyum alüminyum silikat) kadar bir seri mineral girer. Bu seride 6 tip mineral belirtilmiştir.

                                                   %Albit                     %Anortit

Albit

 100-90

 0-10

Oligoklas

 90-70

 10-30

Andezin

 70-50

 30-50

Labradorit

 50-30

 50-70

Bitownit

 3-10

 70-90

Anortit

 10-0

 90-100

Bâzıları renkli olur ve yine aytaşı ve güneştaşı olarak isimlendirilirler.

Kullanılışları: Ortoklasın başlıca kullanılışı porselen endüstrisidir. Az bir kısmı da cam îmâlinde kullanılır. Aytaşı, güneştaşı ve amazon taşından, süs taşı olarak istifâde edilir.

FELLAH

Alm. Farmer (m), Fr.  Fermier (m), İng. Farmer. Arapçada çiftçilikle uğraşan kimselere verilen ad.Çok eskiden beri kullanılan, Mısır köylerinin ismidir. Fellahların ince uzun boylu, kolları uzun, bacakları ince, geniş omuzlu, uzun başlı olanları olduğu gibi, başları kısa, alınları biraz basık, gözleri büyük, burunları iri, ağızları geniş, dişleri küçük, dudakları kalın, kulakları yüksek, saçları az kıvırcık, seyrek sakallı tipte olanları da vardır.Arapların istilasından sonra Mısır’da yaşayan Fellahlar eski dil, kültür ve dinlerini kaybettiler. Bugün için Arap ülkelerinde yaşayan Fellahlar Müslüman olup, dilleri de Arapçadır. Fellahlar, dayanıklı oldukları için bugün dahi hâlen toprak işiyle uğraşırlar.

Mısır bölgesinde yaşayanların 1,5 milyona yakın sayıları vardır.Çok büyük mülk sâhibi olan Fellahların, Mısır’da yapılan reformdan sonra, arazilerinin bir kısmı ellerinden alındı. Âile başına düşen arâzi miktarı 90 hektar olarak sınırlandırıldı. Genellikle kerpiçten yapılmış, basık evlerde yaşarlar.

Türkiye’ye, Arabistan’dan gelip,Adana bölgesine yerleşip, zirâatle uğraşan fellahlar vardır. Bunlar İkinci Mahmud devrinde 1832 senesinde Kavalalı Mehmed Ali Paşanın oğlu İbrahim Paşa tarafından Osmanlılarla Mısırlılar arasındaki yapılan savaş sırasında, Mısır’dan getirilerek Adana bölgesine yerleştirilmişlerdir.