FÂTİH CÂMİİ
Alm. Fatih Moschee (m), Fr.Mosquèe (f) de Fâtih, İng. Fatih mosque.İstanbul fâtihi, Sultan Mehmed Han tarafından yaptırılan câmi. İstanbul fethedildiği zaman câminin yerinde harap olmuş bir kilise vardı. Fâtih’in emriyle kilisenin yerine 1467 yılında câmi yapılmaya başlandı. 1470’de tamamlandı. Câminin mîmârı Sinânüddîn Yûsuf bin Abdullah olup (Sinan-ı Atik olarak da tanınır) kabri aynı semtteki Kumrulu Mescidin bahçesindedir. Câminin etrafında büyük bir külliyesi yapıldı.
Fâtih külliyesi olarak bilinen yerde câmi, medrese, mektep, kütüphâne, imâret (aşevi), kervansaray (konaklama yeri), tabhâne, mutfak, dûrüşşifa (hastahâne) ve hamam bulunuyordu.İlk Türk üniversitesi sayılan Fâtih Medresesi câminin etrâfındadır.Sahn-ı Seman adı verilen sekiz medreseden dördü dış avlunun batı tarafındaydı. Bu dört medrese, Akdeniz, Başkurşunlu, Çiftekurşunlu ve Ayakkurşunlu isimleri ile anılırdı. Doğu tarafta ise Karadeniz, Başkurşunlu, Çiftekurşunlu, Ayakkurşunlu medreseleri bulunurdu. Bu medreselerin herbirinde on dokuz oda ile bir dersâne vardı. Bunların bir kısmından bugün eser dahi kalmamıştır.
1766 yılında zelzeleden harâb olan câmi Sultan Üçüncü Mustafa tarafından yeniden yaptırıldı. 1767-1771 senelerinde Mîmar Mehmed Tâhir Ağa câmiyi yeni baştan inşa etmiştir.Câminin civârında ayrıca Pazar-ı Sultânî adıyla bir çarşı ile Saraçhâne gibi bir ticârî site vücûda getirilmiştir. Bu vakfın yaşaması için tesisler de kurulmuştur.
Câmide, merkezî kubbe dört fil ayağının üstüne oturmuştur. Bunu dört yarım kubbe çevirmektedir.Yarım kubbenin etrafındaki tam ve yarım kubbeler mahfilleri ve dıştaki abdest musluklarını örtmektedir. İki şerefeli iki minâresi vardır.Minârelerin, şerefeye kadar gövdeleri ilk inşaattan kalmadır. Taş kulakları, Sultan İkinci Abdülhmîd Han zamânında yapılmıştır. Şadırvan avlusu 18 sütûna dayalı, 22 kubbelidir. Ortada çok güzel bir şadırvan bulunur.Avlusunun cümle kapısındaki yangın havuzu 1825’te Sultan İkinci Mahmud tarafından yaptırılmıştır.İlk yapılan câmi klasik mîmâriye geçişin bütün özelliklerini taşıyordu. Eski eserden kalan unsurlar bu yapının değerini tam olarak ortaya koymaktadır. Sonradan yapılan câmi ise klasik üslupla, barok üslûbun birbiriyle kaynaşmış örnek yapılarından biridir.
Bu muazzam külliyenin nasıl idâre olunacağına dair bizzat Fâtih Sultan MehmedHan tarafından yazdırılmış bir vakfiye vardır.Külliyede vazife yapan her görevlinin ne iş yapacağı ve ne kadar ücret alacağı tek tek yazılan bu vakfiye, incelendiği zaman Müslüman Türkün bilhassa FâtihSultan Mehmed’in ilme, irfana ve insana verdiği değer açıkça anlaşılır.
Osmanlı pâdişâhlarının yedincisi. İstanbul’un fâtihi olup,İkinci Murad Hanın oğludur. 30 Mart 1431 (H. 833) Pazar günü Edirne’de dünyâya geldi. Annesi Candaroğulları âilesinden Hadîce Alîme Hümâ Hâtundur. Küçük yaşta tahsiline ve yetişmesine çok ehemmiyet verilen Şehzade Mehmed devrin en mümtaz alimlerinden ilim öğrendi. İlk hocası Molla Yegan’dı. Meşhur din ve fen âlimi olup zâhirî ve bâtınî ilimlerde mütehassıs Akşemseddîn hazretleri şehzâdenin her şeyi ile bizzat ilgilendi. 12 yaşına gelince devlet idâresini öğrenmesi için Edirne’den Manisa’ya vâli olarak gönderildi. Kısa bir süre sonra babası tarafından tahta çıkarıldı. Ancak bundan faydalanmak istiyen yeni bir Haçlı ordusu 1444 Eylülünde Türk topraklarına girdi.Vaziyetin ciddiyetini anlayan Sultan Mehmed yazdığı mektupla babasını yeniden saltanata dâvet etti. Bâzı rivâyetlerde bu taleb üzerine, bir kısım rivâyetlere göre de, durumun vehâmetini takdir eden İkinci Murad, kendi reyi ile İstanbul Boğazından Avrupa’ya geçerek Edirne’ye geldi. Derhal idâreyi ele alarak Varna’ya hareket etti.
Gerek Avrupa devletlerinin hasımca davranışları, gerek Anadolu’daki Türk beyliklerinin nizâmı bozucu hareketleri, devleti çok sarsmıştı. 1444 Varna Zaferi ile Osmanlı Devletinin temelleri tam olarak sağlamlaştırılmış oldu.
1451 târihinde babası İkinci Murad’ın vefâtı üzerine İkinci Mehmed, ikinci defâ Osmanlı tahtına oturduğunda 19 yaşındaydı. Daha önceden saltanat tecrübeleri olduğu gibi, babasının yanında seferlere de katılmış ve çok iyi bir kumandan olarak yetiştirilmişti. Saltanat değişikliği dolayısıyla fırsat kollayan Karamanoğulları üzerine bir sefer yaptıktan sonra, artık kangren hâline gelen Bizans meselesini halletmek üzere bütün ağırlığını bu konuya verdi.Rumeli Hisarını yaptırıp, Yıldırım Bâyezîd’in karşı kıyıda yaptırdığı Anadolu Hisarı ile berâber boğazı kestikten sonra, 1452-1453 kışını Edirne’de harp hazırlıkları ile geçirdi.
Rumeli Hisarının inşâ plânının bizzât Pâdişâh tarafından çizildiği rivâyeti kuvvetlidir. Hisarın kerestesi İzmit’ten, kireci Şile bölgesinden getirildi ve yapımında 1000 taşçı ustası, 5000 işçi, 10.000 civârında yamak çalıştırıldı. Vezirler sırtlarında taş taşıyarak hisarın yapılmasına hizmet ettiler.Ayrıca bâzı burçların yapım masrafını işçi ücretleri dâhil vezirler üzerine aldılar.Rumeli Hisarı’nın inşâsı esnâsında Bizans İmparatoru elçi göndererek, “kendi toprakları üzerine kale yapılmasının dostluğa ve ahde vefâya uymadığını” bildirdi. Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed elçiye; “Var git kralına söyle! O, rahmetli babam zamânında ahdi çok defâ bozmuştu.Arada ahid mi kaldı ki vefâdan bahseder. Bu topraklara biz hisar yaparız, toprak elçi göndermekle kurtarılmaz. Eğer bu topraklar onunsa, gelip kurtarsın.” diyerek niyetini az çok ortaya koydu. Dört aydan az bir zamanda bitirilen Rumeli Hisarı ile İstanbul’un Karadeniz’den ikmâl yolu tam kontrola alınmış oldu. Ayrıca Karadeniz kıyılarına yayılan Venedik kolonilerinin de Venedik ile irtibatı kesilmiş oluyordu.İstanbul’un muhâsarasına kadar da her geçen gemi, yükü, kalkış ve varış iskeleleri gibi bilgileri ve geçiş rüsûmunu (geçiş vergisi) altın olarak vermeye mecbur bırakılmış, vermeyen batırılmıştır.
Şehzâdeliğinden beri bir an önce İstanbul’u fethetmek, hazret-i Peygamberin müjdesine mazhar olabilmek ideali ile tutuşan Sultan Mehmed, bu büyük meselenin halline çalışıyordu. Bu sebeple askerî târihin kaydettiği ilk büyük ateşli silahlar ve toplarla bu orduyu dayanılmaz bir kudret hâline getirmiş, İstanbul muhâsarısında donanmayı Beşiktaş’tan kara yolu ile Haliç’e indirilen teknik bir dehâya ve çeşitli muhâsara makinalarına, seyyar kulelere sâhib olmuştu.
Haliç üzerinde; Kasımpaşa tarafından başlamak üzere boş fıçılar üzerine kalaslar bağlatarak beş buçuk metre eninde bu köprüyü Kasımpaşa-Ayvansaray arasına inşâ ettirdi. Bu çalışmaları görenBizanslılar su üstünde yüründüğünü zannederek, sihir yapıldığına hükmetmişlerdi. Devrin en ağır toplarını döktürdü. O zamana kadar ateşli silahların atıştan sonra soğuması beklenirdi. Fâtih Sultan Mehmed, zeytinyağı döktürerek insanlık târihinde “yağla makina soğutmasını” havan topunun balistik hesaplarını yaparak, plânını çizerek dik mermi yollu ilk silahı keşfetti.
Fâtih, bu yüksek vasıfları ve üstün kuvvetiyle İstanbul fethine hazırlanırken,ona karşı dış düşmanları ve içerde şehzâdeleri kışkırtanBizans, târihî fesat siyâsetinin son gayreti olarak bu sefer de şehzâde Orhan’ı Fâtih aleyhine kullanma teşebbüsüyle genç Pâdişâh’a İstanbul seferinin meşruluğunu ve zarûretini bir kere daha göstermiş oluyordu. Üstelik daha Manisa’da şehzâdeyken, hocası büyük velî Akşemseddînİstanbul’u fethedeceğini müjdelemişti. Hazret-i Peygamberin; “İstanbul muhakak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdâr ve ordu ne mükemmel insanlardır.” meâlindeki hadîs-i şerîfi onu ayrı bir şevke getirmişti.
Kaynakların belirttiğine göre, Pâdişah, hep İstanbul’un fethini düşünüyordu. Evliyânın işâretleri, keşif ve kerâmet sâhiplerinin sözleri ile o bu fikri tamâmiyle benimsemişti. Pâdişâhın gece-gündüz huzûru kaçmıştı. Yatağına girer kalkarken, sarayında ve dışarıda gezinirken kafası hep İstanbul’un fethi ile meşguldü. Yalnız veya maiyetiyle gezintiye çıktığında da yine fethi düşünür, istirâhat ve uyku bilmezdi. Elinde kalem ve kâğıt dâimâ İstanbul’un haritası ile uğraşırdı.Yine bir gece aynı düşünceyle uykusu kaçmış, veziri Çandarlı Halil Paşayı gece yarısından sonra konağından sarayına çağırtmıştı. Böyle gece yarısı vakitsiz çağrılmaktan korkan yaşlı vezir, pâdişâhın ayaklarına kapanarak, özürler dilemiş, pâdişâh da korku ve telaşının yersiz olduğunu belirterek,İstanbul’un alınması için oturup konuşmaya çağırdığını bildirmişti.
Nihayet İkinci Mehmed, 23 Martta ordusuyla Edirne’den hareket etti. Kuşatma 6 Nisanda başladı. 18 Nisanda İstanbul adaları alındı. 22 Nisan gecesi Türk donanması karadan Haliç’e indirildi. 23 Nisanda sulh teklifine gelen Bizans elçisine genç Pâdişah; “Ya ben şehri alırım, ya şehir beni!” cevâbını verdi. 29 Mayıs sabahı yapılan son taarruzda İstanbul düştü. Bu şekilde ortaçağ sona erdi yeniçağ başladı. İstanbul’un fethi, Türk târihinin en müstesnâ olayı sayılarak “Feth-i Mübîn” denildi. Dünyânın en büyük kilisesi (Sainte-Sophie) ve bütün Avrupa’nın ayakta kalan en eski yapısı olan Ayasofya câmiye çevrildi. Fâtih bu mabedin kıyâmete kadar câmi kalmasını yazılı olarak vasiyet ve vakfeyledi. Bütün Ortodoks Hıristiyanların başı olan patrikliği ortadan kaldırmadı. Bunu o zamanki, siyâsî olaylara göre değerlendirmek îcâb eder.İsteseydi İstanbul fâtihi, patrikliği ortadan kaldırabilirdi. Fakat o zamânın siyâsî durumu bunu gerektirmemekteydi. İstanbul’un düşmesinden sonra, surlarda Ceneviz kumandan ve askerlerinin ölülerine rastlandı. Hâlbuki CenevizlilerTürklerle dostluk anlaşması imzâlamışlardı. Bu ihânetleri ortaya çıkınca çok korktular. Kendilerine çok ağır cezâlar verileceğini beklerken, Fâtih Sultan Mehmed, Ceneviz vâlisi ve papazını çağırtarak üzüntülerini bildirdi ve Galata’da oturan bu Cenevizliler için bir ferman çıkarttı; “Evvelden olduğu gibi herkes sanat ve ticâretinde, ibâdetinde serbesttir. Kiliseler açık bulunacak, ancak çan çalınmayacaktır.” şeklindeki emriyle ölüm bekleyen insanları sevindirdi. (Bkz. İstanbul’un Fethi)
Gerek Ortodokslara, gerek Cenevizlilere tanıdığı bu serbestlik, Avrupalıların husûmetini azalttı. Bâzı Avrupalı târihçiler, Türklerin Avrupa’da süratli bir şekilde ilerlemesini, Avrupa’nın kolay fethini bu davranışa bağlarlar ve Osmanlı İmparatorluğu, bu hâdise ile cihânşümûl hâle geldi şeklinde yazarlar. 21 yaşında İstanbul’u fetheden Fâtih, Katolik Avrupa’ya cephe aldı ve Ortodoks Hıristiyanlığın Katoliklerle birleşmesini önledi. Esâsen imparator ve devlet adamları, İstanbul’u kurtarmak için papalığın asırlardan beri istediği fedâkârlığı yapıyor, papalık da Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleşmesi karşılığında askerî yardımda bulunuyordu. Fakat bütün çalışma ve gayretlere rağmen İstanbul’u korumak için Avrupa’dan az bir gönüllüden başka bir şey gelmedi. İstanbul’daki papazlar ve halk da dinlerini korumak için İstanbul’da Lâtin şapkası yerine Türk sarığını görmeyi tercih ettiklerini belirttiler.
İstanbul’un fethi ile Osmanlı Cihan Devletinin temelleri atılmış oluyordu. Doğu Roma Fâtihi olarak Edirne’ye dönen Fâtih Sultan MehmedHan, dünyâ politikasını yeniden gözden geçirdi. Devletin geleceği için önemli kararların alınması gerekiyordu. Bizans’ın düşmesini Avrupa’nın hoş karşılamayacağı tabiî idi.
Karaman ve İstanbul seferinden sonra, 1453’te Cenevizlilerden Enez’i aldı. 1454’te, Kırım’a bir donanma gönderdi.Aynı yıl Sırbistan Seferine çıktı.KuzeyEge adalarına donanma göndererek buraları ele geçirdi. Rodos Seferini yaptı ise de adayı alamadı. 1455-1456 yıllarında ikinci ve üçüncü Sırbistan seferlerine çıktı. Bu ikincisinde babasından sonra Belgrad’ı tekrar muhâsara etti. Kaleyi savunan Hunyadi Yanoş öldü, Fâtih yaralandı. Fakat Belgrad düşmedi. 1455’te Boğdan Beyliği de Osmanlı idâresine girdi.
1458’de Mora’ya ilk seferini yaptı. 1459’daki Sırbistan Seferi sonunda,Semendire fethedildi ve Sırbistan Devleti son buldu. 1460’da çıktığı İkinci Mora Seferi; Mora prensliklerinin ilgası, Osmanlı devletine katılması, Palegosların sonu ve Bizans kalıntılarının silinmesi ile sonuçlandı.
Sonra Güney Karadeniz meselesini ele aldı. 1461’de Ceneviz’den Amasra’yı fethetti. Baharda Sinop’a geldi.Himâyesinde bulunan Candarlı Beyliğine dostça son verdi.Oradan Trabzon’a yürüdü. Denizden de kuşatılan Trabzon Rum İmparatoru teslim oldu.Komnenos imparatorluk hânedanına son verildi. Bu şekilde Batum ve Gürcistan kıyılarına kadar bütün GüneyKaradeniz kıyıları Osmanlı Devletine katıldığı gibi Trabzon ve Rize gibi Anadolu’nun son parçaları da Hıristiyanlardan alınmış oldu. Trabzon seferinden dönüşünde Eflâk üzerine yürüdü ve ayaklanan Kazıklı Voyvoda meselesini hâlletti.
Fâtih, 1462’de Yayçe’nin fethiyle netîcelenen birinci Bosna Seferine çıktı. Aynı yıl Midilli Adasını fethetti. 1463’te Bosna’ya bir sefer daha yaptı. Ertesi yıl tekrar Bosna üzerine gitti. 1466’da Karaman Seferine çıktı. Aynı yıl Arnavutluk üzerine yürüdü. 1466-67’de Arnavutluk üzerine bir sefer daha yaptı.
Bu ardı kesilmeyen seferlerde Fâtih, bir taraftan büyük devlet fikrini gerçekleştirecek tedbirler almış, diğer taraftan da cihanşumûl hâkimiyet fikrini benimsemişti. Bunun için Tuna’nın güneyinde ve Fırat-Toroslar sınırının batısında, Osmanlı Devletine katılmıyan hiçbir yer bırakmamak,Karadeniz’i ve Ege denizini birer Türk gölü yapmak, Venedik donanmasını geçerek, deniz kuvvetlerini de kara ordusu gibi dünyânın birinci kuvveti hâline getirmek ve bu işleri tamâmen gerçekleştirdikten sonra, İtalya’yı fethetmek istiyordu. Bu plân artık dünyâca bilinmeye başlanmıştı. Bu projeye karşı yalnız bütün Avrupa değil, Türkiye’nin doğusundaki komşuları da karşı çıktılar. Bu şekilde Osmanlı Devletine karşı, bir ittifak meydana getirildi ve uzun süren savaşlar başladı.
Bu büyük savaşlarda, Osmanlıların karşısında yer alan büyük devletler; Akkoyunlular, Venedik, Macaristan, Almanya, Polonya, Kastilya, Aragon ve Napoli idi. Fâtih, dehâsı ile bu ittifaka karşı koymasını bildi. Düşmanlarını bâzen teker teker, bâzen ikişer üçer, bâzen beşer onar yenerek bu büyük savaşlardan da gâlip çıktı. Böylece Türk Cihan İmparatorluğunun temelleri sağlamlaştırılmış oldu. Dünyânın Osmanlı Devleti karşısında âciz kaldığı ortaya çıktı.Venedik’in deniz üstünlüğü târihe karıştı. Böylece dünyâ Hıristiyanlığının iki mühim dayanağından Bizans’ı yıkıp Venedik’i sindirmiş oldu.
Uzun süren bu büyük savaşlar 1463’te Fâtih tarafından başlatıldı. Venedik Cumhuriyeti Osmanlılara savaş îlân etti. Macaristan da Venedik’in yanında savaşa girdi.Kısa zamanda Osmanlılara karşı savaşa girenlerin sayısı arttı. Her cephede düşmanı yıpratan, diplomatik yollarla bezdiren Fâtih, 1470 yazında ordu ve donanması ile Eğriboz Adasına yöneldi.Venedik’in Batı Ege’deki bu alınmaz dedikleri üssünü fethetti.Akkoyunlu Beyi Uzun Hasan,Avrupalıların,Osmanlılarla başa çıkamayacağını anlayınca, Tokat’a hücum ederek burada bir cephe açtı, kuvveti bölmeye çalıştı. 18 Ağustos 1472’de Şehzâde Mustafa, Akkoyunlu ordusunu yenerek işgâl edilen Osmanlı topraklarını kurtardı. Fâtih, 11 Nisan 1473’te Üsküdar’dan hareket etti. 11 Ağustosta Erzincan yakınlarında Otlukbeli’nde Akkoyunlu ordusunu yendi.
Fâtih’in akıncı kuvvetleri,Venedik varoşlarına Almanya içlerine kadar seferler düzenleyerek Avrupa’yı alt üst ettiler. 23. seferini Boğdan, 24.sünü 1476’da Macaristan üzerine yaptı. Pâdişah, 1478’de Üçüncü Arnavutluk Seferine çıktı. Kırım Hanlığı Osmanlı birliğine katıldı. 1480’de üçüncü Rodos Kuşatması netîce vermedi.İyonya Adalarını aldıktan sonra, donanmayı İtalya’ya gönderdi. Temmuz 1480’de Otranto’yu fethettirdi.
1481 senesi ilkbaharında Fâtih Sultan Mehmed 300.000 kişilik bir ordunun başında olduğu hâlde sefere çıktı. 27 Nisan 1481 Cumâ günü kapıkulu askerleriyle Üsküdar’a geçti. Pâdişah Üsküdar’a geçtiğinde hasta olduğu için birkaç gün dinlendi. Daha sonra araba ile hareket etti. Gebze yakınlarındaki Tekir Çayırı veya Hünkâr Çayırına geldiği zaman hastalığı arttı. Bunun üzerine hekimler tarafından konsültasyon yapılarak, verilen ilâcın dozu arttırıldı. Fâtih’in özel doktoru, Yâkub Paşa isminde bir Yahûdî dönmesiydi. Venedikliler, Fâtih’in zehirlenmesi karşılığında bu dönme Paşa’ya büyük bir servet vâdetmişler Yâkub Paşa da bu işi gerçekleştirmişti. Fâtih zehirlendiğini anladığı zaman iş işten geçmişti. Birden bire müthiş sancılar başladı ve 3 Mayıs 1481 Perşembe günü öğleden sonra saat dörtte, 49 yaşında iken vefât etti. Fâtih’in ölümü bir müddet halktan ve askerden saklandı. Ölüm hâdisesi duyulunca, Sultan’ın bir zehirlenme olayına mâruz kaldığı anlaşıldı ve Yâkub Paşa, asker tarafından parçalanarak öldürüldü.
Fâtih’in ölümü, Türk milletini büyük mâteme gark etti.Ölüm haberi Roma’ya ulaşınca, İtalya’da toplar atılıp günlerce şenlikler yapıldı.Papa bütün Avrupa kiliselerinde üç gün çanlar çaldırıp, şükür âyini yapılmasını emretti.
Fâtih’in nâşı İstanbul’a nakledilerek Muhyiddîn Şeyh Vefâ hazretleri tarafından kıldırılan cenâze namazından sonra İstanbul’da yaptırdığı Fâtih Câmiinin bahçesine defnedildi. Daha sonra üzerine türbe inşâ edildi.
Fatih Sultan Mehmed Han orta boylu, kırmızı beyaz yüzlü, dolgun vücutlu, sakalları altın telleri gibi kalın, yanakları dolgun, kolları kuvvetli, burnunun ucu hafif kıvrık, saçı siyah ve sık olup, kuvvetli fizîkî bir yapıya sâhipti. Londra’da, National Gallery’de, Fâtih Sultan Mehmed’in bir portresi bulunmaktadır. Bu portrenin Centile Bellini tarafından yapıldığı, delil olmadığı hâlde iddiâ edilmektedir.Hâlbuki, National Gallery’de bu portreyle ilgili dosyadaki bilgilerden anlaşıldığına göre, her şeyden önce portre üzerindeki Centile Bellini adı kesin olarak okunamamıştır. Ayrıca Bellini’nin İstanbul’a gelip, Topkapı Sarayı için manzara resimleri yaptığı bilinmekle berâber, Pâdişah’ı gördüğü de belli değildir.
Türk târihi, sayılamayacak kadar çok kahraman ve cihângirlerle doludur. Fâtih Sultan Mehmed de bunların başında gelenlerdendir.Çünkü o kılıçla keşfi yanyana yürütmüş, çağ açıp, çağ kapatmıştır. İstanbul’u bütün ganîmetleri içinde firûze bir yüzük taşı gibi parmağında taşımış, bu güzel şehri torunlarının torunlarına bırakmıştır.Onun için, asırlar boyu her cephesiyle yazılmış, çizilmiş, hakkında Garp’ta ve Şark’ta çok şeyler söylenmiştir.Tedkîk edildikçe derinleşen, derinleştikçe deryâlaşan bu cihângirin sayısız vasıflarından bâzıları şunlardır:
Fâtih Sultan Mehmed, soğuk kanlı ve cesurdu. Bu özelliğinin en güzel misâlini,Belgrad Muhâsarası sırasında, askerin gevşediğini gördüğü zaman önlerine geçip düşman hatlarına girerek gösterdi.İstanbul Muhâsarasında da donanmanın başarısızlığı yüzünden atını denize sürmesi bu cesâretinin büyük örneğidir.
Ne istediğini, ne yapacağını, ne yapabileceğini bilen ve bu büyük işleri başarabilmek için gerekli tedbirleri, yorulmak bilmeyen bir azim, sabır ve sükûnetle hazırlayan bir insandı.
Çok merhametli ve müsâmahalıydı. Kendisine elli gün mukâvemet eden, birçok Müslümanın şehid edilmesine sebeb olan İstanbul şehri ve onun sâkinleri hakkında gösterdiği merhamet, aklın alamıyacağı genişliktedir.Hâlbuki o devir Avrupa’sında muzaffer bir kumandan, zaptettiği şehrin halkına görülmedik zulüm ve işkence yapmakta kendini haklı görürdü. Fâtih vicdan hürriyetine büyük kıymet verirdi.İstanbul’a girdiği vakit ayaklarına kapanan İstanbul patriğini yerden kaldırmakla âlicenaplığını gösteren cihângîr, şu sözlerle patriği tesellî etti: “Ayağa kalkınız. Ben Sultan Mehmed, hepinize söylüyorum ki: Şu andan îtibâren artık ne hayâtınız ne de hürriyetiniz husûsunda gazâb-ı şâhânemden korkmayınız!”
Fâtih, gayri müslim tebeasının din ve mezheplerine aslâ dokunmadı, herkesi vicdânî inanışında serbest bıraktı. Fâtih,İstanbul’un îmârında ücret karşılığında daha çok Rum esirlerini kullandı. Bu sırada biriktirdikleri paralarla hürriyetlerini satın alma imkânını sağladı. Bu müsâmaha o devir dünyâsının hâyâlinden bile geçirmediği bir olgunluk eseriydi.
Batılıların iddiâlarına göre şehre giren Türkler, mâbedleri yıkmışlar veya yakmışlar, hiçbir şey bırakmamışlardır.Hâlbuki bunları yıkan ve yakan yine kendileridir. Bizanslılar surlarda açılan gediklerin tâmirinde kullanılmak üzere yüzden ziyâde kilise yıkmışlardır.Öyle ki, Fâtih Sultan Mehmed,Ayasofya’yı yakından seyrederken, bir yeniçeri neferinin kilisenin taşlarından birini sökmek üzere olduğunu görünce, mâni oldu ve; “Size malca alınacak şeylere izin vermiştim, mülk ise benimdir demiştim.” diyerek yeniçeriyi şiddetli bir şekilde cezâlandırmıştır.
Askerî ve siyâsi sâhada eşsiz bir dehâ idi. Askerî alanda başarısının ilk özelliği kılıçla kalemin işbirliğidir.Ordunun disiplinine çok dikkat ederdi. En küçük itâatsizliği ve buna sebeb olan subayları şiddetli bir şekilde cezâlandırırdı. Ordusunu, plânsız, düzensiz hareket ettirmez, mâcerâ hevesiyle kan dökmezdi.Kendi devrine kadar atalarının yer yer, ada ada yapmış oldukları akınlarını, plânlı bir fütûhât hâline getirdi ve devletini, sistemli bir idârecilik şuûruyla istikrarlı, yerleşmiş bir devlet yaptı. Otuz senelik saltanat devresinde düzenlediği küçük, büyük seferler, memleketin coğrafî işbirliğini sağlamaya dayanır. Bu gâyeye ulaşmak için de at geçmez kayalıklardan, geçit vermez nehirlerden geçerek; durup dinlenmeden, kış yaz demeden savaştı. Bütün bu seferleri bir plâna göre yaptığından nereye gitmesi, nerede durması lâzım geldiğini bilerek hareket etti.Yapacağı seferlerin muvaffakiyetle netîcelenmesini sağlamak için aylarca bu seferin bütün teferruâtını hazırlardı. Kumandanlığı ile diplomatlığı dâimâ berâber hareket ederdi.Hangi devlet üzerine sefer düzenleyecekse, o devletin iç ve dış münâsebetlerini, zaaflarını, kuvvetini, diğer devletlerle olan münâsebetlerini en ince noktasına kadar tetkik eder ve sefere hasmının en zayıf ve kendisinin en kuvvetli zamânında çıkardı. Yapacağı seferlerden en yakınlarına bile haberdâr etmez ve bunların gizli kalmasına çok dikkat ederdi.“Sırrıma sakalımın bir tek telinin vâkıf olduğunu bilsem, onu yolar, atarım” sözü meşhurdur. Böyle hareket etmeyi muvaffakiyetlerinin başlıca sebeblerinden sayardı. Nitekim böyle hareket etmesinin netîcesinde İsfendiyâr Beyliği ve Trabzon Rum İmparatorluğunu kolayca ele geçirdi.
Çok başarılı bir diplomattı. Otuz sene, Asya ve Avrupa’da bâzan birkaç cephede beş, on hattâ daha fazla devletle birden harb hâlinde bulunduğu günler oldu. Böyle zamanlarda düşmanlarının, kuvvetlerini bölmenin, siyâsî müzâkereler, vaatler ve geçici tâvizlerle müttefikleri birbirinden ayırmanın kolayını buldu. Rodos Adasının fethi için donanmayı hazırlarken, zaman kazanmak için oyalama taktiğine girişerek şehzâde Cem’e bir mektup vererek Demetrios Soplionos isimli Rum ile birlikte Rodos’a gönderdi. Fâtih bu mektubunda hafif bir vergi karşılığında kendileriyle sulh ve sükûn içinde yaşıyacaklarını bildiren diplomatça bir harekette bulundu.
Câsuslar bulundurduğu gibi, Avrupalı devletlerin Osmanlılarla ilgili hareketleri müzâkere eden bütün meclislerinde geniş bir haber alma teşkilâtına da sâhipti.Almanya’da yerlilerden elde edilmiş câsusları da vardı. İtalya ise, son derece gizli ve dâimî bir Türk haber alma servisiyle örülüydü. Fâtih’in, bu teşkilâtı sâyesinde düşmanlarından günü gününe haberi olur, hareketlerini değerlendirerek tedbirler alırdı.
Fâtih, ordu ve donanmasını iyi bir şekilde tekâmül ettirmişti.Ordunun silâhları birkaç senede yenilenir ve daha geliştirilmiş olanları eskilerinin yerine konurdu. Osmanlı donanmasının tekâmül etmiş şekilde kurucusu Fâtih’tir.Topçuluğa gerekli ehemmiyeti veren ilk padişâhtır. Fâtih’ten önce, top, bütün dünyâda, daha çok sesi ile düşmanı ürkütmek için kullanılırdı. Büyük kaleleri yerle bir edebileceği ve meydan muhârebelerinde rol oynayacağı hiç düşünülmemişti. Fâtih, bütün bunları akıl ederek, o târihe kadar görülmeyen sayı ve çapta top yapılmasına yöneldi. Topların balistik ve mukâvemet hesaplarını kendisi yaptı. Piyâdeye de, öncesine nisbetle, büyük önem verdi.Osmanlı ordusu esas bakımından bir süvârî ordusu olmaya devâm etmişse de, yeniçeri ve azab gibi piyâde sınıfları, Fâtih devrinde önem kazandı.
Fâtih Sultan Mehmed, ilme, sanata ve ilim adamlarına çok kıymet verirdi. Zihniyeti ve tabiatı îtibâriyle ileri hamleden hoşlanan, terakkî ve medeniyetten zevk alan bir pâdişahtı. Tıpkı askerî fetihleri gibi, ilim adına açtığı savaşta da bir âlimler, sanatkârlar ordusu kurdu ve bu muhteşem orduya kendisi serdâr oldu. Yeni devletin kurulması plânının icrâsında eğitim ve öğretimin tesir ve önemini her şeyden üstün tuttu. Maârif sistemini kânunla tanzim ederek ulemâ sınıfı diye tanınan ve idârenin temelini meydana getiren diyânet ve hukuk kurumlarını teşkilâtlandırdı. Devlet idâresini ve bunun ilmîleştirilmesini esas aldı.
Aklî ve naklî ilimlerde söz sâhibi olan âlimleri İstanbul’a topladı ve onların talebe yetiştirmesi için medreseler kurdu. Devrinde yetişen büyük âlim ve sanatkârlar mühim eserler verdiler. Fıkıh ilminde Molla Hüsrev, tefsirde Molla Gürânî, Molla Yegan, Hızır Çelebi,matematikte Ali Kuşçu, kelâmda Hocazâde, zamânının büyük âlimlerindendi ve ülkesine dünyânın dört bir tarafından âlimler akın ederdi.Hattâ Molla Câmî bile İstanbul’a gelmekteyken, Pâdişâh’ın ölüm haberi üzerine geri döndü.
İyi bir komutan ve devlet reisi olan Fâtih, aynı zamanda iyi bir ilim adamı ve şâirdi. Latince ve Rumca ile Arapça, Farsça ve Türkçeye bütün incelikleriyle vâkıftı. Şiirde, devrin üstatları arasında yer aldı. Hattâ sarayda dîvân sâhibi olan ilk pâdişâhtı. Çünkü o, medeniyetin, sanatsız olarak fertlerin gönüllerinde yer alacağına ihtimâl vermiyordu. Dedelerinin devlet kuruculuk kudretini, irâdeli bir idârecilik şuuruyle geliştirmesini bilen Fâtih, çevresinde devrin üstad şâirlerini topladı. Avnî mahlâsıyla edebî değeri yüksek beyit ve gazeller söyledi.Aruzu, usta şâirlerden farksız bir hâkimiyetle kullandı, şiirlerinde ince hissiyât ve düşüncelerini dile getirdi.
Bizümle saltanat lafın idermiş ol Karamanî
Hudâ fursat virürise, kara yire karam-anı
beyti, Karamanoğlu’nun çıkardığı fitne ve fesatlar karşısında şahlanan celâlini gösterdiği gibi, aşağıdaki şiiri de ince duygular sâhibi hassas bir gönlün Türk edebiyâtına nâdide bir armağanıdır:
Sevdün ol dilberi söz eslemedün vay gönül
Eyledün kendözüni âleme rüsvây gönül
Sana cevr eylemede kılmaz o pervây gönül
Cevre sabr eyleyimezsin n’ideyin hay gönül
Gönül eyvây gönül vay gönül eyvây gönül
Bilmedüm derd-i dilün ölmek imiş dermânı
Öleyin derd ile tek görmeyeyin hicrânı
Mihnet ü derd ü game olmağiçün erzânî
Avnîyâ sencileyin mihnet ü gam-keş kanı
Gönül eyvây gönül vay gönül eyvây gönül
İstanbul’un fethinden sonra Fâtih, hocası Akşemseddîn’in elini öpüp, tahtı tâcı bırakıp derviş olmak istedi. Akşemseddîn bu teklifi reddederek, devlet işlerine memur edilen pâdişâhın asıl vazîfesini yapmamış olacağını, dîn-i İslâm ve adâletle memleketi ve dünyâyı idâre etmenin daha makbul olduğunu; aksi hâlde din ve devletin zarar göreceği için, ikisinin de Allah indinde mesul olacaklarını bildirdi. Bunun üzerine Allah aşkı ile yanan kalbinin ateşini de şiirleriyle ortaya döktü.
Fâtih Sultan Mehmed, kelâm ve matematik ilminde devrinin en büyük otoritelerinden biriydi. Bizanslı târihçi Kritobulos’un hayranlıkla anlattığı, balistik sâhasındaki keşifleri, ortaçağın surlarını yıkmıştır. Bu sûretle Avrupa’nın timsâli olan derebeyi şatoları toplarla yıkılarak büyük devletler kurulmuş; netîcede büyük güç kaynakları biraraya toplanarak ortaçağa son verilmiştir. Bu sûretle Türkler, ortaçağdan yeniçağa Avrupa’dan daha evvel geçmişlerdir.
Fâtih Sultan Mehmed, teşkilatçı ve îmârcı idi. Devlet idâresini tam bir intizâm içinde yürütmek için lüzum ve ihtiyâç görüldükçe İslâmın esaslarına uygun kânunlar ve fermanlar yayınladı. Tanzimât dönemine kadar Osmanlı Devletinin temel kânunu olarak mer’iyyette kalan Fâtih Kânunnâmesi çok mühim bir eserdir. Pâdişâhın görüşleri alınarak sadrâzam Karamânî Mehmed Paşa tarafından hazırlanan bu çok önemli kânunnâmeyi, Nişancı Leyszâde Mehmed Çelebi kaleme almıştır. Kânûnî Sultan Süleymân devrinde hazırlanan kânunnâmede de bu eser esas alınmıştır. Osmanlı Devletinin bütün temel müessese ve teşkilâtı, Fâtih devrinde en mükemmel hâle gelmiştir. Enderûn Mektebini kurarak memleket için gerekli devlet adamı yetiştirilmesini yine o sağlamıştır.
Fâtih Sultan Mehmed, doğu Türkleri ile temâsa büyük önem verdi. Oğlu Sultan İkinci Bâyezîd de Türk medeniyetini ilerletmek husûsunda babasını tâkip etti. Doğu Türklerinin, Timur Han devri medeniyeti denilen medeniyet hareketlerinin benzeri, Fâtih devrinde Osmanlılarda tahakkuk etti. Fâtih, batı dillerinden bir kaçını bilmesi sebebiyle Avrupa literatürünü çok iyi tâkib etmiş, Türklerin her hususta Avrupalılardan üstün bulunması sebebiyle, Avrupa’dan bir şey alma ihtiyâcını duymamıştır.
İstanbul’un îmârına çok önem veren Pâdişâh, saray, câmiler, medreseler ile hamamlardan başka şehrin çeşitli yerlerinde 4000 dükkan yaptırarak vakfetti. Büyük câmilerin yanındaki medreselerin hâricinde 24 medrese, 12 han, 40 çeşme ve Halkalı Su Tesisâtı ile iki gemi tersânesi ve kışla yapılan binâlar arasındadır.İstanbul îmâr olunurken, diğer taraftan Bursa,Edirne gibi şehirlerde îmâr faâliyetleri büyük bir hızla devâm etti. Bu devirde Bursa’da 37, Edirne’de 28 ve sâir şehirlerde 60 câmi yapıldı.
Edirne’de Tunca Nehri kenarında 1451 senesinde büyük bir saray inşâ edildi. Bu sarayın bir modeli Topkapı Sarayıdır. Bu saray, 1876 Osmanlı-Rus Harbinde cephâne infilâkıyla harâb oldu.
Batılı gözüyle Fâtih: Büyük devlet ve ilim adamı olan Fâtih, en büyük düşmanlarının gözlerini kamaştıran pâdişahtır. Eserlerinde ondan takdirle bahsetmişlerdir. Fetih sırasında İstanbul’da bulunan İtalyan Zorzo Dolfin bir keresinde şöyle demiştir:
“Sultan Mehmed, çok az gülerdi. Zekâsı, dâimî bir çalışma hâlindeydi.Çok cömertti.Her işte fevkalâde atılgan, hattâ cüretkârdı.Seçtiği hedeflere erişmek için çok ısrar ederdi.Soğuğa, sıcağa, açlığa, susuzluğa tahammüllüydü. Kesin konuşur, kimseden çekinmezdi. Zevk ve sefâdan uzaktı. Türkçe, Yunanca ve Sırpçayı çok iyi konuşurdu.Her gün bir müddet okurdu. Roma târihi, başka devletler târihi, Laerce, Tite-Live, Herodot, Quinte-Curce, Papaların, Alman İmparatorları ile Fransa ve Lombardiya krallarının vak’aları okuduğu târihler arasındaydı. Avrupa’daki bütün devletleri tanırdı.Özellikle İtalya’nın coğrafyasını en ince noktasına kadar bilirdi ve bir Avrupa haritasını yanından ayırmazdı. Askerî ve coğrafî ilimlerle isteyerek meşgul olur, araştırmalar, incelemeler yapardı. Tabiiyyeti altında bulunan ülkelerin âdet ve şartlarını devletin ve bölgenin menfaatlerine kullanmakta mahâretliydi.”
Diğer bir İtalyan târihçi Langusto, İstanbul’un fethinden sonra şöyle yazmıştır:
“Sultan Mehmed, ince yüzlü, ortadan fazla uzun boylu, silâhlar kuşanmış, asil tavırlı, çok az gülen, devamlı öğrenmek ihtirâsı ile yanan, cömert ve iyi kalpli, gâyelerine ulaşmakta inatçı bir hükümdârdı. En çok harp sanatına meraklıydı.Her şeyi öğrenmek isteyen zekî bir araştırmacıydı.Sefâhat düşkünlüğü olmayıp, kötü âdetleri yoktu.Harem dâiresinde çok az vakit geçirirdi. Nefsine hâkim ve uyanıktı. Her şarta tahammül gösterebilirdi ve bir cihân devleti peşindeydi.”
Alman müsteşrik Franz Babinger, Mehmed-II der Eroberer und seine Zeit Weltenstürmer einer Zeitenwende adlı eserinde şöyle yazmaktadır:
“Türk dünyâsı için Fâtih günümüze kadar, bütün imparatorların en büyüğü olup, beşer târihinde başka her hangi bir şahsın kendisiyle mukâyese edilmesi zordur. O Türk milletine, bütün târihinin en harîkulâde ve en yaklaşılması gayr-i kâbil şâhsiyet olarak takdim edilmiştir. Batı âleminin mukadderâtı, Fâtih Sultan Mehmed’in görünmesiyle sarîh bir şekilde işâretlenmiştir.Kudretli şahsiyeti, büyük Avrupa sâhalarının dış görünüşünü derinden değiştirmiştir.Ortaçağdan çıkarken insanları ve dünyâyı görüş tarzında, Fâtih’in şahsiyeti, zekâları tesir altında bırakmıştır.”
Adâletten kıl kadar ayrılmayan, kendisine takdir edilen iki mısrâlık basit şiir için sâhibine bol ihsânda bulunan ve bir çiçek yetiştirene 500 altın bahşiş veren Fâtih, her bakımdan devrinin üstüne çıkmış bir hükümdâr ve insan-ı kâmildir. Bu büyük cihângir hakında günümüze kadar binlerce kitap yazılmıştır.
Asya ve Avrupa kıtalarını İstanbul Boğazında birbirine bağlayan ikinci köprü. Köprü Anadolu yakasındaki Kavacık ile, Avrupa yakasındaki Hisarüstü mevkilerini birleştirir. Bu köprü, ilk yapılan Boğaziçi Köprüsünün beş kilometre kuzeyindedir.
Boğaz’ın Anadolu yakası ile Avrupa yakasını birbirine bağlamak için ilk teşebbüs M.Ö. 513 yılında Pers Hükümdârı Dâra tarafından yapılmıştır. Dâra seksen bin askerini Anadolu yakasından Avrupa yakasına geçirmek için, Anadolu Hisarı ile Rumeli Hisarının bulunduğu yer arasına, gemileri yanyana dizdirerek bir köprü gibi kullanmıştır.
Daha sonra, ilk ciddî teşebbüs İkinci Abdülhamîd Han tarafından yapılmıştır. İkinci Abdülhamîd Hanın hazırlattığı projeye göre, köprü ahşap olacak ve kuleleri bulunacak, üzerinden demiryolu geçecekti. Fakat, siyâsi hâdiseler ve Abdülhamîd Hanın tahttan indirilmesi bu projenin gerçekleşmesini önledi.
Uzun süre, Boğaz’ın iki yakası arasındaki ulaşım, vâsıtaların feribotla geçirilmesiyle yapılmıştı. Ancak, son zamanlarda vâsıta sayısının süratle artması, feribotların kapasitesinin çok üstüne çıkmıştı. Trafik yükünün artması, köprü yapılmasının tek çözüm olduğunu ortaya koydu. 20 Şubat 1970’te ilk köprü olan Boğaziçi Köprüsünün temeli atıldı. 30 Ekim 1973’te bu köprü trafiğe açıldı (Bkz. Boğaziçi Köprüsü). Trafiğin sürekli olarak artması ikinci bir köprünün yapılmasını ihtiyaç hâline getirdi.
29 Mayıs 1985 târihinde temeli atılan ikinci köprü iki buçuk yıl gibi kısa bir sürede bitirilerek 4 Temmuz 1988’de kısmen trafiğe açıldı. Fâtih Sultan Mehmed Köprüsünün trafiğe açılmasıyle şehir içi trafiği ve Boğaziçi Köprüsünün yükü kısmen hafifletilmiş oldu.
Kınalı, Sakarya Karayolu kapsamında bulunan Fâtih Sultan Mehmet Köprüsünün yapımı için 122 milyon dolar (o günkü değeriyle 326.960.000.000 TL) harcandı. Köprünün yapımı, İmpregilo (İtalya), Sezai Türkeş-Fevzi Akkaya(Türkiye), İshikaçajima Haima, Mitsubishi ve Nippon Kokan (Japonya) firmalarının meydana getirdiği konsorsiyum tarafından gerçekleştirildi. İki ayağı arasındaki uzaklığı 1090 m olan Fâtih Sultan Mehmet Köprüsü, dünyâdaki asma köprüler arasında altıncı sıradadır. Fâtih Sultan Mehmet Köprüsünden önce gelen köprüler; İngiltere’de, Humber Köprüsü(1410 m), ABD’de Verrazano (1298 m), ABD’de Golden Gata (1280 m), ABD’de Macteinos (1158 m), Japonya’da Miami-Bisanseto (1100 m)dur. Köprü deniz seviyesinden 64 m yükseklikte bulunmakta olup, bu mesâfe milletlerarası denizcilik standartlarına uygundur. Kulelerinin zemin seviyesinden yüksekliği 110 m’dir. Köprü; Anadolu Yakasında Kanlıca-Çamlıca, Gebze-Sakarya güzergâhı ile; Avrupa yakasında Hisarüstü Kâğıthane, Alibeyköy, Küçükköy ve Mahmutbey’den geçip E-5 karayoluna bağlanan güzergah üzerinde bulunmaktadır.
Köprünün her iki ucunda taşıyıcı ana kablolarına gelen çekme kuvvetleri, kayazemine aktaran 50 x60 m boyutunda ve 35 m derinlikte masif betonarme birer ankraj blokuna aktarılır. Ankraj bloklarının içinde kabloların tesbit edildiği birer oda bulunmaktadır.
Köprü kule temelleri 14 x 18 m ebadında ve ortalama 6 m yüksekliğindedir. Temeller üzerinde 14 m yükseklikte betonarme mesnetler yer almaktadır. Çelik kuleler, 5 m kadar bu mesnetlerin içinde tutturulmuştur. Köprünün ana bloklarına dayanak teşkil eden çelik kuleler, 102 m yükseklikte olup, sekiz kademe hâlinde monte edilmiştir. Kulenin boyutları, tabanda 5 x 4 m olup, tepede 3 x 4 metredir. Her kulenin içinde bakım işlerinde kullanmak için birer asansör bulunmaktadır.
Her ana kablo 32 adet halat grubu ile dört adet ek gergi halatından meydana gelmiştir. Her halatda 504 adet, ek halatlarda 288 adet çelik tel bulunmaktadır. Teller, galvanizli yüksek dirençli çeliktir. Askı halatlarının çapı ise 76 mm ve kopma mukâvemeti 370 tondur.
Kulelerde kullanılan çelik 7000 ton, tabiyede kullanılan çelik 13.600 ton, ana kablo ve askılarda kullanılan çelik ise, 9500 tondur.
Toplam genişliği 39,40 m olup, her iki yönde ikişer şeridi ağır vâsıta trafiğe, iki şeridi hafif vâsıtalara, ayrıca 30,5 m aralıkla hareket eden, 136 ton ağırlıkta tanklar 154 ton ağırlıkta treylerler ve 180 ton ağırlıkta tek vâsıtalar geçebilecektir. Köprünün Avrupa yakasından girişinde 16 gişe bulunmakta olup, saatte 7500 aracın geçişine uygundur. Kenarlarda yaya yolları da bulunmaktadır.
İstanbul-Fâtih Sultan Mehmed Köprüsünden, Karayolları Genel Müdürlüğüne bağlı 17. Bölge Müdürlüğünün 9.4.1993 târihli yazısına göre 3.7.1988 târihinden 1.4.1993 târihine kadar geçen araç sayısı (iki yönde) 80.697.230’dir. Geliri ise 588.484.322.000’dir.
Alm. Fâtih-Türbe(f), Fr. Turbèh (m) de Fâtih, İng. Mausoleu of Fâtih. Fâtih Sultan Mehmed Hanın kabrinin bulunduğu yer. Türbe, Fâtih Câmiinin haziresinde kıble duvarının önünde bulunmaktadır. Fâtih buraya defnedildikten sonra, üzerine kapalı bir türbe yaptırıldı.
1766’daki zelzeleden sonra eski temeller üzerine bugünkü barok stilindeki türbe inşâ edildi. 1782’deki Cibali yangınında türbenin içindeki eşyalarla beraber sanduka da yanmıştı. 1784’te Birinci Abdülhamîd Han tarafından türbe tamir ettirildi; yeni bir sanduka yaptırılarak üzerine Kâbe örtüsü örtülmüş ve bu arada kapı sövesi de değiştirilerek üzerine bir de kitâbe ilâve edilmiştir. Türbe, Abdülazîz Han ve Sultan Reşâd zamanlarında tâmir görmüştür. 1925’te çıkan bir kânunla türbeler zamanın idâresi tarafından kapattırıldı. Fâtih Sultan Türbesi de bu târihte kapatıldı. Bakımsız, tâmirsiz, yangın ve yağmur gibi tabiî âfetlere mâruz olarak kendi hâline bırakılan türbe, nihâyet 1950 senesinde çıkan bir kânunla ziyârete açıldı. 1952-53 senelerinde de tâmir gördü. (Bkz. Türbe)
Türbe sekiz köşeli bir plana göre yapılmış ve üzeri tek kubbeyle örtülmüştür. Giriş kapısı üzerindeki saçak sonraki devre âittir. Türbe içerisindeki kalem işleri ise sonraki târihlerde yapılmıştır. Hâlen mevcut olan örtü, şamdan ve gümüş şebeke son devirlere âittir. Büyük selâtin türbelerinin de câmiler ve külliyelere âit diğer müesseselerde olduğu gibi vazifeli memur ve hademeleri vardır. Bunların vazifeleri bir nizamnâmeyle tesbit edilmiştir.
Fâtih Türbesinin karşısındaki bahçede bulunan mezarlıktaki ilk türbede hanımları ve İkinci Bâyezîd Hanın annesi Gülbahar Sultanın kabirleri bulunmaktadır. Yine burada Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşanın türbesi yeralmaktadır. Bu mezarlıkta daha pekçok devlet adamı ve diğer ileri gelen zatların kabirleri vardır.
Türbenin yanında Birinci Sultan Mahmud Han tarafından yaptırılmış kütüphâne bulunmaktadır.
Kur’an-ı kerîmin ilk sûresi. Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). Yedi âyet-i kerîmedir.Kur’ân-ı kerîme onunla başlandığı için Fâtihat-ül-kitab denmiştir. Fâtiha sûresi veya yalnız olarak El-Fâtiha yâhut Fâtiha da denir. Başka isimleri de vardır.Kur’ân-ı kerîmin aslı olduğu için Ümmü-ül-Kur’ân; Kur’ân-ı kerîmdeki bütün mânâları içerisinde bulundurduğu için El-Esâs; bu kadar derin ve geniş mânâları taşıdığı için Sûret-ül-Kenz, Sûret-ül-Vâfiye, Sûret-ül-Kâfiye; içerisinde hamd, şükür ve duâ bulunduğu için, Sûret-ül-Hamd, Sûret-üş-Şükr, Sûret-üd-Duâ da denir. Halk arasında daha çok El-hâm diye yanlış ve eksik telâffuzla söylenir.Yine namazın her rek’atinde okunduğu için Sûret-üs-Salât, şifâ olduğu için Sûret-üş-Şâfiye, Sûret-uş-Şifâ, yedi âyet-i kerîme olduğu için de Es-Seb-ül-Mesâni denilmiştir.
Fâtiha sûresini okumak, hastalıklara şifâdır.Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem üç türlü ilâç kullanırdı: Kur’ân-ı kerîm ve duâ okurdu. Fen ile bulunan ilâçları kullanırdı. Yâhut her iki kısmı karışık kullanırdı. “Kur’an-ı kerîmden şifâ beklemeyene şifâ nasîb olmaz.” buyururdu. Fâtiha sûresi hakkında da; “O her türlü hastalığa şifâdır”buyurmuştur. Fakat, şifâ hâsıl olması için okuyanın ve hastanın buna inanması lâzımdır.
Tezkire yazarı ve şâir. 1814’te Drama’da doğdu. Drama ileri gelenlerinden Hacı Hâlid Beyin oğludur. 1827-28’de Mısır’a gitti. Orada tahsîl gördü. 1836 senesinde İstanbul’a gelerek Dîvân-ı Hümâyûn Kalemi Mühimmenüvisi oldu. Sonra Sadâret Mektûbî Kalemine alındı.Ticâret-i Âmire-i Lâmât Odası’nda mukâbeleci oldu. 1855 senesinde basılan tezkiresinden dolayı râbia rütbesine yükseldi. 1867 senesinde İstanbul’da vefât etti.
Eserleri: Fatin Efendiyi tanıtan Hâtimetü’l Eş’âr isimli tezkiresidir. 1722’den kendi devrine kadar olan 672 şâirin hayâtını anlatır.
Çok meşhûr bir şâir olmayan Fatîn Efendi’nin dîvânı vefâtından sonra oğlu tarafından Dîvân-ı Fatîn adıyla yayınlanmıştır.
Yirminci yüzyılda yetişmiş Türk astronomu ve meteoroloğu. 1877 (H.1294) senesinde Antalya’nın Akseki ilçesinde doğdu. 1955 (H.1378) senesinde İstanbul’da vefât etti.
İlköğrenimini doğum yeri olan Akseki’de ve Alanya’da yaptı. Medrese tahsîlini İstanbul’da tamamladı.Sultan Selîm Muvakkıthânesinde Müneccimbaşı Hüseyin Hilmî Efendiden takvîm hazırlama metodunu ve astronomi öğrendi. 1904 senesinde Dârülfünûn, yâni İstanbul Üniversitesi Riyâziyât Medresesini (Matematik ve Fen Fakültesini) bitirdi. Bir müddet çeşitli öğretim kurumlarında matematik öğretmenliği yaptıktan sonra, Dârülfünûn Riyâziyât Medresesi yâni Fen Fakültesi astronomi ve hesab müderrisliğine getirildi. Sultan İkinci Abdülhamîd Hana karşı çalışan İttihat ve Terakkî Cemiyeti kurucuları arasında yer aldı. Bir müddet tutuklandı.İkinci Meşrûtiyetin îlânından sonra siyâsî faâliyetleri bırakarak, kendini tamâmen ilmî çalışmalara verdi. 1911’de Kandilli Rasadhânesi ve Zelzele Araştırma Enstitüsünün çekirdeği olan Rasadhâne-i Âmire’yi kurdu ve idâreciliğini yaptı. Fransa’dan gelen Meteoroloji Profesörü Angot ile birlikte Kandilli’de önce bir Zaman Servisi kurdu. Kısa bir müddet sonra Sismoloji Servisini kurdu.İstanbul Kandilli Rasadhânesi müdürlüğünü yaptı. Bu arada Fen Fakültesi dekanlığında da bulundu. 1943 yılında emekliye ayrıldıktan sonra, 1950 senesine kadar Konya milletvekili olarak vazîfe yaptı. 1955 senesinde İstanbul’da vefât etti.
Fatin Gökmen, astronomi ve meteoroloji çalışmaları yanında, Türkiye’de 1926 yılına kadar resmen kullanılan Hicrî-Kamerî takvimin ay başlangıçlarını ilmî metodlarla tesbit ederek bu konuya açıklık getirdi. Kandilli Rasadhânesinin çalışmalarından günümüzdeki öteki İslâm ülkeleri de faydalanmaktadır.
Eserleri: 1) Eski Hitay Takvîmi, 2) 19 Haziran 1936’da Küsûfı Küllîsi (19 Haziran 1936 Güneş tutulması), 3) TürkTakvimi, 4) Eski Türklerde Hey’et ve Takvim, 5) Rub’ Tahtası, Nazariyyât, 6)Ders Notları.
Türk siyâset ve devlet adamı. 20 Nisan 1910’da İstanbul’da doğdu. 1960 İhtilâli sonrasında 16 Eylül 1961’de İmralı Adasında asılarak idâm edildi.
Galatasaray Lisesini, Paris Üniversitesine bağlı Siyasal Bilimler Fakültesini ve Cenevre Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra Dışişleri Bakanlığına girdi. Bu bakanlığın çeşitli kademelerinde yaptığı başarılı hizmetlerden sonra 1951’de Ekonomik İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreteri oldu. 1952’de Büyükelçiliğe yükseltilerek Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilâtında (NATO) Türkiye Dâimi Temsilciliğine tâyin edildi. Siyâsî hayata atıldığı 1954 ve sonra 1957’de Demokrat Partiden Çanakkale Milletvekili seçildi.Menderes hükümetlerinde Mayıs 1954-Kasım 1955 arasında Başbakan Yardımcılığı; Temmuz 1957-Kasım 1957 arasında DevletBakanlığı ve Kasım 1957’den 27Mayıs 1960 İhtilaline kadar da Dışişleri Bakanlığı yaptı. Dışişleri Bakanlığı sırasında millî çıkarların savunulmasında özellikle Kıbrıs Meselesinde başarılı oldu.
27 Mayıs 1960 İhtilâlinde diğer hükûmet üyeleri ve Demokrat Parti yöneticileriyle beraber tutuklandı. Yassıada’da kurulan mahkemece idâma mahkûm edildi.Millî Birlik Komitesinin de onayıyla 16 Eylül 1961’de asılarak idâm edildi. 1990’da çıkarılan bir kânunla îtibârı iâde edildikten sonra İmralı’daki nâşı, 17 Eylül 1990’da devlet töreniyle Topkapı’da yapılan Anıt Mezara nakledildi.
Romancı, yazar. 1864 senesinde İstanbul’da doğdu. Ahmed Cevdet Paşanın kızıdır. Özel hocalar tarafından yetiştirildi. Fransızca ve Arabîyi öğrendi.
Babasının vazîfesi dolayısıyla Haleb ve Şam’da bulundu.Ahmed Midhat Efendinin teşvikiyle yazı hayâtına başladı. Romanlar yazdı, Fransızcadan tercümeler yaptı. İkinci Abdülhamîd Hanın yâverlerinden Fâik Paşa ile evlendi. 1897 Türk-Yunan savaşında Asker ve asker âilelerine yardım gâyesiyle Cemiyet-i İmdâdiyye isimli bir dernek kurdu. 1908 Meşrûtiyet devrine kadar gittikçe artan bir şöhrete kavuştu. 1908 senesinden sonra yazı hayâtından uzaklaştı. Fatma Âliyye, ilk romanlarında Fransız romanlarının tesirinde kaldı. İlk kadın romancı olması dolayısıyla, ismi Avrupa ve Amerika’da duyuldu. Devrinde mühim sayılacak romanlar yazdı. Nisvân-i İslâm isimli eseri, Fransızcaya ve Arabîye, Ûdîisimli romanı Fransızcaya çevrildi. 1936 senesinde İstanbul’da vefât etti.
Eserleri:
Hayâl ve Hakîkat, Muhâdarât, Re’fet, Ûdî, Enîn. En meşhur eseri Muhâdarât’tır. Eserleri, zamânında çıkan gazete ve dergilerde tefrika edilmiştir. Kadınlarla ilgili makâleleri, Hanımlara Mahsus Gazete, İnkılâb,Mehâsin ve Ümmet’te yayınlanmıştır.
Alm. Gesteinsspalte (f), Fr. Faille (f), İng. Fault. Yerkabuğunda yukarıdan aşağı çatlak ve kırılma yüzeyleri boyunca, gözle fark edilebilecek ölçüde bir kayma, yer değiştirme bölgesi. Kayma hareketinin meydana getirdiği düzleme “fay düzlemi” veya “fay aynası” denir. Bu düzlem üzerinde çoğunlukla ve sürtünme sebebiyle, kayma kertikleri husule gelir. Bunlar kaymanın yönünü tâyine yararlar. Fay bölgesinde yatay tabakaların cinsi kesikli bir değişikliğe uğrar.
Fay düzlemi, tabaka gibi, doğrultu ve eğimi ile belirtilir. Fayın doğrultusu, fay düzleminin yatay düzlemle yaptığı ara kesittir. Eğimi ise, fay düzlemi ile yatay düzlem arasındaki açı olup, değeri doğrultuya dikey bir düzlem üzerinde ölçülür. Fay düzleminin yeryüzüyle yaptığı ara kesite de “fayın izi” veya “fay çizgisi” (fault trace) denir.
Fay düzleminin alt kısmında değişik kalınlıkta, fay breşi veya milonit zonu teşekkül eder. Bu kısım birbirine nazaran yer değiştiren iki blok arasındaki kayaların mekanik olarak parçalanmaları ile meydana gelir ve çok defa yeni minarellerin teşekküllerine veya yeraltı suyunun yeryüzüne çıkmasına elverişli bir ortam teşkil eder.
Fay düzlemi tam dik olmadığı zaman bu düzlemin üstünde bulunan parçaya “tavan bloku” (hanging wall), altında bulunan kısma da “taban bloku” (foot wall) denir. Bu iki blok arasındaki kaymanın miktarına da “atım” veya “röje” adı verilir. ab uzunluğuna “eğim atımı” (slip), ac’ye “dikey atım” ve cb’ye “yatay atım” denir. Eğimi 45°’den fazla olan faylara “büyük açılı”, 45° den küçük olanlara ise “küçük açılı” faylar adı verilir.
Fay çeşitleri:Fayların geometrik sınıflandırması atım yönlerine göre yapılır ve eğim atımlı, doğrultu atımlı ve yan atımlı olmak üzere, başlıca üç gruba ayrılır.
Eğim atımlı fay, normal ve ters olmak üzere ayrıca iki sınıfa ayrılır.Normal fayda tavan bloku, taban blokuna nazaran, fay düzleminin eğimi boyunca aşağı doğru kayar ve bu suretle iki blok birbirinden uzaklaşır. Birisi aşağıda (aşağı blok), diğeri yukarıda (yukarı blok) kalır.Ters fayda tavan bloku, taban blokuna nazaran, fay düzleminin eğimi istikametinde, fakat aksi yönde, yukarı doğru kayar ve bu suretle iki blok birbirine yaklaşır. Biri diğerinin üzerine abanır. Fay düzleminin eğimi 45°den az olduğu takdirde,ters fay’a bindirme veya sariaj (Overthrust), boyuna düzlemi yatay veya yataya yakın olduğu zaman ise, örtme denir.
Doğrultu atımlı fayda blokların birbirine nazaran izafi hareketleri fay düzleminin doğrultusu boyuncadır. Bu fay neticesinde iki blok, yatay istikâmetinde birbirinden uzaklaşır. Bloklardan birisi üzerinde duran ve diğer bloka bakan bir kimseye göre, karşı blokun sağa veya sola doğru kaymış olmasına nazaran, fay, sağ yönlü veya sol yönlü ismini alır.
Faylar çevrenin yapısına bağlı olarak da sınıflandırılır ve bir takım gruplara ayrılır. Şöyle ki:Tabaka veya foliasyon doğrultusuna paralel olanlara doğrultu fayları denir. Bunların eğimleri tabakalaşma yüzeyine paralel değildir. Tabaka faylarında ise fayın doğrultu ve eğimi tabakalaşmaya paraleldir. Fayın doğrultusu tabaka eğimi yönünde veya bu yöne paralel olduğu hallerde eğim fayından söz edilir. Bunlar aynı zamanda enine faylardır. Diagonal faylar, tabaka doğrultularına nazaran eğik veya oblik olarak gelişmiş faylardır.
Boyuna faylar, çevrenin yapı elementlerine oldukça paralel bir şekilde gelişmiş olanlardır. Enine faylar ise çevrenin tektonik elementlerine, bilhasa kıvrım eksenlerine dik veya dike yakın doğrultuda olan faylardır. Tektonik elementlere paralel olanlara paralel faylar, kademeli olarak sıralanmış olanlara da kademeli faylar denir. Kenar fayları ve ışınsal faylar ise, çoğunlukta kubbe şeklindeki mağnetik kütlelerde, tuz damlalarında ve kapalı antiklinallerde gelişirler. Fayların alçak yerleri “Graben”, yüksek yerleri “Horst” ismini alır.
Alm. Fayance, Fr. Faience, en faience, İng. Tiled, tile. Avrupa ülkelerinde üzeri sırla kaplanmış çini veya seramiğe verilen ad. İtalya’nın Faenza şehrinden ismini alan Fayans doğu menşe’lidir. Avrupalılar kullanmadan önce Müslüman Araplar ve Türkler tarafından yaygın olarak yapılmış ve kullanılmıştır. Ancak Fayans adıyla değil de çini veya seramik adıyla anılmıştır. Avrupa’da ilk olarak İspanya’da, Endülüs Emevileri zamanında kullanılan, topraktan pişirilmek sûretiyle ve üzeri çeşitli motiflerle süslenerek yapılan fayans İtalya’da 15. yüzyılda yapıldı. Daha sonraki yüzyıllarda diğer Avrupa ülkelerinde de kullanıldı. İlk zamanlar, beyaz zeminin büyük bölümünün boş bırakıldığı, daha basit örneklerde bezeme yalnızca tek bir figür veya hânedan armasıyla, bunları çevreleyen geleneksel olarak çelenk şeklinde yapılan fayanslar, 18. yüzyılda tabak, kavanoz ve kâseler şeklinde yaygın hale geldi. Bu kapların üstüne günlük hayattan canlı renklerle çizilmiş resimler, millî olayların canlandırıldığı tablolar, eşya sâhibinin adından nükteli cümleler, masonik veya ticârî amblemler konuldu. Daha sonra yapı malzemesi olarak da kullanıldı.
Türkiye’de fayans kelimesi daha çok kare (15 cm x 15 cm) ve dikdörtgen (5 cm x 15 cm) levhalar biçiminde ince (5,5 m), ön yüzü kalay sırlı, arka yüzü sırsız ve gözenekli bir yapı malzemesi olan karo fayans için kullanılmaktadır. Umûmiyetle mutfak, banyo gibi mekanlarda duvar kaplaması olarak değerlendirilmektedir. Kil, kaolin, kuvars, feldispat gibi seramik hammaddelerinin belli oranlarda karıştırılmasıyla hazırlanan çamurun kalıplarda preslenerek şekillendirilmesinden sonra 900°C’nin üstünde bir sıcaklıkta fırınlanmasıyla üretilmektedir. Fırınlama önce sırsız, sonra sırlı olmak üzere iki defa yapılır. Fayansın beyaz, renkli ve desenli çeşitleri vardır. (Bkz. Çini ve Çinicilik).
Kendiliğinden Alfa, Beta ve Gamma ışınları yayan radyoaktif cisimlerin, atom numarasının değişmesi ile ilgili “Radyoaktif yer değiştirme kânunu”
İngiliz kimyâcı Frederick Soddy ve Polonya asıllı ABD’li fiziko-kimyâcı Kasimir Fajans tarafından bulunmuştur.
Maddenin en küçük parçasını teşkil eden atom, pozitif yüklü bir çekirdek ve çekirdeğin etrafında hareket eden negatif yüklü elektronlardan meydana gelir.Çekirdek, pozitif yüklü proton ve nötr nötronlardan meydana gelir.Nötr haldeki bir atomun proton sayısına atom numarası; proton ve nötron sayısının toplamına ise, kütle numarası veya atom ağırlığı denir.
Radyoaktif cisimler kendiliğinden çeşitli ışınlar yaydıklarından, atomlarının çekirdekleri, başka çekirdeklere dönüşür.Yayılan bu ışınlar üç çeşittir.Alfa, Beta ve Gamma ışınları.Alfa ışınları artı iki yüklü helyum çekirdeklerinden ibarettir. Beta ışınları elektronlardan, gamma ışınları ise elektromagnetik radyasyonlardan meydana gelir. Beta ışınları da primer ve sekonder olmak üzere ikiye ayrılır.Primer Beta ışını çekirdekte bir nötronun bir protona dönüşmesi sonucu meydana gelir. Sekonder ışınlar ise çekirdek dışından gelir.
Alfa ışınları + yüklerden meydana geldiğinden ve beta radyasyonu da + yüklerin artması şeklinde cereyan ettiğinden, radyoaktif bir atom, alfa ışını neşrederse atom numarası iki azalır, beta ışını neşrederse bir artar. Bu ifâdeye fayans kânunu denir. Buna göre, atom numarasını belirleyen değerler pozitif yüklerdir.
(Bkz. Payton)