FÂRUK KADRİ TİMURTAŞ

Son devrin Türk dil bilgini ve fikir adamı. 26 Şubat 1925 târihinde Kilis’te doğmuştur. Neseben,Kara Timurtaş Paşaya dayanır.İlk ve orta tahsilini Kilis’te, lise tahsilini ise İstanbul Kabataş Lisesinde 1942 yılında tamamlamıştır. 1942-1943 ders yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyât Fakültesine kaydolmuştur.Türkoloji bölümünde On Yedinci Asır Şâirlerinden Edirneli Güftî ve Teşrifâtü’ş-Şuârası adındaki tezini hazırlamış ve 1946 yılının Haziran ayında mezun olmuştur. Şeyhi ve Hüsrev ü Şîrîn’i adlı tezi ile 9 Kasım 1950 târihinde edebiyat doktoru ünvânını almıştır.

28 Aralık 1950 târihinde üniversiteye intisâb eden Fâruk K. Timurtaş, Mayıs 1954’te fakülte tarafından Fransa’ya gönderilmiş, iki yılı aşkın bir zaman dil sâhasında araştırmalar yapmış, Fransızcasını mükemmelleştirmiş ve Phonétique Enstitüsünden sertifika almıştır.

Ekim 1956’da yurda dönen Fâruk Timurtaş,Haziran 1957-Ekim 1958 târihleri arasında vatanî vazifesini Sarıkamış’ta yedeksubay olarak yapmış; akabinde Şeyhî ve Çağdaşlarının Eserleri Üzerinde Gramer Araştırmaları adlı doçentlik tezini sunmuş, imtihanlarını başararak doçent olmuştur.

9 Mart 1960 târihinde evlenen Timurtaş, 1965 Şubat ve Mart aylarında Londra Üniversitesi Şark Dilleri Mektebinin dâvetlisi olarak İngiltere’ye gitmiştir. 1966 yılının ŞubatındanAğustosuna kadar altı aya yakın bir süre tekrar İngiltere’de bulunan Timurtaş, bu zaman zarfında Münih, Frankfurt, Paris,Amsterdam,Viyana, Roma ve Venedik gibi Avrupa’nın belli başlı şehirlerinde meslekî araştırmalar yapmış, 17 Nisan 1967 tarihinde profesörlüğe yükseltilmiştir.

1976 Mayısında Kıbrıs Türk Federe Devletinin dâveti üzerine Kıbrıs’a gitmiş ve konferanslar vermiştir. Bundan başka 1976 yılının sonbaharında Yugoslavya gezisine çıkmış,Türk Dili ve Edebiyatı üzerine konuşmaları olmuş ve konferanslar vermiş; Prizren, Priştine, Üsküp, Saraybosna ve Belgrad gibi eski Osmanlı şehirlerinde mesleği sâhasında araştırmalar yapmış, Sofya’ya uğrayarak Türkoloji öğretim üyeleriyle fikir alış verişinde bulunmuştur.

Fâruk K. Timurtaş, devrinin ilim meclislerinde yer almış, Arapça ve Farsça dersler görmüştür. Onun yetişmesinde muhîtinin ve hocalarının mühim tesiri vardır. Daha lise yıllarında başta Fâruk Nâfiz olmak üzere Hıfzı Tevfik Gönensoy ve Nihad Sâmî Banarlı’dan dersler almıştır. Üniversite yıllarında ise İbnü’l-Emin Mahmûd Kemâl, İsmâil Hâmî Danişmend, M. Şekip Tunç, Ali Fuâd Başgil, Hilmi Ziyâ Ülken, Ziyâeddîn Fahrî, Mükrimin Halil gibi zatların çevresinde bulunmuştur.

Ömrünü Türk Dili ve edebiyâtına vakfeden,Türkoloji sâhasının bu büyük bilgini, hayatı boyunca talebe yetiştirmiştir. 25 Ocak 1982 târihinde beyin kanaması geçirmesi üzerine hastahâneye kaldırılmış ve 4 Temmuz 1982 (12 Ramazan 1402) tarihinde vefat etmiştir.Kabri Edirnekapı Sakızağacı Şehitliğindedir.

Türk milletinin her sâhada üstün bir millet olması için çalışan Prof. Dr. Fâruk K. Timurtaş, bilhassa eğitim ve öğretim üzerinde çok durmuştur. En büyük arzusu talebe yetiştirmek olan Timurtaş; kendi fakültesinden başka Gazetecilik Enstitüsünde, Yüksek Öğretmen Okulunda Türk Musîkîsi Konservatuarında da dersler vermiş ve bu yönden Türk ilim ve irfanına hizmette bulunmaya çalışmıştır.

Eserlerinden de anlaşılacağı gibi, yalnız sâhasının adamı olarak kalmamış,Türk milletinin çeşitli meseleleri üzerine de parmak basmıştır. Matbûâtla alâkasını kesmeyen Prof. Dr. Fâruk K. Timurtaş, çeşitli gazete ve dergilerde yazılar yazmıştır.Ayrıca Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsünün kurucuları arasında yer almış ve Kültür Bakanlığının komisyonlarında çeşitli hizmetlerde bulunmuştur.

Muallimler Birliği Başkanıyken ikinci defa ve son olarak Dil Kongresinin yapılmasını temin etmiş,Türkçenin düştüğü durumları ele almış ve ilmî yolun dışında dile olan uydurma müdâhalelere karşı çıkmıştır.Ona göre dilin sâdeleşmesi normaldir. Fakat bu, dilin kendi tabiî gelişmesi içinde cereyân etmelidir. Uydurmacılık, ilim tanımayan yıkıcılıktan başka bir şey değildir.Aşırı tasfiyeciliğe giderek gramer kâidesi tanımayan bu hareket, dil kânunlarına aykırı olduğu gibi Türkçenin yozlaşması demektir. Fâruk K. Timurtaş, Türk dilinin, ilmin önderliğinde gelişmesini ve zenginleşmesini müdâfaa eden bir ilim adamıdır.O, Türkçenin müdâfii olan diğer bütün arkadaşları gibi, bu fikirlere karşı olan kimseler tarafından,Türk Dil Kurumundan çıkarılmıştır.

Ders kitaplarının yanında, eserlerinin ekseriyeti dille ilgili olup,onun Türkdili hakkındaki araştırmalarını, fikirlerini ve mücâdelelerini geniş olarak ihtivâ etmektedir. Bilhassa; Türkçemiz ve Uydurmacılık,Yeni Kelimeler Sözlüğü,Dil Dâvâsı ve Ziyâ Gökalp, Dil Dâvâsı adlı kitapları,Türçenin kurtarılması için gayretlerini göstermektedir. Türkçe için; “Dil meselesi bir millî müdâfaa meselesidir. Dilimizi korumak, vatanı korumakla birdir. Çünkü dil de vatan kadar, târih kadar, gelenek ve töre kadar azizdir. Belki de hepsinin ifâdesi, onda olduğu için hepsinden öndedir. Dil olmayınca millet olmaz, milliyet olmaz.” diyen Prof. Dr. Fâruk K. Timurtaş, dil meseleleri dışında umumî kültür, memleket ve edebiyatla ilgili yazılar da yazmıştır.

Şâirliği de bir başka tarafıdır. Şiirlerinde, eserlerinde olduğu gibi dâimâ Türk milletini ve değerlerini işlemiş, kaybedilen toprakların ve târihin hasretini çekmiş ve dile getirmiştir.Vezin olarak, serbest, hece ve aruzu kullanmıştır. Bilhassa 1948-1949 yıllarında yazdığı şiirlerde millî ve insânî duygularla dolu bir ruhun çağladığı görülür.

Eserleri:

Altmış’ın üstünde ilmî makalesi, ona yakın tebliği, otuza yakın araştırma ve incelemesi bulunan Prof. Dr. Fâruk Kadri Timurtaş’ın eserleri de büyük bir yekûn tutmaktadır. Bunlar:

Mehmet Akif ve Cemiyetimiz(1962), Ali Şir Nevâî’nin Türk Diline Hizmetleri (1962), Osmanlıca (1962),Şeyhî’nin Hüsrev ü Şîrini (1963), Osmanlıca Grameri (1964), Dil Dâvâsı ve Ziya Gökalp (1965), Şeyhî-Hayatı ve Eserleri, Eserlerinden Seçmeler (1968), Mevlid (1970), Peyami Safâ’dan Seçmeler/Ergün Göze ile birlikte (1976), Şeyhî’nin Harnâmesi (1971), Yûnus Emre Dîvânı (1972), Millî Üniversite ve Reform (1972), Yeni Osmanlıca Metinler (1972), Klâsik ve Eski Osmanlı Türkçesi Metinleri (1974), Osmanlı Türkçesine Giriş (1972), TürkDili/Prof. Dr.Muharrem Ergin ve Prof. Dr.Mehmed Kaplan ile birlikte (1977), Eski Türkiye Türkçesi, XV. Yüzyıl (1981), Türkçemiz ve Uydurmacılık (1977), Osmanlı Türkçesi ve Grameri III (1979), Uydurma Olan ve OlmayanYeni Kelimeler Sözlüğü (1979), Târih İçinde Türk Edebiyatı (1981), Dil Dâvâsı, Burhan Bozgeyik’le Mülâkat (1981)tır.

Aşağıdaki beyitler onun “Efendimiz” redifli nâtındandır:

Nûrun ki etti âlemi rakşân Efendimiz,

Yoktur cihânda zulmete imkân Efendimiz.

...............................

 

Ma’zûr tut bu âcizi kim cür’et eyledi,

Zerreyken oldu şemse senâhân Efendimiz.

..................................

 

Dürr-i yetîmsin ki sana Mustafâ denir,

Ey on sekiz bin âleme sultân Efendimiz.

...................................

 

Gamzen o dem ki erdi kamer pâre pâredir,

Tutmuş onun da gönlünü hicrân Efendimiz.

.....................................

 

Nâz uykusundan aldı götürmek için seni,

Cibrîl bu dâvet ile bulup cân Efendimiz.

.......................................

 

Senden şefâat isteyi FÂRÛK geldi kim,

Gözyaşlarında derdi nümâyân Efendimiz.

FÂRÛKÎLER

Hindistan’da Gucerât bölgesinin batısındaki Handeş ülkesinde 1399-1601 yılları arasında iki yüz yıl hüküm süren hânedân. Bu sebeple Handeş Devleti olarak da bilinir. Devletin kurucuları kendilerinin ikinci İslâm halîfesi  hazret-i Ömer-ül Fârûk’un torunları olduğunu söyledikleri için “Fârûkîler” denilmektedir.

Hânedânın kurucusu Melik Râcî, önceleri Behmenîlerin hizmetinde bulunuyordu. Daha sonra Dehli Sultânı Üçüncü Fîrûz Şahın hizmetine girdi ve onun tarafından kuzey Dekken’de Handeş bölgesine vâli tâyin edildi. Tuğlukîlerin çöküş yıllarında ise istiklâlini îlân etti. Melik Râcî’nin ölümü üzerine yerine geçen oğlu Nâsır Han, Hinduların elinde bulunan Asirgarh şehrini zabtetti. Daha sonra buranın yakınında Burhanpur adı ile yeni bir şehir kurdu ve devlet merkezini de buraya taşıdı. 1437’de Behmenîlerin istilâsına uğrayan Handeş Devleti, birinci Âdil Han ve Birinci Mübârek Han devirlerinde Gücerât Sultanlığının nüfûzu altına girdi.

İkinci ÂdilHan (1457-1503) döneminde Fârûkîler en parlak devrini yaşadılar. Doğuda Gondvana ve Çarkand’ı fetheden Melik Âdil, ülkede refahı sağladı. Ancak bu hükümdârın ölümü ile yerine geçen halefleri döneminde Handeş, Bâbürlüler ve Nizamşahların müdâhaleleri ile sıkıntılı günler geçirdi. Nitekim 1597 senesinde devletin başına geçen Bahâdır Han Fârûkî, o devirde saltanat süren İslâm düşmanı Bâbürlü Ekber Şah ile karşı karşıya gelerek çok zor duruma düştü. Bâbürlü kuvvetlerine karşı yaptığı muhârebeyi kaybederekAsirgarh Kalesine çekildi. Bütün toprakları Ekber Şahın eline geçti. 11 ay süren muhâsaradan sonra Asirgarh Kalesi zaptedilirken,Bahadır Şah da yakalandı (1601). Böylece bölgede Fârûkîler hâkimiyeti son buldu. Bahadır Şah, 1623 târihinde hapiste vefât etti.

Fârûkî (Handeş) Sultanları Tahta Geçişleri

1.MelikRâcî Fârûkî

1370

 2. Nâsır Han

1399

 3.Âdil Han-I

1437

 4. Mübârek Han-I

1441

 5.Âdil Han-II

1457

 6. Dâvud Han

 1503

 7.Gaznî Han

1510

 8. Âlem Han

 1510

 9. Âdil Han-III

 1510

10.Miran Muhammed-I

1520

11.Ahmed Şah

1537

12.Mübârek Şah-II

1537

13.MiranMuhammed-II

1566

14.Hasan Şah

1576

15. Râcî Ali Han

1577

16. Bahadır Şah

1597-1601

FARZ

Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmde yapılmasını açıkça emrettiği şeyler, yâni emirler. Bu emirler Kur’ân-ı kerîmde kat’î delille, yâni açıkça bildirilmiş ve sözbirliğiyle anlaşılmışlardır. Emirlerin hem inanılması, hem de yapılması îcâb eder. Bunlara inanmayan İslâmiyetten çıkar.İnanıp da yapmayan günahkâr, yâni suçlu, kabahatli olur.

İslâm dîninin bildirdiği ibâdetlerde hiçbir değişiklik yapılamaz. Farzlar,Allahü teâlânın emrettiği değişmez, kesin esaslardır. Zamanla da kaldırılamaz. Bunlar, zamanla değişen cemiyetin kurallarına, örf ve âdetlerine göre değişmez. Îmânı, farzları ve haramları öğrenmek ve bilmek farzdır. 33 Farz ve 54 Farz meşhurdur. Bunlardan dördü esas olup, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek ve haccetmektir. Îmân ile berâber bu dört farz İslâmın şartıdır.Îmân edip de ibâdet edene, yâni bu dört farzı yapana “Müslüman”veya “müslim” denir. Dördünü birden yapıp da, haramlardan kaçınan tam Müslümândır. Bunlardan biri, bozuk olur veya hiç olmazsa, Müslümanlık bozuk olur. Dördünü de yapmayan mümin olsa da, Müslümanlığı tam değildir. Böyle îmân, insanı yalnız dünyâda korursa da, âhirete îmânla gitmek güç olur.

Farzlar ikiye ayrılır: Farz-ı ayn: Akıllı ve bâlig olan yâni dînin emir ve yasaklarından sorumlu olacağı yaşa gelen her Müslümanın, bizzât kendisinin yapması îcâb eden farzlara denir. Başkalarının yapmaları ile sorumluluğundan kurtulamayacağı emirlerdir. Namaz kılmak, oruç tutmak gibi emirler böyledir.

Farz-ı kifâye: Müslümanlardan birinin veya birkaçının yapmasıyle, diğerlerinin borçtan kurtulduğu farzdır.Cenâze namazı kılmak böyledir. Bir kişi kıldığı zaman, diğerleri farzı yapmak borcundan kurtulur. Düşmanlara karşı vatanı ve dîni korumak, onlardan üstün olmak için her türlü fen vâsıtalarını yapmak farz-ı kifâyedir. Kur’ân-ı kerîm dinlemek, cihâda gitmek de aynıdır.İnsanlara faydalı meslekler farz-ı kifâyedir.

Farzları zamânında eksiksiz yerine getirene Allahü teâlâ Cennet’i vâdetmektedir.Özürsüz terkedenler, yâni yapmayanlara cezâsı ise çok ağırdır. Bunların muhakkak cezâlandırılacağı, Kur’ân-ı kerîmin çeşitli âyetlerinde bildirilmektedir. Allahü teâlâ, insana sıhhat, âfiyet, akıllara durgunluk veren bir dünyâ nizâmı, bir gülşen sarayı vermesine karşılık, onlardan kulluk etmelerini, emirlerini yerine getirmelerini istemektedir. Âmirin verdiği emrin yerine getirilmemesinde, cezâ ile karşı karşıya kalınacağını herkes bilir. Herkesin mutlak âmiri,Allahü teâlâdır.

Bir Müslümânın öğrenmesi ve yapması lâzım gelen farzlar, ilmihâl kitaplarında geniş olarak açıklanmaktadır. Farz; farz-ı dâim, farz-ı ayn, farz-ı kifâye olarak da sınıflandırılır.Meselâ îmân etmek farz-ı dâimdir.

FAS

DEVLETİN ADI

 Fas Krallığı

BAŞŞEHRİ

 Rabat

NÜFUSU

 26.250.000

YÜZÖLÇÜMÜ

 458.730

RESMİ DİLİ

 Arapça

DÎNİ

 İslâmiyet

PARA BİRİMİ

 Dirhem

Kuzeybatı Afrika’da, doğu ve güneyinde Cezayir, güneyde İspanya Batı Afrikası, kuzeyde Akdeniz, batıda ise Atlas Okyanusu ile çevrili, krallıkla yönetilen bir ülke.

Târihi

Yapılan araştırmalar, çok eski çağlardan beri Fas’ta insanların yaşadığını göstermiştir. Mağaralarda ve arkeolojik kazılarda bulunan çeşitli eşyâ ve taşlar üzerine çizilmiş olan resimler, bu iddianın delilleridir. M.Ö. 2000 yıllarından îtibâren Berberiler ülkeye gelerek yerleşmişlerdir. Daha sonraları M.Ö. 2. yüzyıldan îtibâren de Akdeniz’in denizci ve deniz ticâretinin önde gelenlerinden Fenikeliler, Fas’a gelerek burada ticârî koloniler kurmuşlardır. İlerleyen târih çağlarında gelişen devletlerden Kartacalılar Fenikelileri, Romalılar ise Kartacalıları yapılan savaşlar sonucunda yenerek, ülkeye hâkim olmuşlardır.

Mîlâdın ilk yüzyılında İspanya’dan gelen Vandallar zayıflayan Romalıları yenerek ülke üzerinde yeni bir hâkimiyet tesis etmişlerdi. Yedinci yüzyıldan îtibâren İslâmiyeti bütün dünyâya yaymaya çalışan Müslüman Araplar, o zamanın şartlarında sâdece cihâd, yâni Allahü teâlânın dînini yaymak için geldikleri bu ülkede İslâmiyeti yaymışlar ve bu ülkeye yerleşmişlerdir. Müslümanlar burada da kalmayıp İspanya’ya geçmişlerdir. Sekizinci yüzyılda Fas’ta ilk Müslüman hükümdar hânedanlığı Sultan Birinci İdris tarafından kuruldu. Daha sonra başa geçen Sultan İkinci İdris Fes şehrini kurdurarak, burasının önemli bir İslâm kültür merkezi hâline gelmesini temin etti. Burada ilk İslâm üniversitesi olan Keyruvan Üniversitesi kuruldu. On birinci yüzyılda Büyük Fas devleti olan ülkenin toprakları, doğuda Tunus dahil olmak üzere, kuzeyde İspanya’yı da hükümdarlığı altında bulunduracak şekilde genişlemişti. Bu zamanda ülke başşehri Merakeş oldu. Birkaç asır varlığını muhafaza eden devlet, daha sonraları zayıflayarak gücünü kaybetti. Bu zayıflamanın neticesinde sınırları her geçen gün daralmaya başladı ve nihayet Portekiz ve İspanyol istilasına uğradı. Daha sonra yapılan savaşlarla on altıncı yüzyılda ülke Portekiz ve İspanyol işgalinden kurtulmuş, on dokuzuncu asra kadar varlığını devam ettirebilmiştir.

Fransa, sömürgeleri arasına katmak için 1830’da Cezayir’i işgal etti. Buradan Fas’ı da sömürge yapmak gayreti içerisine girdi. Bunun yanında İngiltere, İspanya ve Almanya da Fas’ı sömürge yapmak isteyen Avrupa ülkelerinin başında geliyordu. Bu gayret ve çabaları sonunda 1912 senesinde ülkenin kuzeyini İspanyollar, kalan büyük kısmını ise Fransızlar işgal etti. Sömürge hâline gelen Fas, İkinci Dünyâ Savaşında müttefik ordularının önemli bir askerî üssü olarak kullanıldı. Bu savaş yıllarında Amerika Atlas Okyanusu kıyılarında ülkeye çıkartma yaptı. İkinci Dünyâ Savaşı sonunda diğer sömürge ülkelerinde olduğu gibi Fas’ta da bağımsızlık için sömürgecilere karşı mücâdele cephesi meydana getirildi. Bu mücâdele, kurulan “İstiklâl Partisi” ile hız kazandı. İstiklal partisinin ve dolayısiyle bağımsızlık mücâdelesinin en ileri geleni olan Sultan Beşinci Muhammed 1953 senesinde Fransızlar tarafından sürgüne gönderildi. Fransızların Fas’taki bağımsızlık mücâdelesini kırmak için yaptıkları bu davranış, ülke halkı ile Fransızlar arasında iki sene devam eden kanlı bir iç savaşa sebep oldu. Savaş, Sultan Beşinci Muhammed’in serbest bırakılıp, tahta çıkması ile son buldu.

1956 senesinde Fas bağımsızlığını bütün dünyâya ilân etti. Bir sene sonra ise Fas’ın emirlik olduğu ve Sultan Beşinci Muhammed’in emir ünvanını aldığı duyuruldu. Yapılan çeşitli çalışmalar neticesinde İspanya ülkenin işgal altında tuttuğu kuzey bölgelerini terketmek zorunda kaldı. 1969 senesinde Atlas Okyanusu sâhillerindeki İfni Üssünü de Fas’a bırakmasıyla ülke bugünkü sınırlarına sâhib oldu.

Fizikî Yapı

Yüzölçümü 458.730 km2 olan ülkenin, fizikî yapı olarak en dikkat çekici özelliği sıradağlarıdır. Dört tâne olan bu dağ silsileleri, birbirlerinden vâdilerle ayrılırlar.

Rif Sıradağları ülkenin en kuzeyinde olanıdır. Akdeniz kıyılarına paralel olarak Cebelitarık Boğazının doğu bölümünden başlar. Doğuya doğru ilerler. Bu dağ silsilesinin en yüksek noktası Tidiguin Dağı olup, 2453 m’dir. Rif Dağlarının ülke içerisinde kalan doğu ucunun güneyinden başlayıp, kuzey-doğu, güney-batı istikametinde yer alan sıradağlar Orta Atlaslar ismini alır. Rif Sıradağları ile Orta Atlas Sıradağları birbirlerinden Taza Vâdisi ile ayrılırlar. Bu vâdi batı kesimlerde Rif Dağları ile Yukarı Atlas Sıradağları arasında da bir geçiş bölgesidir. Orta Atlaslar, Rif Sıradağlarına göre genel olarak biraz daha yüksektirler. En yüksek noktası 3000 m civârındadır. Yukarı Atlaslar ülkenin en uzun sıradağlarıdır. Atlas Okyanusunun Agadir kıyılarından başlayan sıradağlar, güney-batı, kuzey-doğu istikâmetinde ülkenin ortak kısımlarındaki Orta Atlas Sıradağlarının hizâsına gelince, bir dirsekle batı-doğu istikâmetine yönelir. Yukarı Atlas Sıradağları en önemli geçidi olan Telouet Geçidi ile âdeta ikiye ayrılır. Batıdan doğuya doğru gittikçe alçalan bir süreklilik gösterir. En yüksek noktası, aynı zamanda ülkenin de en yüksek noktası olan batı kısmındaki Toubkal Dağı olup, 4165 m yüksekliğe sâhiptir. Ülkede bulunan sıradağların sonuncusu ve en güneyde olanı Anti Atlas Sıradağlarıdır. Bu sıradağlar da güney-batı kuzey-doğu istikâmetinde batıdan doğuya doğru gittikçe yükselen bir özellik arzeder. Doğu kesimlerinde 3000 m yüksekliğe kadar eriştiği görülür. Atlas kıyılarında iyice alçalır. Ovalık kesimleri 500 km olan Akdeniz ve 1100 km olan Atlas Okyanusu kıyıları boyunca çok dar bir şerit hâlinde bulunur. Bu ovaların en önemlileri Atlas Okyanusu kıyılarındaki Tensift, Oum er-Rabia ovalarıdır. Ayrıca Bou Begreg ve Udian da önemli ovalardandır.

Fas, akarsu bakımından oldukça zengindir. Bu zenginlik sayı bakımındandır. Çünkü ülke zirâati için çok büyük önem taşıyan bu akarsular, su bakımından oldukça düzensizdir. Yağış mevsimlerinde debileri oldukça artan sular, kurak mevsimlerde azalır. Akarsular genellikle Atlas Dağlarından doğar. Önemli akarsuları Atlas Okyanusuna dökülür. Fakat ülkenin en uzun ve dolayısıyla en kayda değer akarsuyu olan Muluya Irmağı Akdeniz’e dökülür. Bundan başka Akdeniz’e dökülen akarsular genellikle kıyılara yakın yerlerden, özellikle Rif Sıradağlarından doğan kısa akarsulardır. Muluya Irmağı ise Fas’ın ortasından doğup, Yukarı ve Orta Atlas Sıradağlarını geçtikten sonra Akdeniz’e dökülür. Atlas Okyanusuna dökülen en önemli akarsular ise Sebou, Behl, Bou Begreg, Ouem er, Rabia, Tensift ve Sous ırmaklarıdır. Vad Draa Irmağı Atlas Sıradağlarının çok içlerinden doğup, senenin uzun zamanlarında okyanusa ulaşamayan bir akarsudur. Önemli derecede bir büyüklüğe sâhib olan gölü olmamakla berâber, Fas’ta yaygın olan baraj gölleri vardır.

İklim

Ülkede genel olarak üç farklı iklim tipi görülür. Akdeniz kıyılarında hâkim olan bol yağışlıAkdeniz iklimi, Atlas Okyanusu kıyılarında, batı rüzgârlarına açık deniz iklimi görülür. Ülkenin orta kesimleri olan Atlas Dağları ve aralarındaki vâdilerde serin bir iklim hüküm sürerken, özellikle güney-doğu olmak üzere iç kesimlerde çöl iklimi hâkimdir. Ülkenin sıcaklık ortalamaları, kıyılardan iç kesimlere doğru gittikçe artarken, yağış ortalamaları ise azalma gösterir.

Batı rüzgârlarının okyanustan getirdiği yağmur bulutları Atlas Dağlarında yoğunlaştığından, kıyı bölgeleri en çok yağış alan bölgeleridir. Senelik yağış ortalaması 800 mm civârında olan Orta Atlaslarla Akdeniz kıyıları arasındaki kuzey bölge ülkenin yağışı en bol olan yöresidir. En iç bölgelerde ise yağışlar hemen hemen yok denecek kadar azdır. Bu bölgelerde kavurucu sıcaklar ve dolayısıyla sıcak, kuru rüzgârlar devamlıdır. Orta Atlaslardan sonra güneye doğru yağış ortalaması 200 mm civârında bulunur. Ülkede yağışların en bol olduğu mevsim, ekim ile nisan ayları arasıdır.

Tabiî Kaynakları

İklimine paralel olarak bitki örtüsü üç değişik kuşak arz eder. Kıyı boyunca hâkim bitki örtüsü Akdeniz bitkileridir. Orta kısımlardaki yaylalarda stepler hâkim bitki örtüsüdür. Atlas Sıradağlarının güneyinde ise çöl bitkileri görülür. Rif Sıradağlarında iğne yapraklı ağaçlar yükseklere doğru yoğunlaşır. Meşe ağaçları Atlas Okyanusu kıyılarında büyük ormanlar teşkil ederlerken, Orta Atlas Sıradağlarında ormanlar genellikle sedir ağaçlarından meydana gelmiştir. Ormanlar ülke yüzölçümüne oranla fazla bir yer kaplamazlar. Ülkede yabânî hayvanlar, kayda değer derecede yoktur.

Yer üstü kaynaklarına göre, yeraltı kaynakları çok fazladır. Fosfat başta olmak üzere, manganez, kobalt, demir ve gümüş, ülkenin sâhib olduğu en önemli yeraltı zenginlikleridir. Bundan başka antimon, molipten, petrol ve az miktarda kömür mevcuttur. Deniz zenginliklerinden balık çok boldur.

Nüfus ve Sosyal Hayat

26.250.000 civârında olan nüfûsun büyük bir kısmını Araplar ve Berberiler teşkil eder. Ülkenin en eski yerleşik halkı Berberilerdir. Müslümanlar her gittikleri yerde olduğu gibi, insanlara İslâmiyeti yayıp, bütün Müslümanlar kardeştir emri gereğince onlarla kaynaşmışlardır. Bu sebepten Arap dili ve kültürü 12. ve 15. yüzyıllarda yerli halk tarafından benimsenmiştir. Fakat hâlen Berberi kültür ve âdetlerinin devam ettiği yöreler mevcuttur. Buralar genellikle dağlık bölgelerin iç kısımlarıdır. Araplar genellikle Atlas Okyanusu ile Atlas Dağları arasındaki yaylalarda otururlar. Berberiler ise iç bölgelerdeki geniş vâdilerde ve Rif Sıradağlarının çevresinde yerleşmiş vaziyettedir.

Ülkede, bağımsızlığını kazanmadan önceki sömürge yıllarında 350.000 Fransız vardı. Bağımsızlıklarını kazandıktan sonra çoğunluğu Fransa’ya geri döndü. Kalanların sayısı 50 binin altına düşmüştür. Nüfusun hemen hemen hepsi Müslümandır. Bunun yanında Hıristiyan Katolik olan azınlık Fransızlar ile 1948’den önce 200 bin civârında Yahûdî vardı. 1948 senesinde İsrail devletinin kurulmasıyle Yahûdîlerin hemen hemen hepsi Fas’tan İsrail’e göç ettiler. Nüfus, fizikî yapı ve iklim şartlarının yaşamak için en müsâit olduğu Atlas Okyanusunun kıyı ovalarıyla Rif Dağlarının kuzey yamaçlarında ve Atlas Dağlarındaki verimli ve sulanabilen vâdilerde yoğundur. Bu nüfus yoğunluğu iç bölgelere doğru gidildikçe azalmakta, güneydeki çöl bölgelerinde vahalar haricinde sıfıra düşmektedir.

Ülkenin resmî dili Arapçadır. Fakat halkın % 70’i Arapça, % 24’ü Berberice konuşur. Fransızca ve İspanyolca da ülkede konuşulan diller arasında yer alır. Eğitim dili resmi dil olan Arapça olmasının yanında, Fransızca eğitim ve öğretim yapan okullar da oldukça yaygındır.

Nüfûsun % 40’ı şehirlerde, kalanı ise köylerde ve az bir kimse ise göçebe olarak yaşar. Fas’ın en büyük sosyal meselesinden birisi şehirlere olan göçtür. Nüfusu bir milyonu aşan şehirleri, Kazablanka, Fes, Marakeş, Meknes, Oujda, Sofi, Torger ve Tetovan’dır. Başşehri Rabat’tır. Göçebeler, kıl keçisi yününden yapılmış çadırlarda yaşarlar. Köylerdeki ev tipi, saman çatılı, tahtadan yapılı yuvarlak veya kerpiç evlerdir. Halkın başlıca besin maddesi ekmek, kuskus ve ettir.

Fransızlar zamanında önem verilmeyen eğitime bağımsızlıktan sonra çok önem verilmiştir. İlk ve ortaokul sayıları arttırılırken, ilköğretim parasız ve mecbûrî tutulmuştur. Ülkedeki üniversite sayısı üçtür. Bunlardan Fes’te bulunan Keyruvan İslâm Üniversitesi, dünyâda kurulan ilk üniversitedir.

Fas kültürünün en tipik özelliği “suk” denilen pazar yerleridir. Dar ve kıvrımlı sokaklara sâhib olan şehirlerde bu caddeler suk denilen pazar yerlerine açılır. Modern şehirlere de sâhib olan ülkenin en büyük ve en modern şehri olan Kazablanka 1908’de Fransızlar tarafından kurulmuş Avrupai bir şehirdir. Marakeş dokuzuncu yüzyılda kurulmuş olan İslâm kültür ve sanatının önemli bir merkezidir. Sarayları, câmileri ve kalesi ile meşhurdur. Buradaki Huttubiye Câmii dünyaca tanınmıştır.

Siyâsî Hayat

Fas, meşruti monarşi ile idare edilir. Ülke idârî bakımdan 16 eyalet ile 2 vâliliğe bölünmüştür. 1970 senesinde halk oyuyla kabul edilen anayasaya göre, yasama kurumu sâdece millet meclisinden meydana gelen parlamentodur. Seçimle gelen meclisin yetkileri sınırlıdır. Kral (melik) istemediği kânunları veto hakkına sâhiptir. Yürütme kurumu başbakan ve bakanlar kuruludur. Bunların tayini, emir tarafından yapılmaktadır. 1971 senesinde, Kral İkinci Hasan’a karşı başarısız bir darbe teşebbüsünde bulunuldu. Bundan sonra anayasada bâzı değişiklikler yapılarak halk oyuna sunuldu ve kabul edildi. 1971 anayasa değişikliğinden önce yürütme kurumunun başı kral idi. Bundan sonra bir başbakan tarafından idâre edilmesi kabul edildi.

Ekonomi

Tarım: Fas ekonomisinin temelini zirâat teşkil etmektedir. Yeni yeni modernleşmeye başlayan zirâatin yanısıra, ikinci derecede önem taşıyan ekonomik saha hayvancılıktır. Bunları sırasıyla madencilik ve sanâyi tâkip eder. Tarım ürünlerinin başında, buğday, mısır, arpa, üzüm, hurma, fıstık; turunçgiller, patates, zeytin ve sebze gelir. Tütün ve pamuk ekimi oldukça azdır. Modern zirâat usûllerinin kullanılması yeni olduğu için üretilen ürünler ülke ihtiyacını ancak karşılayabilmektedir. İhraç edebildiği tarım ürünlerinin başlıcaları turunçgiller ve turfanda sebzedir.

Hayvancılık: Büyükbaş, küçükbaş ve kümes hayvancılığı olarak yaygın bir şekilde yapılır. Yarış atlarının yetiştirilmesinde dünyâca meşhur bir ülkedir. Soğuk hava depoları ve kombinaları yetersiz olduğundan, hayvan ihracatını canlı hayvan olarak gerçekleştirmektedir. Yumurta ihracâtı mühim seviyede olup, hayvan ürünleri arasında önemli yer tutar. Balıkçılık yan tesisleriyle beraber ekonomide her geçen gün değer kazanmaktadır. Özellikle Safi ve Kazablanka limanlarında yapılan balıkçılık ve buralardaki konserve tesisleri yeterli seviyededir. Sardalya konservesi ihrâcı büyük miktardadır.

Endüstri: Orman ürünlerinden sedir ve meşe keresteleri elde edilir. Ayrıca mantar üretimi, ormanların ekonomiye olan mühim katkılarındandır. Mâdenlerden fosfat üretiminde dünyâ üçüncüsüdür. Manganez ve diğer mâdenler işletilmektedir. Son zamanlarda, genellikle ham olarak ihraç ettikleri mâdenleri işleyecek sanâyii tesis etmişlerdir. Az miktarda çıkarılan petrol, ülke ihtiyâcını ancak karşılamaktadır. Hidroelektrik santralleri oldukça çoktur. Kullanılan enerjinin dörtte üçü bu şekilde karşılanır. Petrol rafinerileri kendi ihtiyacını karşılayacak seviyededir. Besin (yağ ve konserve) ve kimyâ sanâyii büyük gelişmeler içerisindedir. Halk arasında dericilik ve küçük el sanatları oldukça yaygındır.

İhracât her tonajda gemilerin yanaşmasına müsait olan Kazablanka ve Tanca limanlarından yapılır.

FAS (Free Alongside Ship)

Dış ticârette kullanılan bir terim. “Free Alongside Ship” kelimelerinin baş harflerinden meydana gelmiştir. Sözlük anlamı “rıhtımda teslim” demektir. Satış fiyâtına, mal bedeliyle malların rıhtımda gemi bordasına (vincin altına) yerleştirilinceye kadar yapılan masraflar dâhildir.

FASÎH AHMEDDEDE

On yedinci asır divan şâirlerinden. İstanbul’da doğdu. Doğum târihi belli değildir. Dukakinzâde ismiyle meşhur oldu. Hayatı hakkında fazla bir bilgi yoktur. Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşanın hazine kâtipliğini yaptı. Mevlevî tarikatına girerek Galata Dergâhı Şeyhi Gavsi Efendiye bağlandı. 1699 senesinde vefât etti. Mezarı Galata Mevlevîhânesindedir. Nihâdî Muhammed Efendi:

Cilve-gâh ola Fasîh’e gülşen-i Dâru’n-Naîm

mısraıyle vefâtına târih düşürmüştür. Ayrıca Şahin Giray’ın:

Göçdi bekâ mülküne Derviş-i Fasîh-i Mevlevî

târihi yazılı mezar taşı da, diğer taşın yanına dikilmiştir. Bu yüzden Ahmed Dede’nin iki mezar taşı vardır.

Ahmed Dede, aynı zamanda devrinin tanınmış hattatlarından olup, ta’lik yazı türünde ustaydı. Minyatür yapmakta da oldukça başarılıydı. Duygu bakımından ince, üslûp yönünden ise tutarlı olan şiirlerinde hattatlığının ve minyatür ustalığının büyük tesirleri görülür.

Ahmed Dede’nin yazdığı eserlerden bâzıları şunlardır:

1) Dîvân: Arapça, Farsça ve Türkçe olmak üzere üç dilde yazılmıştır. Topkapı Sarayı Kütüphanesi Yazmalar Kısmı, numara 141’de kayıtlıdır. 2) Münâzara-i Gül ü Mül, 3) Münâzara-i Şeb u Rûz, 4) Hüsrev ü Şirin, 5) Mahmud u Ayaz, 6) Behişt-âbâd, 7) Tümbekünâme, 8) Fasih Dede Mecmuası.

Dîvân’ından bir örnek:

Gazel

Gülşenün sensüz gülü sûzende ahkerdür bana

Lâlenün her berki hûn-âlûd hançerdür bana

 

Rişte-i dil oldı çün biguste-ı dest-i sitem

Dîdeden rîzân olanlar dürr ü gevherdür bana

 

Lâle-zâr-ı ışk eden sahn-ı fezâ-yı sînemi

Gülistân-ârâ-yı behçet bir gül-i terdür bana

Açıklaması: Gül bahçesinin gülü, sensiz olunca bana ateş parçası gelir; lâlenin her yaprağı kanlı bir hançer gibi görünür. Gönül ipliği, sitem elinin avucunda hep bükülüp durduğu için, bu ipliğe takılmak üzere gözlerden akıp giden inci ve mercandır. Sinemi bir lâle bahçesi hâline getirip onu güllerle süsleyen, bu yeni yetişmiş güzel bir güldür.

FASULYE (Phaseolus vulgaris)

Alm.Gartenbohne (f), Fr. Haricot (m), İng. Bean. Familyası: Baklagiller (Leguminosae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Yerli değildir.Sebze olarak yurdumuzun hemen her yerinde yetiştirilir.

Tropikal ve subtropikal bölgelerde yetişen eski ve önemli bir sebze.Vatanı Güney Amerika’dır.Amerika’da yetişen 200 kadar türü vardır. Bütün dünyâya yayılmış olup, sebze olarak yetiştirilmektedir. Fasulye, tırmanıcı ve bir yıllık bir bitkidir.Yaprakları üçlüdür.Çiçekleri ve meyvesi bezelyeninki gibidir. Fasulye, sırık fasulyesi ve bodur fasulye olmak üzere başlıca iki gruba ayrılır.Sırık fasulyesinin çalı, boncuk, barbunya; bodur fasulyesinin ise, yer fasulyesi ve ferasetsiz fasulye gibi çeşitleri vardır. Bu çeşitler kısaca açıklanırsa:

Çalı fasulyesi; tohumu beyaz, körpesi kılçıksız, makbul ve lezzetlidir. Boncuk fasulyesi; tohumu bej renginde, yuvarlak veya oval kılçıksızdır. Barbunya fasulyesi; daha çok kuru olarak yenir.Tohumları kırmızı beneklidir. Ferasetsiz fasulye; yalnız yeşili makbuldür, kılçıksızdır.Kuru fasulye olarak yenen çeşitleri barbunya, şeker fasulyesi, selanik fasulyesi, börülcedir. Soya fasulyesi;Çin ve Japonya’da geniş tarımı yapılan, besin değeri bakımından yüksek olan bir bitkidir. Soya fasulyesi protein ve yağ bakımından zengindir. B-E vitaminleri vardır.Kavrulmuş tâneleri kahve lezzetindedir.

Fasulye hemen her yerde yetişirse de killi, kumlu, nemli toprakları çok sever.Ilık yerlerde çok iyi yetişen fasulye, kışı 3-4°C den aşağı olmayan yerlerde sonbaharda ekilir. Ürünü ilkbaharda ve yazın alınır.Soğuk yörelerde ise dikim mevsimi şubattır. Bizde bilhassa Akdeniz bölgesinde seralarda yetiştirilen fasulyelerin ürünü ilkbaharın başında alınabilmektedir.Aynı topraktan senede iki defa ürün alınabilir.

Fasulyenin dikimi sıra usûlüyle yapılır. Birer metre arayla açılan ocaklara 4-5 tohum atılır. Sürgünler çıkmaya başlayınca, ocakların hemen yanına sırıklar dikilerek bitkinin bunlara sarılması sağlanır.

Kullanıldığı yerler: En besleyici sebzelerden biridir. Proteince zengin ve lezzetli bir sebzedir.Kuru fasulye % 25 protein, % 55 karbonhidrat, % 4 selüloz, % 2 yağ, % 10 su ve % 4 diğer maddeler ihtiva eder.

FAŞİNG

(Bkz. Karnaval)

FAŞİZM

Alm. Faschismus (m), Fr. Fascisme (m), İng. Fascism. Demokratik idârelerde sosyal sınıfların dengesinin bozulmasında, orta sınıflar arasındaki dayanışmaya dayanan bir dikta rejimi. Faşizm kelimesinin aslı Lâtince olup, “demet” mânâsına gelen fasces kelimesinden gelir. Kelime İtalyancaya fascio’dan türetilmiştir. Kelime anlamı olarak, eski Roma devrinde imparatorun arkasında yürüyen iki cellatın bir sopa demetinden yaptıkları “balta ve sopalar”dır. Mecazî anlamı ise “birlik ve kuvvet” sembolüdür.

Günümüzde faşizm, totaliter bir otorite rejimi olarak tanınmaktadır. Devlet idâresinde “diktatörlük” anlamını taşıyan bir kavram olmuştur. Faşizm, 1942-1945 yıllarında İtalya’da Benito Mussolini tarafından kurulan rejimde geniş bir uygulama alanı bulmuştur. Bu rejim, sosyalizme ve özellikle marksizme karşı bir tepki olarak doğmuştur. Ancak bâzı müellifler faşizm kökünü 19. yüzyıl başlarına kadar indirmektedirler. Bunlar; Fransız İhtilâli ile başlamış, solcu radikal hareketlere eski hâkim sınıfların gösterdikleri mukâvemeti de faşizm kelimesinin mânâsı içine almışlardır.

Faşizm, önceleri belli bir doktrinden tamâmen mahrum bir hareket olarak ortaya çıkmıştır.İktidârı ele geçirdikten sonra da, uzun yıllar bu fikir ve doktrin yoksulluğu devam etmiştir. Daha sonraları Mussolini’nin, faşizmi bir doktrin üzerine oturtmak istediği görülmüştür. Mussolini’nin faşizmde devlet görüşü ve anlayışı şu tek cümlede özetlenmiştir:“Devlete karşı hiçbir şey olmaz. Devletin dışında hiçbir şey olmaz.” Demokrasi kâidelerine aykırı bir sistem olan faşizmin esâsını devletçilik anlayışı teşkil etmektedir. Devletin üstünde hiçbir kuvvet yoktur.İnsan ve hakları devlet içinde bulundukça önem taşır.

Felsefî görüş olarak Georges Sorep’in şiddet doktrininden ve milliyetçilik görüşü olarak da Charles Mourros ve D’annunzio’nun fikirlerinden etkilenen faşizmin, din ve ahlâka değer vermesi, nüfus çoğalmasına çalışması, dışa göçün kısıtlanması, aşırı silahlanmaya önem vermesi ve millî ekonomi gibi prensipleri vardır. Faşizm, şahsı cemiyet menfaatinin sağlanmasında sâdece bir vâsıta olarak görür.Kişi gâyeye hizmet için işe yaradığı sürece kullanılan, işe yaramadığı zaman da bir kenara bırakılan bir âlettir.Kişi ancak devletin müsâadesi ölçüsünde hürriyete sâhib olabilir.

Faşizmde siyâsî hayata tek bir parti hâkimdir.Mülkiyet hakkı ve kapitalizm devam etmekle beraber iktisâdî organlar siyâsî iktidârın mutlak kontrolü altındadır. Ekonominin bünyesi kooperatizm esaslarına göre şekillendirilmiştir.

İtalya’da Mussolini’nin,İspanya’da Franco’nun, Portekiz’de Salazar’ın, Avusturya’da Dolfuss’ün temsil ettikleri rejimlerde, kooperatizm ve faşizm prensiplerine değişik derecelerde rastlanmıştır. Güney-Amerika ülkelerinde faşizm benzeri diktatörlükler zaman zaman belirmiştir.İkinci Cihan Savaşından sonra, faşizm kelimesi daha geniş bir anlamda kullanılmıştır.Nasyonal sosyalizme de, kooperatizm karakteri taşımamasına rağmen, faşizm etiketi yapıştırılmıştır. Solcularla aktif mücâdele hâlindeki bütün gruplara bu ismi yakıştıranlar çıkmıştır. Günümüzde,İtalya’da faşizmi yeniden kurmak isteyenlere “neo faşist” Almanya’dakilere ise “neo nazi” denmektedir.

FÂTIMAT-ÜZ-ZEHRÂ

Peygamber efendimizin, hazret-i Hadîce vâlidemizden olan en küçük ve en sevdiği kızı. Hazret-i Ali’nin zevcesi ve hazret-i Ömer’in kayın vâlidesidir. Fâtıma vâlidemiz; aklı, zekâsı, hüsn ü cemâli (güzelliği), zühdü (dünyâya düşkün olmaması), takvâsı (haramlardan kaçınması) ve güzel ahlâkı ile bütün insanlara çok güzel bir örnektir. Yüzü pek beyaz ve parlak olduğundan “Zehrâ” denildi. Zühd ve dünyâdan kesilmekte en ileri olduğu için, “betül” yâni çok temiz demişlerdir. Hicretten on üç yıl önce 609 senesinde Mekke’de doğdu. Başka târihte doğduğu rivâyeti de vardır. 632 (H.11)senesinde Medîne-i münevverede vefât etti.

Peygamber efendimiz, kızı hazret-i Fâtıma’yı çok severdi. Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerle medh olundu. Peygamber efendimiz onu 624 (H.2) senesinde on beş yaşındayken Allahü teâlânın emriyle, hazret-i Ali ile evlendirdi. Evlilikleri müddetince, hazret-i Fâtıma,Ali’yi (radıyallahü anh) üzecek ve gazaplandıracak bir şey yapmadı. Aslâ emrine muhâlefet etmedi.Hazret-i Ali de onun gönlünü kıracak bir harekette bulunmadı. Evliliklerinden bir sene sonra hazret-i Hasan, dört sene sonra da hazret-i Hüseyin dünyâya geldi.

Hazret-i Hasan ile Hüseyin çocukken hastalanmışlardı. Babaları, anneleri ve hizmetçileri Fidda, çocuklar iyi olunca, üç gün oruç tutmayı adamışlardı. Çocuklar iyileşince oruç tutmaya başladılar. Birinci gün iftar için hazırladıkları yemekleri, kapılarına gelen yetimlere vererek, iftar etmeden ikinci günü orucuna başladılar. Zira yetimlere verdiklerinden başka evlerinde bir şey yoktu. İkinci günü akşam iftar için hazırladıklarını, yine o saatte kapıya gelip, “Allah için bir şey verin!” diyen fakire verdiler.O gece de iftar etmeden üçüncü günü oruca başladılar.O akşamda da kapılarına gelen esirleri boş çevirmemek için, iftarlıklarını bunlara verdiler. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Ayet-i kerîme göndererek buyurdu ki:

Bunlar adaklarını yerine getirdiler. Uzun ve sürekli olan kıyamet gününden korktukları için, çok sevdikleri ve canlarının istedikleri yemeklerini miskin, yetim ve esirlere verdiler. Biz bunları Allahü teâlânın rızası için yedirdik, sizden karşılık olarak bir teşekkür, bir şey beklemedik. Birşey istemeyiz dediler. Bunun için Cenab-ı Hak onlara şerâb-ı tahûr içirdi.” (İnsan süresi: 7-9)

Hazret-i Aişe bildirmiştir ki:

Bir gün hazret-i Fâtıma geldi. Resûlullah’ın yanına oturdu ve gizli konuştular. Fâtıma çok ağladı. Kızının çok ağladığını gören Resûlullah, bir daha gizli olarak bir şeyler söyledi. O zaman Fâtıma güldü.Resûlullah gidince, Fâtıma’dan gizli konuştuklarının ne olduğunu sordum. “Resûlullah’ın sırrını ifşa edemem.” dedi.Resûlullah âhirete intikal edince tekrar sordum. O zaman hazret-i Fâtıma; “İlk gizli konuşmamızda babam; “Cebrail (aleyhisselâm) her sene bir kere Kur’ân-ı kerîmi benimle karşılıklı okurdu. Bu sene iki kere okudu. Bundan ecelimin yaklaştığı anlaşılır.Allahü teâlâdan sakın ve sabırlı ol!... Ben senin için güzel selefim.” buyurdu. Onun için ağladım. Üzüldüğümü görünce, ikinci defa gizli konuşmamızda; “Ey Fâtıma Cennet kadınlarının en üstünü olacaksın. Râzı olmaz mısın?” (Başka bir rivâyette) “Ehli Beytimden bana en önce sen kavuşursun.” buyurdu, dedi.

Resûlullah’ın vefâtından altı ay sonra diğer Ehli Beytten hepsinden önce, hazret-i Fâtıma vefât ettiler.

Resûlullah efendimizin soyu yalnız Fâtıma vâlidemizden olan hazret-i Hasan ve Hüseyin’le devâm etti. Hazret-i Fâtıma’nın; Hasan, Hüseyin, Muhsîn adında üç oğlu ile Ümm-i Gülsüm ve Zeyneb adında iki kızı oldu. Muhsîn küçük yaşta vefât etti.

Hazret-i Fâtıma ile ilgili olarak Peygamber efendimiz buyurdular ki:

Fâtıma, benden parçadır, ona kızan bana kızmış olur.

Fâtıma, Meryem’den sonra Cennet kadınlarının seyyidesi, efendisidir.

Kızım Fâtımâ nâmusunu korumuştur. Bu yüzden Allah onu ve zürriyetini ateşe haram kılmıştır.

Ya Ali!Fâtıma’nın hâtırına riâyet eyle.O benden bir parçadır.Onu hoş tut. Eğer onu üzersen, beni üzmüş olursun.

Hazret-i Fâtıma’nın, bizzât Peygamber efendimizden işiterek rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzıları:

Ey benim kızcağızım! Kalk Rabbinin rızkına hazırlan, gâfil olma. Zîrâ âlimleri rızıklandıran cenâb-ı Hak insanların rızıklarını, şafağın sökmesiyle güneşin doğması arasında dağıtır.

Hadid, Vâkıa ve Rahman sûrelerini okumağa devâm eden kimse yerde ve göklerde “Firdevs Cenneti yerlisi” diye anılır.

İlâhî! Fâtıma evlâdı hâtırına

Son sözüm kelime-i tehvîdle ola!

Eğer bu duâmı edersen red ya kabûl,

Sarıldım, ehl-i beyt-i Nebî eteğine.

FÂTIMÎLER

Mısır’da kurulan Şiî hânedânı. Hazret-i Ali ve hazret-i Fâtıma soyundan geldiklerini iddiâ ederlerse de, İslâm târihlerinde Meymun el-Keddâh adlı İran asıllı Mecûsî veya Yahûdî bir göz doktorunun torunları olduğu; hânedânlığın adına da kurucusu Ubeydullah el-Mehdî’ye nisbeten “Ubeydiyyûn” denildiği yazılıdır.

Fâtimî hareketinin doğuşuna, Şiîliğin bir kolu olan İsmâilîlik sebeb olmuştur. İsmâilîler, 9. yüzyılda Hama ve Humus arasındaki küçük Selemiye kasabasını merkez edinip, geniş bir propaganda faaliyetine giriştiler.İran, Irak, Yemen ve Kuzey Afrika’da faaliyet gösteren “dâî” adı verilen ajanlar,Mağrib’de Kitame Berberî kabîlesinde nüfuzlarını iyice kuvvetlendirdiler. 859 yılından îtibâren Ağlebîler saltanatını (800-910) sarsmaya başladılar. İsmâilî hareketi tehlikeli bir hâl aldığından, Bağdat’taki Abbâsî halîfesi, bunların reisi Ebû Saîd denilen Ebû Muhammed Ubeydullah’ı sıkıştırınca Mısır’a kaçtı. Ubeydullah,Mısır’dan tüccar kılığında, Mağrib’deki Sicilmase şehrine geçti. Şehrin hâkimi Ziyâdetullah el-Yera, Ubeydullah’ı huzursuzluk çıkarmaması için yakalatıp, hapsettirdi. Bunun üzerine, dâîler kuvvetli bir propagandaya girişip, isyân ettiler. Dâîlerden Eş-Şiî isyâncılara hâkim olup,Ağlebî Devletine son verdi. Ubeydullah’ı hapisten kurtarıp, El-Mehdî lakâbını ve Emirü’l-Mü’minîn ünvânını verip tahta geçirdi. Dâîler o bölgedeki Mâlikî mezhebindeki ahâliye zulmedip, Şiîliğin esaslarını kabûle zorladılar.

Ubeydullah el-Mehdî, Rakkeda şehri yakınlarında Mehdiye şehrini kurarak, başkent yaptı. Kendisinin halîfe olduğunu ileri sürerek, Abbâsî halîfelerini tanımadı. Kuzey Afrika’nın hâkimiyetini tamâmen ele geçirdi. Fâtımîlerin en büyük rakipleri Endülüs Emevîleri idi. Üçüncü Abdurrahmân (912-961) İsmâilîleri Kuzey Afrika’da durdurdu. Kuzey Afrika’dan ümitlerini kesen Fâtımîler,Mısır’a yöneldiler. 914-921 ve 935 târihlerinde Mısır’ı karşı yapılan seferler başarısızlıkla sonuçlandı ise de Fâtımî Sultânı Mubizz’in başkumandanı Cevher, 969’da İhşidlilerin hâkimiyetine son verip,Mısır’ı ele geçirdi. Kâhire, Fâtımîlerin başkenti oldu.Cevher, Mısır’ın iktisâdî durumunu düzelttikten sonra, sınırlarını genişletmeye başladı. Hicaz, Batı Arabistan Fâtımîlerin eline geçti. Sûriye’ye saldırdılarsa da Karmatîlerin direnişiyle karşılaştılar. Uzun ve çetin mücâdelelerden sonra Şam’ı ele geçirip, sınırlarını genişlettiler (993).

Aziz Billah(975-996)tan sonra Fâtımî halîfeliğine on bir yaşındaki oğlu Hâkim Bi-Emrillah geçti. Hâkim’in çocuk yaşta olması sebebiyle ülkede iç karışıklıklar ve isyânlar çıktı. Hâkim büyüdükçe duruma hâkim olmasına rağmen, sefâhate düşkünlüğü ve kan dökücülüğü, Fâtımîler arasında nefrete sebeb oldu. Hıristiyan ve Yahûdîler için mâbetler yaptırdı. Yahûdîlikten dönme vezir Dırar,Hâkim’i iyice yoldan çıkardı.

Şiî olan ve ahâliye zulmedip, çok kan döken Fâtımî sultanlarının millete hoş görünmek, milleti kandırmak için yaptıkları hîlelerden biri de, paralar üzerine âyet-i kerîme, hadîs-i şerîfler yazdırmak oldu. Eshâb-ı kirâm, tâbiîn ve geçmiş İslâm devletlerinde paralar üzerine mübârek kelimeler yazılmamıştı. Çünkü para, alış veriş vâsıtası olduğundan yerlere düşüyor, abdestsiz dokunuluyor ve o mübârek kelimeler yazılı paralarla uygun olmayan yerlere giriliyordu. Bu ise, İslâm ahlâkına aykırı bir davranıştı. Hâkim bi-Emrillah bu bozuk icrâatlarıyla ahâliyi kandırıyordu. Bunun zamânında Mısır’a Hamza bin Ahmed tarafından Derezîlik (Dürzülük) inancı sokuldu.Mısır’dan sonra Suriye ve Lübnan’a da Derezîlik yayıldı. Bunlar tenâsühe inanır, şaraba, alkollü içkilere, zinâya helâl derlerdi. Tanrılık insandan insana geçer, tanrı Ali’nin ve çocuklarının şeklinde göründü derlerdi. (Bkz. Derezîler)

1017 senesinde Derezîlerin telkin ve teşvikiyle Hâkim bi-Emrillah kendisini tanrı îlân etti ve 13 Şubat 1021’de, esrârengiz bir şekilde kayboldu.Yerine on altı yaşındaki Zâhir (1021-1036) geçti. İktidâr, zekî ve kurnaz bir kadın olan halası sitte el-Mülk’ün elindeydi. Zâhir’den sonra Mustansır (1036-1094) Fâtımî tahtına çıktı. Uzun saltanatının ilk yıllarında Kuzey Afrika,Mısır, Sicilya ve Batı Arabistan’ı elinde bulunduruyordu. Fâtımî kumandanlarından Besâsirî, Bağdat’ı 1056’da ele geçirdiyse de, Selçuklu Sultânı Tuğrul Bey şehri geri alıp,Abbâsî halîfeliğini Şiî Fâtımîlerin elinden kurtardı.Selçukluların batıya doğru genişlemesi, Fâtımî hâkimiyetini sarsmaya başladı. 1071’de Kudüs ve 1076’da Şâm şehirleri, Selçukluların eline geçince, Fâtımîlerin Suriye’deki hâkimiyeti son buldu. Ayrıca Kuzey Afrika’daki Zırîler ve İtalya Normanları da batıda Fâtımî hâkimiyetine son verdi.

Sultan Mustansır’ın 1094’te ölümüyle yerine oğlu Musta’li (1094-1101) geçti. Fâtımî Devletinin çöküşünün hızlandığı bu devirde, iç karışıklıklar da devâm ediyordu. İç karışıklıklarla berâber,Türk-İslâm orduları ve Haçlılar Fâtımîlerin çöküşünü hızlandırdı. 1099 târihinde Kudüs’ü Haçlılar ele geçirdi. 1101’de Musta’li’nin ölümüyle Âmir(1101-1130) başa geçirildi. Devri,Mısırlılar ile Haçlılar arasındaki savaşla geçti. Âmir’in 1130’da bir Bâtinî fedâî tarafından öldürülmesiyle elde kalan Sur ve Askolan’da idâre büsbütün karıştı. Devletin başına amcası oğlu El-Hâfız geçti. El-Hâfız (1130-1149) ve Zâfir (1149-1154)  dönemlerinde de iç olaylar artarak devâm etti. Askerî isyânlar durmak bilmiyordu. 1153’te Haçlılar Fâtımîlerin son kalesi olan Askolan’ı da aldılar. 1154’te Zâfir’in öldürülmesiyle beş yaşındaki oğlu Fâiz (1154-1160), Fâtımî hilâfet tahtına oturdu.İktidâr ise saray kadınlarının dâvetiyle vezirlik makâmına getirilen Talâî bin Ruzik’in elindeydi. Bu vezir devletin kötüye gidişini durdurmaya çalıştı. Gazze’de Hıristiyanlara karşı zafer kazanıldı (1158).VezirTalâî de, çok geçmeden son Fâtımî Sultânı Adîd (1160-1171)in başa geçmesinden kısa bir süre sonra öldürüldü. Fâtımîler bundan sonra, Haçlılar ile Nûreddîn Mahmûd Zengî arasında kukla bir duruma düştü. Vezirler, idârî ve askerî yetkileri elinde topluyorlardı. İsmâilî Fâtımî halîfeliğinin son vezîri Selâhaddîn Eyyûbî, Mısır’ın durumunu düzene soktu. Devlete hakîm olan Selâhaddîn Eyyûbî, SultanAdîd hastayken Eylül 1171’den îtibâren hutbeyi Abbâsî halîfesi adına okuttu. Çok geçmeden Adîd öldü. Böylece Fâtımî idâresi târihe karıştı. Bu davranışıyla Selâhaddîn Eyyûbî İslâm birliğinin temini yoluna gitti. Abbâsî halîfesi ile Müslümanların sevgisini kazandı.

Fâtımîler,Abbâsîler ile rekâbet edip kendilerini halîfe olarak îlân ettiler.İdâre tarzları, İslâm dîninin esaslarına uymaktaydı. Başta, mutlak olan sultan bulunurdu. Sultânın Allah tarafından seçilmiş olan bir âileden geldiği, ilâhî irâdeye göre hüküm verip, hilâfet ettiği propagandası yapılırdı. Zaman zamanAbbâsî halîfelerine ve Selçuklulara karşı Hıristiyanlarla birleşerek Müslümanlar aleyhine ittifak kurdular.Êİslâm birliğini parçaladılar.  Kurdukları medreselerde, İsmâilî dâîler yetiştirdiler. Bilhassa Kayrevan veCâmi-ül-Ezher medreseleri bu gâyelerine hizmet etti.Yetiştirilen bu dâîler, öğrendikleri sapık fikirleri Atlas Okyanusu kıyılarından Çin’e kadar yaydılar. Fakat Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin ilmi ve keskin zekâsı karşısında yıkılıp gittiler. Eyyûbî medreselerinde yetişen Ehl-i sünnet âlimleri, onların bozuk fikirlerinin kökünü kazıdılar. Ancak, Eshâb-ı kirâm düşmanlığı üzerine bina ettikleri sapık fikirleri savunan Fâtımî kalıntıları, zaman zaman Müslümanlar arasına fitne tohumları ekerek, onları birbirine düşürmeye çalıştılar. İskenderiyye ve Trablusşam limanlarından Hindistan ile Akdeniz Hıristiyan ülkeleri dâhil, İslâm ülkeleri dışındaki dünyâ ile hem ticâret, hem de Fâtımî ideolojisinin propagandasını yaptılar. Yahûdîlerin, Fâtımî ticâret hayâtında önemli rolü vardır.

Fâtımî süsleme sanatında seramik, hurma dalı vb. motifler kullanılmıştır.

Fâtımî Halîfeleri ve Saltanat Yılları

1. Ubeydullah el Mehdî

 910

934

2. Kâim bi Emrullah

 934

953

3. Mubizz

 953

975

4. Aziz

 975

996

5. Hâkim

 996

1021

6. Zahir

 1021

1036

7. Mustansır

 1036

1094

8. Musta’li

 1094

1101

9. Âmir

 1101

1130

10. Fetret’ten sonra, El Hafız

1130

1149

11. Zâfir

 1149

1154

12. Fâiz

 1154

1160

13. Adîd

 1160

1171