FALAKA
Alm. Bastonade (f), Fr. Bastonnade (f), İng. Bastinado. Suçluları cezâlandırmak için kullanılan bir âlet. Cezâlandırılacak şahsın ayak tabanlarına vurmak için, ayaklarını uygun bir şekilde sıkıştırıp tutmakta kullanılan, kalınca bir sopa ile bunun iki ucuna bağlı ipten meydana gelir. Bâzı şeyleri sıkıştırıp yerinde tutmak için kullanılan çeşitli biçimdeki teknik âletlere de falaka denmektedir.
Falaka, genel olarak âsâyişin temin edildiği karakollarda suçluları cezâlandırmak, onları korkutarak bir daha suç işletmemek için kullanılırdı.
Osmanlı Devleti zamânında İstanbul’da kâdı, sadrâzamla berâber esnafı teftişe çıktığı gibi, bizzat kendisi de maiyetiyle çıkardı. Bu teftiş esnâsında bildirilen narhtan (fiyattan) fazla veya tartıda eksik satanlara hemen orada falaka cezâsı uygulanırdı. Bu sebeple kâdının yanında falakacı isminde adamları bulunurdu. Hemen yerinde herkesin gözü önünde verilen cezâ esnafın korkulu rüyâsı olur, bunun için hîleye pek cesâret edemezlerdi.
İslâmın cezâ ile ilgili hükümlerinde, okuldaki öğretmen talebesini çalıştırmak için, eli ile üç kere döğebilir, fakat daha fazla vuramaz, sopa ile dövemez. Yüze de vurulmaz. İslâmiyet bunları yasaklamıştır. Eskiden mekteplerde falaka olduğu, geçmişi kötülemek için sonradan kasıtlı olarak ortaya çıkarılmıştır.
Anadolu’da, araba, döven gibi atların çektiği şeylerin bağlandığı sert ağaçtan yapılan âlete de “falaka” denir. Tek at için bir parça, iki atın çektiği şeylerde üç parça olur. Atın hamıdına bağlı kayışın birer ucu bu falakanın uçlarına takılır. Falakanın diğer ucu da çekilecek şeye bağlanır. Bu, terâzi ve kefelerine benzer.
Fıkra ve gezi yazarı. 1894 yılında İstanbul’da doğdu. Mercan Lisesini bitirdikten sonra Dârülfünûn Edebiyat Fakültesine gitti. Burayı bitirince Tanin Gazetesi’nde yazarlığa başladı. Bir ara Bâbıâli ve Dâhiliye Nezâreti kalemlerinde çalıştı. Birinci Dünya Savaşında yedek subay olarak Suriye’ye gitti. Orada 4. Ordu Kumandanı Cemal Paşanın özel kâtibi oldu.Cemal Paşa İstanbul’a dönüp Bahriye Nâzırlığına geçince, Falih Rıfkı Bahriye Nezâreti Kalem-i Mahsûs müdür muavinliğine getirildi.
1918’de birkaç arkadaşıyla kurduğu Akşam Gazetesi’nde Millî Mücadeleyi destekleyen yazılar yazdı.Anadolu halkının fedakârlığını ve bu fedakârlığın canlı bir âbidesi olan Mehmetçiği anlatmasıyla tanındı.
İstiklâl Harbi zamanında Anadolu’ya geçti. 1922’de başlayan Mebusluğu 1950’ye kadar sürdü. Bu zaman boyunca Hakimiyet-i Milliye ve Ulus gazetelerinde başyazarlık yaptı. 1952’de kurduğu Dünya Gazetesi’nin başyazarıyken, 1971 yılında İstanbul’da öldü.
Falih Rıfkı sentezlere ulaşmış bir fikir adamı değildir.Gazetelerde yazdığı görüşlerin büyük bir kısmı siyâsîdir ve zamana göre değişmiştir. “Kimin arabasına binerse onun türküsünü söyler” sözleri sanki onun için söylenmiştir. Meşrûtiyette Ziya Gökalp Türkçülüğünü ve İttihatçılık fikrini benimserken, Millî Mücadele yıllarında, Anadolu hareketi fikrini benimsemiştir. Siyâsetçi olması büyük fikir adamı ve edebiyatçı olmasına mâni olmuştur.
Kurtuluştan sonra ise geçmişimize iyi gözle bakmayan,Osmanlı Devletine ve mânevî değerlerimize haksız ve insafsızca saldıran ve devrin ileri gelen siyâsîlerine övgüler sunan fikirleri benimsemiştir. Bosna’ya yaptığı bir gezi sırasında, kendisini ve berâberindekileri karşılamak üzere gelen başörtülü hanımlar ve fesli, sarıklı, cepkenli Müslüman Bosnalılar, Kelime-i tevhidli bayrağı çekip, kürsüden; âyetli, duâlı bir hoşgeldin konuşması yaptılar. Bu konuşmaya kızan Falih Rıfkı Atay, Sırp vâlinin ve memurlarının önünde onlara şu konuşmayı yaptı: “Siz ne zaman medenî adam olacaksınız. Nedir bu başörtüler, çarşaflar, fesler! Avrupa’nın göbeğinde bu kıyafetlerden utanmıyor musunuz?Şu kürsüden Arapça bir şeyler de söylediniz... İyi bilin ki medenî Ankara’da inkılab yapıldı. Bu ilkel duâlar, selamlar, kılık kıyâfetlerden ve Osmanlı’nın bütün geriliklerinden kurtulduk. Siz de vazgeçin artık (Ahmed Kabaklı Türkiye Gazetesi 5 Mart 1993).
Falih Rıfkı, hâtıra, seyahat, fıkra ve makâle türlerinde eserler verdi. Makâleleri ve hâtıra yazıları üslûp diriliği ve teknik yeniliğiyle dikkati çekti. Görgü ve kültür çeşitliğine ek olarak târih merakı, bunlara çekicilik vermektedir.Seyâhat yazılarında ise daha bir rahatlık içinde olduğu görülür.Gezilen yerlerin ilgi çekici yanlarını, renkli yorumlar aydınlığında görüp, yurdumuzla kıyaslayarak anlatan bu eserler, onun en kalıcı yazılarıdır.
Falih Rıfkı’nın gücü daha çok yazı ve kitap Türkçesinde görülür. Söyleşmeleri yazıya geçirirken aynı ustalığı göstermez. Yâni hikâye veya tiyatro diliyle değil, fikir Türkçesiyle yazmaktadır.Türkçeciliğin öncülerinden olan Falih Rıfkı son yıllarında bâzı çevrelerin aşırı “ayıklamacı ve uydurucu” tutumunu “dil ırkçılığı” diye yermek zorunda kalmıştır.
Eserleri:
Ateş ve Güneş (1918), Zeytindağı (1932), Faşist Roma, Kemalist Tiran, Kaybolmuş Makedonya (1930), Deniz Aşırı (1931),Yeni Rusya (1932), Moskova ve Roma (roman, 1932), Bizim Akdeniz(1934), Taymis Kıyıları (1934), Tuna Kıyıları (1939),Hind (1944), Yolcu Defteri (1946), Niçin Kurtulmamak (1953), Başını Veren İnkılâpçı (1954), Çile (1955), Atatürk’ün Bana Anlattıkları (1955),Mustafa Kemal’in Mütareke Defteri (1955), Çankaya (1961), Batış Yılları (1963), İnanç (1965), Pazar Konuşmaları (1966), Bayrak (1970), Gezerek Gördüklerim (1970) vs. dir.
Güney Atlantik’te İngiltere’ye bağlı takım adalar. Bölge, Doğu ve Batı Falkland olmak üzere iki büyük ve 200’den fazla küçük adayı ihtivâ eder. Ayrıca “Falkland Dependeney”ye göre, Güney Georgia ve Güney Sandwich adaları da Falkland’a bağlıdır. 57° ve 62° batı meridyenleri ile 51° ve 53° güney paralelleri arasında kalan Falkland’ın toplam arâzisi 12.170 km2dir. Falkland Adaları, Arjantin’in güneydoğu kıyıları ve Macellan Boğazına 500 km, Horn Burnuna ise 600 km’lik bir mesâfede olduklarından stratejik öneme sâhiptirler.
Falkland Adaları, İngiltere ile Arjantin arasında bir tartışma konusu olduğundan, adaların târihi üzerinde bâzı ihtilaflar bulunmaktadır. İngilizler, 1592’de İngiliz gemici John Davis; Arjantinliler ise “Malvinas” ismi verdikleri Macellan seyâhati mensuplarından İspanyol Esteban Gomez ve Duarte Barbosa tarafından keşfedildiğini iddia etmektedirler. Bu ihtilâfa rağmen adaya ilk yerleşenlerin İspanyollar olduğu kesindir. Adalara ilk defa 1675’te yerleşen İngilizlere önceleri adada yaşayan İspanyollarca bir mukâvemet gösterildi ise de 1771’de işgal kabul edildi. 1774’te İngilizler adaları terk ettiler. İngilizlerin yokluğu sırasında Falkland’a tekrar yerleşen İspanyollar 1829’da adaları Lois Vernet’in başkanlığında bir hükümete ve Arjantinli halka bıraktılar. Lois Vernet hükümeti 1831’de karasularını ihlal eden Amerikan gemilerine el koyunca ABD misilleme olarak bölgeye savaş gemileri yolladı. 1833’te bir İngiliz keşif heyeti Falkland’a yaptığı sefer sırasında bölgede kalmakta direten Arjantinlileri ortadan kaldırarak, İngilizleri Falkland’a yerleştirdi. Her ne kadar iki taraf da yıllarca adalar üzerindeki hak iddiâsını sürdürdüyse de çeşitli anlaşmalarla silâhlı mücâdeleden kaçınılmaya çalışıldı. Bölgede meydana gelen ilk silahlı çatışma olan Birinci Falkland Savaşı, Alman ve İngiliz savaş gemilerinin birbirlerini tâkip ederken meydana gelen çatışmadır. Savaşta Almanlar Scharhorst, Gneisenav, Nürnberg ve Leipzig savaş gemilerini kaybettiler. Savaş kesinlikle adaları ele geçirmek gâyesiyle yapılmamıştı.
Yirminci yüzyılın ilk yarısı içinde taraflar iddia ve taleplerini sürdürürken, bir sonuca varılamıyordu. Milletlerarası Adâlet Dîvânının selâhiyetinin Arjantin tarafından tanınmaması üzerine, Dîvân da bölge hakkında hakemlik yapmayı reddetti. 1964’te Arjantin, BM’nin Sömürgeler Komisyonundan kânunun aracısız olarak iki toplumlu görüşmelerle sürdürülmesini istedi. Ancak her iki tarafın da taleplerinde kesin fikirli olması, bu girişimin de sonuçsuz kalmasına sebep oldu. 1977’de bu statüdeki görüşmeler tekrar başladı. 1980’de İngiltere, ada halkının fikirlerini sorarak, İngiliz yönetiminin devamının arzu edildiğini Arjantin’e bildirdi.
1982 senesinde Arjantin’deki siyasî durum ve Falkland’da petrol bulunması sebebiyle bölgede ikinci bir savaş meydana geldi. 19 Martta Falkland’a bağlı olan Güney Georgia, 2 Nisanda da Falkland Arjantinliler tarafından işgal edildi. 20 günlük bir seyirden sonra, bölgeye ulaşan İngilizler tarafından 25 Nisanda Güney Georgia’dan çıkarıldılar. Arjantinliler’in elinde bulunan Falkland’a ilk saldırı ise 4 Mayısta havadan yapıldı. Ertesi gün Arjantin Cumhurbaşkanı Leopoldo Galtieri bu saldırıda çok büyük kayıp verdiklerini açıkladı. 2 Mayısta da bir İngiliz denizaltısı, insanlık dışı bir hareketle savaş alanından 350 km uzaklıkta bulunan bir Arjantin kruvazörünü batırarak, 350 denizcinin ölümüne yol açmıştı. Çeşitli arabuluculuk teşebbüsleri sonuçsuz kaldı. 15 Mayısta, Batı Falkland’daki bir havaalanına saldıran İngilizler 29 Mayısta Doğu Falkland’daki Ghose Freen’i ele geçirdi. Sonunda Arjantin birlikleri teslim oldu.
Savaş sırasında ve sonunda hem İngiltere hem de Arjantin’de çeşitli kabine değişiklikleri meydana geldi. Savaşın baş sorumlusu olarak itham edilen Arjantin Cumhurbaşkanı Galtieri kısa bir süre için tutuklanırken, İngiltere’de Thatcher hükümeti yaklaşan seçimler öncesinde büyük bir prestij kazanmış oldu.
Falklandlar fizikî yapı bakımından genellikle dağlıktır. Batı Falkland’ın en yüksek noktası olan Adam Tepesi, Doğu Falkland’ın en yüksek yeri Viskorne Tepesi (705 m) ile aynı yüksekliktedir. Kıyılar genellikle kayalık ve girintili çıkıntılıdır. Med-Cezir hâdisesi kıyıların şekillenmesinde büyük rol oynamıştır. Yine kıyıların oyulmasında önemli bir sebep de buzullar olmuştur. Falkland’a serin ve nemli okyanus iklimi hâkimdir. Yıllık yağış 600 mm’nin üzerinde, yıllık sıcaklık ortalaması ise 10°C civârındadır. Nemli iklim ve kuvvetli okyanus rüzgârları arâzinin kıraç bir durum arz etmesine sebeb olmuşlardır. Bitki örtüsüne insan boyunda Tusso otları hâkim olmakla birlikte, söğüt ve kayın ağaçları da görülür.
Falkland’da yaşayan 2105 kişinin yarısından fazlası Port Stanley’de oturmaktadır. Halk tamamen İngiliz asıllıdır. Koyunculuk ve balık avcılığı ile uğraşılır. Ekonominin dayandığı en büyük kaynak koyun besiciliğidir. Büyük çiftliklerde toplam bir milyon kadar hayvan bulunur. Tabiî kaynak olarak son senelerde bulunan petrol sayılabilir. Falkland’a bağlı Gigeoriga da önemli bir balina av üssüdür. Şehirlerin birbirlerine iyi olarak nitelendirilemeyecek kara yollarıyla bağlı olduğu Falkland’da dış ulaşım genellikle hava yoluyla sağlanır.
Adalar İngiltere tarafından tayin edilen idâre ve kânun koyma yetkisine sâhip bir İngiliz idâre heyeti tarafından yönetilir. Heyetin başkanı olan ada vâlisi kraliçe tarafından tâyin edilir. Askerî vâli de yönetime direkt olarak katılır.
(Bkz. Gıda ve Tarım Teşkilâtı)
Ses olayını ilk defâ fizîkî yönden açıklayan felsefeci ve mûsikî üstâdı. İsmi, Muhammed bin Turhan bin Uzluğ bin Turhan et-Türkî el-Fârâbî olup, künyesi Ebû Nasr’dır. 873 (H.259) senesinde Türkistân’ın Fârâb şehrinde doğdu. Doğduğu yere nisbetle Fârâbî denildi.Aslen Türk olup, babası, Vesîc ordusunda kumandandı. Batı felsefe âleminde Alfârabius adı ile bilinir.İlk tahsilini Fârâb’da gördü. Babasının tavsiyesi ile Bağdat’a ilim öğrenmeye gitti. Burada Hıristiyan filozof Ebû Bişr Mettâ bin Yûnus’tan felsefe alanında ders aldı. Bu arada; Arapça, Farsça, Grekçe ve Lâtinceyi çok iyi derecede öğrenerek,Aristo ve Eflâtun’un eserlerini defâlarca okudu. Derinden derine bunların tesiri altına girdi. Ebû Bekr Serrâc’dan gramer ve mantık okudu. Daha sonra kendini tamâmen felsefeye verdi ve Yuhanna bin Haylân’la birlikte çalıştı. Bir ara Şam’a ve Mısır’a gitti. 941 senesinde Haleb’e giden Fârâbî, orada hüküm süren Hamdanoğullarından Seyfüddevle Ali adlı Türk beyini tesiri altına aldı ve himâye görerek Haleb’e yerleşti.Vaktini felsefî düşüncelerini kaleme almakla geçirdi.Kitaplarını Arapça yazdı.
Köse sakallı, kısa boylu olarak tasvir edilen Fârâbî, aynı zamânda bir mûsikî üstâdıydı. Kânun adındaki çalgı âletini o buldu. Ayrıca rübâb denilen çalgıyı da geliştirip, bugünkü şekle soktu. Bir çok bestesi vardır.Aynı zamanda hekimdi, fakat pratiği yoktu. Matematikle de uğraştı. 950 (H.339) senesinde seksen yaşlarındayken Şam’da öldü. Şam’da, Bâbüssagîr Mezarlığına gömüldü.
Fârâbî, ilimleri sınıflandırdı.Ona gelinceye kadar ilimler trivium (üçüzlü) ve huatrivium (dördüzlü) diye iki kısımda toplanıyordu. Nahiv, mantık, beyân üçüzlü ilimlere; matematik, geometri, mûsikî ve astronomi ise dördüzlü ilimler kısmına dâhildi. Fârâbî ilimleri; fizik, matematik ve metafizik ilimler diye üçe ayırdı.Onun bu metodu, Avrupalı bilgilenler tarafından kabul edildi.
Hava titreşimlerinden ibâret olan ses olayının ilk mantıkî îzâhını Fârâbî yaptı. O, titreşimlerin dalga uzunluğuna göre azalıp çoğaldığını deneyler yaparak tesbit etti. Bu keşfiyle mûsikî âletlerinin yapımında gerekli olan kâideleri de buldu. Aynı zamanda tıp alanında çalışmalar yapan Fârâbî, bu konuda çeşitli ilâçlarla ilgili bir eser yazdı.
Üstün bir zekâ ve kâbiliyete sâhib olduğu bilinen Fârâbî, tam bir felsefeciydi. Yunan felsefesini en ince ayrıntılarına kadar inceleyerek,Aristo ve Eflâtun’un eserlerinde öne sürülen düşünce ve fikirleri birbirine uydurmaya çalıştı. Sonradan batı âleminde bilhassa bu çalışmaları ile tanınarak eserlerine büyük îtibâr gösterildi ve Aristo’dan sonra gelen bir felsefeci olarak kabul edildi. Eskiyi yeni felsefeye ustalıkla aktardı. Böylece madde, hayat, kâinât, ölüm ve sonrası gibi temel konularda, İslâmiyetin bildirdikleri karşısında tam bir acz ve şaşkınlığa düşen batı âlemine, eski Yunan filozoflarını hatırlatarak, onların fikirlerini öğretti. Montesquieu, Spinoza gibi batılı filozoflar, Fârâbî’nin eserlerinin tesirinde kaldılar. Fakat,İslâm dünyâsında ve İslâm âlimleri yanında; din ile felsefeyi birleştirmek arzusu, peygamberlerle (aleyhimüsselâm) eski Yunan filozoflarını bir tutmak ve bâzı konularda filozofları öne geçirmek isteği yüzünden hiç îtibâr görmedi. Fârâbî’nin eserleri, İslâm âlimleri tarafından didik didik edilerek, düştüğü yanlışlar ve bozuk sözleri, en ufak ayrıntılarına varıncaya kadar gösterildi ve isbât edildi. Fârâbî; eserlerinde öne sürdüğü idealler nazariyesi, akıllar nazariyesi, aklı-ı faâl nazariyesi, nübüvvet yâni peygamberlik hakkındaki görüşleri, devlet ve siyâset nazariyeleri ile meşhur oldu.
Fârâbî hakkında çok şey söylenmiş ve yazılmıştır. Bunlardan batı kaynaklı olanlarda, methedilmiş, İslâm âlimlerinin eserlerinde ise, fikirlerinin yanlış ve bozuk yerleri teşhir ve isbât edilmiştir. Bunun temeli, felsefe ile din arasındaki ayrılıktır.
Din, Allahü teâlânın melek vâsıtasıyle peygamberlerine bildirdiği îmân, amel ve ahlâk esaslarıdır. Kaynağı vahy’dir. İslâm dîninde akıl, vahiyle bildirilenlere uyar. Felsefenin kaynağı ise “akıl”dır. Felsefeciler, vahye inanmaz. Genç yaşlarından îtibâren eski Yunan filozoflarının kitaplarını okuyan ve zamânındaki Hıristiyan filozoflardan uzun seneler ders alan Fârâbî, zamanla felsefe yolunu tutarak, İslâm dîninin bildirdiği belli başlı îmân esaslarından ayrıldı. Onun bu hâli, İslâm dîninin temel kitaplarından ve İslâm âlimlerinin derslerinden kâfî miktarda faydalanamayıp, tam bir din bilgisi alamamış olmasıyla îzâh edilir.
Fârâbî, pekçok düşünce ve görüşleriyle Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler ile bildirilen îmân esaslarından ayrılmıştır. Bunlar arasında en önemlileri: Peygamberliği çalışmakla ele geçebilir sanması, filozofları peygamberlere denk ve hattâ onlardan üstün bilmesi, maddenin ezelî olduğuna inanması, dîne yeni şeyler eklemek ve bâzı şeyleri çıkartmak istemesidir. Bu görüş ve inanışların, sâhibini îmânsızlığa ve sapıklığa götürdüğü, İslâm dîninin temel kitaplarının hepsinde yazılıdır. Bu eserlerde İslâm âlimleri, maddenin ezeli olmayıp “yok” iken sonradan Allahü teâlâ tarafından yaratıldığını ve yine “yok” edileceğini, Peygamberliğin çok çalışmakla, ilim tahsil etmek, çok ibâdet etmek ve iyi işler yapmakla ele geçmeyeceğini, bunun Allahü teâlânın bir lütfu ve ihsânı olduğunu, her peygamberin peygamberliğinin ezelde takdir edildiğini, dünyâya peygamber olarak geldiğini ve zamânı gelince peygamberliğinin kendisine bildirildiğini ve hiçbir insanın ne kadar yükselirse yükselsin, peygamberlerin derecesine ulaşamayacağını, dînin her bakımdan (îmân, ibâdetler ve ahlâk) tamam olduğu, bu hususlarda yapılacak en küçük bir ilâve veya çıkarmanın dîni bozmak olacağı çok açık ve kesin bir dille belirtilmektedir.
Görüş ve fikirlerindeki yanlışlık ve bozukluklar bilhassa İmâm-ı Gazâlî ve İmâm-ı Rabbânî gibi büyük İslâm âlimlerinin kitaplarında, çok açık bir şekilde îzâh ve isbât edilmiştir. Fârâbî’nin talebelerinden başlıcaları, Zekeriyyâ bin Adiyy ve Süleymân-ı Sicistânî’dir.İbn-i Rüşd, İbn-i Hazm ve İbn-i Sînâ da, Fârâbî’nin eserlerinin tesirinde kalarak yetişmişlerdir.
Eserleri:
Fârâbî; mantık, felsefe, matematik, tıp ve mûsikî sâhalarında kitaplar yazmıştır.Ondan fazla eseri olduğu bilinmekte olup başlıcaları şunlardır: 1) Ta’lîm-üs-Sânî, 2) İksâ-ül- Ulûm vet-Ta’rîf bi Ağrâdihâ. 3) Kitâbu Füsûs-il-Hikem, 4) Kitâbus-Siyâset-il- Medeniyye, 5) Kitâb-üs-Saâde, 6) Er-Risâle fî Ehl-il Medeniyyet-il-Fâdıla, 7) Er- Risâle fî İsbat-il-Müfârekât, 8) Kitâb-ül-Mûsikî-il-Kebîr, 9) Kitâb-ül-Muğnî fil- Edviyet-ül-Müfrede.
Alm. Farad (n), Fr. Farad (m), İng.Farad. Kondansatör veya kapasitör denilen elektriksel elemanların ölçü birimi. İngiliz bilgini Faraday’ın isminden alınmıştır. Uçları arasına bir voltluk potansiyel farkı (gerilim) uygulandığında, bir coulombluk elektrik yükü ile dolabilen kondansatörün kapasitesi bir Faraddır.
Kondansatörün elektrotları arasına V geriliminde bir kaynak bağlandığında plakalarda biriken yükün meydana getirdiği elektrik alanı uygulanan gerilime eşit ve zıt yönde bir potansiyel farkı doğurur. Biriken yük V gerilimi ile orantılıdır.İşte bu formüldeki C sâbiti iki plakanın kapasitesini temsil eder. V volt ve Q coulomb olarak verildiğinde C farad olarak çıkar:
Q
C = ¾¾¾
V
formülü elde edilir.
Pratikteki elektrik devrelerinde kullanılan kapasiteler çok küçüktür. Bunun için daha çok faradın askatları olan mikrofarad (mF), nanofarad (nF) ve pikofarad (pF) kullanılır. Bu alt birimlerin farad cinsinden değerleri ise:
1mF = 10-6F
1nF=10-9F
1pF=10-12 F olarak verilir.
ŞEKİL VAR
İngiliz fizik ve kimyâ bilgini. 22 Eylül 1791’de Newington Suurey’de doğdu. On dört yaşında bir ciltçiye çırak olarak girdi. 1813 Mart ayına kadar bu işine devâm etti. Gençliğinde pekçok kitap okudu. Bilhassa fizik kitaplarını büyük bir heves ve arzuyla okuyordu. 1813’te kimyâcı Sir Humhry Davy ondaki kâbiliyeti gördü.Onun teşvik ve desteğiyle kimyâ asistanı oldu. Faraday daha ziyâde kendi kendine yetişmiş bir ilim adamıdır. Ekim 1813 ile Nisan 1815 târihleri arasında Fransa, İtalya ve İsviçre gezisinde Davy’ye refâkat etti. 1825’te laboratuvar müdürlüğüne getirildi. 1833’te enstitüye ders verme mecburiyeti olmaksızın kimyâ profesörü olarak tâyin edildi. 25 Ağustos 1867’de öldü.
1820 yıllarında fen âlimleri çalışmalarına daha ziyâde elektriğe âit konularda ağırlık vermişlerdi. Bunlardan en önemlileri Volta’nın elektrik pili ve Hans Oernst’in elektrik akımından üretilen mağnetik mıknatıslı güç kaynağı idi.
Elektrik enerjisinden mağnetizma üretildiğinden bu yana fen adamlarının en büyük düşüncesi, “Mağnetizmadan elektrik enerijisi elde edilebilir mi” suâli idi. Bu, fen ilimleri târihinde en büyük mesele hâline geldi. Faraday, zaman zaman bu mesele üzerinde çalıştı. Bu arada ilk ilmî keşfini de gerçekleştirmiş oldu. Bir mıknatıs etrâfında tersine karşılıklı dönebilen bir kablo sistemi geliştirdi ve böylece ilk defâ elektrik enerjisi mekanik enerjiye dönüştürülmüş oldu. Bu keşif, elektrik motorlarının esâsı kabûl edildi. Daha sonra 10 yıl içinde Faraday kimyâ alanındaki çalışmalarını arttırdı. Benzone ve butyleni keşfetti, ilk paslanmaz çeliği îmâl etti. Kloru ve diğer bâzı gazları sıvılaştırdı. Mağnetizma yoluyla elektrik enerjisi elde etme fikri kendisini devamlı zorluyordu. 1822’de mağnetizmayı, elektriğe dönüştürmeyle ilgili tezler yazdı. 1824 ve 1825’te deneylerini tekrar ettiyse de muvaffak olamadı.
1831’de yeniden kimyâdan elektriğe döndü. Bundan sonraki deneylerinin en mühimi galvanometreye bir kablo bobini bağlayarak küçük elektrik akımlarını ölçmeye yarayan bir âlet yapmasıydı. Bu kablo, bir mıknatısa değdirildiğinde galvanometrenin iğnesi hareket etti.Kabloyu ayırdığında, iğne ters yöne hareket etti. Böylece Faraday mağnetizmadan elektrik enerjisi elde edilme şeklini bulmuş oldu. Mekanik enerjiyi bir mıknatıs yardımıyla elektriğe dönüştürdü. Bu, elektrik jeneratörlerinin esâsı oldu.
Faraday, ayrıca mıknatıs kutupları arasında döndürdüğü bir bakır yuvarlak ile devamlı bir akım elde etmeyi de başardı. 1832 ve 1833’te elektrolizin iki temel kânununun formüllerini buldu. 1840 yılında ışık enerjisi ile elektromağnetik enerjinin birbirine çok benzer, hattâ aynı olduğu teorisini geliştirdi.
FÂRE ISIRIĞI HASTALIĞI (Sodoku)
Alm. Rattenbisskrankheit (f) Sodoku, Fr. Sodoku (m), İng. Rat bite disease. Fâre ısırması ile deride açılan yaralardan giren Spirillum minus adlı mikrobun meydana getirdiği lokal(mevzii) iltihap ve lenf düğümleri büyümesi ile kendisini gösteren bulaşıcı, had (çabuk ilerleyen) bir hastalık.
Bu hastalık, Japonya ve Asya’da eski zamanlardan beri bilinmektedir.Yurdumuzda ise ilk defa 1922’de farkına varılmıştır. Bütün dünyâda yaygın bir hastalıktır.Nerede fâre varsa ve fâreler insanla temas hâlinde ise, orada sodoku hastalığı bulunur. Hastalıklı fâre tarafından ısırılan her kişinin hasta olması gerekmez. Aynı fâre tarafından ısırılan her kişinin hasta olması gerekmez. Aynı fare tarafından ısırılan bir kaç kişiden yalnızca biri hastalanıp diğerleri sağlam kalabilir.
Mikroplar, ısırılan yerde doku arasına yerleşerek üremeye başlar. Daha sonra kan dolaşımına karışır. Kalbe, karaciğere, dalağa ve diğer organlara yerleşerek harabiyetlere yol açabilir.
Kuluçka dönemi 5-10 günden 5-6 haftaya kadar değişebilir. Hastalık çok kez ısırık yerinde iltihâbî reaksiyon ve genel belirtilerle başlar. Bölgesel lenf (akkan) düğümleri büyümüş ve ağrılıdır.Hastanın ateşi 39-40°C’ye çıkar.Kas ağrıları, baş ağrısı, iştahsızlık, yutma güçlüğü olabilir. Bulantı, kusma, baş dönmesi de görülebilen belirtilerdendir.Ağır durumlarda şuur bozuklukları da olabilir.Ateş, dönemler hâlinde düşer ve yükselir.Hastalık kişiye göre ağır veya hafif seyreder.Hastanın kanında akyuvarlar artar.İdrarında protein çıkar.
Hastalıkta ölüm oranı %10 kadardır. Tedâviye alınınca hastalığın tehlikesi azalır. Hastalığı geçirenlerde bağışıklık hâsıl olur.Ölüm sebepleri, kalp ve böbrek yetmezliğine bağlı olabilir.Kesin teşhis mikrobun üretilmesiyle konur. Tedâvisinde antibiyotikler kullanılır.
Alm.Mausartige (p.) Fr.Muridés (m.pl.)İng. Rats and mice. Familyası: Sıçangiller (Muridae). Yaşadığı yerler: Avustralya hâriç, her yerde. Özellikleri: Sivri burunlu, uzun bıyıklı, geniş kulaklı, ince kuyruklu. Ömrü: 2-3 yıl. Çeşitleri: 500’den fazla türü vardır.
Memelilerin kemirgenler (Rodentia) takımının, sıçangiller (Muridae) familyasından olan hayvanlar.Sivri burunlu, geniş kulaklı, ince kuyruklu fâre ve sıçanların yüzlerce türü vardır.Halk arasında, fâre ve sıçan terimleri birbirine karıştırılır.Küçük olanlarına fâre, büyük olanlarına sıçan denir.
Sıçanların ağırlıkları 250-300 gr kadar olur. Ada tavşanı iriliğinde olanları da vardır. Bir dişi sıçanın 10 memesinden 4’ü göğüste, 6’sı kasıkta bulunur. Fârenin ise sıçanlardan farklı olarak memelerinin 6’sı göğüste, 4’ü kasıkta bulunur.Alt ve üst çenelerinde ikişer kemirici dişleri tipiktir. Dişler dâimâ kendilerini yenileyerek sürerler.Avustralya hâriç, dünyânın her tarafına yayılmışlardır.
Koşar, sıçrar, tırmanır ve yüzerler. Bilhassa kabuklu sert yiyecekleri kemirirler. En dar yerden rahatlıkla geçerler. Binâ duvarlarını ve borularını kemirip, karşı tarafa ulaşırlar. Beş katlı bir binâdan düşen fâre, yaralanmaz, zarar görmez. Tuvâlet borularından girer ve çıkarlar.Akarsuda akıntıya karşı 1 km’ye kadar yüzerler. Durgun su yüzeyinde günlerce kalabilirler. Batan gemiyi önce fâreler yüzerek terk ederler.
Her türlü hayvansal ve bitkisel maddeleri yerler.Pek az su içerler.Su ihtiyaçlarını besinlerden sağlarlar.Yediklerinden fazlasını kemirerek ziyan ederler.Avurtlarında tahıl biriktiren, kış uykusuna yatan veya göç edenleri vardır.Koku alma ve işitme duyuları hassastır.Çoğu toplu halde yaşamayı sever.Kışın kucak kucağa yatar, kuyruklarını birbirine dolayıp düğümler, salkım meydana getirirler. Düğümlenmiş olarak ölen sıçan salkımlarına rastlanmıştır.Aşırı derecede ürerler. Bir dişi, yılda 6-7 defâ yavrular.Gebelik süresi 6 haftadır.Her doğumda 8-10 yavru doğururlar.Yavrular 2-3 aylık olunca, çiftleşerek yavrulamaya başlarlar. Bir çift fâreden yılda 500, üç yılda 20 milyonluk bir âile meydana gelir. Soğuk, hastalık, atmaca, baykuş, yılan, gelincik, porsuk, tilki, kedi ve insanlar tarafından sayıları azaltılır.
Dağ fâresi (Hamster), pirinç fâresi, tarla fâresi, fındık fâresi, ev sıçanı, göçmen sıçanı, lemming, misk fâresi en çok bilinenleridir. Fâre 2-3 yıl yaşar. Kuzey Amerika’da yaşayan misk fâresi güzel koku çıkarır kürkü değerlidir.
Fâre ve sıçanlar, tahılları kemirmek sûretiyle büyük zararlara sebeb olurlar.Venezuella, pirinç ihraç eden bir ülkeyken 1978 yılında fârelerin ekinleri istilâsından dolayı 80.000 ton pirinç ithal etmek zorunda kaldı. Ağaç fâreleri, meyve ve kuş yumurtalarını da yerler. Doymak bilmezler, ne bulursa götürürler. Halk arasında doymayan üç mahluk; insan, karınca, fâre sözü çok meşhurdur.Aç kaldıkları takdirde hasta ve uyuyan insanların kulak, burun gibi yumuşak yerlerini kemirirler. Bombay’da yılda 20.000 insan fâre tarafından ısırılmaktadır. Taşıdıkları pirelerden insanlara vebâ mikrobunu (Pasteurella pestil) bulaştırırlar.Vebâdan 14. asırda Asya’da 23 milyon,Avrupa’da 25 milyon insan ölmüştür. 1907’de yurdumuzda vebâ salgınında 120 bin kişi hayâtını kaybetmiştir. (Bkz. Vebâ)
Sıçanlar, yiyecek ve içeceklerin üzerine idrarlarını bırakırlar.İdrarlarında bulunan bir mikrop, yiyeceklerle insanlara geçerek hastalık yapar.Hastanın ateşi yükselir, dalağı şişer, Kuduz fâre tarafından ısırılan insan ve hayvanlar kuduz illetine tutulur. Pis yerlerde dolaştıklarından birçok hastalığı bulaştırırlar. En büyük düşmanları ev ve yaban kedisidir.
(Bkz. Boğaz İltihâbı)
On dördüncü asırda yetişen büyük matematik ve fizik âlimi.İsmi,Kemâleddîn Ebü’l-Hasan Fârisî’dir.Hayâtı hakkında fazla bilgi yoktur.İran’da yetişti. Zamânın büyük din ve fen âlimlerinden Kutbeddîn Şîrâzî’nin talebesidir. Özellikle İlm-ül-Menâzır denilen ve fiziğin temel konularından biri olan optik sâhasındaki başarılı çalışmalarıyla tanındı. Optikle ilgili önceki eserleri esaslı bir şekilde tetkik etti.
Fârisî, ilmî çalışmalarının büyük bir kısmını, görüntülerin ve ışıkların kürevî cisimlere ulaşması sonucu kırılması hâdisesi üzerinde teksif edip derinleştirdi. Bu konuda, önceki bütün eserleri inceledi. Kendisi bu hususta eserinin birinde şunları söylüyor:
“Birçok büyük fizik âliminin eserini incelediğimde, ışığın, ışık kaynağından doğru bir çizgi hâlinde etrâfa yayıldığını ve su yüzeyi gibi bir yüzeye ulaştığında, oradan eşit açılarda fakat değişik yönlerde yansıdığını ve yayılma yönünde her tarafa nüfûz ettiğini söylüyorlardı. Burada şu dört türlü hâdise göze çarpmaktadır:Doğrusal yayılma, kırılma, nüfûz ve yansıma açıları. Bunların hepsi eşit durumda bulunuyordu. Bu hâdise büyük bir hayret ve ilgi uyandırdı. Bunun kaynağı ve sebebi neydi.Uzun müddet bunun üzerinde incelemelerde bulundum.Sonunda şu mühim sonuca ulaştım.Yansıma ve kırılma yoluyla meydâna gelen görüntü, aslından farklı oluyordu. Bu durum, hayret ve ilgimi daha da arttırdı. Sonunda hocama başvurdum.Hocam Kutbeddîn Şîrâzî, bana bu konuya dâir İbn-i Heysem’in bir eserini verdi. Onu inceleyince, kesin ve açık îzâhların tatlı serinliğini buldum.Çok faydalı, ince ve şaşılacak bilgilerle karşılaştım.Verilen bilgiler sağlam deneylere, geometrik ve astronomik gözlemlerin netîcelerine ve hakîkate uygun mukaddimelerden çıkarılan kıyaslara dayanıyordu.”
Kemâleddîn Ebü’l-Hasan çalışmalarını İbn-i Heysem’in Kitâb-ül-Menâzır adlı eseri üzerinde derinleştirdi. Bu eseri tam anlamıyla kavrıyabilmek ve içindeki bilgileri açıklığa kavuşturup, ilimde yeni merhalelere ulaşabilmek için inzivâya çekildi. Bir taraftan eseri hülâsa hâline getirmeye çalışırken, diğer taraftan kendi ilmî seviyesine göre yeni yeni mevzû ve buluşlara ulaştı. Yaptığı bu çalışmalara Tenkîh-ül-Menâzır li Zev-il-Ebsâr vel-Besâir adını koydu.
Menâzır, yâni optik ilmi, ona göre; idrâk ettiği şeyler îtibâriyle görme organının durum ve özelliklerini inceleyen, konularını tesbit eden bir ilim dalıdır. Başlıca şu konuları ele alır: Gözün yapısı, görme olayı ve görünen şeyler, ışık ve renklerin incelenmesi, katı ve şeffâf cisimler ile ışık arasındaki münâsebetler. Fârisî, bütün bu konuları incelerken, matematik ve mantık metodlarını kullanarak ilmî îzâhlarda bulundu.
Şeffâf ve billûr kürelerde ışığın kırılıp yansıması hâdisesini ele alırken, araştırmalarını, İbn-i Heysem’in eserinde belirttiği billûr kürelere ulaşan ışığın, bunlara nüfûzu meselesi üzerine teksif etti.Kemâleddîn Fârisî, İbn-i Heysem’in ulaştığı sonuçlarla yetinmedi. Daha da ileri giderek, havada su buharını meydana getiren küçük ve milyonlarca su küreciklerine güneş ışığının ulaşarak bunlarda kırılmasını ve muhtelif renklerin meydana gelip, gök kuşağının teşekkülünü îzâh etti. Ayın etrâfında, ay ışığı sebebiyle meydana gelen hâle’yi de yine aynı prensibe dayanarak ele aldı, yapı ve teşekkülünü ilmî olarak îzâh etti. Fârisî’ye gelinceye kadar gök kuşağının teşekkülü hakkındaki anlayış ve bilgi seviyesi, ışığın karanlıkta imtizâc etmesi şeklindeydi ve aralarındaki orantıya göre de muhtelif renkler meydana geliyor sanılıyordu. Bugün bilindiği gibi, ışığın kırılması ve yansıması olayı, renk tayflarının meydana gelmesine sebeb olmaktadır.
Eserleri:
Kemâleddîn Fârisî; matematik, cebir, optik ve genel anlamda fizik ilimleri sâhasında önemli eserler bıraktı. Bunlardan bâzıları şunlardır:
1)Kitâbu Esâs-il-Kavâid fî Usûl-il-Fevâid: Bu eser, İbn-ül-Havvâm Bağdâdî’nin, El-Fevâid-ül-Behiyye fil-Kavâid-il-Hisâbiyye adlı matematik ve cebir ilmiyle ilgili eserinin şerhidir. 2) Tezkiret-ül-Ahbâb fî Beyân-it-Tehâb: Matematik ile ilgili bir eserdir. 3) Makaletün an Amelin li-Nâsiriddîn et-Tûsî, 4) Kitâbu Tenkîh-ul-Menâzır li Zev-il-Ebsâr vel-Besâir: Optiğe dâir bir eserdir. Çok meşhur olup, Haydarâbâd’da iki cilt hâlinde basılmıştır. 1020 sayfa olan eser, 1928 ve 1929 senelerinde neşredildi. 5) Kitâb-ul-Besâir fî İlm-il-Menâzır fil-Hikmet: Optikle ilgili olan bu eser tedkike muhtaçtır.
Fârisî’nin eserleri incelenip, uyguladığı ilmî üslûp ve metod anlaşılınca, insan modern bir ilim adamı ve eseriyle karşı karşıya olduğunu anlar. Gerçek bir ilim adamının ona hayran kalmaması, fikir ve düşüncelerinden faydalanmaması imkânsızdır.
Alm. Differenzierung (f), Fr. Différenciation (f), İng. Differentiation. Canlının tipik hayâtî birimlerinden biri, onların şekil olarak değişmeleri. Bilgin Sinnot farklılaşmayı, biyolojide en önemli problemlerin temeli saymaktadır. Canlılarda şekil olarak bu değişme olaylarının ortaya çıkışı, birçok biyokimyâsal, biyofiziksel nitelikteki, metabolik reaksiyonların hepsini içine alır.
Basitçe, büyüme dediğimizde bir canlının şekillenmesi kastedilir.Halbuki esâsında farklılaşma büyüme ve gelişmeyi içine alır. En basit bir düşünce ile büyüme, hacimce artış, farklılaşma ise yapı özelliğinde bir değişme demektir. Ceninin gelişimi sırasında önceleri özelliksiz olan hücrelerden zaman geçtikçe değişik ödev yapacak hücrelerin gelişmesi farklılaşmadır. Bu olaylar canlılarda rastgele değil, plânlı olarak ve açıkça değilse bile içten gelen bir berâberlik ve bağımlılık hâlinde devâm eder. Ancak bu sâyededir ki, basit bir hücreden, karmaşık, çok hücreli organizmalardaki çeşitli şekillenmeler meydana gelir.
Hücre protoplazmasında meydana gelen bir artışa paralel olarak derhâl, hücre, doku, organ ve hattâ canlı bireydeki cansız maddelerde de bir artış ortaya çıkar. Bu tür artışlarda, hücre, doku, organ veya organizmada bir hacim ve ağırlık artışına sebeb olur. Bunun için de bütün canlı organizmalarda büyüme; hacim, şekil ve kütle olarak değişimleri ortaya koyar. Bu değişimler netîcesinde büyüme olarak târif edilen olay canlıda gözle görünür hâle ulaşmış olur. Meydana gelen hacim ve ağırlık artışı, canlının hayâtı boyunca sürekliliğini korur. Bunun için büyümeyi bir çok araştırıcı, basit bir ağırlık ve hacim artışının ötesinde, büyüme ile iç içe yürüyen farklılaşma ve gelişmeyi de kapsayan kompleks olaylar serisi olarak târif eder.Halbuki bir yumurta hücresinin döllenmesini tâkip eden farklılaşma ve özelleşme, başlangıçta bir hacim ve ağırlık artışı (büyüme) olarak pek belirmez. Onun için farklılaşma ile gelişmeyi; basit bir bağlantının belirtileri ötesinde, iç içe gizli ve karmaşık bir bağıntıyla birbirlerini tamamlayan, doğuran ve netîcelendiren olaylar zinciri şeklinde düşünmek doğru olur. Bunu da organik bir gelişmede meydana gelen olaylar serisi içinde analize tâbi tutmak gerekir. Bu sebeplerden ötürü araştırıcılar, son yıllarda bu târifleri dikkate alarak büyüme ve farklılaşmayı içine alan gelişim terimini kullanmakta olup, bu olayı kabaca organel, hücre, organ ve organizma düzeyinde başkalaşma olarak açıklarlar.
Günümüzde birçok biyolojik kaynaklar, gelişme ile farklılaşmayı aynı mânâda kullanırlar. Buna göre, döllenme ile başlayıp ergin bir ferdin meydana gelmesi ile sonuçlanan olayların hepsine gelişme ve farklılaşma denir. Döllenmiş bir hücre olan zigot birbirini tâkip eden hızlı mitoz bölünmelerle bir hücre kümesi meydana getirir. Aynı genetik yapıya sâhip olan bu hücrelerin farklılaşarak ayrı ayrı doku ve organ sistemlerinin meydana gelmesi boyolojide şaşırtıcı olaylardandır.Topluiğne başı büyüklüğündeki bir insan zigotundan embriyonun meydana gelişi ve bunun da akıl almaz şekilde düzenli farklılaşmalardan sonra yavru olarak doğması, Allahü teâlânın kudretini göstermektedir.
İnsanın bedeni, organları devamlı değişiyor. Bir insanın çeşitli yaşlardaki bedenleri başka başkadır.Kırk yaşındaki insanın eti, yağı, derisi, kemikleri başkadır.Çocukluğunda bulunanlar başkadır. Fakat o, hep aynı insandır.Çünkü insan, rûh demektir. Beden değişiyor ise de, rûh değişmez. İnsanın parmak izi de hiç değişmez. Hiçbir insanın parmak izi, başkasının parmak izine benzemez. Bir insanın parmak uçlarındaki çizgilerin şekli doğmadan önce, rûh, bedene taalluk ettiği sıralarda teşekkül eder. İnsan ölüp çürüyünceye kadar hiç değişmez. Beş bin yıllık mumyalarda aynen kaldıkları görülmüştür.
Alm. Pharmakologie, Arzneimittelkunde (f), Fr. Pharmacologie (f), İng. Pharmacology. İlâçların tesirlerini ve özelliklerini veya daha geniş mânâda ilâçlarla canlılar arasındaki etkileşimi inceleyen ilim dalı. Farmakoloji, biyolojinin bir dalı olup, diğer dallarla, özellikle fizyoloji ve biyokimyâ ile yakından ilgilidir. Biyolojinin çeşitli disiplinleri arasında birbirlerinin sahasına önemli taşmalar olmasına rağmen, ilâçlar ve ilâç tesirleri hakkındaki geniş bilgilerin, ilmî bir şekilde incelenmesi esas olarak farmakolojinin konusudur.
Farmakolojinin özel maksadı, kimyâsal maddelerin biyolojik fonksiyonlarını tesbit etmek ise de, farmakoloji, canlı organizmalar hakkındaki bilgiye de önemli hizmetlerde bulunur. Hayat hadisesinin anlaşılması ile alakalı olan bu hizmet, genel olarak biyolojik ilimler için ve husûsen de hekimlik mesleği için büyük önem taşır.
Farmakolojinin birçok alt bölümleri vardır:
Farmakodinami: İlâçların tesirlerini ve canlı organizmaların ilâçlara olan tepkilerini inceler.Kimyâsal maddelerin tesir tarzına ağırlık verilmesi, farmakolojiyi diğer bâzı temel tıp bilimlerinden ayırt ettirir.Tıpta kullanıldığı gibi farmakoloji, esas îtibâriyle farmakodinami ile aynı anlama gelmektedir.
Kemoterapi: İnsan vücûduna zarar vermeden, zararlı mikroorganizmaları veya kanser hücrelerini tahrip etmek için kullanılması mânâsına gelir.
Farmakognozi: Diğer adıyla “materia medika” denilen bu bölüm, ilâç hammaddelerinin özellikleri ve teşhisiyle ilgilenir. Bu alt bilim dalı doktorların ilâçlarını bizzat vermeye, hattâ hazırlamaya mecbur oldukları zamanlarda önemliydi.
Eczâcılık: İlâçların yapılması ve dağıtılması ile ilgilenir.
Farmakoterapi: Hastalıkların tedâvisinde ilaçların uygulanmasıdır.
Toksikoloji: Zehirler ve zehirlenmelerle uğraşır.Her ne kadar toksikoloji farmakolojinin özel bir yönü ise de çeşitli sebeplerden ötürü ayrı bir dal olarak gelişmiştir. Toksikolojinin özel teknikleri adlî tıpta ve halk sağlığı konularında büyük önem taşır.
Farmakolojinin târihi gelişimi: Farmakoloji tarihinin ilk dönemi çok eski çağlara kadar uzanır ve ilaç hammeddelerinin kullanılmasına dair basit müşâhedelerle karakterizedir. İptidâî devirlerde yaşayan insanların dahi hastalıklarla ilâçlar arasında münâsebetler keşfedebilmiş olması ilgi çekicidir. Târih boyunca ilâçların kullanımı o kadar yaygın olmuştur ki 1894’te Sir William Osler “İnsan ilâca karşı doğuştan şiddetli bir arzuya sâhiptir.” demiştir.
Elde olan belgelerden farmakolojik konusunda Müslümanlar tarafından çok ciddî çalışmaların yapıldığını anlıyoruz.Müslümanlar Yunanlıların şiddetli yan etkiler meydana getiren ilâçlarını, portakal, limon suları, menekşe kökleri ve diğer başka ilâvelerle hafiflettirirlerdi. İbn-i Sina, Galen’in karışık ilâç terkipleri yerine birkaç misli daha zararsız ve basitlerini yaptı. İbn-i Sina’nın Kânun adlı kitabında istisnâsız tamâmı batı botanik ve eczâcılığına geçmiş olan 780 ilâç belirtilmiştir.
En meşhur İslâm nebatâtçısı İbn’ül Baytar, hayvanî ve madenileri hariç, 1400’den fazla nebatî ilâcın ismini, madde ve reçeteleriyle kullanılış tarzını ifade eden eserini yazdı. Bu eser devrinin bütün farmakoloji malzemesini ihtiva ediyordu. Batıda Bizans ve diğer batılı âlimlerin faydalandıkları bütün kaynaklar bu eserin etrafında dönüp dolaşır.
Kimyâyı şuurlu bir şekilde tıbbın hizmetine sunan Er-Râzî’dir. Batıda bu ancak Paracelsus ile gerçekleşmiştir. Er-Râzî sentetik yollarla elde ettiği cevherleri, tabâbette kullanmadan önce hayvanlar üzerinde denedi. Böylece cıva bileşikleri ilâç olarak geliştirildiler. Hayvan tecrübeleri anestezi için afyon ve haşhaş farmakolojisini geliştirdi.
Müslümanlar ilâçların hazırlanmasına âit faaliyet safhasını, reçete safhasından ayırdılar. Tahsili ve özel mesuliyeti ile bugünkü mânâda eczâcılık Müslümanlar tarafından geliştirildi. Müslümanlar ilk resmî eczâneleri daha 780 yılında El-Mansur’un hükümdarlığı zamanında kurdular. Dokuzuncu asırda El-Memun devrinden îtibâren bütün eczâneler resmî muameleye tâbi idiler.İbn’ul Baytar uzun zaman Kahire’de eczâcıların şefi olmuştu.
Eczâcılar ilâçların elde edilmesinde resmî tâlimatlara riâyet etmek mecburiyetindeydiler.Onlar resmî olarak yayınlanmış îmâl tâlimatlarına, “Mâseveyh” ile batıda “Grabadin” denilen bir kâideye (Günümüzde buna kodeks denir ve husûsî kânunu vardır.) göre çalışıyorlardı.
Müslümanların batı farmakolojisi üzerindeki tesirleri, Rönesans’ı da aşarak 19. yüzyıl ortalarına kadar devam etti. İbnü’l-Baytar’ın farmakolojisi 1758’de yeniden yayınlandı. İslâm kaynakları 1830 yılında bile hâlâ Avrupa kodekslerine temel teşkil ediyorlardı.
Eski dönemin aksine modern farmakoloji ilâçların tesir yeri şekli hakkında deney ile yapılan incelemelere dayanmaktadır.
Bu gibi çalışmalar evvela 18. yüzyılda yapıldı ve 19. yüzyıl esnâsında önemli derecelerde genişletildi. Modern farmakolojinin gelişmesi denince, genel olarak akla Osward Schmiedeberg (1883-1921) adı gelir.Modern farmakoloji yeni tedâvi ajanları ve yeni vâsıtalar sağlayan sentetik organik kimyanın doğuşu ile önemli derecede yol aldı. Son zamanlarda farmakoloji, diğer temel bilimlerdeki hayret verici gelişmelerden faydalandığı gibi bizatihi kendisi de bu bilimlerin gelişmesine yardımcı olmuştur.
Farmakolojinin tıptaki önemi:Hekimlik pratiğinde çok sayıda ilâçlar kullanılmaktadır. Bunlar, tesir şekilleri, yan tesirleri, zehir özellikleri (toksisiteleri) ve metabolizmaları (vücutta uğratıldıkları değişiklikler) bilinmeden akıllıca ve emin bir şekilde kullanılamazlar. Yeni ilâçların ortaya çıkması ile, yeter derecede bir farmakoloji bilgisinin lüzumu hekimler için gittikçe artan bir mecburiyet hâline gelmektedir. Fakat genellikle ilâçlar böyle bir hazırlık olmaksızın yapılmaktadır ki, bu kısmen de bu sahanın hızlı gelişmesinin bir sonucudur.
Farmakoloji bir temel bilim dalı olarak sağlık ve hastalık hâlinde çeşitli fonksiyonların anlaşılması ile ilgili önemli kavramlara yardımcı olur. Araştırmalarda ve teşhis gâyesi ile de ilâçlar kullanılmaktadır. İyi bir farmakoloji bilgisine sâhib olan hekim piyasada bulunan ve hergün reklâmları yapılan binlerce ilâçtan hangisini kullanacağını iyi değerlendirecektir.
Her ne kadar farmakoloji bütün hayvan türlerindeki ilâç tesirleri ile ilgilenirse de insandaki farmakolojik tesirler ile meşgul olan klinik farmakolojiye karşı tıpta artan bir ilgi söz konusudur. Klinik farmakoloji yeni ilâçların faydasının, kuvvetinin ve zehirlilik derecesinin bizzât insanda tayini için ilmî metodlar ortaya koyar.İyi bir tıbbî pratik için lüzumlu olan farmakoloji bilgisi yalnız klinik farmakoloji bulgularını ihtiva etmeyip, ilâç etkilerinin tam bir şekilde anlaşılması için lüzumlu olan ve genellikle hayvan deneylerinden çıkarılan genel prensip ve kavramları da ihtiva eder. Bu prensip ve kavramlar olmaksızın akılcı bir tedâvi mümkün değildir.
Alm. Pharmakopöe (f), (amthiches) Arzneibuch (n), Fr. Pharmacopée (f), İng. Pharmacopoeia. İlâç yapmak için gerekli formül ve târiflerin yazılı olduğu kitap. Bitkilerden veya hayvanlardan elde edilen ilâç hammaddelerine “drog” adı verilmektedir. Drogların bütün özellikleri, anatomik yapı ve kimyevî bileşimleri, hazırlanmaları, muayene ve korunmaları Farmakope (Pharmacopoea) eski adıyla Kodeks (Codex) adını taşıyan ve devlet tarafından yayınlanan resmî bir kitapta yazılıdır. Bizde ilk kodeks 1914’te Fransızca olarak yayınlanan 161 sayfalık Pharmacope Militaire Ottamane’dir. 1930 yılında ise özel bir kânunla ilk Türk kodeksi yayımlanmıştır. Bu eserin 1940’ta ikinci baskısı yapılmış 1948’de aynı ikinci baskı ekli olarak çıkmıştır. 1954’te üçüncü baskı ki, bu ekli ikinci baskının aynıdır. Şimdi ise Türk Farmakopesi adı altında yeni ve değiştirilmiş baskısı hazırlanmıştır.Her memleketin ayrı bir farmokopesi olmakla beraber bir de internasyonel farmakope (pharmacopoea ınternationalis) yayımlanmaktadır.
(Bkz.Masonluk)
Son devir Türk şâirlerinden, 1898 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Süleyman Nazif Bey; Hazîne-i Hassa Nezâreti başmüfettişi olup, annesi Fatma Rûhiye Hanım, Halıcılar Dergâhı Şeyhi Hacı Feyzullah-ı Nakşibendî’nin kızıdır.
Fâruk Nâfiz ilk tahsilini Bakırköy Rüşdiyesinde, orta tahsilini Meşveret İdâdisinde görmüş, yüksek tahsil için Tıbbiyeye devam etmişse de bitirmeden ayrılmıştır. Şâirliğe erken başlamış, 16 yaşlarında ilk şiirlerini neşretmiş, daha yirmi yaşında iken İleri Gazetesi’nin haftalık edebî nüshasına müdür olmuştur.
Tıbbiye’ye devam etmekteyken neşrettiği şiirleriyle dikkat çeken, kısa zamanda şiir ve sanat çevrelerinde tanınan ve îtibâr gören Fâruk Nâfiz’in ilk şiirleri; Peyâm-ı Edebî, Edebiyat-ı Umûmiyye Mecmûası, Yeni Mecmûa, Ümid Mecmûası, Şâir, BüyükMecmûa ve Nedîm Mecmûası’nda neşredilmiştir.
İki yıl Kayseri’de öğretmenlik yapan genç şâir, 1924’te Ankara’ya dönmüş, aynı yıl Ankara Erkek Lisesi, Ankara Kız Lisesi ve Ankara Lisesinde edebiyat okutmuş, hocalığı sırasında Hayat ve Türk Yurdu mecmûalarının müdürlüklerinde de bulunmuştur.
1932 yılında İstanbul Kabataş Lisesi edebiyat hocalığına getirilen Fâruk Nâfiz,AmerikanKız Kolejinde de uzun yıllar edebiyât derslerini yürütmüştür. 1946 yılında Demokrat Partiden İstanbul milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisine girmiş ve milletvekilliği aralıksız 27 Mayıs 1960 ihtilaline kadar devam etmiştir.İhtilâlden sonra bütün arkadaşları gibi o da Yassıada’ya gönderilmiş, 1960 Haziranından 1961 Eylülüne kadar, 16 aya yakın bir süre burada kalmış, mahkeme neticesinde berâat etmiştir. Artık siyâsî hayattan çekilen şâir, Yassıada’nın acı hâtıralarını, mânâsı derin ve ihâtâlı dörtlükler hâlinde dile getirmiş, neticede 1967 yılında Zindan Duvarları adıyla bir kitap neşretmiştir.
1968 yılından îtibâren İstanbul Fetih Cemiyeti ve Yahya Kemal Enstitüsünde görülen edebî faaliyet içine Fâruk Nâfiz de katılmış ve son şiirlerini Kubbealtı Mecmûası’nda “İsimsiz Kıt’alar” adıyla neşretmiş, 1973 yılı güzünde 75 yaşındayken vefât etmiştir.
Fâruk Nâfiz, çocukluk ve gençlik yıllarında devletin kötü günlerini yaşayan bir şâirdir. Bu devrin bedbaht hayatını ve hastalıklı hassâsiyetini şiirlerine işlemesini bilmiş, Servet-i Fünûn ve Fecr-i Âtî edebî ekollerinin dili ile ses vermiştir.
İlk zamanlar şiirlerini olgun ve kuvvetli bir arûzla CenâbŞahabeddin’in tesirinde kalarak yazmış ve eski şâirlerden Bâkî’nin sesi ile eserler vermiştir. Daha sonra Yahya Kemâl gibi söylemekten hoşlanmıştır. Fâruk Nâfiz, şiirlerinde,Tükçenin kudretini gösteren şâirdir.O, şiirin asırların ötesinden süzülerek işlenen Türkçeyle söylenmesi tarafındadır.Türkçe asıllı veya milletimizin değer verdiği yabancı kelimeleri seçen şâir, köklü bir dil zevkine sâhiptir.
O, millî şiirin vezin meselesi hâline getirilmesi, arûzdan heceye göçün başladığı bir zamanda beş hece şâirleri arasına katılmış, bilhassa hecenin 7 + 7 = 14 vezninde güzel şiirler söylemiştir. Fakat bunun yanında aruzu da bırakmayan Fâruk Nâfiz, bu vezni Türk aruzu hâline getiren Muallim Nâci,Mehmed Âkif, Ahmed Hâşim ve Yahyâ Kemâl gibi, şâirleri tâkib etmiş son usta şâirdir. Zâten Fâruk Nâfiz’in bu durumu, Yahyâ Kemâl’in:
Bir lübbüdür, cihânde elezz-i lezâizin
Her mısra-ı güzîdesi Fârûk Nâfiz’in
beyti ile de takdir edilmiştir.
Fâruk Nâfiz, pürüzsüz kullandığı nazım dilini git gide olgunlaştırmış, devrinin genç şâirlerini tesiri altına almıştır. Bütün bunları yaparken yabancı memleketlere âit şiirlere kapısını kapamış ve dâimâ kendi olmaya çalışmıştır. Bu îtibârla Fâruk Nâfiz’de yabancı tesiri görülmez. Şiirlerinde daha çok beşerî aşka yer vermiş, dil ve tabiat sevgisiyle vatan ve millet aşkını bir potada eritmesini bilmiştir. Zamanla şiire yeni duygu ve düşünceleri de getiren şâir, yerine göre, fakir ve dert sâhibi kimselerin derdini işlemiş, belki ana tarafından intikal eden bir duygu ile, Kıssas-ı Enbiyâ’nın kaynaklık ettiği bir ilhâm, onu duygu ve düşünce şiirleri söylemeye sevk etmiş, böylece kısmen eski şiirin çizgilerini yeni şiire getirmeye çalışmıştır. Ayrıca şiirinde İstanbul peyzajlarına da yer vermiştir.
Bütün bunlara ilâve olarak, Fâruk Nâfiz, memleket edebiyâtı fikriyle de şiirler yazmıştır. Bu yönüyle memleketi tanımış ve halk edebiyatının kaynaklığında yeni bir ses getirmiştir. Böylece bu yeni malzeme ile pekçok şiir söylemiştir. Şâir, aruz vezniyle ortaya koyduğu “Melekü’l-Mevt” “Kızıl Saçlar’’ gibi şiirlerinin yanında hece ile söylediği “Han Duvarları” “Çoban Çeşmesi” şiirlerinde de güzel bir söyleyişe ulaşmıştır.
Eserleri:
Fâruk Nâfiz, şiirin yanında roman ve tiyatro eseri hattâ okul temsilleri yazmıştır. Fakat, daha ziyâde şâir olarak tanınmaktadır. Târihî sıraya göre şiir kitapları şunlardır:
Şarkın Sultanları(1918),Gönülden Gönüle (1919), Dinle Neyden (1919),Çoban Çeşmesi (1926), Suda Halkalar (1928), Bir Ömür Böyle Geçti (1933), Elimle Seçtiklerim (1934), Akarsu, (1936, 1940),Tatlı Sert (1938), Akıncı Türküleri (1938, 1939), Heyecan ve Sükûn (1959), Zindan Duvarları (1967), Han Duvarları (1969).
Romanları:YıldızYağmuru (1936), Ayşe’nin Doktoru (1949).
Tiyatroları: Canavar (1925, 1965), Akın (1932, 1965), Özyurt (1932, 1965), Kahraman (1933, 1965), Yayla Kartalı (1965), Dev Aynası (basılmamıştır).
Okul temsilleri: Bir Demete Beş Çiçek (1933), Yangın (1933).
Han Duvarları’ndan
Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,
Bir dakika araba yerinde durakladı.
Neden sonra sarsıldı, altımda demir yaylar,
Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar...
Gidiyorum, gurbeti gönlümde duya duya,
Ulukışla yolundan Orta Anadolu’ya.
Çoban Çeşmesi’nden
Derinden derine ırmaklar ağlar,
Uzaktan uzağa çoban çeşmesi,
Ey suyun sesinden anlayan bağlar,
Ne söyler şu dağa çoban çeşmesi?
Vefasız Aslı’ya yol gösteren bu,
Kerem’in sazına cevap veren bu,
Kuruyan gözlere yaş gönderen bu...
Sızmazdı toprağa çoban çeşmesi.
Madde ve Kuvvet
Gövdeler, varsa, gönüllerinden alır cevherini,
Yürek olmazsa bilekler çekemez hançerini,
Kahramansız yaşamak kahrına mahkumdurlar;
Kaybeden zümreler Allah’ını, Peygamberini.