F

Türk alfabesinin yedinci harfi. Birçok dil grup ve âilelerinde aslî seslerden olmamış, fakat bu dillerin alfabe sistemlerinde yer almıştır. F harfi, ana Türkçede sâdece tabiat taklidi seslerde kullanılmıştır. Bugün normal olarak yalnız yabancı kelimelerde kullanılır. Fal, fırın, fiğ, fikir gibi

F, fizikte Farat, Fahranhayt, merceklerde odak noktası, kimyâda flüor’un sembolü olarak kullanılır.

FABL

İnsanlara ders vermek maksadıyla anlatılan hayvan hikâyeleri. Şahısları hayvanlardan alan hikmetli masallar.

Konuları oldukça kısa olan fabllarda, olayın kahramanları hayvanların yanında bitkiler ve cansız varlıklar da olur. Bu hikâyelerde teşhis (şahıslandırma) ve intak (konuşma) sanatına yer verilir. Kahramanları insan gibi konuşturulur. İnsanlara, ibret alacakları şekilde, öz mesajlar verir. Eski Türk edebiyâtında bu türe, kıssadan hisse adı verilirdi. Bu türün asıl yazarı Beydaba’dır. Meşhur Kelîle ve Dimne’si, sâhanın ilk ve önde gelen eseridir. Bunu Sâdi-i Şîrâzî’nin Bostan ve Gülistan ile Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin Mesnevî’si tâkib eder. Şeyhî’nin Harnâme’si de aynı sâhaya girer.

Hesiod, Aesopos (Ezop), Lafontaine dünyâda en tanınmış fabl yazarlarıdır. Yeni Türk edebiyâtında fabl yazarı yetişmemiş, ancak batılı fabl yazarlarının eserleri Türkçeye tercüme edilmiştir. Şinâsî, batı tesirinde bulunan Türk edebiyâtı içinde Mesnevî’den ilham alarak manzum Eşek ile Tilki hikâyesini yazmıştır. Ayrıca Ahmed Midhat, Orhan Veli, Sabahaddin Eyüboğlu önde gelen fabl mütercimleridir.

FABRİKA

Alm. Fabrik (f), Betrieb (m), Werke (f), Fr. Fabrique (f), İng. Factory, plant. Bir veya birkaç değişik mâmulün îmâli için âlet ve makinalarla techiz edilmiş binâ veya binâlar grubu. Fabrika kavramı daha geniş mânâda mâmul madde îmâli ve pazarlamasında vazîfeli işçi ve idârecilerin meydana getirdiği bir teşkilâtı târifte de kullanılır. Teşebbüsün muvaffakiyeti büyük ölçüde idârecilerin hünerli olmasına bağlıdır.

Fabrikanın gelişimi: Fabrika sisteminin gelişimi tabiî bir şekilde cereyân etmiştir. İşe kendi âile ihtiyâçlarını karşılamakla başlayan insanoğlu, komşuları tarafından îmâl edilen eşyâlara da ihtiyâç duymaya başladı. Bu ihtiyâçlar âile tarafından yapılan eşyânın birbiriyle mübâdelesi ile karşılandı. Paranın kullanılmaya başlamasından önceki ilk adım olan bu uygulamadan hemen sonra, bâzı kişiler îmâl ettikleri eşyâ modelinde uzmanlaşmanın ve pazarlamasının avantajlı bir iş olacağına karar verdiler. Daha sonraki bir devrede ise bâzı kişiler biriktirdikleri sermâyeleri ile hammadde satın alıp, bu topladıklarını da çeşitli bölgelerdeki kişilere dağıtılmaya ve bu kişilerle de, evlerindeki atölyelerde aldıkları hammadeleri, mâmul madde hâline getirmeye başladılar.

Ağır sanâyinin gelişmesiyle berâber işçilerin belirli bir iş merkezinde toplanması zarûri hâle geldi. Bu hâdise modern fabrikacılık kavramını ortaya çıkardı. Fabrika hareketi, içinde güç üretimi ve kullanılışının da bulunduğu ve bilhassa tekstil sanâyiinde ve zirâatta birçok hızlı gelişmenin görüldüğü, sanâyi ihtilâlinin gerçekleştirildiği 19. yüzyıldan önce başladı. Fabrikalar eskinin edebiyâtında da bahsedildiği gibi, küçük pencereli, havasız, kirli işyerlerindeki tehlikeli makinalar yığını olmaktan çıkarılarak, günümüzde açık alanlarda çevresinin tabiî güzelliklerine zarar vermeyecek şekilde inşâ edilmektedir. Işık ve havalandırma teşkilâtları, asrın en son teknikleri ile düzenlenmekte, işçilerin fabrika içinde mümkün olduğu kadar iyi şartlarda çalışmaları sağlanmaktadır.

Avrupa kıtasında ilk defâ İngiltere’de başlayan fabrika hareketi, fabrika çeşitlerinde ve üretimde büyük hamlelerin yapıldığı kuzey Amerika kolonilerine yayıldı. Fabrika hareketinde, sistemde parçaların değiştirilebilmesi tekniğini ortaya koyan Eli Whitney, mühim bir yenilik geliştirdi. Sonraları fabrika idâresinde yüzlerce gelişme meydana geldi. Bugünün fabrika teşkilâtları tamâmen otomatik hâle gelmiştir. Fabrikalarda bilgisayar ile bilgi toplama ve aktarma işleri, metodların programlama ve geliştirilmiş üretim tahmininde kullanılması, fabrika hareketinde geniş değişikliklere sebeb oldu. Buna göre, işçi, üretimde ikinci planda kalmakta, esas yük bilgisayarı kullanan iyi eğitim görmüş teknisyenlere düşmektedir.

Çalışma teşkilâtı: Fabrikalarda üretilen mallar, çiftçilik malzemesinden, ilâçlara kadar değişen bir çeşitlilik arz eder. Bu sebeple farklı fabrikalar tarafından üretilen eşyâda ortak bir özellik bulunması beklenemez. Tipik bir fabrika sistemi bir piramid gibi düşünülebilir. Bu piramidde geniş tabanı işçiler, tepe kısmını da idâreciler teşkil eder.

İdâre düzeni: Fabrika sisteminde ustabaşıları ve müfettişlerden, müdür ve merkezî idâreye kadar uzanan bir idârî kademelenme düzeni vardır. Fabrikalarda işlerin devâmı ve yeni metodların geliştirilmesi ve plânlanan üretim hedeflerine varılabilmesi için bir idârî memurlar grubu bulunur. Üretim, malın depolanması, yüklenmesi, âlet düzeni ve devamlı takip, bu personelin vazîfeleri arasındadır.

Makina düzeni: Yaptıkları iş ne olursa olsun, bir fabrikadaki makinalar genelde iki kısma ayrılır. Bunlardan birincisi, belirli bâzı özel işler için kullanılır. Diğeri ise normal îmâlat mekanizması için bulunur.

Fabrika sistemi: Sanâyi ihtilâlinden evvel evlerdeki tezgâh ve atölyelerde yapılan îmâlat, giderek yerini merkezî bir sistem olan fabrikalara bıraktı. Fabrikalaşma hareketi ilk defâ İngiltere’de on sekizinci asrın sonu ile on dokuzuncu asrın başlarında başladı. Tekstilde başlayan ilk fabrikalaşma hareketi, enerji kaynaklarının sınırlı olması sebebiyle nehir ve şelâlelerin bulunduğu yerlerde kurulmaya başladı. İlk fabrikaların makinaları elle atılan kömür enerjisi ile çalışmaktaydı. Hattâ 1870’li yıllarda dahi belli başlı enerji kaynaklarını su, rüzgâr, insan ve hayvan gücü teşkil ediyordu. Bunun yanında, ilk fabrikaların işçileri, etrafdan toplanan çiftçiler, işsiz ve güçsüzler, kısacası işin tekniğini bilmeyen kişilerdi. Fabrikaların çalışma şartları bugünkü durum ile kıyas edilemiyecek kadar kötü idi.

Buharlı makinaların geliştirilmesiyle, tabiî enerji kaynaklarının bulunduğu kırsal bölgelerden, iş gücünün çok ve ucuz olarak temin edilebildiği şehirlere taşınan fabrikalar, şehirlerin büyüyüp gelişmesine sebeb oldu. Buharın bir enerji kaynağı olarak kullanılmaya başlanması çok iptidâî bir sistemle işleyen makina düzeninde de büyük değişiklikler ortaya çıkarırken, fabrika binaları da bu değişikliğe paralel olarak daha değişik bir hâle geldi. Bu arada eskiden bir fabrika içindeki bütün makina ünitelerine ortak bir şaft aracılığıyla yapılan enerji dağıtımı yerini, her üniteye bağlanan müstakil enerji hatlarına bıraktı.

FACTORING

Bir finansman tekniği. Adına factoring, adına. Factor denilen gerçek veya tüzel bir kişi ile, açık hesap esâsına göre müşterisine vâde tanıyarak satış yapan bir mal veya hizmet satıcısı arasında yapılan ve satışı yapılmış mal veya hizmetlerden doğan kısa vâdeli (60-180 gün) alacaklarla ilgili olarak Factor’un aşağıdaki hizmetleri verdiği bir anlaşma veya sürekli düzenlemedir.

Factor:

a) Anında peşin ödeyerek bütün alacakları satın alır,

b) Alacakları tahsil eder,

c) Bu alacaklara ilişkin muhasebe ve defter kayıtlarını tutar,

d) Kendi çıkarı gereği mal veya hizmeti satın alanın (borçlunun) istihbaratını yapar ve elde ettiği bilgileri muhafaza eder,

e) Borçlunun mâlî sıkıntıya düşerek ödeme kâbiliyetini kaybetmesi hâlinde oluşan zararları üstlenir, yâni satıcıyı kötü borçlara karşı korur.

Factoring, satışların açık hesap esâsına göre gerçekleştirilmesi üzerine kurulmuş bir hizmettir. Bu bakımdan açık hesap usûlü satışın ne olduğu üzerinde durmak yerinde olacaktır.

Açık hesap usulü ticâret (open account trade), satıcı ile alıcı arasında mutâbık kalınan bir düzenleme olup alıcının malı teslim aldıktan belirli bir süre sonra, sözgelişi fatura târihinden veya sevk târihinden bir ay sonra, satıcıya ödeme yapmasını öngörür. Satıcı alıcısının ticârî riskini üstlenerek malları doğrudan alıcının adına gönderir. Açık hesap ticâretinin önemli özellikleri şöyle sıralanabilir:

1. Alıcının belirlenen süre sonunda ödemeyi yapabileceği ve yapacağı konusunda satıcının güveni tamdır. Bunun için gerekli tecrübeyi veya istihbârâtı edinmiştir;

2. Alıcının bulunduğu ülkenin ithalat transferlerini ertelemeyeceği veya durdurmayacağı konularında satıcının güveni vardır. Bunun için gerekli ülke istihbaratını edinmiştir veya ihracat kredi sigortası yaptırabilecek durumdadır;

3. Satıcı, alıcısına tanıdığı vâdeyi kaldırabilecek, yâni alıcısına kısa vâdeli satış kredisi açabilecek yeterli mâlî güce sâhiptir veya ihrâcât finansmanı elde edebilmektedir.

Ödeme zamanı geldiğinde alıcı kendi çekiyle, bankasından satın aldığı çekle, banka havâlesiyle veya satıcıyı ziyâreti sırasında nakden satıcıya ödemesini yapar.

Satıcı malları doğrudan alıcının emrine sevketmekle mallar üzerindeki kontrolünü kaybetmekte, ödemenin yapılacağına dâir bir güvencesi bulunmamakta veya ödemenin yapılmasını alıcının sorumluluğuna, hattâ insâfına bırakmaktadır. Kısaca satıcı bu tür bir satış yapmakla alıcının riskini bizzat kendisi üstlenmektedir. Sözkonusu risk üstlenme yönünden açık hesap usulü, diğer ödeme şekilleri, yâni tahsil vesaiki, akreditif ve avans ödeme yanında satıcı açısından en riskli metod olmaktadır.

İşte Factoring hizmeti burada devreye girmekle satıcıyı risk konusunda yalnız bırakmamakta, verilen hizmetin türüne göre riski asgariye indirmekte veya tamâmen ortadan kaldırmaktadır.

Gerek satıcıların bizzat risk üstlenmesi, gerekse factoringin devreye girmesi ile riskin factorlerce üstlenilmesi sürecinde mevcut risk unsurunun daha kolay değerlendirilebilmesi sebebiyle factoringin paraları konvertibl olan gelişmiş ülkeler arasında yaygınlaşmasını normal karşılamak gerekir. Nitekim İngiltere’nin A.T. ülkeleriyle yaptığı ticâretin % 60’ının açık hesap usûlü ile yapıldığı görülmektedir.

FADLULLAH-I HURÛFÎ

Hurûfîlik denilen sapık yolun kurucusu. İsmi Fadlullah olup, babasınınki Abdurrahmân’dır. Hurûfî lakabı ve Tebrizî ismiyle de meşhur olmuştur. 1340 (H.741) senesinde İran’ın kuzeyindeki Esterâbâd şehrinde doğdu. 1393 (H.796)’da Timur Hanın oğlu Mîrânşâh tarafından öldürüldü.

Aslen bir Acem Yahûdîsi olan Fadlullah-ı Hurûfî, Karâmita sapık fırkasının kalıntılarından olan Şeyh Hasan’ın yanında yetişti. Bâtınî dâisi olan Hasan Sabbâh’ın kurduğu İsmâiliyye Devleti, 1256 (H.654) senesinde Moğollar tarafından yıkılınca, Bâtınîler çeşitli yerlere dağılarak el altından sapık fikirlerini gizli gizli yaymaya çalıştılar. Bâtınî dâilerinden Şeyh Hasan’ın talebesi olan Fadlullah Hurûfî de bu sapık fikirlerin etkisi altında kalıp, İran’da Esterâbâd şehrinde gizlice küfrünü yaymaya başladı. Kendisine dokuz yardımcı bulup, nokta ilmi diye bir şey uydurdu. “Bu iş mübahtır, nokta çift geldi. Falan şey haramdır, nokta tek geldi!” gibi sözlerle insanları kandırmaya çalıştı. Harflere bâzı mânâlar vererek bir takım işâretlerle anlaşılamaz bir şekilde olan Câvidân adlı kitabını yazdı. Kur’ân-ı kerîmdeki fadl kelimelerinin kendisine işâret olduğunu iddiâ edip, önce peygamberlik, sonra da tanrılık iddiâsında bulundu. Bütün dinleri inkâr ve İslâmiyet ile alay etti. Haramlara mübâh, nefsin arzularına serbesttir dediği için, sapık fikirleri kötü insanlar arasında çabuk yayıldı. Sözlerine sır deyip, gizli tutulmasını emretti. Sırları yabancılara açanları öldürttüğü bile oldu.

Hurûfîlik sapık yolunu yaymak için pekçok yer gezdi. Sonra Tebriz’i kendine merkez edindi. 1386’da İsfehan’da pekçok câhil kimsenin kendi yoluna girmesini sağladı. Kısa bir zamanda geniş bir çevreyi etkisi altına aldı. Fikirlerini zamânının önde gelen bâzı kişilerine kabul ettirdi. Daha sonra Bakü ve Şemahî’ye gitti. Söylediği sözler ve yaymaya çalıştığı sapık fikirler Müslümanların îtikâdını bozup, fitnelere sebeb olduğu için Timur Hanın oğlu Mirânşâh tarafından yakalatıldı. Fikir ve düşünceleri İslâm dînine aykırı bulunduğundan, Şeyh İbrâhim’in fetvâsı üzerine, Timur Hanın emriyle oğlu Mirânşâh tarafından 1393 senesinde Esterâbâd’da îdâm edilerek öldürüldü. Tekkeleri dağıtıldı. Böylece İslâmiyet, sapıkların tasallutundan kurtarıldı. Timur Han bu din ve ırz düşmanlarının yayılmasını önleyerek İslâmiyete çok büyük hizmet etti. Bunun için sahte Bektâşî, yâni Hurûfî tarîkatinin mürîdleri, Timur Hanı sevmezler ve dâimâ kötülerler. (Bkz. Hurûfîlik)

Fadlullah-ı Hurûfî, varlığın özünde temel ilke olarak sesin bulunduğunu kabul ediyordu. Ona göre ses, harfle “zuhur” eder; görünüş alanına çıkar. Bu temel fikrinin yanında birçok haramların mübâh olduğunu söyleyen Fadlullah-ı Hurûfî, Câvidân adlı eserinde, kurduğu yolun ana düşüncelerini sembol olarak kullandığı harflerle açıklamıştır. Altı forma olan Câvidân’ın bir forması Fadlullah-ı Hurûfî tarafından Fârisî yazılmış olup, geri kalan beş formasını talebelerinden bâzıları düzmüştür. Nevmnâme, Arşnâme, Muhabbetnâme adlı eserlerinin yanında İskendernâme diye bilinen Farsça bir Dîvânı da vardır. Hurûfîler tarafından Fadlullah’ın eseri olanCâvidân’a şerhler yazılmıştır. Hakîkatnâme, Mahşernâme, Mukaddemet-ül-Hakâyık, Aşknâme, Vîrân Abdâl Risâlesi, Âhiretnâme, Risâle-i Fadlullah, Risâle-i Bedreddîn, Risâle-i Nokta, Risâle-i Hurûf, Türâbnâme gibi altmış kadar kitap Câvidân’ın şerhleridir. Bunların hepsi, insanları; Allahü teâlâyı inkâra ve İslâm dînini ortadan kaldırmaya, Fadlullah’a tapınmaya sürüklemektedir. Bütün sapık fırkalardan daha kötü oldukları bilinen Hurûfîler, İslâm ahlâkını temelinden yıkmakta, İslâmiyeti hiçe saymakta, sefâhatı, içkiyi ibâdet yerine koymaktadırlar.

FAGOSİTOZ

Alm. Phagozytoseae (f), Fr. Phagoctose (f), İng. Phagocytosis. Vücûdun tabiî müdâfaa sisteminin üyeleri olan bâzı hücrelerin, dışarıdan giren bakteriyi içlerine alıp öldürmeleri. Bu hücrelerin en mühim olanları, parçalı çekirdekli akyuvarlar ve monositlerdir. Gerçekte Fagositoz “yemek” mânâsına gelmektedir.

Fagositoz, kabaca iki kademede gerçekleşir. Bakterinin tanınıp hücreye yapıştırılması ve hücre içine alınıp tahrip edilmesi. Hücrenin bakteriyi yabancı ve zararlı olarak tanıması “kompleman” adı verilen maddeler tarafından sağlanır. Fagositoz yapacak hücrenin zararlı bakteriye doğru hareket etmesine “kemotaksis” denir. Bakterinin hücreye yapışıp içeri alınmasını “opsonin” adı verilen maddeler sağlar ki, bu olaya da “opsoninizasyon” denir. İçeri alındıktan sonra, çeşitli enzimler vâsıtasıyla bakteri sindirilir.

Fagositoz, vücûdu enfeksiyonlara karşı koruyan en önemli mekanizmalardan birisidir. Vücûdun herhangi bir yerinde iltihap olduğu zaman kemik iliğinde fagositoz yapıcı hücrelerin yapımı hemen kamçılanır ve kana geçerler. Bu sebeple vücudda iltihap olup olmadığı kandaki akyuvar (lökosit) sayısına bakılarak anlaşılabilir. Normalde milimetreküpte 5-7 bin olan lökosit sayısı, iltihap anında iltihabın şiddetine göre artar ve genellikle 10.000’i aşar. Fagositoz mekanizmasında bir aksaklığın olması hâlinde, enfeksiyon hastalıkları hızla meydana gelir ve hastayı hayâtî tehlikeye sokar.

FAĞFÛR

Alm. Porzellan (n), Fr. Porceleaine (f), İng. Chinaware, porcelain. Bir çeşit porselen. Çini gibi olup, Çin’de yapılmaktadır. Yarı saydam olan fağfûrlardan, tabak, kâse, fincan, vazo, süs eşyâsı, biblo gibi şeyler yapılır. On sekizinci asırda Osmanlı sarayına Çin’den birçok fağfûr eşyâ hediye olarak gelmişti. Çin fağfûrları mukâvim ve çok ince yapıları ile dünyâda şöhrete sâhiptir. Bunların çiçek ve ince işçiliğe sâhib olanlarına “hatâyî”, zarîf olmayan daha basitlerine de “kâşî” denilirdi. Topkapı Sarayı Müzesinde bu örneklerden görmek mümkündür.

FAHREDDÎN ACEMÎ

Osmanlı Devletinin ikinci şeyhülislâmı. İsmi Fahreddîn olup, İran’dan Anadolu’ya geldiği için Acemî denilmiştir. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. 1460 (H.865) târihinde Edirne’de vefât etti.

Tahsiline memleketinde başlayan Fahreddîn-i Acemî pekçok âlim yanında, bilhassa büyük İslâm âlimi Seyyid Şerîf Cürcânî’den ilim öğrendi. Sonra Anadolu’ya gelerek Molla Fenârî’nin oğlu Muhammed Şah’ın hizmetinde bulundu ve ona muîd (asistan) oldu. Bâzı medreselerde müderrislik yaptı. Sultan Murad Han zamânında, Şeyhülislâm Molla Şemseddîn Fenârî’nin vefâtı üzerine, Edirne’de şeyhülislâm oldu. Fahreddîn Acemî, Sultan İkinci Murad Han ve Fâtih Sultan Mehmed Han zamânında, En güzel şekilde, otuz sene fetvâ işlerini idâre etti. Bu vazîfesi sırasında bilhassa Osmanlı Devletinde bozuk fikirlerin yayılması için çalışan ve müsbet ilimlerin gelişmesine mânî olan Hurûfîlerin temizlenmesinde büyük rol oynadı.

Fahreddîn-i Acemî 1460 târihinde hastalanarak Edirne’de vefât etti. Buradaki Dârülhadîs Câmii önünde defnedildi. Edirne’de Üç Şerefeli Câmii yanında bir medrese yaptırmıştır.

FAHREDDİN ALTAY

Asker ve siyâset adamı. 1880’de İşkodra’da doğdu. 1899’da Harbiye Mektebini, 1902’de Erkan-ı Harbiye Mektebi (Harp Akademisi)ni bitirdi. Balkan Savaşına katıldı. Birinci Dünya Harbinde Çanakkale, Galiçya ve Filistin Cephelerinde savaştı. İstiklal Harbi başladığında Miralay (Albay) rütbesiyle Konya’daki 12. Kolordu Komutanı olarak vazife yapıyordu. Başlangıçta M.Kemal Paşanın başkanlığındaki Hey’et-i Temsiliyyeye değil, Anadolu’daki en kıdemli kolordu komutanı Yusuf İzzet Paşaya bağlılığını bildirdi. Ege’deki Kuvay-ıMilliye taraftarlarıyla bilhassa Demirci Mehmed Efe ile yakın münâsebet kurdu. Bir müddet sonra Ankara’daki Kuvay-ı Milliye hareketine katıldı.

İlk TBMM’ye Mersin Milletvekili seçildi. Kütahya-Eskişehir muharebelerinden sonra Ankara hükûmeti tarafından generalliğe terfi ettirilerek 5. Kolordu Komutanlığına getirildi. Ağustos 1922’de Büyük Taarruz sırasında idâre ettiği süvari birliğiyle Yunan hatlarının gerisine sızarak düşmanın geriletilmesinde önemli rol oynadı. Eylül 1922’de süvari birliklerinin başında Büyük Taarruzun son noktası olan İzmir’e girdi. Zaferin ardından rütbesi Ferikliğe (Korgeneralliğe) yükseltildi. TBMM’nin ikinci dönemine İzmir Milletvekili olarak seçildi. Komutanların askerliği veya milletvekilliğini seçmesini öngören karar üzerine 1924’te milletvekilliğinden çekilerek İkinci Ordu Komutanı oldu. Rütbesi de Orgeneralliğe yükseltildi.

Konya’da İkinci Ordu Komutanı olarak bulunduğu sırada çevre düzenlemesi adı altında pekçok ata yâdigârı tarihî eserin yıkılmasına göz yumdu. Prof. Dr. Osman Turan Selçuklular zamanında Türkiye Târihi adlı eserinin 689. sayfasında; “Selçuklularda büyüklerin ve pâdişahların cesetleri mumyalanarak gömüldüğü için sultanların da naaşları türbenin alt kısmında mumyalı olarak bir arada bulunmaktadır. Fakat ne yazık ki bir kumandan zamanında bu kısım açılmış ve bu cesetleri dağınık bir duruma getirilmiştir.” diyerek Selçuklu sultanlarının cesetlerinin yerinden alınarak dağıtıldığını bildirmektedir. İbrahim Hakkı Konyalı da Konya Târihi adlı eserinin 584-585. sayfalarında Selçuklu sultanlarının cesetlerinin köpekler tarafından parçalandığını görgü şâhidi Müzeler ve Kütüphâneler Umum Müfettişi Ahmed Tevhid Beyin ifâdesine dayanarak anlatmıştır. Birçok türbe, câmi ve mescidin bu dönemde yıkıldığı aynı eserde bildirilmiştir.

1933’te Birinci Ordu Müfettişi oldu ve on yıl müddetle bu vazifede kaldı. 1945 senesinde Askeri Şûrâ üyesiyken Orgenerallik rütbesiyle emekli oldu. 1946 seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) listesinden Burdur milletvekili seçildi. 1950 seçimlerinde seçimi kaybedince siyâsî hayattan çekildi. 1974 senesinde İstanbul’da öldü.

Fahreddin Altay’ın Türkiye İstiklâl Muhârebâtında Süvârî Kolordusunun Harekâtı, İstiklâl Harbimizde Süvârî Kolordusu, İslâm Dini, On Yıl Savaşı ve Sonrası 1912-1922 adlı eserleri vardır.

FAHREDDÎN MÜBÂREK ŞÂH

Âlim ve şâir. 1126 senesinde Lahor’da doğdu. Asıl ismi Muhammed’dir. İyi bir tahsil gördü. Arabî ve Fârisî’yi öğrendi. Gûrlular sarayına gelerek hükümdârlardan iltifât gördü. Zamânının büyük âlimlerindendi. Ayrıca şâirdir ve şiirleri tasavvufîdir. Fahrüddevle ved-dîn, Melîk-ül-Kelâm lakablarıyla anıldı. 1206 senesinde vefât etti.

Eserleri: 1196’da tamamladığı Şecere-i Ensâb adlı eserini Gûr Hükümdârı Kutbeddîn Ay Beg’e sundu. Bu eserinde Türk târihi, Türklerin kullandıkları alfabeler, Türk etnolojisi hakkında kıymetli bilgiler vermektedir. Türkçenin Arabî’den sonra en mükemmel dil olduğu hakkında bilgiler de vardır. Aynı zamanda Türklerin teşkilâtçı bir millet olduğunu savunmaktadır.

Râhiku’t-Tahkîk, Nesebnâme, Medhal-i Manzûm der İlm-i Nücûm (Ele geçmemiştir.), Lübâb-ül-Elbâb (şiir kitabı), Kitâbu Adâb-il Harb Veş-Şecâa (Târih bilgilerini anlatan kitabıdır).

FAHREDDÎN PAŞA (Gâzi, Türkkan)

Medîne müdâfii. 1868’de Rusçuk’ta doğdu. Babası Mehmed Nâhid Bey, annesi Fatma Âdile Hanımdır. Âilece 93 Harbinden sonra Rusçuk’tan ayrıldılar. Fahreddîn Paşa 1888’de Harbiye Mektebini, 1891’de Erkân-ı Harbiyeyi bitirdi.

Erzincan’daki 4. Orduda vazîfe yaptı. 31 Mart Vak’asında Dîvân-ı Harb başkanıydı. 1911-12 Türk-İtalyan Harbinde Kurmay Albay olarak bulundu. Balkan Savaşında Çatalca Muhârebelerinde yaptığı taarruzla Bulgarları bozguna uğrattı ve Edirne’nin geri alınmasında en önemli rolü oynadı. Birinci Dünyâ Savaşı başladığında Musul’da On İkinci Kolordunun komutanıydı. Bu sırada Osmanlı Devletinde idâreyi elinde tutan İttihat ve Terakki liderleri hatâlı bir politika ile halife ve Osmanlı hükümdarlarına bağlı Şerîf Hüseyin ve taraftarlarını hâin ilân ettiler. Fahreddîn Paşa da Şerîf Hüseyin’e karşı savunma yapmak üzere Medîne’ye gönderildi. Bu kahraman Türk kumandanı, İttihatçıların çılgınca verdikleri emirlere uymayı bir vatan borcu bildiği için, Medîne’de hareketsiz kalmış, azılı İslâm düşmanı İngilizlerle savaşmak fırsatını bulamamıştı. Böylece yıllarca mukaddes topraklarda kardeş kardeşi boğazladı. Netîcede Müslümanların bu gafletinden İngilizler ve Vehhâbîler istifâde ettiler. BirinciDünyâ Harbinin kaybedilmesi ve Mondros Mütârekesinin imzâlanmasından sonra Mekke veMedîne Vehhâbîlere terk edildi. İngilizler teslim aldıkları Fahreddîn Paşayı Malta’ya sürdüler. 1921’de esâretten kurtulan Fahreddîn Paşa, Başkomutanlık Meydan Muhârebesine 12. Fırka Komutanı olarak katıldı. 1922’de TBMM hükûmeti tarafından Kâbil elçiliğine tâyin edildi. 1926’ya kadar bu görevde kaldı.

1948’de İstanbul’da vefât eden Fahreddîn Paşa Rumelihisarı Kabristanlığına defnedildi.

FAHREDDÎN-İ RÂZÎ

Horasan’da yetişmiş, meşhur din ve fen âlimi. İsmi, Muhammed bin Ömer bin Hüseyin bin Hüseyin bin Ali et-Teymî el-Bekrî’dir. Künyesi Ebû Abdullah ve Ebü’l-Me’âlî, lakabı Fahrüddîn’dir. Allâme, Şeyhülislâm ve Fahr-i Râzî denilmiş, İbn-i Hatîb-ir-Rey (Rey Hatîbi’nin oğlu) diye tanınmıştır. Soyu Kureyş Kabîlesine ulaşır. Aslen Taberistanlıdır. 1149 (H.544) senesinde Rey şehrinde doğdu. 1209 (H.606) senesinde Herat’ta vefât etti.

Fahrüddîn-i Râzî, önce büyük bir âlim olan babası Ziyâüddîn Ömer’den ders aldı. Babası, Muhyissünne Muhammed Begavî’nin talebelerindendi. Râzî fen ilimlerini Necd-i Cîlî’den, fıkıh ilmini Kemâl Simnânî’den öğrendi. Bunlardan başka asrının büyük âlimleriyle görüştü ve onlardan ilim öğrendi. Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin sohbetinde bulunmak sûretiyle tasavvufta olgunlaştı.

Tahsilini bitirip, ilimde yüksek derecelere kavuştuktan sonra, bâzı seyâhatler yaptı. Harezm’de bozuk îtikâd sâhibi Mûtezileye mensup kimselerle münâzaralarda bulundu. Daha sonra Mâverâünnehr’e gitti. Buradan memleketine dönen Fahrüddîn-i Râzî, daha sonra Gazne’ye, oradan da Horasan’a gitti. İlimdeki yüksekliği sebebiyle, Sultân-ı Kebîr Alâüddîn Muhammed Harezmşâh’ın sevgi ve saygısını kazandı. Sultan sık sık onun ziyâretine giderdi. Bir müddet Herat’ta kalan Fahrüddîn-i Râzî, bozuk bir inanca sâhib olan Kerrâmiyye mensuplarının îtikatlarının yanlış olduğunu delilleriyle ispatladı.

Fahreddîn-i Râzî, yalnız Arabî ilimlerde değil, zamânın bütün ilimlerinde mütehassıs idi. Bu yüzden gittiği her yerde sultanların iltifâtını kazandı. Sultan Gıyâseddîn Gûrî onun için, Herat’ta bir medrese yaptırdı. Kerrâmiyye îtikâdında olan halk, sultânın ona olan iltifâtlarını çekemeyip fitneye sebeb olduklarından, buradan da ayrılmak zorunda kaldı ve gittiği her yerde ilimle meşgûl oldu. İlim ve irfâna susayanlar, âlimler, gittiği her yere peşinden gittiler.

Pekçok âlim yetiştiren Fahrüddîn-i Râzî 1209 (H.606) senesinde Heret’ta vefât etti.

Fahrüddîn-i Râzî hazretleri; tefsir, fıkıh, kelâm ve usûl-i fıkıh gibi dînî ilimlerde çok derin bir âlim olduğu gibi, edebî ilimler, matematik, kimyâ, astronomi, tıb gibi zamânın fen ilimlerinde de söz sâhibiydi. O zaman İslâm âleminde ortaya çıkan bid’atleri, yanlış îtikâd sâhiplerinin ve filozofların bozuk düşüncelerini en ince teferruâtına kadar araştırarak, onların bozuk ve yanlış olduğunu delilleriyle ispat etmiş, Müslümanları onların sapık ve yanlış sözlerine aldanmaktan kurtarmıştır.

Fahrüddîn-i Râzî de, İmâm- Gazâlî ve İmâm-ı Beydâvî gibi Ehl-i sünnet îtikâtında, yâni Eshâb-ı kirâmın ve onların talebelerinin yolundaydı. Bunların zamânında türeyen bid’at fırkaları ilm-i kelâma felsefeyi karıştırdılar. Hattâ, îmânlarının esâsını felsefe üzerine kurdular. Bu üç imâm, bozuk fırkalara karşı Ehl-i sünnet îtikâdını müdâfaa ederken ve onların sapık fikirlerini çürütürken, felsefecilere de geniş cevaplar verdiler. Onların bu cevapları, Ehl-i sünnet mezhebine felsefeyi karıştırmak olmayıp, kelâm ilmini, kendisine karıştırılmak istenen felsefî düşüncelerden temizlemektir.

Din ilimlerindeki otoritesi yanında, fen ilimlerinde özellikle fizik ve tabîat ilimleri sâhasında asrının bir tânesiydi. Bu ilim dallarının gelişmesinde büyük katkıları oldu. Fiziğin temel konularından olan hareket, sürat, zaman-mekân ve enerji konularını derinlemesine araştırdı. Aralarında sıkı münâsebet bulunduğunu belirtti. Kuvvetin, şiddet ve süre îtibârıyla arz ettiği farklılıkları gösterdi. Ağır bir cismin uzayda durabilmesi için kendi ağırlığına eşit bir kuvvete muhtac olduğunu ve bu kuvvet devâm ettiği sürece cismin uzayda durabileceğini delîllendirdi. Mekaniğin temellerinden olan birinci ve üçüncü hareket kânunlarını da, gâyet açık ve esaslı bir şekilde ortaya koydu. Ayrıca, ışık ve ses konularını da inceledi. Görme olayının ışık vâsıtasıyla gözde teşekkül ettiğini, renklerin de ışık sebebiyle meydana geldiklerini ve ışıksız cisimlerde herhangi bir rengin mevcud olamayacağını söyledi. Ona göre suda dalgalanma olduğu gibi, havada da dalgalanma meydana gelmekte; bundan da ses ortaya çıkmaktadır.

Eserleri: Fahrüddîn-i Râzî, din ve fen ilimlerine dâir pekçok eser yazdı.

Tefsire dâir eserlerinden bâzıları:

1) Tefsîr-ul-Kebîr, on cildlik bir eserdir. Mefâtih-ül-Gayb ismiyle de bilinir. 2) Tefsîru Sûret-il-Fâtihâ.

Fıkıh ilmine dâir eserlerinden bâzıları:

1) El-Muhassal fî Usûl-il-Fıkh, 2) El-Me’âlim fî Usûl-il-Fıkh, 3) El-Muhtehab-ül-Mahsûl fî Usûl-il-Fıkh, 4) İhkâm-ul-Ahkâm

Kelâm ve akâide âit eserlerinden bâzıları:

1) Ez-Zübde fî İlm-il-Kelâm, 2) El-Me’âlim fî Usûl-id-Dîn, 3) İrşâd-ün-Nüzzâr ilâ Letâif-il-Esrâr, 4) El-Cebru vel Kader, 5) İsmet-ül-Enbiyâ, 6) Risâlet-ül-Me’ad, 7) Hudûs-ul-Âlem, 8) Esâs-üt-Takdîs, 9) Risâletün fin-Nübüvvet.

Fizik, hikmet, mantık, ahlâk ve psikolojiye dâir eserlerinden bâzıları:

1) El-Mebâhis-ül-Meşrikiyye fî İlm-it-Tabiiyyet vel-İlâhiyyât, 2) Lübâb-ül-İşârât, 3) Ta’ciz-ül-Felâsife, 4) El-Mantık-ül-Kebîr, 5- El-Âyât-ül-Beyyinât fil-Mantık, 6) Risâletün fî Ziyâret-il-Kubûr.

Cedel ilmine dâir eserlerinden bâzıları:

1) El-Cedel, 2) Et-Tarîkat-ül-Alâiyye fil-Hilâf.

Arap dili, lügat ve edebiyâtı ile ilgili eserlerinden bâzıları:

1) Şerhu Nehc-il-Belâga, 2) Şerhu Şakt-iz-Zend li-Ebi’l-A’lâ el-Me’arrî, 3) Nihâyet-ül-Îcâz fî Dirâyet-il-Îcâz, 4) El-Mevrid fî Hakâyık-ın-Nahv.

Matematik, astronomi ve tıb ilmine dâir eserlerinden bâzıları:

1) Kitâbun fil-Hendese, 2) Risâle fî İlm-il-Felek, 3) Kitâb-ut-Tıbb-il-Kebîr, 4) Et-Teşrih Miner-Re’sî ilel-Halk, 5) El-Eşribe.

FAHRİ KORUTÜRK

Türkiye Cumhûriyeti’ nin altıncı Cumhurbaşkanı. İstanbul’da, 1903 yılında dünyâya geldi. 1916 yılında Bahriye Mektebine giren Fahri Korutürk, 1923’te teğmen rütbesiyle Deniz Kuvvetlerine katıldı. 1933’te Deniz Harp Akademisini bitirdi. Roma, Stockholm ve Berlin’de deniz ateşeliği yaptı. 1936 yılında Montreux Boğazlar Konferansında, askerî uzman olarak görevlendirildi. 1944 yılında evlendi.

Fahri Korutürk sırasıyla şu komutanlıklarda bulundu: Deniz Eğitim Komutanlığı, Deniz Harp Akademisi Komutanlığı, Denizaltı Filo Komutanlığı, Harp Filosu Komutanlığı, Deniz Eğitim Komutanlığı, Genel Kurmay Haberalma Başkanlığı, Donanma Komutanlığı, Marmara ve Boğazlar Deniz Kolordu Komutanlığı, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı. 1959’da Oramiral oldu. 1960 İhtilâlinden sonra emekliye ayrıldı. Daha sonra Moskova Büyükelçiliğine tâyin edildi. Dört yıl sonra da Madrid Büyükelçiliğine getirildi. 1965 yılında bu görevden istifâ etti. 1968’de Cumhurbaşkanlığı Kontenjanından Cumhuriyet Senatosu üyesi oldu. 6 Nisan 1973 târihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi, kendisini Cumhurbaşkanlığına seçti. 1980 yılına kadar Cumhurbaşkanlığı görevine devâm etti. 12 Ekim 1987 târihinde İstanbul’da öldü ve Ankara Devlet Mezarlığına gömüldü.

FÂİK ALİ OZANSOY

Servet-i Fünûn şâirlerinden. 1875’te Diyarbakır’da doğdu. Diyarbakırlı Saîd Paşanın küçük oğlu ve aynı devir şâirlerinden Süleymân Nazîf’in kardeşidir. İlk öğrenimini Diyarbakır’da tamamladıktan sonra, İstanbul’daki Mekteb-i Mülkiyeye girdi.

Okulu bitirdikten sonra birçok yerlerde kaymakamlık ve mutasarrıflık görevlerinde bulundu. Mütâreke yıllarında Diyarbakır vâliliği yaptı. Ebû Bekr Hâzem Beyin dâhiliye nâzırlığı sırasında müsteşarlığa getirildi ise de, iki ay sonra kabînenin düşmesi sonucu, bu görevden istifâ etti. Mülkiye Mektebinde Fransızca, Saint-Bones Fransız Okulunda ise Türkçe öğretmenliği yaptı. 1931 yılında Dâhiliye Müsteşarlığından emekliye ayrıldı. 1950 yılının Ekim ayında Ankara’da öldü. Vasiyeti üzerine İstanbul Zincirlikuyu Mezarlığına gömüldü.

Servet-i Fünûncuların arasına henüz Mülkiyede talebeyken “Kehkeşana Karşı” şiiriyle katılıp kısa bir sürede tanınmasında âileden gelme edebî kültürünün tesiri büyüktür. Fâik Ali, Nâmık Kemal, Recâizâde Ekrem ile Hâmid’in hayrânıdır. Hâmid’i taklit etmesi, edebiyâtımızda İkinci Hâmid olarak tanınmasına yol açtı. Ancak bu tesir uzun sürmedi. Tevfik Fikret’le yakın ilişkisi kendi kişiliğini bulmasına yol açtı. Faik Ali, ferdî konulara yönelme ve kendi iç dünyâsını dile getirme yönünden tipik bir Servet-i Fünûn şâiridir. Birinci Dünyâ Savaşı yıllarında Faik Ali, ferdiyetçilikten sıyrılarak şiirlerinde yurt sevgisini işledi. Tiyatro türünde eserler verdi ise de, bu yolda pek muvaffak olamadı.

Eserleri:Fâni Tesellîler (1908), Midhat Paşa (1908), Temâsil Kapısında (1918), Elhân-ı Vatan (1915), Şâir-i A’zam’a Mektup (1923), Pâyitahtın Kapısında (manzum piyes, 1918), Nedim ve Lâle Devri (manzum piyes, 1918).

FÂİK REŞAD

Edebiyât târihçisi. 1851 senesinde İstanbul’da doğdu. Rüşdiye Mektebine devâm ederken, yarıda bırakıp hayâta atılmak zorunda kaldı. Harbiye Nâzırlığı kaleminde çalışmaya başladı. Sonra Hâriciye Mektûbî Kaleminde kâtiplik yaptı. Burada birlikte çalıştığı arkadaşlarından Arabî ile Fârisîyi öğrenerek ilmini artırdı. Takvîm-i Vekâyî Gazetesi başyazarı oldu. Diyarbakır, Varna, Yanya maârif müdürlükleri yaptı. İstanbul’a döndükten sonra vakitlerini okumakla geçirdi. Bâzı gazetelerde yazı yazdı. Özel okullarda öğretmenlik yaptı. İkinci Meşrûtiyete kadar Matbuât-ı Dâhiliye mümeyyizliği ve müdür yardımcılığı görevlerinde bulundu. Meşrûtiyetten sonra Takvîm-i Vekâyî müdürlüğüne getirildi. Memûriyeti lağvedildiği için kendi isteğiyle emekli oldu. Emekli olduktan sonra, Kadastro Mektebi kitâbet öğretmenliği, Dârülfünûn edebiyât öğretmenliği, İstanbul Kız Lisesi edebiyât öğretmenliği, Târih-i Osmânî Encümeninde muhâbir üyelik yaptı. Haziran 1914’te İstanbul’da vefât etti.

Eserleri:

Güldeste (şiirler), Gencîne-i Letâif (Türklerden meşhur kişilerin seçilmiş fıkraları), Mükemmel Lügat-ı Osmânî (Ali Nâzimî Bey ile), Muhtasar ve Musavver Târih-i Osmânî, Hazîne-i Müntehâbât, Usûl-i Kıraat, Târih-i Edebiyât-ı Osmâniye (3 cilt), Nümûne-i Şiir ve İnşâ, Eslâf ve Zeyli, (1975’de kısaltılarak basılmıştır.) Terâcim-i Ahvâl (hâl tercümeleri), Nümûne-i Kitâbet, Kemâl ile Muhârebemiz, Sergüzeşt-i Sünûhî, Netîce-i Sefâlet, Külliyât-ı Letâif.

FÂİZ

Alm. Zins (-en pl.) (m), Fr. Intérê (m), İng. İnterest. Bir para alacaklısının, borçlusundan istediği ve ana paraya eklenmesi gereken para miktarı. Kazanç getirmesi için yatırılan bir paranın yıllık olarak önceden belli olan, ana paranın üzerindeki fazlalık. Klâsik tanımıyla fâiz, ödünç para alanın, aldığı parayı kullanmadan dolayı ödünç verene ödediği fazla bedeldir. Târihin değişik devirlerinde, değişik şekilde uygulanan ve bütün dinlerce yasak edilen fâiz, Avrupa’da 17. asırdan îtibâren uygulanmaya başlamıştır. Sermâye, arz, talep dengesi esas alınarak çeşitli iktisatçılar, değişik fikirler ileri sürmüşlerdir. Modern iktisatın temelini atan John Keynes değişik bir görüş ile fâizi îzâh etmiştir. Ona göre insanlar çeşitli sebeplerle ellerinde hazır para tutmak isterler. Elde hazır para tutmanın bâzı avantajları vardır. İnsan elinde tuttuğu parayı başkasına verdiği zaman fedâkârlıkta bulunur. Keynes’e göre, bu fedâkârlığın bedeli ise fâizdir.

Tabii ki, bu bedelin, kişileri ellerinde hazır para bulunmaktan caydırıcı seviyede olması gerekecektir. Böylece Keynes, fâiz haddi ile elde para tutma arzusu arasında sıkı bir ilişkinin varlığını kabul etmektedir. Elde para tutma arzusu, iktisatta “likidite tercihi” olarak anılmaktadır. Buna göre, likitide tercihi güçlenirse fâiz haddi yükselecek, bu tercih zayıflarsa fâiz haddi de düşme eğilimi gösterecektir.

Fâizin çeşitli dinlerdeki durumu şöyledir:

Yahûdîlik: Burada ödünç vermenin esas gâyesi, din kardeşine yardımdır. Bu da bedelsiz ve karşılıksız yapılmalıdır. Din kardeşliği, zarûret içinde olanlara yardım, fakirlere, yoksullara karşı duyulan merhamet, sevgi başlıca ödünç verme sebepleridir. Bundan dolayı zenginlerin yoksullara fâizsiz ödünç vermeleri gerekir. Tevrat’ta, fâizle ödünç vermenin yasaklığına dâir hükümler vardır. Burada, “Kardeşin yoksul düşerse ona yardım et, fâiz alma, kâr alma.” ibâreleri açıkça yazılıdır. Fakat bu açık hükümlere rağmen Yahûdîliğin doğru olarak tatbik edildiği yıllar hâriç hiçbir zaman fâizden vazgeçilmemiştir. Bugün İsrail topluluğunda da milletlerarası ticâret ve bankacılık kuralları uygulanmaktadır.

Hıristiyanlık: Bütün ilâhî dinlerde olduğu gibi Hıristiyanlıkta da fâiz yasaktır. Îsâ aleyhisselâm havârilerine menfaat beklemeden borç vermelerini emrederdi. Îsâ aleyhisselâmın bildirdiği emirlerin tam olarak kitaplara geçmemesi veya bunların çok kısa zamanda ortadan kaldırılması ilâhi emirlerin unutulmasına sebeb oldu. Kiliselerin bu hususta tutumları ise değişik oldu. Kilise papazları, âlimler, ilk zamanlar fâizle büyük bir mücâdeleye girdiler. Fâiz ve tefeciliği kesin olarak yasak ettiler. Bu zamanda fâiz ve tefecilik ayrımı yapılmadı. Ortaçağda fâizle ödünç verme kesinlikle yasak edildi. Zamanla bu mücâdele gevşedi. Fâizle ödünç verme klâsik bir kural hâline getirildi. On altıncı yüzyıldan itibaren bu yasak yavaş yavaş kalkmaya başladı. Bugün Hıristiyan âlemi fâizi kabul eder ve bütün işlemlerini bu esas üzerine oturtarak yürütür.

Roma hukukunda ise, M.Ö. 342 yılında bir kânun ile fâiz yasaklanmıştı. Fakat bu yasak uzun zaman devam etmeyip, Roma Cumhûriyet devrinin sonunda fazla alınmaması için sınır konulmuştu. Roma hukukunda fâiz, sermayenin bütünü üzerinden aylık hesaplanırdı. Yunanistan’da da ilk önceleri sınırlanmıyan fâiz, bazı zamanlarda azamî had ile belirlenmişti.

İslâmiyet: Fâizin azı da çoğu da yasak edilmiştir. Ödünç vermekte, rehinde ve alış-verişte, alıcıdan veya vericiden birinin ötekine karşılıksız olarak vermesi şart edilen mal, İslâm dînince fâiz kabul edilmektedir. Dünyâda tek bozulmayan ilâhî din olan İslâmiyetin ana kaynaklarında; fâizin ne olduğu, inananların bu âfete bilerek veya bilmeyerek düşmemeleri için çok geniş olarak izah edilmiştir. Kur’ân-ı kerîmin birçok âyet-i kerîmesinde bu yasak açıkça anlatılmaktadır. Nitekim Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

Fâiz yiyen kimseler, kendisini şeytan çarpmış olan nasıl kalkarsa, mezarlardan öylece kalkarlar. Bu halde olmaları, “Alış veriş aynen fâiz gibidir.”, demeleri yüzündendir. Halbuki Allah, alış verişi helal ve fâizi(ribayı) haram kılmıştır. Bundan böyle, kim kendisine Rabbinden bir öğüt gelip fâiz yemekten sakınırsa, daha önceki fâiz ona bağışlanır ve bundan sonra onun işi (af edilişi) Allah’a aittir. Kim de haram olan bu fâizi helâl diye yemeye dönerse, işte onlar Cehennemliktir. O ateşte ebedî (sonsuz) olarak kalacaklardır. (Bakara sûresi: 273)

Allahü teâlâ, fâizle geleni mahv eder ve sadakaları(zekâtları) verilen malı arttırır. (Bakara sûresi: 276)

Ey îmân edenler! Fâiz yemeyin. (Âl-i İmrân sûresi: 130)

Yok eğer bu fâizi terk etmezseniz, biliniz ki, Allah’a ve Peygamberine karşı harbe girmişsiniz. Eğer fâiz almaktan tövbe ederseniz, ana paranız sizindir. Böylece ne zâlim olursunuz, ne de zulme uğramış bulunursunuz. (Bakara sûresi: 279)

Peygamber efendimiz bu hususla ilgili olarak buyurdular ki:

Hiçbir mal fâizle artmaz ve hiçbir mal sadaka vermekle azalmaz.

Mirac gecesi, bir takım insanları bana gösterdiler, karınları ev gibi idi. İçleri yılan dolu olup, dışarıdan görünüyorlardı. Ey Cebrail bunlar kimlerdir, dedim. Fâiz yiyenlerdir, dedi.

Karşılığında bir menfaat şart kılınan her türlü borç fâizdir.

FÂİZÎ (Kafzâde)

Divan şâiri, tezkireci. 1572 senesinde İstanbul’da doğdu. Asıl ismi Abdülhay’dır. Kazasker Kafzâde Feyzullah Efendinin oğludur.

İlk tahsiline babasından başladı. Medrese tahsilini tamamladı ve Muallim Şehriyârî Mustafa Efendinin yardımcısı oldu. Halep’te isyân eden Canbolatoğlu Ali Paşa üzerine gönderilen Kuyucu Murâd Paşa ordusunda kâdılık yaptı (l607). Ekmekçizâde Ahmed Paşanın yaptırdığı medreseye müderris tâyin edildi. l613 senesinde Semâniye medreselerinden birine getirildi. Sonra Üsküdâr Vâlide Sultan Medresesinde vazîfe aldı. Terfi ettirilerek Süleymâniye Medreselerine tâyin oldu. l618 senesinde Selânik kâdılığına, sonra Şam kâdılığına tâyin edildi. Şam’a gitmek üzere İstanbul’a geldi. Yerine başkası tâyin olduğu için Şam’a gitmeyip, İstanbul’da kaldı. Genç Osman’ın tahttan indirilmesi esnâsında sarayda bulunuyordu. Genç Osman’ın başına gelen hâdiseler kendisini fevkalâde üzdüğünden hastalanıp birkaç gün sonra (l622) vefât etti. Kabri, babasının kabri yanında Ma’lûl Emir Efendi Mektebi sâhasındadır.

Fâizî yaşadığı devrin tanınmış şâirleri arasındaydı. Nef’î ile karşılıklı hicivleşecek seviyede idi. Buna rağmen şâirliğinden ziyâde tezkireciliği ile tanınır. Nesirde daha başarılıydı. Kanije Müdâfaasına katılmış ve bununla ilgili olarak Hasenât-ı Hasan isimli bir eser yazmıştır.

Eserleri:

Hasenât-ı Hasan, Zübdetü’l Eşâr(Tezkire), Dîvân, Leylâ vü Mecnûn ve Sakinâme’dir. Tezkiresi bir antoloji mâhiyetindedir. On beşinci asrın ikinci yarısından kendi zamânına kadar yaşamış on dördü kadın beş yüz şâirin alfabetik sıraya göre hayatlarını yazmış ve şiirlerinden örnekler vermiştir. İstanbul kütüphânelerinde yazma nüshaları mevcuttur.

FAKÎRULLAH

Anadolu’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi, İsmâil bin Kâsım bin Abdülcemâl’dir. Fakîrullah lakabı ile tanınmıştır. 1656 (H.1067)da Siirt’in Tillo kasabasında doğdu. 1734 (H.1147)te orada vefât etti. Kabri oradadır.

Dedesi Molla Abdülcemâl, Peygamber efendimizin amcası hazret-i Abbâs’ın torunlarındandır. Dedesi ve babası Tillo’da müderris idiler.

Fakîrullah hazretlerinin annesi, dînimizin emir ve yasaklarına çok dikkat eden sâlihâ bir hanımdı. Abdestsiz meme ve yiyecek vermemeye çok dikkat ederdi. Babası küçük yaştan îtibâren ilim öğretmeye başladı. Tahsilini yirmi dört yaşında tamamlayıp, zâhirî ve bâtınî ilimlerde mütehassıs bir âlim ve velî olarak yetişti. Babasının vefâtından sonra yerine müderris oldu ve pekçok talebe yetiştirdi.

Fakîrullah hazretleri, haramlardan ve şüpheli şeylerden çok sakınırdı. İnsanın mârifet-i ilâhiyyeye kavuşması için çok önemli bir husus olan helâl lokma yemeye son derece dikkat ederdi. Tarlasını abdestli eker, biçer, hasad eder ve öşrünü verirdi. Bundan sonra eldeğirmeninde öğütür, ekmek yapardı. Yiyeceklerine hiçbir şüphe karışmamasına çok dikkat ederdi. Gecelerini ibâdetle, gündüzlerini de oruçla geçirirdi. Allahü teâlâyı bir an unutmazdı. Kırk yaşına kadar bu hâl üzere devâm etti. Kırk yaşında latîf mizâcı değişip, yüksek hâllere kavuştu. Kırk sekiz yaşındayken bir Cumâ gecesi karanlıkta evinin avlusunda bulunan on beş metre derinliğinde kuru bir kuyuya düştü. Sâdece sol kaşı üzerinde ince bir sıyrıkla kurtuldu, vücuduna hiçbir şey olmadı.

Abdülkâdir-i Geylânî, Ahmed Rıfâî ve Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri gibi pek çok velînin rûhâniyetinden feyz aldı. Tasavvufda Gavs denilen dereceye yükseldi.

Yetiştirdiği talebeleri arasında kendisine en yakın İbrâhim Hakkı Erzurûmî hazretlerinin babası Molla Osman idi. İbrâhim Hakkı da dokuz yaşından îtibâren, babası ile Fakîrullah hazretlerinin sohbet ve hizmetlerinde bulundu. Netîcede sohbet ve derslerinde yetişip büyük bir âlim ve velî oldu.

İsmâil Fakîrullah hazretlerinin kerâmetleri ve menkıbeleri meşhûrdur. Kendisine muhâlefet ve edepsizlik edenler, çeşitli belâlara düşmüşler ve pişman olmuşlardır.

İsmâil Fakîrullah hazretleri yaşı sekseni geçince, 1734 (H.1147) Şevval ayının ortalarında bir Cumâ gecesi evlâdını ve torunlarını yanına çağırıp, ilim öğrenmelerini ve sâlih amel ile meşgul olmalarını vasiyet etti. Sonra Yâsîn-i şerîf okumalarını istedi. Yâsîn-i şerîfin “Selâmün kavlen...” âyet-i kerîmesi okunurken, “Allah” diyerek rûhunu teslim eyledi. Türbesi Tillo’da olup, sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.

FAKS

(Bkz. Faksimile)

FAKSİMİLE (Faks)

Alm. Faksimile, Fr. fac-similé, İng. Facsimile. Lâtince “aynısını yapmak, tıpkıbasım” mânâsına gelen bir kelimeden gelmektedir. Gönderici ve alıcı iki cihazdan meydana gelen fax sistemi kâğıt üzerindeki herhangi bir yazı veya şekil görüntüsünün bir yerden başka bir yere aktarılmasına yarar. Gönderici cihazda elektrik sinyallerine çevrilen görüntü telefon veya radyo hattıyla alıcı cihaza iletilir. Elektrik sinyalleri alıcıda tekrar görüntüye çevrilerek kâğıt üzerine aktarılır.

1842’de Alexander Bain tarafından ilk bulunduğunda bugünkü teknolojiye göre çok kaba olan fax cihazı zamanla süratle geliştirilmiştir. En çok kullanılan faks sistemi telefon hatlarına bağlı olan sistemlerdir. Telefon hattının bağlı olduğu her yere bağlanabilir. Gönderici cihazdaki bir silindirden geçirilen kâğıt üzerindeki görüntü bir fotoelektrik dedektör tarafından taranıp elektrik sinyallerine çevrilir. Kâğıt üzerine çarpan ışığın siyah ve beyaz bölgelerden yansıma şiddetine dayanarak elde edilen bu sinyaller yükseltilip modüle edilerek telefon veya radyo hatlarıyla gönderilebilecek ses dalga sinyallerine çevrilir.

Alıcıya gelen sinyallerin demodüle edilerek kâğıt üzerine aktarılması çeşitli metodlarla gerçekleştirilir. Fotoğraf gibi hassas görüntülerin kâğıda geçirilmesinde optik fotoğraf film metodu kullanılır (Gazetecilikte bu metod kullanılır). Diğer sistemlerde termal, elektrolitik, elektrostatik ve printer teknikleri kullanılır. Termal sistemde, üzerinde karbon ve çin kili tabakası bulunan özel bir kâğıt kullanılır. Gönderici faks cihazında maksimuma çevrilerek özel kâğıttaki kil tabakasının cihazında minimum olarak üretilen siyah bölge sinyalleri alıcı faks cihazında maksimuma çevrilerek özel kağıttaki kil tabakasının yakılması ve siyah karbon tabakasının ortaya çıkarılması sağlanır. Beyaz bölgeler için sinyal şiddetleri bunun tersi olur.

Elektrostatik metodda, gönderilen dokümandaki siyah bölgelerin alıcıdaki kâğıtta elektrostatik olarak yüklü duruma getirilmesi sağlanır. Yüklü hâle gelen bu bölgeler siyah kuru bir tozu üzerine çekerek görüntüyü meydana getirir. Diğer bir teknik olan elektrolitik metodda, görüntünün kâğıda geçirilmesi elektroliz yoluyla sağlanır.

Önceleri sâdece gazetecilik sahasında kullanılan faksla gönderme sistemi gittikçe değişik sahalara yayılmaktadır.

FAKÜLTE

Alm. Fakultat (f), Fr. Faculté, İng. Faculty. Üniversitelerin alt kuruluşu olup, daha ziyâde bilim kollarına göre düzenlenmiş bölüm, ünite. Fen, edebiyât, tıp, hukuk, orman, zirâat, ilâhiyat fakülteleri yanında inşaat, mîmârlık, elektrik, makina ve mâden fakülteleri ayrı ayrı bulunduğu gibi, mühendislik fakültesi olarak berâberce de bulunabilirler. Biraraya geldiklerinde üniversiteyi meydana getirirler. 

Her ne kadar ilmî kuruluşların teşkili çok eskiye dayanmakta ise de, fakülte ve bununla berâber, üniversitenin bugünkü anlamdaki ilk kuruluşu Abbâsîler zamânında Bağdat’ta görülmektedir. İlk üniversite Fas’ın Fez şehrinde bulunan Kayrevan Üniversitesi olup, 859 yılında kurulmuştur. Nizâmiye Medresesi, 13 Ekim 1065’te Bağdat’ta kuruldu. İznik Medresesi, 1331’de Osmanlıların kurduğu ilk üniversitedir. Abbâsîler zamanında Hârun Reşîd’in ilme verdiği kıymet sonucu bu müesseseler kendi devrinde daha da ileri bir gelişme gösterdi. Bunun yanında İspanya’daki Endülüslerin bu çeşit kuruluşları ise, oldukça ileri seviyedeydi. Avrupalı talebelerin sarık ve cübbe giyerek buraya tahsile gelmesi yaygındı. Avrupa’da ilmî müesseseler bu üniversitelerin tesiriyle kurulup gelişti.

Günümüzde fakültelerin başında üniversite rektörü tarafından teklif edilip yüksek öğretim kurulu tarafından seçilen dekan bulunur. Dekan yeni Yüksek ÖğretimKânununa göre, her türlü yetki ve sorumluluğa sâhip kişidir. Bir veya iki tane yardımcısı vardır. Yönetim ve öğretim işlerinde, fakülte öğretim üyeleri (yardımcı doçent, doçent ve profesör) tarafından seçilen “Yönetim Kurulu” ve “Fakülte Kurulu” dekanın başkanlığında karar verir. Üniversitedeki fakültelerin paralel çalışmalarını sağlamak için fakültedeki her iki kurul da üniversite senatosuyla sıkı münâsebet hâlinde bulunurlar. Fakültede öğretim üyeleri yanında araştırma görevlileri de vardır. Bunlar araştırma ve öğretim konularında yardımcı olarak çalışırken doktora da yaparlar. Öğretim görevlileri ise, fakültenin devamlı elemanları olmayıp, ihtiyaç duyulan dersleri yürütmek üzere belli bir süre için görevlendirilen kimsedir.

Fakültenin alt kuruluşu, “bölüm”lerdir. Sayısı fakültenin temsil ettiği ilim kollarına bağlıdır. Bilim dallarının birleşmesinden “ana bilim” dalları meydana gelir. Her bilim fakültede “Bilim dalı” olarak belirlenir. Burada yeterli sayıda öğretim üyeleri, görevlileri ve araştırma görevlileri bulunur. Yakın bilim dalları birleşerek “Ana BilimDalı”nı teşkil ederler. İlgili ana bilim dallarının birleşmesinden de “Bölüm” meydana gelir.

Fakültelerde öğretim yanında araştırma işi de yürütülür. Öğrenciler ise geçici olmakla berâber fakültenin varlığının sebebidir. Günümüzde öğrenciler merkezî yerleştirme ile başarı ve istekleri göz önünde tutularak fakültelere dağıtılmaktadır.

Türkiye’de, fakülteler ilk olarak Ankara Üniversitesi kuruluş kânunuyla 1931’de teşkilâtlandırıldı. 1933’te İstanbul Üriversitesi kuruluş kânunu ile bu üniversitede fakülteler meydana getirildi.

1981’e kadar üniversiteler kânununda çeşitli değişiklikler yapıldı. 6 Kasım 1981 târihinde yürürlüğe giren 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kânunu ile üniversiteler çalışmalarını sürdürmektedir

FAL

Alm. Vorzeichen (n), Wahrsagen (n), Fr. Augure, bonne aventure, Présage, pronostic (m), İng. Augury, omen, sooth-saying. Gelecek veya bilinmeyen geçmiş hakkında haber verme iddiâsı. Câhil halk arasında pek yayılmış ve îtibâr görmüştür. Fala bakmayı meslek hâline getirenler, yere bakla atmak, iskambil kâğıdına, kahve fincanındaki telve şekillerine, avuç çizgilerine bakmak sûretiyle bunlardan mânâ çıkararak, bahta, geleceğe âit bilgiler ileri sürerler. İnsanın isteklerine yakın şeyler anlatarak, dinleyenleri kendilerine hemen inandırmaya çalışırlar. Hakîkatleri bilen ve ilmi olan, bunları işitince, tekerleme, tahmînî ifâdelerden başka bir şey olmadığını anlar.

Falcılığın târihi çok eskidir. M.Ö. 4000 yıllarında, Mısır, Çin, Kalde ve Bâbil’de, İslâmiyetten önce Arap Yarımadasında falcılık yapıldığını gösteren belgeler mevcuttur.Târih boyunca falcılık, hekimliğin tamamlayıcı unsuru olarak kullanıldığı gibi, bâtıl (insanlar tarafından uydurulan) dinlerin mensuplarınca çok rağbet görmüştür.

İslâm dîninde sihir, büyü yasak edildiği gibi, fala bakmak ve inanmak da yasak edilmiştir. İslâm dîninde, hesabın ve tecrübenin bildirmediği şeylere gayb denir. Gaybı, Allahü teâlâ ve O’nun bildirdiklerinden başkası bilemez. Bunlar peygamberler ve Allah’ın velî kullarıdır. Bu sebeple gaybı bilirim diyen kâhinlere, falcılara inanmak, kendini kandırmak, dînî emirlerden uzaklaşmak olur.

Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde fal ile ilgili olarak meâlen buyurdu ki:

Ey îmân edenler, içki, kumar,(tapmaya mahsus) dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın amelinden birer murdardır (pis şeylerdir). Onun için bunlardan kaçının ki murâdınıza eresiniz (kurtulasınız). (Mâide sûresi: 90)

Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem fal ile ilgili olarak buyurdu ki:

Tevekkül edenler, falcılık, efsun ve dağlamak ile hastalığı tedâvî ettirmez.

Cebrâil (aleyhisselâm) bana geldi. Kalk, namaz kıl ve duâ et! Bu gece Şâbân’ın on beşinci gecesidir (yâni Berât gecesidir) dedi. Bu geceyi ihyâ edenleri, Allahü teâlâ affeder.Yalnız müşrikleri, büyücüleri, falcıları, hasisleri (cimrilik edenleri), alkollü içki içenleri, fâiz yiyenleri ve zinâ yapanları affetmez.