EYYÛB ALEYHİSSELÂM

İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Hazret-i İshâk’ın oğlu Iys’ın neslindendir. Kendisine yedi kişi îmân etti. Yüz kırk sene yaşadı. Sabrı ile insanlık târihinde darbımeselle anılan Eyyûb aleyhisselâm, Kur’ân-ı kerîmde zikredilmiştir.

Eyyûb aleyhisselâmın çok mal ve serveti ile on oğlu vardı. Sürü sürü hayvanları, bağları ve bahçeleri bulunuyordu. Şam civârında Beseniyye mevkıindeki çiftliklerinde binlerce insan çalışırdı. Fakat servetinin çokluğu onu Allah yolundan alıkoymadı. Eyyûb aleyhisselâm Şam civârında yaşayan insanlara peygamber olarak gönderildi. Onları Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeye çağırdı. Bu uğurda pekçok zahmet çekti. Sonra malı, evlâdı ve bedeni ile imtihân edildi. Eyyûb aleyhisselâm çok büyük sıkıntılara göğüs gerdi. Sabrı, kullukta kusûr etmeyip şikâyette bulunmayışı ve başka güzel vasıfları ile ibâdet ehline ve akıl sâhiplerine örnek oldu.

Allahü teâlâ hazret-i Eyyûb’u imtihân etmeyi murâd etti. Onun mallarını çeşitli vesîlelerle elinden aldı. Koyunları sel, ekinleri ise rüzgâr ile telef oldu. Şeytan çoban sûretinde ağlayarak Eyyûb aleyhisselâmın yanına geldi. O sırada insanlara vaaz ve nasîhatte bulunan Eyyûb aleyhisselâma mallarının ve servetinin telef olduğunu söyledi. Hazret-i Eyyûb bu haber karşısında hiç şikâyette bulunmayarak Allahü teâlâya hamd ve şükürde bulundu ve “Üzülme! O malı mülkü bana Rabbim vermişti. Şimdi de aldı. Çünkü sâhibi O’dur.” dedi. Bu sözleri ve hareketi karşısında şeytan perişan olup, geri gitti.

Sonra Allahü teâlâ Eyyûb aleyhisselâmın, hocaları ile ders okuyan çocuklarının da zelzeleyle ruhlarını aldı. Bu defâ hoca şekline giren şeytan feryâd ve figân ederek Eyyûb aleyhisselâmın yanına geldi; “Ey Eyyûb! Allahü teâlâ evini zelzele ile yıktı. Çocukların öldü. Her biri parça parça oldular.” dedi. Çocuklarına olan şefkatinden dolayı gözlerinden yaşlar gelen Eyyûb aleyhisselâm sabır ve tevekkül ederek, Allahü teâlâya teslimiyetini bildirdi. Şeytana da: “Ey mel’ûn! Sen İblissin. Beni Rabbime isyâna teşvik etmek istiyorsun. Şunu bil ki, evlâdım bir emânet idi. Rabbime niçin incineyim. Rabbime hamd ederim.” buyurdu. Bundan sonra Allahü teâlâ Eyyûb aleyhisselâmın vücuduna hastalık verdi. Hazret-i Eyyûb’un hastalığı gün geçtikçe şiddetlendi. Akrabâları, komşuları ve başkaları yanına uğramaz oldu. Yalnız hanımı Rahîme Hâtun onu terk etmedi. Ona hizmetine devâm edip, ihtiyâç için neyi varsa sarf etti. Hazret-i Eyyûb bu hastalık hâlinde de şikâyet ve feryâdda bulunmayıp, hamd etti ve sabır gösterdi. Bu defâ şeytan Eyyûb aleyhisselâmın bulunduğu şehir halkına vesvese vererek; “Onun hastalığı size geçer, onu şehrinizden çıkarın.” dedi. Şehir halkı Eyyûb aleyhisselâmı ve hanımı Rahîme’yi şehirden dışarı çıkardılar. Rahîme Hâtun şehrin dışında bir yerde hazret-i Eyyûb’a hizmete devâm etti. Hazret-i Eyyûb, yedi yıl dert ve belâ içinde kaldı. Hâlinden hiç şikâyet etmedi. Şeytan, bu defâ insan sûretinde Rahîme Hâtunun karşısına çıkıp onu Eyyûb aleyhisselâmın hizmetinden alıkoymaya çalıştı. Ona; “Kendine yazık ediyorsun. Hastalığı sana geçer.” dedi. Rahîme Hâtun ise, şeytana; “Onun üzerimdeki hakkı çoktur, ödeyemem. Nîmet ve râhat vaktinde onunla yaşadım. Bu hastalık hâlinde onu bırakamam.” dedi. Dönüşte, olanları hazret-i Eyyûb’a anlattı. Eyyûb aleyhisselâm da onun iblîs yâni şeytan olduğunu ve onun vesvesesinden sakınmasını söyledi. Şeytan daha sonra da Rahîme Hâtunun karşısına çıkarak, vesvese vermeye çalıştıysa da aldırış etmedi.

Hazret-i Eyyûb’un hastalığı gittikçe şiddetlendi. Onun bu hâli beden, kalp ve lisânıyla yaptığı kulluk ve peygamberlik vazîfelerini iyice zorlaştırdı. O zaman Allahü teâlâya duâ ve niyazda bulundu: “Bana gerçekten hastalık isâbet etti. Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin.” dedi. Allahü teâlâ onun duâ ve niyâzını kabûl etti. Birgün Eyyûb aleyhisselâmın hanımı Rahîme Hâtun yiyecek aramaya çıkmıştı. İkindi vakti Allahü teâlânın lütuf ve müjdesi ulaştı. Cebrâil aleyhisselâm gelerek Allahü teâlâdan; “Ey Eyyûb! Belâ verdim sabrettin. Şimdi ben sıhhat ve nîmet vereceğim.” haberini getirdi. Allahü teâlâ; “(Ey Eyyûb!) Ayağını yere vur. Çıkan sudan gusleyle ve soğuğundan iç.” (Sâd sûresi: 42) buyurdu. Bu emr-i ilâhî üzerine Eyyûb aleyhisselâm ayağını yere vurdu. Biri sıcak, biri soğuk, iki pınar fışkırdı. Sıcak sudan gusl edince bedenindeki, soğuk sudan içince içindeki hastalıklardan kurtuldu ve sıhhate kavuştu. Kuvveti geri geldi. Tâze bir genç oldu. Elinden alınmış olan mallarını Allahü teâlâ geri iâde etti. Çok sayıda evlâd ihsân etti veya bir rivâyette ölmüş olan oğullarını diriltti. Yüz çeviren dostları kendisine muhabbetle yöneldiler.

Eyyûb aleyhisselâmın hastalığı âfiyet hâline dönüşünce, o gece seher vaktinde bir âh eyledi. Sebebini sorduklarında; “Her gece seher vaktinde «Ey bizim hastamız nasılsın?» diye ses duyardım. Şimdi o vakit geldi; «Ey sıhhatli kulumuz nasılsın?» sesini duyamadım. Onun için ağlıyorum.” buyurdu.

Eyyûb aleyhisselâm ömrünün sonunda en olgun evlâdı olan Havmel’i vâsi tâyin etti. Techiz ve tekfin işlerini ona ısmarladı. Yüz kırk sene ömür sürdükten sonra vefât etti. Bişr isimli bir oğlunun peygamberliğinde ihtilâf olunmuştur. Onun yaşıyla ilgili başka rivâyetler de vardır. Hazret-i Eyyûb’un kabri Şam’da Beseniyye denilen yerdedir.

Mûcizeleri:

Eyyûb aleyhisselâm Allahü teâlânın emirlerini tebliğ ederken birçok mûcizeler gösterdi. Bunlardan bâzıları şöyledir.

1. Eyyûb aleyhiselâmın duâsı bereketi ile koyunların yünleri ibrişim olurdu.

2. Eyyûb aleyhisselâm kavminin hâkimini îmâna dâvet ettiği vakit o da; “Evimdeki direklerin kalkarak havada durmasını senden mûcize olarak isterim.” demişti. Hazret-i Eyyûb duâ etti. Nihâyet evin direkleri düştü ve ev havada kaldı. Hâkim bu mûcizeyi gördüğü hâlde îmân etmedi.

3. Eyyûb aleyhisselâmın duâsıyla çöldeki seraplar ve dumanlar su olurdu.

Eyyûb aleyhisselâm güzel huylu, cömerd ve çok merhametliydi. Fakirlere, misâfirlere, yetimlere çok yardım ederdi. Bedenine, malına ve evlâdına gelen musibetlere sabredip ilâhî takdire rızâ gösterirdi. Bundan dolayı insanlık târihinde, “Eyyûb aleyhisselâmın sabrı gibi” darbımeseliyle anıldı. Allahü teâlâ onu bu güzel vasıfları sebebiyle Kur’ân-ı kerîmde şöyle medh ü senâ buyurdu: “Biz onu (belâlalara) hakîkaten sabırlı bulduk. O ne güzel kuldu. Şüphe yok ki o tamâmen Allah’a dönen (bir zât) idi.” (Sâd sûresi: 44)

Eyyûb aleyhisselâmla ilgili olarak Kur’ân-ı kerîmin En’âm, Nisâ, Sâd, ve Enbiyâ sûrelerinde bilgi verilmiştir.

EYYÛB SABRİ PAŞA

Sultan İkinci Abdülhamîd Han devri amirâllerinden. İsmi Eyyûb Sabri olup, Yenişehir civârındaki Urmiye’de doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1890 (H.1308) târihinde İstanbul’da vefât etti. Bayramiye yolu büyüklerinden, ilim irfân sâhibi olan hocası İdrîs-i Muhtefî’nin Kasımpaşa’da Kulaksız Câmii karşısında bulunan yokuşun alt başındaki kabrinin ayak ucuna defnedildi.

Eyyûb Sabri Paşa, Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamânında yetişen, çalışkan, âlim bir deniz paşasıydı. Bir kısmı henüz basılmayan çok kıymetli eserler yazdı. Basılanlar şunlardır:

Mir’ât-ı Mekke, Mir’ât-ı Medîne, Terceme-i Şemâil-i Şerîf, Ahvâl-i Cezîret-ül-Arab, Şerh-i Kasîde-i Bânet Süâd, Târih-i Vehhâbiyân, Mahmûd-üs-Siyer, Necât-ül-Mü’minîn, Tekmilet-ül-Menâsik, Riyâd-ül-Mûkınîn, Mir’ât-ü Cezîret-il-Arab.

İlk iki eser ile sonuncusu, Mir’ât-ül Haremeyn ismiyle yazılmış olup, mukaddes Hicaz bölgesi hakkında dînî ve târihî bilgileri ihtivâ etmektedir. Herkes ve bilhassa hacılar için lüzumlu bir kitaptır. Eyyûb Sabri Paşanın kitaplarında Vehhâbîler hakkında geniş bilgi vardır.

Ahvâl-i Cezîret-ül Arab, Arabistan Yarımadası hakkında yazılan coğrafya kitaplarının en kıymetli ve en geniş olanıdır. Büyük İslâm âlimi İmâm-ı Gazâlî’nin kelâm ilmindeki Bidâyet-ün-Nihâye isimli kitâbını Eshâb-ül-İnâye ismiyle tercüme edip bastırmıştır.

Bu eserin başındaki beyit şöyledir:

Tâbi-i şer-i şerîf olmayanın dünyâda,

Hâli pek müşkil olur Mahkeme-i ukbâda.

EYYÛB SULTAN CÂMİİ

Hazret-i Muâviye zamânında İstanbul kuşatmasında şehid olan, sahâbeden Hâlid ibni Zeyd Ebâ Eyyûb el-Ensârî’nin kabrinin, Fâtih Sultan Mehmed’in hocası Akşemseddîn’in kerâmetiyle bulunmasından sonra Fâtih Sultan Mehmed Han burada bir türbe ile bir câmi yapılmasını emretmiştir.

Fetihten hemen sonra 1458 yılında Osmanlılar tarafından İstanbul’da yapılan kubbeli ilk Selâtin Câmiidir. Fakat ilk yapıdan, günümüze orijinal hiçbir şey gelmemiştir. Sâdece minâreleri ilk yapıya âit olmamakla birlikte bugünkü yapıdan biraz eski târihlere âittir. 1724 târihinde bu minârelerin yerine yeniden iki şerefeli iki minâre yapılmıştır. Çok tâmirât geçiren câminin minârelerinden başka her yeri, Üçüncü Sultan Selim Han zamânında 1798’de yıkılarak, bugünkü câminin inşâsına başlanmıştır. İnşaat 1800 târihinde tamamlanmıştır. Daha sonra 1822 yılında Haliç tarafından minârelerin birisine yıldırım isâbet ederek, üst şerefesinin hasar görmesine sebeb olmuş, Sultan İkinci Mahmûd Hanın emriyle câmi tekrar tâmir edilmiştir. Câminin dış avlusundaki mahfiller Dârüssaâde Ağası Beşir Ağa tarafından inşâ edilmiştir.

Bu câminin bir özelliği vardır. O da Sultan İkinci Bâyezîd Han ile başlayan ve son pâdişâha kadar devâm eden bir âdettir. Osmanlı sultanları bu câmide kılıç kuşanırlardı.

Câmi, bir külliyeye âittir. Bu külliye de câmi, medrese, imâret, hamam ve türbeden ibârettir. Medrese 16 hücreliydi. Ama bugün bu 16 hücreden altısı yoktur ve on hücresiyle görülmektedir. İmâret de, gelen misâfirlerin ağırlanması ve fakirlerin doyurulması için yapılmıştır. Hamam, çifte hamamdır. Türbe, Eyyûb Sultan için yaptırılmıştır. Fâtih Sultan Mehmed Han zamânında yapımına başlanan külliye, bundan sonra gelen pâdişâhlar zamânında ya bizzat pâdişâhlar veya devletin ileri gelen şahsiyetleri tarafından daha da geliştirilip bakımı ve tâmirâtı yapılmıştır. Külliyenin bakımı için çeşitli vilâyetler ve yerlerin geliri vakıf olarak buraya bağlanmış, Eyüp semti ve civârı da buraya vakfedilmiştir.

Câminin mîmârî plânı dikdörtgen şeklinde olup, mihrâbı dışarı çıkıntı yapar. Altı tâne sütun ve iki fil ayağına dayalı kemerlere oturtulmuş merkezî kubbe orta mekânı örter. Bunun etrâfındaki sekiz yarım kubbe de yan mekanların üstünü örter. Câminin iç avlusu 12 sütunun üzerine oturan 13 kubbe ile örtülü ve avluyu üç yönde dolanan revakla çevrilidir. Revak üzerindeki kubbelerden tam eksen üzerindeki ovaldir. Câminin esas binâsının köşelerinde küçük kubbecikler bulunur. Diğer kısımlar çapraz ve aynalı çapraz tonozlarla örtülüdür. Cephelerdeki pencereler ile câminin içi iyi bir şekilde aydınlatılmıştır. Mermerden mihrabı ve minberi bulunur. Minberi süslemelidir. Üst kat mahfili, yapıyı, mihrap yönü hariç diğer üç yönde dolanır. Mihrabın sağ tarafındaki üst kat mahfili kafesle çevrilip, hünkar mahfili olarak yapılmıştır. Bu kısmın dıştan girişi vardır. Câminin süslemeleri olmakla birlikte ilk bakışta sâde gibi görünür.

Daha önce yıkılan câmi ise enine dikdörtgen şeklinde bir plâna sahip olup ortada bir merkezî kubbe ve bunun iki yanında yarım kubbesi vardı. Onun da mihrâbı dışa doğru çıkıntılı olup, önünde revaklı bir avlu ve bu revakların gerisinde sıralanmış medrese odaları vardı. Türbe o zaman avlunun içinde kalıyordu. Eyyûb Sultan Câmiinin hazîresinde pekçok ulemâ ve devlet ricâlinin kabir ve türbeleri vardır.

EYYÛBÎLER

Ünlü kumandan ve siyâset adamı Selâhaddîn Eyyûbî tarafından Sûriye, Filistin, Mısır ve Yemen’de kurulan devletin adı. Hânedânın kurucusu olan Selâhaddîn Eyyûbî, Hazbani Kabîlesine mensuptu. Ancak bu âile uzun yıllar Türkler arasında bulunmuş ve tam mânâsıyla Türkleşmişti. Selâhaddîn Eyyûbî, 1138’de çok sayıda askeri ile birlikte Musul Türk kumandanı Zengî bin Aksungur’un hizmetine girdi. Bu durumun akabinde Selâhaddîn’in kardeşi Şirkuh da Zengî’nin oğlu Nûreddîn’in hizmetine girdi. Şirkuh bu hizmetteyken, 1169’da Mısır’ın kontrolünü ele geçirdi ise de, çok geçmeden öldü ve onun halefi olarak yerine Selâhaddîn geçti.

Böylece hânedânın gerçek kurucusu olarak ortaya çıkan Selâhaddîn Eyyûbî, 1171 yılında, Şiî Fâtımî idâresini tamâmiyle ortadan kaldırdı. 1175 yılında ise İsmâil Zengî ile Böri Gâzi’nin kumanda ettiği orduyu Kurunhama’da bozguna uğrattı ve Eyyûbî Devletinin temellerini attı. 1176 yılında kardeşi Turan Şahla berâber Yemen’deki Abdün-nebi Fırkasını yıkan Selâhaddîn Eyyûbî, Abbâsî halîfesi tarafından Suriye, Yemen, Filistin ve Kuzey Afrika’nın sultânı îlân edildi. Bu durum aynı zamanda halîfe tarafından devletinin kabul edilmesi demekti.

Selâhaddîn Eyyûbî ilk iş olarak Mısır’daki Fâtımî idâresinin son izlerini de ortadan kaldırdı. Onların eski toprakları üzerinde din ve eğitimde kuvvetli bir siyâsetin teşvik ve uygulayıcısı oldu. Şiîliğin yerine Sünnî mezhebini yaymaya başladı. Bunda başarılı olan Selâhaddîn, Mısır ve Suriye’de Fâtımîlerin yaydığı yanlış îtikâdın önüne geçerek, Ehl-i sünnet îtikâdının yayılmasında önder oldu. Selâhaddîn Eyyûbî’nin tâkib ettiği siyâsetin diğer bir yönü de Haçlılara karşı cihâd hareketinin başlatılması idi. Bilindiği gibi bu yüzyılda Haçlılar iki defâ Anadolu’dan Kudüs’e kadar gitmişler ve geçtikleri yerlerde kan ve gözyaşından başka bir şey bırakmamışlardı. Hattâ bu zâlimler, kendi dindaşları ve ırkdaşlarının kalplerinde bile derin bir nefret uyandırmışlardı. Kutsal şehir Kudüs, yıllardır bu zâlimlerin elinde bulunmaktaydı. Nitekim Selâhaddîn’in Haçlılara karşı tesirli bir şekilde başlattığı cihâd siyâseti, bütün İslâmî gayret ve heyecanı onun etrâfında birleştirdi. Türk ve Arab ordularının aynı gâye etrâfında toplanmasını sağladı.

Topladığı bu kuvvetlerle 1187 yılında Haçlıların karşısına çıkan Selâhaddîn Eyyûbî, Hattin’de parlak bir zafer kazandı. Perişan bir vaziyete düşen Haçlıların elindeki bütün kaleler, Kudüs dâhil Eyyûbîlerin eline geçti. 89 yıl düşman elinde kalan kutsal şehir Kudüs’ün de ele geçirildiği bu zaferle, bütün Müslümanların gönüllerinde taht kuran Selâhaddîn Eyyûbî, büyük bir üne kavuştu. Avrupa bu hezîmet karşısında birbirine girdi ve üçüncü Haçlı seferi için çalışmalara başladılar. Ancak bu yeni Haçlı ordusu daha Akka’da iken hezîmete uğratıldı ve yine onların aleyhine olarak bir antlaşma imzâlandı.

Hemen hemen bütün günleri harp meydanlarında geçen, Ortadoğu’daki Haçlı varlığının belini kıran ve onu aslâ eski gücüne kavuşamayacağı bir hâle getiren, böylece Ortadoğu-İslâm dünyâsının kudretini bütün Avrupa’ya gösteren Mücâhid Sultan, 4 Mart 1193 Çarşamba günü Dımaşk (Şam)’da vefât etti. Aynı şehirde bulunan kabri bugün büyük ziyâretgâhlardandır.

Selâhaddîn Eyyûbî, ölmeden önce devletinin çeşitli bölgelerini oğullarına ıktâ olarak dağıtmıştı. Bununla berâber merkezî kontrol, oğullarından El- Âdil’in elindeydi. Bu sultan zamânında, daha önceki aktif politika terk edilerek yumuşak bir siyâset izlenmeye başlandı. Frenklerle barış yapılarak ilişkiler normal bir ortama dönüştü. 1205 senesinde Samsat, Serve ve Ra’sul-ayn’ın şehirlerine hâkim olan Melik el-Efdal amcası El-Âdil’le ilişkisini keserek Anadolu Selçuklu Sultanı Keyhüsrev’e bağlandı. Bu dönemde Eyyûbîler, 1208’de Ahlat’ı, 1215 senesinde ise Yemen’i hâkimiyetleri altına aldılar. Beşinci Haçlı seferi sırasında Dimyat’ın Haçlılar eline geçmesi ile üzüntüsünden hastalanan Sultan El-Âdil çok geçmeden vefât etti (10 Eylül 1218). Yerine oğlu Kâmil geçti.

El-Kâmil kısa sürede orduyu toparlayarak Haçlıları geri püskürtmeye muvaffak oldu. Ancak daha sonra İmparator İkinci Frederik ile anlaşan El-Kâmil, anlaşılamayan bir tutumla Kudüs’ü Haçlılara terk etti. Böylece İkinci Frederik ile başlayan sulh dönemi, Mısır ve Suriye’ye bâzı iktisâdî faydalar sağlarken, aynı zamanda Akdeniz Hıristiyan devletleri ile ticâretin yeniden canlanmasına yol açtı. Sultan El-Kâmil’in devri diğer taraftan iç çatışmalara ve çalkantılara sahne oldu. Sultâna karşı ülkede ittifaklar kuruldu. Aynı zamanda sultânın kardeşi Muazzam ile Melik Eşref bile bu ittifakın içinde yer aldı. Hattâ Melik Eşref bir ordu ile sultânın karşısına çıktı ise de, âniden vefât ettiğinden kuvvetleri dağıldı.

Eyyûbî Devleti son parlak devrini, Sultan El-Kâmil ile yaşadı. Onun ölümüyle ülke parçalanmaya yüz tuttu. El-Kâmil’in yerine geçen Es-Sâlih zamânında, ülke bir taraftan iç mücâdelelere sahne olurken, diğer yandan altıncı Haçlı seferi başgösterdi. Bu karışık vaziyete rağmen Haçlılara karşı başarılar kazanıldı ve Fransa Kralı St.Louis esir alındı. Sultan Es-Sâlih’in kısa bir süre sonra ölümü üzerine Mısır Eyyûbî ülkesi 1250 yılında Türk Bahri Memlûk birliklerinin eline geçti.

Haleb’te ise, 1236 senesinde ölen El-Azîz’in yerine geçen En-Nâsır Yûsuf, Mısır’daki Sultan Sâlih’in ölümü üzerine bütün Suriye’yi ele geçirdi. Onun Suriye üzerindeki iddiâları Mısır Memlûkleri ile mücâdelelere sebeb oldu. Bu sürekli mücâdelelere ancak Moğolların taarruzu son verdi. Devamlı tâbi hâlde yaşayan Hama’daki Şûbe ise, varlığını 1342 senesine kadar sürdürdü. Bu târihte onlar da Moğollar tarafından ortadan kaldırıldı. Sâdece Diyarbekir ve Hısnıkeyfa civârında mahallî bir beylik Moğolların ve Timurluların hücumlarından kurtulabildi. Eyyûbîlerin bu kolu da Akkayonlular tarafından ortadan kaldırıldı.

Eyyûbîler Devleti, Zengîlerin bir devâmıydı. Eyyûbî devlet teşkilâtı, diğer İslâm devletlerindeki teşkilâtlardan farklı değildi. Başta bir sultan ve onun hânedânı, sonra, idârî ve askerî yetkiye sâhip emirler, daha sonra bürokratlar ve ilmiye sınıfına mensup olanlar gelirdi.

Devlet işlerini yürüten üç dîvân vardı. Dîvân-ül-İnşâ; bürokrasinin idâresi ve diplomatik işlerin yürütülmesiyle uğraşırdı. Dîvân-ül-Ceyş; ordu ve onun mâlî işlerinden sorumluydu. Dîvân-ül-Mâl; bugünkü mâliye bakanlığının görevini yapardı. Dîvânlar arasında en geniş teşkilâta sâhib olan bu dîvândı.

Eyyûbîler Devletinin en önemli hedefi, Ortadoğu’da Haçlılar tarafından işgâl edilen İslâm topraklarını kurtarmaktı. Bu sebepten sultan, her zaman, savaşa hazır güçlü bir orduyu beslemek mecbûriyetindeydi. Ordunun temelini, toprağa bağlı süvârîler meydana getiriyordu. Bunların yanında maaşlarını para olarak alan bir mikdâr piyâde ve süvârî vardı. Piyâdeler kale müdâfaa veya muhâsaralarında vazîfe alıyorlardı. Diğer muhârebelerde ise timarlı süvârîler savaşıyordu. Süvârîlerin en önemli kısmını, parayla satın alınarak veya devşirilerek yetiştirilen memlûkler teşkil ediyordu. Bunların büyük çoğunluğu Türktü.

Eyyûbîler Devletinde sağlık hizmetleri çok gelişmişti. Birçok şehirde hastahâneler yapılmıştı. Bu hastahâneler arasında Dımaşk’taki Nûreddîn ve Kâhire’deki Selâhaddîn hastahâneleri mükemmel tıp merkezleriydi. Buralarda erkekler, kadınlar ve sinir hastaları için ayrı kısımlar vardı. Târihte sinir ve ruh hastalıkları için ilk ilâçlar, bu hastahânelerde hazırlanmıştır. Hastahânelerin yanında, kimsesiz, bakıma muhtaç çocukların ve fakirlerin korunması için birçok bakım evleri ve misâfirhâneler açılmıştır.

Eyyûbîler Devletinde, teknik ve sanat da gelişmişti. Dımaşk ve Kâhire’de dökümhâneler ve cam îmâlathâneleri vardı. Bu şehirlerde ayrıca su ile çalışan kâğıt değirmenleri de yer alıyordu. Kâğıt; buğday, pirinç sapları ve pamuktan yapılıyordu. Musul kumaşları, Mısır pamukluları ve Dar-ut-Tirâz’da îmâl edilen yünlü, ipekli ve pamuklu kumaşlar çok meşhurdu. Bakır işlemeciliği gelişmişti. Bugün, Eyyûbîler devrine âit şamdanlar, leğen ve tabaklar çeşitli ülkelerin müzelerinde bulunmaktadır. Silâh îmâlâtı da oldukça ileri seviyede idi. Bilhassa Dımaşk’ın meşhûr çelik kılıçları çok ünlüydü.

Eyyûbîler devri, ilmî hayat bakımından İslâm târihinin en canlı ve hareketli dönemlerinden biriydi. Bozuk îtikâdlara karşı, Ehl-i sünnet îtikâdını yaymak gâyesiyle, Kâhire ve Dımaşk’ta birçok medreseler açıldı. Burada tefsir, hadis, fıkıh ilimleri yanında, fen ilimleri de öğretiliyordu. Ayrıca Kur’ân ilimlerini öğretmek için Dâr-ul-Kurrâlar, hadîs ilimlerini öğretmek için Dâr-ul-Hadîsler ve fen ilimlerini öğretmek için Dâr-ül-Hendeseler açıldı. Medreselerin yanında câmiler de önemli ilim merkezleriydi. Câmilerde çeşitli ilimlerin okutulduğu halkalar ve köşeler vardı.

Târihte çok önemli bir rol oynayan Eyyûbîler, Büyük Selçuklu Devletinin geleneklerini yeniden kurarken, Şiî Fâtımî Devletine en büyük darbeyi vurmuş ve İslâmın yeniden ihyâsına canla başla çalışmışlardır. Haçlılara karşı büyük bir devlet ve güç meydana getirmişler, nitekim muvakkat bir zaman için de olsa Kudüs’ü ele geçirebilmişlerdir. Eyyûbîlerin devlet teşkilâtının izleri daha sonra Memlûklü ve Osmanlı devlet teşkilâtında tesirli olmuştur.  

EYYÛBÎ SULTANLARI                            Tahta Çıkış Senesi

Birinci Selâhaddîn

 1169

İmâdeddîn Azîz

 1193

Nâsıreddîn Mansur

 1198

Seyfeddîn Âdil

 1200 

Nâsıreddîn Kâmil

 1218

İkinci Seyfeddîn Âdil

 1238

Necmeddîn Sâlih

 1240

Turanşah Muazzam

 1249

Muzaffereddîn Eşref

 1250

Bahrî Memlûkler tarafından yıkıldı.

ŞAM’DA

Nûreddîn el-Efdal

1186

Birinci Seyfeddîn Âdil

1197

Şerefeddîn Muazzam

1218

Selâhaddîn Dâvûd

1227

Birinci Muzaffereddîn Eşref

1229

İmâdeddîn Sâlih (1. Saltanatı)

1237

Birinci Nâsıreddîn Kâmil

1238

İkinci Seyfeddîn Âdil

1238

Necmeddîn Eyyûb (1. Saltanatı)

1239

İmâdeddîn Sâlih (2. Saltanatı)

1239

Necmeddîn Eyyûb (2. Saltanatı)

1245

Turanşah el-Muazzam

1249

İkinci Selâhaddîn Nâsır

1250

Moğol İstilâsı

1260

 HALEB’DE

Seyfeddîn Âdil

 1183

Gıyâseddîn Zâkir

 1186

Gıyâseddîn Azîz

 1216

Selâhaddîn Nâsır

 1237

Moğol İstilâsı

 1260

 DİYARBEKİR’DE (Meyyâfarikîn)

Selâhaddîn en-Nâsır

1185

Seyfeddîn el-Âdil

1195

Necmeddîn el-Evhad

1200

Muzafferüddîn el-Eşref

1210

Şihabeddîn el-Muzaffer

1220

Nâsıreddîn el-Kâmil

1244-60

Moğol İstilâsı

1260

 DİYARBEKİR’DE (Hısnıkeyfa ve Amid)

Necmeddîn es-Sâlih

1232

Turanşah el-Muazzam

1239

Takiyyeddîn el-Muvahhid

1249

Muhammed el-Kâmil

1283

Mucîreddîn el-Âdil

(?)

Şihâbeddîn el-Âdil

(?)

Ebûbekr es-Sâlih

(?)

Fahreddîn el-Âdil

1378

Şerefeddîn el-Eşref

(?)

Selâhaddîn es-Sâlih

1433

Ahmed el-Kâmil

1452

Halil

(?)

Süleymân

(?)

El-Hüseyin

(?)

Akkoyunlu Fethi.

 YEMEN’DE

Şemseddîn Turanşah

 1174

Zahireddîn Tuğtegin

 1181

Muizzeddîn İsmâil

 1197

Eyyûb Nâsır

 1202

Muzaffer Süleymân

 1214

Selâhaddîn Mes’ûd

 1215

Resûlîlerin iktidârı ele geçirmesi

1229

EZAN

Namaz vakitlerini bildirmek, Müslümanları namaza dâvet etmek (çağırmak) için yüksek bir yerde okunan kelimeler ve cümleler. Ezân lügatta “herkese bildirmek” demektir. Ezânda, İslâm inancı ve dînin esasları çok vecîz olarak anlatılmıştır. Burada Allahü teâlânın birliği ve büyüklüğü, Muhammed aleyhisselâmın Allah’ın kulu ve resûlü olduğu günde beş defâ dünyânın her tarafında bütün insanlığa duyurulur.

Ezân okumak, hicretin birinci senesinde Medîne-i münevverede başladı. Bundan önce, namaz vakitlerinde yalnız “Essalâtü câmia” denirdi. Müslümanların her namaz vaktinde kendiliğinden câmide toplanması güçleşince, Peygamber efendimiz Eshâbına namaz vakitlerinin nasıl bildirilmesi gerektiğini sordu. Kimisi Hıristiyanlar gibi nâkus, yâni çan çalalım, bâzıları da Yahûdîler gibi boru çalınsın dediler. Kimisi de namaz vakti ateş yakıp yukarı kaldıralım teklifinde bulundu. Fakat Resûlullah efendimiz bunların hiç birini kabul etmedi. O gece Eshâb-ı kirâmdan Abdullah bin Zeyd ve hazret-i Ömer rüyâda ezânın nasıl okunduğunu görüp, Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve selem) bildirdiler. Peygamber efendimiz de; “İnşâallah hak, gerçek bir rüyâdır. O kelimeleri Bilâl’e öğretin okusun.” buyurdu. Medîne’de ilk ezân okuyan Bilâl-i Habeşî’dir (radıyallahü anh). Mekke’de ise Habîb bin Abdurrahmân oldu.

Ezânın kelimeleri yedidir:

Allahü Ekber: Allahü teâlâ büyüktür. O’na bir şey lâzım değildir. Kulların ibâdetlerine de muhtâc olmaktan uzaktır. İbâdetlerin, O’na hiç bir faydası yoktur. Dört kere söylenir.

Eşhedü En Lâ İlâhe İllallah:Kibriyâsı, büyüklüğü ile ve kimsenin ibâdetine muhtâc olmadığı hâlde, ibâdet olunmaya O’ndan başka kimsenin hakkı olmadığına şehâdet eder, elbette inanırım. Hiçbir şey O’na benzemez. İki kere söylenir.

Eşhedü Enne Muhammeden Resûlullah:Muhammed sallallahü aleyhi ve sellemin O’nun gönderdiği peygamber olduğuna, O’nun istediği ibâdetlerin yolunu bildiricisi olduğuna ve Allahü teâlâya, ancak O’nun bildirdiği, gösterdiği ibâdetlerin yaraşır olduğuna şehâdet eder, inanırım. İki kere söylenir.

Hayye Alessalâh-Hayye Alelfelâh:Müminleri felâha, saâdete, kurtuluşa sebeb olan namaza çağıran iki kelimedir. Sabah ezânı okunurken “Esselâtü hayrun minennevm” (Namaz uykudan hayırlıdır) diye iki defâ söylenir.

Allahü Ekber: O’na lâyık bir ibâdeti kimse yapamaz. Herhangi bir kimsenin ibâdetinin O’na lâyık, yakışır olmasından, çok büyüktür, çok uzaktır. İki kere söylenir.

Lâ İlâhe İllallah: İbâdete, karşısında alçalmaya müstehak olan, hakkı olan ancak O’dur. O’na lâyık bir ibâdeti kimse yapamamakla berâber, O’ndan başka kimsenin ibâdet olunmaya hakkı yoktur. Bir kere söylenir.

İkâmet (kâmet), farz namaza başlamadan önce okunması sünnet olan, ezâna benzeyen sözlerdir. Ezândan farkı fazla olarak “Hayye alelfelâh” tan sonra “Kadkâmet-is salâtü” (Namaz başladı) cümlesidir. Kadınlar, ezân ve ikâmet okumazlar. Vakti girmeden önce okunan ezân ve ikâmet vakti girince tekrar okunur. Kâmet okumak ezân okumaktan efdâldir (üstün ve kıymetlidir).

Ezân, Müslüman ve akıllı biri tarafından yükseğe çıkarak okunur. Deli, fâsık, çocuk, Müslüman olmayan, kadın, cünüb olan, sarhoş ezân okuyamaz. Ezân, bildirilen kelimelerle ayakta okunur. Tercümeleri hangi lisanda olursa olsun okunmaz. Okunduğu zaman ibâdet değiştirilmiş olur. Ezân, farz namazların vaktinde kılınması veya kazâsı sırasında okunur. Bayram, cenâze, vitr, terâvih namazları için, ezân ve ikâmet okunmaz. Ezân ve ikâmet kıbleye karşı okunur. Okunurken konuşulmaz ve selâma cevap verilmez. Konuşulursa her ikisi tekrar okunur.

Ezân okuyana ”müezzin” denir. Müezzin ezânı yüksek bir yerde herkese duyurmak için yüksek sesle okur. Câmilerin sembolü olan, üzerine çıkılıp ezân okunan minârelerin ilkini Eshâb-ı kirâmdan Mesleme bin Mahled, Mısır’da vâliyken hicrî elli sekiz senesinde hazret-i Muâviye’nin emriyle yaptırdı. Cumâ namazındaki birinci ezân hazret-i Osman zamânında başlamıştır.

Minârede ve Cumâ hutbesi okunacağı zaman, birkaç müezzinin bir ezânı birlikte okumalarına “ezân-ı cavk” denir. Bir arada çıkan yanık, hazîn insan sesleri uzaktan işitilince, kalplere ve rûhlara tesir eder, insana mânevî bir coşkunluk verir. Îmânlarını tâzeler. Asırlardan beri yapıldığı için İslâm âdeti olmuştur.

Ezândan sonra salât ve selâm okumak ilk olarak, hicrî 781 (M.1351) senesinde Sultan Nâsır Selâhaddîn’in emriyle Mısır’da başladı. Cenâze olduğunu bildirmek için minârelerde salât okunması mûteber (kıymetli) kitaplarda yazılı değildir. Çirkin bir bid’attır. Dinde sonradan ortaya çıkarılan bir iştir.

Peygamber efendimizin ezân ile ilgili hadîs-i şerîflerinden bâzıları şunlardır:

Ezân sesini duyduğunuzda müezzinin dediği gibi siz de söyleyin.

Her kim yeni doğan çocuğun sağ kulağına ezân, sol kulağına da ikâmet (kâmet) okursa, Ümmü Sibyân denilen havâle hastalığından korunmuş olur.

Seslendi ol müezzin, durdu ikâmet eyledi,

Kâbe’ye döndü yüzün, hem de niyyet eyledi.

 

Duyunca ehl-i îmân, hürmet ile dinledi,

Sonra, namaza durup, Rabbe kulluk eyledi.

EZÂNÎ SAAT

(Bkz. Gurûbî Saat)

EZHER

Mısır’ın başşehri Kahire’de eskiden Câmi-ül-Ezher denilen câmi ve medrese, şimdi de Ezher Üniversitesi. Fâtımîlerin (909-1172) Mısır’ı işgâlinden sonra 970’de inşâsına başlanıp iki senede tamamlandı. Şiî Fâtımî Halîfesi El-Azîz Nizâr (975-996) zamânında medrese hâline getirilip fakirler yurdu da ilâve edilmişti.

Fâtımîler tarafından Şiîlik eğitim ve propagandası için kurulan Ezher, Eyyûbîler zamânında eski husûsiyetini kaybetmiş, Memlûklerden îtibâren Ehl-i sünnet îtikâdı üzere ilim tahsili yapılan, bütün ilimlerin öğretildiği bir üniversite hâline gelmiştir. Fâtımîler, Eyyûbîler, Memlûkler, Osmanlılar, Hidivler ve Mısırlılar tarafından ilâveler yapılan Ezher Medresesi, Ortadoğunun meşhur, büyük ve en eski üniversitesidir. Bünyesinde pekçok fakülte, yüksek okul ve enstitü mevcud olup, her sâhada ilim tahsili yapılmaktadır.

Kuruluşundan îtibâren çeşitli siyâsî, idârî, fikrî çalışmalara sahne olan Ezher, çok kıymetli İslâm âlimlerinin ders verip, talebe yetiştirdiği bir ilim müessesesi oldu. Bilhassa, doğudaki İslâm ülkelerinin Moğollar tarafından işgâl edilmesi, İspanya Müslümanlarının Hıristiyanlar tarafından katledilmesi üzerine İslâm âlimleri, ilim öğretmek için en sâkin yer olarak Mısır’ı seçtiler. Bunda, Memlûklerin zamânın en kuvvetli İslâm devleti olmasının da büyük rolü oldu.

Ezher Şeyh ünvânlı müderris tâbir edilen rektör tarafından idâre edilirdi. Burada ulûm-i nakliye (dînî ve sosyal ilimler), ulûm-i akliyye (fen ilimleri) tahsil edilirdi. Dersler arasındaki farklar, saatlere göre değişirdi. Zekânın selim, zinde olduğu saatlerde naklî ilimler, yâni îtikâd, amel ve muâmelâta âit dînî konular işlenirdi. Öğleden sonraki saatlerde aklî ilimler, akşam da müzâkere ve tekrar yapılırdı. Ders sırasında talebeler, hocanın etrâfında yarım dâire şeklinde diz çökerek otururlardı. Halka-i tedrîs denilen bu halkada ders yapılırdı. Talebeyle müderrisler arasında baba-oğul münâsebeti gibi yakın bir münâsebet vardı. İhtiyâçları, vakıf müesseseleri tarafından karşılanırdı. Ayrıca herkesin faydalandığı büyük bir kütüphânesi de vardı.

İngilizlerin Ortadoğu hâkimiyeti için çalışmaları ve Osmanlı Devletini yıkmak için gayretleri 19. yüzyılın başlarından îtibâren ilim yuvası olan Ezher Üniversitesinin de bozulmasına sebeb olmuştur. Asırlarca kıymetli âlimler yetiştiren ve hizmetlere vesîle olan bu ilim yuvası, 1890’dan sonra Muhammed Abduh’un Ezher Üniversitesi idâre meclisine getirilmesiyle bozuldu ve karışıklıklara sahne oldu.

Ezher’de Muhammed Abduh’un dinde reformist düşünceleriyle başlayan karışıklıklara günümüzde mezhepsizlik, Vehhâbîlik, Şiîlik ve sosyalistlik fikirleri de eklendi. Ezher’de yetişen talebelerin bir kısmında bu fikirlerin etkisi görülmektedir.

Ezher Üniversitesinin modern bölümü 1908 senesinden îtibâren eğitim ve öğrenime başlamıştır. Zamânımızda burada öğretim ilk, orta ve yüksek olmak üzere üç kademeye ayrılır. İlk kısma alınan talebe başarılı olursa sırayla tahsiline devâm eder. Üniversitenin ibtidâî (ilk) kısmını bitiremeyen talebeler, bu okulda okuyamazlar. Yâni dışardan bu üniversiteye öğrenci alınmaz. İlk (iptidâî) kısmın öğrenim süresi 4, orta kısmın 5, yüksek kısmın 4 senedir. Dînî tedrisât yapan fakülteler yanında tıb, zirâat fakülteleri de vardır. Yüksek kısımda din eğitimi, İslâm hukûku, ilâhiyât ve Arap edebiyatı fakülteleri olmak üzere, üç ayrı okulda yapılmaktadır. Ayrıca sâdece kızların okuduğu dînî tedrisât yapan fakülte de vardır.

İslâm ülkelerinden pekçok talebenin okumak için rağbet ettiği Ezher Üniversitesinde iki binin üzerinde yabancı talebe tahsil görebilmektedir. Yalnız dînî tedrisât yapan fakültelerin yanında, diğer fakültelerin de bulunması, bu üniversiteden diploma alan herkesin dînî tedrisât yapan bölümü bitirdiği mânâsına gelmez. Bunun için her Ezher mezunu dînî konularda bilgi sâhibi demek değildir.

EZİK

Alm. Quetschung (f), Fr. Contusion (f), İng. Bruise. Bir darbe veya sıkışma sonucunda deride meydana gelen hasar. Derin dokularda meydana gelen ezilme. İnsanın derisi bir yere sıkışınca, ezilince, oraya kan toplanır. Morarır, sızlar, çok acır. Buna ezik veya contusion denir. Bâzı insanlarda ezik sonucu morarmalar, daha kolay meydana gelir. Eziklerdeki şişme ve morarmanın sebebi tahrip olan damarlardan doku arasına kaçan kandır.

Belirtileri: Ezikte ciltte renk değişikliği olur. Ezik önce kırmızı-pembeyken, sonra mâvi yeşil-sarı renge dönüşür. Şişme olur. Ağrılı veya ağrısız olabilir. Eğer ezik kemiğin hemen üstünde ise daha fazla rahatsızlık verir. Kan geri emildikçe ezik solar. Eziğin iyileşme süresi büyüklüğüne göre değişir. Doku arasındaki olan kanama yerçekimi ile aşağıya doğru hareket eder. Kaşa yapılan bir darbe bu şekilde göz etrâfında morarma yapabilir. Bâzı kan hastalıklarında darbe olmamasına rağmen sık morarma olur. Yaşlılarda da cilt elastikiyetini kaybettiği için damarlar kolay kanar. El ve ayak sırtındaki ezikler geç iyileşir. Çünkü buralardaki kanamaların geri emilimi uzun sürer.

Bir ezik, kesik ve çizik sonucu dışarı açılırsa mikrop kapabilir. Dolaşımın zayıf olduğu ayak ve ayak bileği çevresinde bu durum tehlikelidir. Yaşlılarda iyileşmeyen müzmin bacak ülserlerine sebeb olabilir.

Tedâvisi: Yaralanmadan hemen sonra uygulanan buz paketi morarmayı azaltır. Eziğe, morarma meydana geldikten sonra yapılacak fazla bir şey yoktur. Bir ezikle karşılaşıldığında başka bir harâbiyet, kırık olup olmadığı araştırılır. Doku arası kanamayı önlemek için yaralanan bölge desteklenir. Şişi azaltmak için eziğe bir buz paketi veya soğuk kompres (tazyik) uygulanır. Gerekiyorsa kompres esnek bir bandajla eziğin üstüne tesbit edilir. Ezik olan bir kol boyun askısıyla desteklenebilir. Ezik bölge bacakta ise hastanın yatırılıp bacağın yastık vasıtası ile yukarı kaldırılması faydalıdır. Ezik gövdede ise baş ve omuzların aşağısına yastık konarak gövde kaldırılır.

Ağrı fazla ise, hareket kısıtlılığı varsa, morarma, darbe olmadan kendiliğinden oluşmuşsa, doktora mürâcaat edilmelidir. Kurşun suyu veya (Eau de Goulard) denilen süt gibi beyaz, bulanık su eziğe çok iyi gelir. Eczânelerde satılan bu su, gazlı bez üstüne dökülür ve morarmış yer üstüne konur. Ağrı, sızı çok kısa zamanda kaybolur. Kurşun suyu yok ise, bir gazbezi üzerine Lasonil ismindeki merhem sürülerek deri üzerine konur. Sargı bezi ile üzeri bağlanır. Deri yırtılmış, kan çıkmış ise kurşun suyu sürülmez. Yara oksijenli su ile yıkanıp temizlendikten sonra merhem sürülüp sarılır.