EVCİL HAYVANLAR

Alm. Haustiere (n.p.), Fr. Animaux dometisques (m.pl.), İng. Domestic animals. İnsanlarla birarada yaşayan ve faydası dokunan, koyun, öküz, dana, at gibi hayvanlar. İnsanoğlunun varlığı ile evcilleştirme başlamıştır. Âdem aleyhisselâmın oğlu Hâbil ve Kâbil çobanlık ve çiftçilik yapardı. Yalnız veya çift yaşayan hayvanlar genellikle evcilleştirilemezler. Ancak insana alıştırılabilir. Evcilleştirme ilk başta insan zoruyla sağlanmış olsa bile hayvan buna boyun eğerek rızâ gösterir. Kendi hâline terk edilmedikçe yabânileşmez. En önce evcilleştirilen hayvanlar, büyük bir ihtimalle gücünden, etinden ve sütünden faydalanılan geviş getiren hayvanlar olmuştur. At ve köpek de ilk evcilleştirilen hayvanlara dâhildirler. Tavuk, evcil kuşların, arı ve ipek böceği de evcil böceklerin en yaygınıdır.

Sıcak kumlu bölgelerde en çok değer verilen evcil hayvan devedir. Açlığa ve susuzluğa dayanıklıdır. Soğuk ülkelerde insanlar işlerini ren geyiklerine gördürürler. Bu hayvanlar yarı yabânîdir. Laponya’da ve Alaska’da sırtına binilir, yük vurulur veya yüklü kızaklar çektirilir. Deve kılından fırça ve kumaş yapılabildiği gibi, ren geyiği kılı da örülebilir. Derisinden çarık, çadır ve sandal da yapılır. Sinirlerinden ip, kemiklerinden ise bir takım faydalı âletler üretilir. Etinden, yağından ve sütünden de istifâde edilir. Güney Amerika’da yük taşımada lama önemli rol oynar. Alpaka kumaşı da evcil bir lama türünün yününden dokunur.

Sığır, bütün dünyâda köylünün fedâkâr yardımcısıdır. Tibet’te de ahâlinin işini, hem öküze hem koyuna benzeyen “yak” veya “Tibet öküzü” denen hayvanlar görür. Uzun tüylerinden ip örülür ve çadır yapılır. Eti ve sütü de sevilir. Koyun ve keçi dünyânın hemen hemen her tarafında yetiştirilir, etinden, sütünden, tüyünden faydalanıldığı gibi, gübresi de değerlendirilir. Özellikle İspanya’da merkep, Meksika’da katır, insanoğlunun önemli yardımcılarıdır. Evcil mandalar ise öküzden daha kuvvetli ve dayanıklıdır. Köpekler koyunların bekçiliğinde, avlanmada ve soğuk bölgelerde kızakları çekmede önemli faydalar sağlarlar. Atlar binek hayvanı, yük hayvanı ve spor hayvanı olarak insanın emrindedirler. Kümes hayvanları, etleri ve yumurtaları ile hizmet etmektedirler.

EVEREST

Dünyânın en yüksek tepesi. Himalaya Dağlarından birisidir. Tibet ve Nepal hudûdunda, 28° kuzey 87° doğu koordinatlarına yakındır. 1852 senesinden beri insanlar, tepenin yüksekliğini (rakımını) tahmine çalışmaktaydı. 1954 senesindeki tahminlere göre rakım, 8848-8851 m idi. Hindistan’da bulunan Sır George Everest’in adına izâfeten bu dağa Everest denmesi umûmî olarak kabul edilmiştir. Mahallî bir isim olan Chomolungma, sâdece zirve için değil bölge için kullanılır.

Everest Tepesinin zirvesinden, kuzeydoğuya doğru inerken önce bir omuza inilir. Sonra bir boyuna gelinir. Kuzeye doğru olan Rongbuk ve Doğu Rongbuk buzulları Tibet’e kadar uzanır. Bu iki buzulun üstünde kuzey geçidi vardır. Güney doğu yamaçları güney geçidine kadar iner. Bunun altında Batı Cwm’i adlı düzlük vardır. Burası Khumbu buzuluna çıkarak Nepal’in güneyine ulaşır. Batı yamaçlar hudûda kadar iner. Dağın tabandan rakımı 5200-5500 metredir. Çok zamandan beri Tibet yolculara geçiş izni vermiyordu. Dalai Lama 1921’de doğudan ve kuzeyden Everest bölgesini keşfetmesi için İngiliz kâşiflerine izin verdi. Bu keşif partisi, Kraliyet Coğrafya Kurulu ve Alp Kulübü tarafından desteklendi. Başdağcı Geor H.Leigh-Mallory idi. Bu grup, 6980 metredeki kuzey geçidine doğu yamacından ulaştılar. İkinci keşif grubu 1922’de 8230 metreye oksijen tüpsüz, 8320 metreye de tüplü olarak tırmandı. 7 kişi çığ altında öldü. 1924’te üçüncü kâfile E.F.Norto’un başkanlığında 8573’üncü metreye ulaştı. Fakat Mallary ve Andrew adlı dağcılar daha yükseğe tırmanmak istedilerse de kayboldular.

1930’lardaki teşebbüsler Tibet tarafındaki yamaçlardan yapılarak, 1933 senesinde ilk defâ tepenin üzerinden uçuş gerçekleşti. 1950’de Tibet, Çinlilerin eline geçtiği zaman hudutları kapatılmıştı. Nepal, Amerikalılara tepeye güneyden çıkmak için izin verdi. Daha sonraki hesaplamalar, güney geçidine (7880 m) Khumbu buzulu vâsıtasıyla Batı Cwm’den giderek ulaşılabileceğini gösterdi. 1952’de İsviçreli Raymond Lambert ve Sherpa Tenzins Norkay, oksijen tüpleriyle 8535 metreye tırmanmaya muvaffak oldular. Ertesi sene, Lord Hunt, Güney Geçidine vardı. Nihâyet 29 Mayıs 1953’te Edmund Hillary ve Tenzing Norgay 8500 metrede oksijen tüpleriyle kamp kurarak ilk defâ Everest’in zirvesine çıkmayı başardılar.

1956’da İsviçreli bir grup, komşu zirvelerden en alçağı olan Lhotse’ye (8501 m) tırmandılar. Daha sonra Güney geçidinden ikinci ve üçüncü tırmanmayı başardılar. 1963’te Amerikalı bir grup Norman Dyhrcufurt başkanlığında Güney geçidinden iki defâ tırmanmayı başardılar.

1965’te 9 Hintli dağcı 4 parti hâlinde zirveye ulaştılar.

1975’te Japon Cunko Tabei, Nepalli Ang Tsering eşliğinde doruğa ulaşan ilk kadın dağcı oldu. Aynı sene iki İngiliz dağcı Everest Dağına güneybatı tarafından tırmandılar. Kuzey duvarında ise 1980’de iki Japon dağcı da doruğa ulaştılar.

EVLÂD-I FÂTİHÂN

Rumeli’nin fethinden sonra, oralarda yerleşmek üzere Anadolu’nun Müslüman-Türk halkından âileleri ile birlikte gidenlere verilen ad. Osmanlıların Balkan Yarımadasındaki fetihleri netîcesinde orada yerleşmeleriyle, buradaki yörük cemâati gruplarının sayıları artmış ve çok ehemmiyet kazanmıştı. Rumeli’nin iskânı ve Türkleştirilip, İslâm dîninin yayılması maksadıyla yörük ve tatar Türklerinin bu bölgeye ilk defâ ayak basmaları Sultan Yıldırım Bâyezîd zamânında oldu. Önceleri yörüklerin bulundukları kazâlar; Manastır, Filorina, Cuma, Tikveş, İştip, Doyran, Yenice, Vadina, Serez, Demirhisar, Drama, Longaza idi.

Fetihlerden sonra Rumeli’de yerleşen yörük teşkilâtı zamanla dağılmaya yüz tuttu. Dağınıklık ve disiplinsizlik İkinci Viyana kuşatmasında iyice kendini gösterdi. Böylece halkın daha sıkı bir disiplin altına alınmasının gerekli olduğu ortaya çıktı. 1691 senesinde sultânın hatt-ı hümâyûnu ile yörük Türkleri Evlâd-ı Fâtihân adı altında ve Rumeli’nin sağ, sol ve orta kolunda olmak üzere yeniden yazıldı ve zamânın ihtiyâçlarına göre teşkilâtın askerî ve iktisâdî bünyesi az çok değiştirildi. Kânunnâme’de; “Yörük tâifesi öteden beri Devlet-i Âliyyenin güzîde ve cengâver, itâatli, ferman dinleyen askerlerinden olup, eski seferlerde küffâr ile yapılan harplerde kendilerinden iyice yararlık ve yüz aklıkları görüldüğünden, bu tâifeye Evlâd-ı Fâtihân adı verilmiştir.” denilmektedir. Altı sene sonra nüfus sayımı yapılarak her altı kişiden birinin seferber asker olması ve bu şekilde her türlü vergiden muâf tutulacakları ve harplere iştirakleri kayda bağlanmıştı. Böylece yörükler yerleşik hayâta geçmiş olsalar dahi yeni bir kuruluş hâlinde, yine askerî bir hizmet için teşkilâtlandırılmış oldular. Evlâd-ı Fâtihân önceleri yörük deyimi ile birlikte kullanılmış ise de, daha sonraları yörük tâbirinden vazgeçilmiştir. Evlâd-ı Fâtihânın yerleşmiş bulunduğu bölge, yörük vilâyeti adı ile anılmıştır. Bu bölgeye tâyin edilen vezir veya beylerbeyi, Yörük Hâkimi olarak tanınmışlardı.

1691 senesinden sonra Evlâd-ı Fâtihânın defterleri tutulmaya başlanmıştır. Evlâd-ı Fâtihân defterlerinde Belgrad Muhâfızı olarak geçen Hasan Paşanın, hem Evlâd-ı Fâtihân piyâde askerlerinin, hem de vilâyet yörüklerinin defterlerini tanzim ettiği tesbit edilmiştir. Daha sonraları Evlâd-ı Fâtihân bütün eski yörük gruplarının özel ismi hâline geldiğinden, defterlerde “yörük” tâbiri kullanılmamıştır. 1697’de yapılan yoklamaya göre Rumeli’de Evlâd-ı Fâtihân olarak 1116 hâne ve 16.582 kişi tesbit edilmiştir.

Evlâd-ı Fâtihânı çeribaşılar (yörük teşkîlâtında serasker) idâre etmekteydi. Kapıcıbaşı rütbesinde bulunan zâbitler ise İstanbul’da ikâmet ederlerdi. Çeribaşları; kazâ müdürü durumunda olup, vazifeli bulundukları yerlerin âsâyişine bakarlar, sefer ânında eşkinci askerler çıkarırlar. Harb olmadığı zamanlarda vergileri toplarlardı. Sonraları Osmanlı Devletinin çeşitli yerlerinde vazîfe alan bu teşkilât, kurulduğu ilk yıllarda sâdece Rumeli’deki gazâlara katılmak mecburiyetindeydi.

1826 senesinde Evlâd-ı Fâtihân teşkilâtı yeniden düzenlendi ve yirmi dört grupta toplanarak dört tabur hâline getirildi. Çeribaşıların yanına kolağası, mülâzım ve yüzbaşı rütbesinde subaylar verildi. Bir süre sonra bu taburlar alay yapıldı. Rumeli ve Selânik eyâletlerinde oturan Evlâd-ı Fâtihânın diğer halktan farklı bâzı imtiyâzları vardı. Bunlar Tanzimâttan sonra çıkarılan kânunla kaldırıldı ve diğer halk gibi vergi ve askerlik mükellefiyetine tâbi tutuldular (1846). Böylece yaklaşık iki asırdan beri devâm eden Evlâd-ı Fâtihân teşkilâtı ortadan kaldırılmış oldu.

EVLENME

Alm. Heiraten (n), Ehe (f), Fr. Mariage (m), Se Marier, İng. Marriage, To get married. Bir kadınla erkeğin, âile kurmak üzere, cemiyetlerde çeşitli şekilde uygulanan akitlerle bir araya gelmeleri. Evlenmenin dînî ve hukûkî esasları, ilk yaratılan insan hazret-i Âdem’den günümüze kadar çok değişikliklere uğramıştır.

Yahûdîlerde evlenme: Geleneklere çok bağlı olan Yahûdîlerde evlenme, ibâdethâneleri olan sinegogda hahambaşı tarafından îlân edilirdi. İlk önceleri büyük merâsimler şeklinde olan evlenmeler, bâzan da çok mahrem olurdu. Kadına başlık ödendiği olursa da, kadının kocasına sermâye şeklinde durumuna göre pekçok şeyler verdiği de rastlanan âdetlerdendi.

Hıristiyanlarda evlenme: Kızın oturduğu bölgedeki kilisede papaz veya vekili tarafından şâhitlerin huzûrunda resmen yerine getirilirdi. Erkek ve kadının evliliği kabûlünden sonra dînî merâsim yapılırdı. Kilisede olmayan evlilikler normal sayılmaz. Doğan çocuklar nesepsiz kabul edilirdi. Karı-kocadan biri ölmeden veya rahipliğe geçmeden evlilik hiçbir sûretle bozulmazdı. Katolik ve ortodokslarda evlenme, dînî nikâhtır. Evlenme ve boşanma, yâni evlilik akdinin hükümsüz sayılması kilise hukûkuna göre olur. Evlenecek eşlerin kânûnî işlemleri yerine getirmeden önce îlânları yapılır, bunun üzerine bölgenin dînî otoritesi tarafından eşler hakkında araştırma yapılırdı. Bundan maksat evleneceklerin ehil olup olmadığı, Hıristiyân dîni esaslarına uyacaklarına âit muvâfakatlarının alınması, dînî hükümlerin öğrenilmesiydi. Günümüzde umûmiyetle dinleri Hıristiyan olan devletlerde evlenme, dînî törenlerle kilisede yapılır. Boşanmaya eskisi gibi katı kurallarla mâni olunmayıp, her zaman mümkün olmaktadır. Cemiyetlerin üzerinde kilisenin etkisini kaybetmesi nikâha verilen önemi de azaltmakta, kilise evliliği eski îtibârını gün geçtikçe kaybetmektedir.

İslâm hukûkunda evlenme: İslâm dîninde evlenme, nikâh denilen muâmelenin yapılmasıyla gerçekleşir. Nikâh, evlilik sözleşmesidir. Nikâhın üç şartı vardır: Îcâb (teklif), kabûl ve iki şâhidin bulunmasıdır. Evlenme; bir Müslüman erkekle, şâhitler yanında bir kadının karı-koca olmaları için yaptıkları sözleşmedir. Evlenmelerinde dînî bir engel bulunmayan iki kişinin (bir kadın ile bir erkeğin) karşılıklı olarak îcâb ve kabulleri, yâni karı-koca olmayı taahhüd etmeleriyle meydâna gelir. İslâmiyetten önce Araplar arasında evlenme sözleşmelerinde, kadının irâde beyânına önem verilmezdi. İslâmiyet kadına değer vermiş, onun beyânı, kabûlü olmayan evlenmeyi kabul etmemiştir. Diğer taraftan Peygamber efendimizin zamanında Hıristiyan papazları herkese râhip olmayı, yalnız yaşamayı emrediyorlardı. Allah yolunda bulunabilmek ve Allahü teâlâya yaklaşmak, ancak ruhbanlıkla, yâni evlenmemekle olur zannediyorlardı. Peygamber efendimiz rûhî ve maddî hakîkatlerin, üstünlüklerin hepsini kendinde topladığı için, O’nun Eshâbına ve ümmetine, yalnızlık da, çokluk da, bekârlık da, evlilik de faydalı olmaktadır. Papazlar herkese ruhbanlığı, bekâr yaşamayı emrettiğinden, bunu önlemek için Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Eshâbının bekâr yaşamasını yasak etti. Nitekim; “İslâmiyette ruhbanlık yoktur.” ve “Nikâh yapmak, benim sünnetimdir. Sünnetimi yapmayan kimse, benim ümmetim değildir.” buyurarak evlenmeyi teşvik etti.

Müslüman erkekler evlenmeden önce geçimine sebeb olan bir iş sâhibi olurlar. İslâmiyeti öğrenip, nefsini İslâmiyete uyar hâle getirip, gönül sâhibi olmak için gayret gösterir, İslâmiyetin emrettiği gibi giyinen, nâmuslu, dînini kayıran kız ararlardı. Çünkü Peygamberimiz; “Kadın, ya malı, ya güzelliği yahut da dîni için alınır. Siz dîni olanı alınız. Malı için alan malına kavuşamaz. Güzelliği için alan güzelliğinden mahrum kalır.” buyuruyor. Nikâhtan önce kızı görmek sünnettir ve iyi geçinmeyi sağlar.

Evlenmenin olabilmesi için taraflar arasında, İslâm dîninin tâyin ettiği derecede bir hısımlık (akrabâlık) bulunmamalıdır. İslâm dîninde bir erkeğin 25 kadınla evlenmesi yasaktır. Bunlardan 18 kadın ile ölünceye kadar evlenemez. 7 kadın ile geçici olarak evlenilemez. Aradaki sebepler kalkınca evlenmesi helâl olur.

1. Ebedî mahrem olan, evlenmesi haram olan kimseler;

A. Kan, nesep (soy) ile akraba olanlar 7 kimsedir: 1) Anne, 2) Ananın ve babanın anneleri, 3) Kızı, kızının kızı (torunları), 4) Kız kardeşi, 5) Erkek ve kız kardeşinin kızı, 6) Hala, 7) Teyzedir. Bir kadın da babası, dedeleri, oğlu, kardeşi, amcası, dayısı ve kardeşlerinin oğulları ile hiçbir zaman evlenemez. 

B. Süt ile akraba olan bu yedi kimseyle de ebedî olarak evlenilemez. (Hepsi 14 eder)

C. Nikâh sebebiyle, sonradan akraba olanlar ve evlenmek haram olan 4 kimsedir: 1) Kayınvâlide (kaynana), 2) Üvey ana, 3) Üvey kızı, 4) Gelindir. Bir kadın da kayınpederi, üvey babası, üvey oğlu ve dâmâdı ile hiç evlenemez.

2. Geçici olarak evlenilmesi yasak edilenler de 7 kimsedir. Bunlardan 5’i nikâh sebebiyle haramdır. Bir adam: 1) Baldızı (nikâhlı hanımının kız kardeşi) ile 2) ve 3) Nikâhlandığı hanımının halası ve teyzesi ile, 4) ve 5) Nikâhlandığı hanımının erkek ve kız kardeşinin kızı ile de evlenmesi haramdır, yasaktır. Ancak nikâhlandığı kadın ölürse veya boşarsa, bunlarla evlenebilir. 6) Müşrik ile (ilâhî hiçbir dine inanmayan veya ehl-i kitap, Hıristiyan ve Yahûdî olmayan), 7) Mürted (Müslümanken İslâm dîninden ayrılan) kadın ile evlenmek Müslümana haramdır. Müşrik ve mürted olan kadın, Müslüman olunca bunlarla evlenilebilir. Şâhitsiz olarak bir kadına belli para verip, belli zaman için berâber yaşamayı sözleşmek demek olan mut’a nikâhı İslâm dîninde yasak edilmiştir.

İslâm hukûkunda evlenme sözleşmesinde vekâlete de izin vardır. Yâni gerek kadın, gerekse erkek evleneceği kimseyle nikâhının kıyılmasında bir başkasını vekil edebilir. Ayrıca evlenecek erkeğin kadına mehir vermesi gerekir. Mehir, evlenecek erkeğin vereceği altın, gümüş veya herhangi bir mal veya menfaat demektir. Mehiri bâzı bölgelerde âdet hâline getirilen ve kadının babasına ve akrabâsına verilen ve İslâmî bir dayanağı olmayan başlıkla karıştırmamak gerekir. Çünkü kızın velîsinin, kendisi kullanmak üzere, evlenecek erkekten mal taleb etmesi haramdır, yasaktır.

Düğün denilen merâsimden sonra, evlenen eşler bir yuvada âile hayâtı yaşamaya başlarlar. Düğün de her toplumun kendi özelliklerine göre yapılır (Bkz. Düğün). Evlilikle ilgili olarak âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:

... İçinizden bekârları (erkek ve kadın) evlendirin. (Nûr sûresi: 32)

... Nikâh ettiğiniz kadınların mehirlerini seve seve verin. Şâyet ondan bir kısmını gönül hoşluğu ile kendileri size bağışlarsa, onu âfiyetle, râhatça yiyin. (Nisâ sûresi: 4)

Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:

Allah için evlenip, Allah için evlendiren, Allah’ın dostluğunu kazanır.

Kudret sâhibi olan evlensin.

İçinizden evlenmeye gücü yeten evlensin. Zîrâ evlenmek gözleri haramdan daha çok korur. Zinâdan daha çok muhâfaza eder. Gücü yetmeyen kimse ise oruç tutsun. Çünkü orucun şehveti kıran bir hassası vardır.

Evlenme muâmeleleri: Cumhûriyet devrinde Medenî Kânun’un kabûlüyle evlenme, devlet kontrolüne tâbi tutulmuştur. Evlenmek isteyen eşler önce evlendirme memuruna başvururlar. Bu başvuru esnâsında Medenî Kânun’un ilgili maddeleri gereğince lüzumlu evrakı da verirler. Bunların tamamlanmasından sonra kânûnen yetkili bir evlendirme memuru iki şâhid önünde eşlere evliliği kabûl edip etmediklerini sorar. Evet karşılığı alındıktan sonra onları karı-koca îlân eder. Bu tören herkese açıktır ve belli yerde yapılır. Eşlerden birinin gelemeyecek kadar hasta olduğunu bildirir rapor almasında evde veya istenilen bir yerde yapılabilir.

Medenî Kânun’a göre; Evlenebilmek için kadının 15, erkeğin 17 yaşını doldurması gereklidir. 15 yaşını doldurmuş bir erkek veya 14 yaşını bitirmiş olan kız, ana-baba ve vâsilerinin izni ile evlenebilirler. Bundan küçük yaştakilerin evlenmesi izinle olsa da mümkün olmaz. Evlenmeye tam ehliyetli olmak için 18 yaşını bitirmiş olmak gereklidir. Yine Medenî Kânun evlenme rüştü dışında bâzı durumları evlenmeye engel saymıştır. Evli olan, önceki evlilik sona ermeden ikinci evliliği yapamaz. Kânun çift evliliği suç olarak kabûl etmektedir. Hısımlık, ana, baba bir veya ana bir yahut da baba bir kardeşler, amca dayı, hala, teyze ile evlenmek yasaktır. Evlilik ne şekilde sona ererse ersin kadının ve kocanın usûl ve furûu ile evlenmesi yasaktır. Akıl hastalığına müptelâ olanlar evlenemezler. Akıl hastalığının dışında neslin sıhhatine zararlı olan hastalıklardan frengi, belsoğukluğu, cüzzam gibi bulaşıcı hastalıklardan birine yakalananlar iyileştiklerine dâir rapor göstermedikce evlenemezler.

EVLİYÂ

Allahü teâlâya yakın ve sevgili kimseler. Arapça olan evliyâ kelimesi, velî kelimesinin çoğuludur. Evliyâya, “evliyâullah” da denir.

Evliyâ, Allahü teâlânın râzı olduğu şeyleri yapan, O’nun sevgisini yâni rızâsını kazanan, peygamberlerin gösterdiği doğru yolda bulunan zâtlardır. Bunların inançlarında hiçbir bozukluk olmadığı gibi, ibâdetleri de devamlıdır. Nefsin arzularından olan menfaat düşkünlüğü, bencillik, kin, hırs, insanlara kötü muâmele bunlarda bulunmaz. Devamlı güleryüzlü olup, dünyâda kimseye düşmanlık beslemezler. Allah için çalışırlar. O’nun için uğraşırlar. Zenginlikleri varsa O’nun yolunda harcarlar, kerâmetlerini hiç göstermek istemezler. Cömerttirler. Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyruldu: “Biliniz ki, Allahü teâlânın evliyâsı için azâb korkusu, nîmetlere kavuşamama üzüntüsü yoktur.” (Yûnus sûresi: 62)

Peygamber efendimize Eshâb-ı kirâmdan evliyânın ne olduğu sorulduğunda buyurdular ki:

Onlar öyle kişilerdir ki; görüldükleri zaman Allahü teâlâ hatırlanır. Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, onlara nebîler ve şehîdler imrenirler. Allah için severler. Yüzleri nurludur ve nurdan minberler üzerindedirler. İnsanlar korktuğu zaman korkmazlar, üzüldükleri zaman da üzülmezler.

Onlarla berâber bulunanlar şakî(Cehennemlik) olmaz.

Allahü teâlânın lütfu ve ihsânı olarak bunlara, herkeste bulunmayan bâzı hâller yâni kerâmetler verilebilir. Bir anda uzak mesâfelere gitme, aynı zamanda birkaç yerde bulunmaları, hastaların bunların duâlarıyla iyi olmaları, kalplerden geçen düşüncelerin açıktaymış gibi görünmesi evliyâ kerâmetlerinden bâzılarıdır. Kerâmet haktır. Yalnız, velînin kerâmet göstermesi lâzım değildir. Bunlar kerâmetlerinin açığa vurulmasından sıkılırlar, utanırlar, göstermek istemezler. Allahü teâlânın verdiği nîmetleri Müslümanların görmesi İslâmiyete olan bağlılıklarının kuvvetlenmesi için yeri ve zamânı geldiğinde kerâmet gösterirler. Velî öldüğü zaman kerâmeti kesilmez. Bunun için Müslümanlar Allahü teâlânın sevdiği bu temiz insanları vâsıta ve vesîle ederek, araya koyarak türbelerinin başında veya başka yerlerde duâ ederler. Yalnız bu esnâda dikkat edilmesi gereken önemli husus evliyâ vesîle edilerek, Allahü teâlâdan istenmesidir. Evliyâdan istenmez. Bunun içindir ki, meselâ üç İhlâs, bir Fâtiha-i şerîf okuyup velî zâtın rûhuna hediye edilir, bağışlanır. Sonra duâ ederken, velîye; “Bana şunu ver, benim şu işimi yap.” denmez. “Yâ Rabbî! Bu velînin, bu mübârek zâtın, bu sevgili kulunun hürmetine şu dileğimi kabul eyle.” veya “Şu işimin olmasını nasîb eyle.” denir.

EVLİYÂ ÇELEBİ

Seyâhatnâme’siyle meşhur bir Türk yazarı ve seyyahı. 1611’de İstanbul’un Unkapanı semtinde doğdu. Aslen Kütahyalı olan âilesi, fetihten sonra İstanbul’a yerleşmiştir. Babası Saray-ı Hümâyûn kuyumcubaşısı Derviş Mehmed Zıllî Efendidir. Devrin büyük imâmlarından Evliyâ Mehmed Efendiye çok hürmet duyduğu için oğlunun ismini Evliyâ koydu.

İlk tahsilini Sıbyan Mektebinde yapan Evliyâ Çelebi, daha sonra Unkapanı’nda Fil Yokuşu’ndaki Hamid Efendi Medresesinde, yedi yıl eğitim gördü. Bu arada Sâdizâde Dârülkurrâ’sına giderek Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Babasından da zamânın güzel sanatlarından olan hat, nakış, tezhib öğrendi. 1635 yılında, teyzezâdesi Silahdâr Melek Ahmed Ağa vâsıtasıyla Ayasofya Câmiinde Dördüncü Murad Hana takdim edilen Evliyâ Çelebi, yüksek seviyede devlet adamlarının, ilim erbâbının ve askerî şahsiyetlerin yetiştiği kaynakların en büyüklerinden biri olan Enderûn Mektebine alındı. Burada dört yıl kaldıktan sonra 40 akçeyle sipâhî zümresine katıldı.

Evliyâ Çelebi, genç yaşta (1630’larda) seyâhat etmek, yeryüzünde yaşayan çeşitli toplulukları, kurulan medeniyetleri, mîmârî eserleri tanımak arzusuna düştü. Buna, içinde yaşadığı çevrenin büyük ölçüde sebep teşkil ettiği görülmektedir. Babasının Kânûnî Sultan Süleymân Han devrinden kalma, güngörmüş bir kişi olması, hepsi hoş-sohbet kimseler olan babasının arkadaşlarının anlattığı şeyler, zâten insanları, yeryüzünü tanımaya meraklı olan Evliyâ Çelebi’yi gezip görmeye, tanımaya daha da heveslendirdi.

Bir süre bu fikri nasıl gerçekleştirebileceğini düşündüğünü; “Peder ve mâder (anne) ve üstad ve birâder kahırlarından nice halâs olup, cihânkeş olurum.” sözleriyle belirten Evliyâ Çelebi, Aşure Gecesi, rüyâsında, Yemiş İskelesindeki Ahi Çelebi Câmiinde kalabalık bir cemâat arasında Peygamber efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) görmüş, huzûruna varınca; “Şefâat yâ Resûlallah!” diyecekken, heyacanla; “Seyâhat yâ Resûlallah!” demiştir. Peygamber efendimiz de tebessüm buyurup, bu gence hem şefâatini müjdelemiş, hem de seyâhati ihsân etmiş, orada bulunan Sa’d bin Ebî Vakkas (radıyallahü anh) da gezdiği yerleri ve gördüklerini yazmasını tavsiye etmiştir.

Uykudan uyanınca ilk iş olarak, rüyâsını zamânın meşhur yorumcularından, Kâsım Paşa Mevlevihânesi Şeyhi Abdullah Dede’ye anlatır. Dede, bu parlak rüyâyı güzelce yorumladıktan sonra; “İptidâ, bizim İstanbul’cağızı tahrir eyle” tavsiyesinde bulunur. Evliyâ Çelebi’nin ilk faaliyeti olan İstanbul gezileri netîcesinde başlıbaşına bir İstanbul târihi sayılabilecek Seyâhatnâme’nin birinci cildi meydana gelmiştir. Ancak, babası, Evliyâ Çelebi’nin taşraya çıkmasına uzun zaman karşı koyup, izin vermemiştir. Fakat 1640’ta, eski dostu Okçuzâde Ahmed Çelebi ile gizlice Bursa’ya giden Evliyâ Çelebi’nin bu yolculuğu bir ay sürer. Dönüşünde artık oğlunu tutamayacağını anlayan babası, seyâhata çıkmasına izin verir. Türk İslâm edebiyâtının, dünyâca tanınmış bir şahsiyeti böylece doğar.

İstanbul’da dört yıl kaldıktan sonra, Yûsuf Paşa ile Hanya Seferine katılan Evliyâ Çelebi, sonra tekrar İstanbul’a döndü. Ertesi yıl (1647’de) Defterdârzâde Mehmed Paşa ile Erzurum’a gitti ve bu arada Tiflis ile Bakü’yü gezdi. Defterdârzâde’nin Şuşik Beyi üzerine yaptığı sefere de katılan Çelebi, Âzerbaycan ve Gürcistan’ı da görmek fırsatını buldu. Gürcistan Seferinde bulunduktan sonra 1647 kışını Erzurum’da geçirdi. Bu sırada devlet, Vardar Ali Paşa isyânına karşı gerekli işlerle uğraşırken, Anadolu’daki paşalarla anlaşmaya çalışan Defterdârzâde, Evliyâ Çelebi’yi kuvvet toplamak ve mektup getirip-götürmekle görevlendirdi.

1650’de Melek Ahmed Paşanın sadrâzam olması üzerine, Evliyâ Çelebi’nin eline pekçok yeri gezme fırsatı geçti. Celâlîleri cezâlandırmak üzere ordu ile Söğüt yöresine gitti. Sadrâzam, Özi Beylerbeyliğine tâyin olununca, Evliyâ Çelebi’nin de ilk Rumeli seyâhati başladı (23 Ağustos 1651-Haziran sonları 1653). Seyâhate, bâzan Melek Ahmed Paşa ile bâzan da yalnız çıktı. Rusçuk’tan İstanbul’a mektup getirip-götürdü. Silistre’ye gitti. Özi eyâletinin kasaba ve köylerini dolaştı. Baba dağı köylerinde gördüklerini yazdı. Sofya’da bulundu.

Vasvar Antlaşmasından sonra elçi olan Kara Mehmed Paşanın maiyetinde Viyana’ya gitti. 1668’de ise İstanbul’dan çıkıp kara yolu ile Batı Trakya, Makedonya ve Teselya’yı gezdi. Mora sâhillerine ve oradan da Kandiye’nin fethinde bulunmak üzere Girit Adasına geçti. Mayna İsyânı üzerine tekrar Mora’ya dönüp, Adriya sâhillerini dolaştı. Senelerce at üzerinde seyâhat etmesi, cirit oynaması, iyi silâh kullanması, Evliyâ Çelebi’nin çevik ve sıhhatli bir yapıya sâhib olduğunu göstermektedir. Evlenmediği, çocuğu olmadığı bilinmektedir. Zengin ve köklü bir âileye mensûb olup, gezi gâyesiyle gittiği çeşitli yerlerde vazîfeler almış, katıldığı pekçok savaştan aldığı ganîmetler, verilen hediyeler ve gezdiği yerlerde yaptığı ticâretten elde ettiği para ile rahat bir hayat sürmüştür. Ölüm târihi kat’î olarak bilinmemekle birlikte, 1682 olduğu tahmin edilmektedir.

Evliyâ Çelebi, gerek pâdişahlar ve gerekse diğer ileri gelen devlet erkânıyla, yakın ahbaplıklar kurmuş olmasına rağmen, hiçbir makam-mevki hırsına kapılmadığı görülüyor. O, ömrünü, gezip-görmeye, yeni insanlar ve beldeler tanımaya, onlar hakkında bilgiler edinmeye adamıştır. Seyâhat hâtırı için pekçok kimseyle, maiyetinde bulunduğu kişilerle hoş geçinmek gibi zor bir işin üstesinden gelen Çelebi, uysal yaradılışlı, zekâsı, nüktedânlığı ve kültürü sâyesinde meclislerin neşesi olan, her yerde aranan pek sevimli bir zâttı. Bütün sâmimiliğine ve hoşgörüsüne rağmen, gördüğü uygunsuzlukları, açık veya kapalı bir dille tenkid etmekten çekinmedi.

Evliyâ Çelebi’nin kendinden sonrakilere, bilhassa târih ve coğrafya alanında büyük hazîne olarak bıraktığı Seyâhatnâme’nin aslı on cilttir. İstanbul Kütüphânelerinde beş ayrı yazma nüshası vardır. Dil bakımından dikkat çeken eserin imlâsında tutarsızlık görülür. Bu tutarsızlık, her memleketin ağzına göre kaleme alınmasından ileri gelmektedir. Eser bu açıdan ele alınınca büyük bir diyalektik malzeme olarak ortaya çıkar.

Eserin birinci cildinde İstanbul’un târihi, kuşatmaları ve fethi, İstanbul’daki mübârek makamlar, câmiler, Sultan Süleymân Kânunnâmesi, Anadolu ve Rumeli’nin mülkî taksimâtı, çeşitli kimselerin yaptırdığı câmi, medrese, mescit, türbe, tekke, imâret, hastahâne, konak, kervansaray, sebilhâne, hamamlar... Fâtih Sultan Mehmed zamânından îtibâren yetişen vezirler, âlimler, nişancılar, İstanbul esnâfı ve sanatkârları yer almaktadır.

İkinci ciltte Mudanya ve Bursa, Osmanlı Devletinin kuruluşu, İstanbul’un fethinden önceki Osmanlı sultanları, Bursa’nın âlimleri, vezirleri ve şâirleri, Trabzon ve havâlisi, Gürcistan dolayları; üçüncü ciltte Üsküdar’dan Şam’a kadar yol boyunca bütün şehir ve kasabalar, Niğbolu, Silistre, Filibe, Edirne, Sofya ve Şumnu şehirleri hakkında geniş bilgiler; dördüncü ciltte İstanbul’dan Van’a kadar yol üzerindeki bütün şehir ve kasabalar, Evliyâ Çelebi’nin elçi olarak İran’a gidişi, İran ve Irak hakkında bilgiler; beşinci ciltte Tokat sonra Rumeli, Sarıkamış’tan Avrupa’ya kadar çeşitli ülke ve eyâletler; altıncı ciltte Macaristan ve Almanya; yedinci ciltte Avusturya, Kırım, Dağıstan, Çerkezistan, Kıpçak diyârı; Ejderhan havâlisi; sekizinci ciltte Kırım ve Girit olayları, Selânik ve Rumeli’deki hâdiseler; dokuzuncu ciltte İstanbul’dan Mekke ve Medîne’ye kadar yol üzerindeki bütün şehir ve kasabalar, evliyâ menkıbeleri ile Mekke ve Medîne hakkında geniş bilgiler; onuncu ciltte ise Mısır ve havâlisi yer almaktadır.

Seyâhatnâme ilk olarak 1848’de Kâhire Bulak Matbaasında Müntehâbât-ı Evliyâ Çelebi adıyla yayınlanmıştır. İkdam Gazetesi sâhibi Ahmed Cevdet Bey ile Necib Âsım Bey, Pertev Paşa Kütüphânesindeki nüshayı esas alarak 1896 senesinde İstanbul’da basmaya başladılar. 1902 senesine kadar ancak ilk altı cildi yayınlanabilmiştir. Yedinci ve sekizinci ciltleri 1928’de Türk Târih Encümeni, dokuz ve onuncu ciltleri ise 1938’de Millî Eğitim Bakanlığı tarafından yayınlanmıştır. Daha sonraları ise eser ya kısaltılarak veya seçmeler yapılarak çeşitli araştırmacılar tarafından yayınlanmıştır.

EVRENGZİB

Bâbürlü hükümdarı, Şah Cihan’ın Mümtaz Mahal’den doğan üçüncü oğlu. 1618’de Malva Duhad’da doğdu. Muhyiddîn Muhammed Birinci Âlemgîr Şah olarak da bilinir. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin oğlu Muhammed Mâsum Fârûkî’nin terbiyesinde yetişti. İyi bir tahsil gördü. Din ve fen ilimlerinde ilerledi. Askerlik ve idârecilikte ustalaştı. Dekken vâliliği esnâsında (1634-1644) idâresinin ve ahlâkının güzelliği ile kendisini halka ve çevresine sevdirdi. Safevîlere karşı yapılan seferlere komutan olarak katıldı ve başarılı savaşlar yaptı (1646-1647). İkinci defâ Dekken vâliliğine tâyin edildi (1654). Yaklaşık dört sene bu vazîfede kalıp başarılı hizmetlerde bulundu. Şah Cihan, daha çok Hindulara yakınlığı ile tanınan oğlu Dara Şükuh’u veliaht tâyin etmişti. 1657 yılında Şah Cihan’ın ciddî bir şekilde rahatsızlanması Evrengzib ile Dara Şükuh’u taht mücâdelesinde karşı karşıya getirdi. Evrengzib, ağabeyi Dara Şükuh’u, Samugarh’da kesin bir mağlûbiyete uğrattı. Bu arada rahatsızlığı geçen babası Şah Cihan’ı da Agra’daki sarayında göz hapsine aldı. İki sene süren iktidar mücâdelesini 1659 da bitirerek hâkimiyeti sağladı. Muhyiddîn Birinci Âlemgîr ünvânıyla tahta çıktı.

Âlemgîr Şah, tahta geçtikten kısa bir müddet sonra memlekette sulh ve sükûnu sağladı. Müslim ve gayri müslim herkesin, huzur içinde yaşamasını temin etti. Zulüm ve kötülüklere, bid’at ve sapıklıklara son verdi. Ayak altına düşme ihtimâlini gözönüne alarak, paralardaki Kelime-i şehâdet yazılarını kaldırdı. Ateşe tapan Mecûsilerin dînî bayramı olan Nevrûz (21 Mart) ve Mihrican günlerinin resmî bayram olarak kutlanmasını yasakladı. Allahü teâlânın emir ve yasaklarının memleketin her tarafında tatbikinin kontrolü için, Molla İvaz Vecih isimli âlimi vazîfelendirip emrine müfettişler verdi. Molla İvaz’ın emirlerine aynen kendi emirleri gibi itâat edilmesini, memleketin her köşesindeki idârî âmirlere fermanlarla bildirdi. İslâmiyetin emretmediği seksen çeşit vergiyi halktan kaldırdı. Müslüman ve kâfir herkesin gönlünü aldı. Bu uygulamalardan sonra hazîne zayıflaması gerekirken, zenginleşti.

Agra başta olmak üzere ülkenin her yerinde imâret vazîfesini gören Bulgurhâneler açtırdı. Yolcu ve misâfirler için han ve kervansaraylar yaptırdı. İlim ve ilim ehline çok kıymet verip, talebelerin ve müderrislerin vazîfelerini râhat yapmaları için maaş verdi. İlmî yayın faaliyetlerini teşvik ederek eser takdim eden âlimleri mükâfatlandırdı. Din ve fen ilimlerinin herkes tarafından öğrenilmesine büyük gayret sarf etti.

Âlemgîr Şah, memleketin ileri gelen ulemâsından meydana getirdiği kalabalık bir heyete her türlü imkânları verip büyük bir kütüphâne kurarak Fetâvâ-yı Âlemgiriyye ve Fetâvâ-yı Hindiyye adları verilen kânun kitabını ve devletin anayasasını, Hanefî mezhebi hükümlerine göre hazırlattı. Bu hükümler, yetişen âdil kâdılar tarafından memleketin her tarafında tatbik edildi. Daha sonra aynı şey Mecelle ile Osmanlı Devletinde de yapıldı. Âlemgîr Şahın âdil idâresine hayran kalan Hindûlar, böyle bir sultanın dînine girmek için âdetâ yarışıyorlardı. Böylece binlerce Hindunun bâtıl dinlerini bırakıp hak din olan İslâmiyeti seçmelerine sebeb oldu.

Âlemgîr’in ilk fetihleri Hind-Pakistan Yarımadasının doğu ucunda cereyân etti. Kuç-Bihar ve Assam’ın hindû idârecileri, taht mücâdelesi sırasında devletin zayıf durumundan faydalanarak buraları istilâ etmişlerdi. Âlemgîr buraları geri aldı. Şah Cihan zamânından beri Müslümanların alâkasını cezbeden Bengal topraklarını fethetti. Bu zengin memleketin gelirleri daha sonra Âlemgîr Şah’ın ordularının ana mâlî kaynağı oldu.

Bugün Bangladeş olarak bilinen bölgenin dünyâya açılması ve iskânı da büyük ölçüde Âlemgîr Şah tarafından gerçekleştirildi. Daha önceleri bölge kapalı bir hayat sürmekteydi. Dışardan gelen tesirler kendilerini ancak büyük yerleşim merkezleri ve zengin manastırlarda gösterebiliyordu. Hindûlar ve Hıristiyanlar, Doğu Bengal insanının şahsı ve dili ile alay ediyorlardı. Diğer insanların kötülükleri, Müslümanların bölgedeki çalışmasını kolaylaştırdı. İslâm medeniyetini Doğu Bengal’e yerleştirerek ülkenin çehresini değiştirdiler.

Bu sırada Batıda Peşâver civârında oturan Afgan kabilesi Yusufzâîlerin lideri Baku başkaldırdı. Âlemgîr’in komutanlarını mağlûb etti. Âlemgîr bizzat müdâhale edinceye kadar da mücâdelesini devâm ettirdi. Ancak Âlemgîr’in uzun iktidârı boyunca tâkib ettiği usta siyâset, Afganlılarla münâsebetlerinin iyiye dönüşmesini temin etti. 1675’lerde ortaya çıkan Sih isyanlarını bastırdı. Evrengzib döneminde Safevîlerle olan dostluk devâm ettirildi. Mekke şerifine elçiler yollanarak büyük maddî yardımda bulunuldu. Osmanlı Gürgâniye münâsebetleri ileri bir safhaya ulaştı. İkinci Süleymân Han zamânında Hindistan elçiliği ile Bâbür ülkesine gelen Ahmed Ağa büyük bir merâsimle karşılandı ve Anadolu’nun temsilcisi olarak kabul edildi (1690). Batılı devletlerden İtalya, Fransa ve İngiltere ile temaslarda bulunuldu.

Bâbürlüler Devletini yönetmeye başladığı ilk günden îtibâren, Allahü teâlânın rızâsı için cihâdı elden bırakmayan Âlemgîr Şah, vefât edeceği zaman bile, Marata denilen isyânkâr Hindûlarla savaşıyordu. 3 Mart 1707 târihinde Bombay’ın kuzey doğusuna düşen Evrengâbâd yakınlarında, Ahmednagar’da vefât etti ve Huldâbâd (Ravza) denilen yerde defnedildi. Âlemgîr Şahın dört oğlu, üç kızı vardı.

Târihlerde Âlemgîr Şahın en müşahhas özelliklerinin, eksiksiz bir cesâret ile gâyesine erişmekte gösterdiği azim ve sebat olduğu yazılmıştır. Askerî harekâtları, cesâretinin seviyesini yeteri kadar ortaya koymaktadır. Düşmanlarını safdışı etme veyâ kendine bağlamada gösterdiği mahâret onun diplomasi ve devlet adamlığındaki ihtisâsını göstermiştir. Çok iyi bir hâfızaya sâhib olan Âlemgîr, aynı zamanda yorulmaz bir liderdi. İktidârı zamânında kendisiyle görüşebilme fırsatını bulan İtalyan doktor Gemalli Careri, Âlemgîr’in kendisine yapılan mürâcaatları tek tek okuduğunu, bunları cevapladığını ve bu işten büyük haz duyduğunu kaydetmiştir.

Devletinin bütün ihtişamına karşılık Âlemgîr’in sâde bir hayâtı vardı. Giyim-kuşamı, yeme-içmesi ve diğer her türlü faâliyeti sâdelik sınırlarını geçmezdi. Çok düzenli bir hayâtı vardı. Doksan yaşında vefât ettiğinde, işitme hâriç bedenî faaliyetlerinde hiçbir bozukluk yoktu.

Okumayı çok severdi, bu sevgisini vefâtına kadar devâm ettirdi. Kendisi de yazardı. Fârisî nesirleri çok beğenilmektedir. Mektuplarını ihtivâ eden, Ruk’at-i Âlemgîrî kitabı, uzun zaman, basit fakat güzel nesir yazma umûmi ders kitabı olarak kaldı. Şiir söylemede de kâbiliyetliydi. Hemen hemen bütün Hint-İslâm liderlerine ağır bir dille saldıran Will Durant, Âlemgîr Şah için şu îtirâfı yapmaktan kendini alıkoyamamıştır: “Suç ve suçlunun üzerine gitmede hemen hiç cezâi metodlar kullanmadı. Dîni tarafından yasaklanan bütün yiyecek, içecek ve şatafattan uzak durdu.”

Tasavvufta Muhammed Mâsum-i Fârûkî gibi bir zâta talebe ve halîfe olmakla şereflenen bu büyük hükümdâr, İslâm hukûkuna büyük hizmet etmiş, hadis ilminde pek kıymetli bir eser kaleme almış, aynı eseri şerh ettikten sonra yine kendisi Farsçaya çevirmişti. Ayrıca belâgat yönü çok üstündü. Bu sebeple, belâgat şâheserleri denilebilecek pek kıymetli risâleler de kaleme almıştır.

EVRENOS BEY

Osmanlıların meşhur kumandanlarından. On dördüncü asır başlarında Karasi diyârında dünyâya gelmiştir. Âilenin reisi olan Îsâ Bey ile oğlu Evrenos Bey, Karasi Beyliği ümerâsından iken, Beyliğin Orhan Gâzi tarafından fethedilmesi üzerine Osmanlıların hizmetine geçtiler.

Şehzâde Süleymân Paşanın maiyetine verilen Evrenos Bey, onunla birlikte Rumeli’ye ilk ayak basan yiğitler arasında yer alıp; İpsala, Malkara, Dimetoka vesâir kalelerin alınmasında son derece mühim rol oynadı. Babası Îsâ Bey ise, bu akınların birinde şehit düştü. Şehzâde Süleymân Paşanın vefâtı üzerine Rumeli’de meydana gelen gerileme esnâsında Evrenos Bey ile Hacı İlbeyi’nin üstün gayretleri netîcesinde vahim bir durum meydana gelmedi. Aynı zamanda karşı akına geçen bu kumandanlar, Keşan ile İpsala’yı zaptederek Rumeli’ye geçmiş olan Murâd Hüdâvendigâr Gâzinin iltifâtına mazhar oldular. Sultan, Evrenos Bey’i Edirne üzerine yürüyen ordunun sol koluna tâyin etti ve Makedonya’daki Sırp kuvvetlerinin üzerine gönderdi. Evrenos Bey daha sonra Serez’de akıncı kumandanı olarak görülür. Burasını kendisine karargâh yapan genç kumandan, Makedonya’ya yaptığı akınlarla mühim kale ve şehirleri fethetti. 1385 yılında vezir Çandarlı Halil Paşa ile Makedonya’nın ele geçirilmesi harekâtına katıldı. Bu harekâtın tamamlanmasından sonra hacca giden Evrenos Gâzi, dönüşünde Kosova Savaşına katılmış ve Sultan Murâd onun tecrübelerinden çok faydalanmıştı.

Kosova Savaşından sonra, Sultan Yıldırım Bâyezîd Han zamânında da Hacı Evrenos Beyin fetih faaliyeti devâm etti. Vadine ve Çitroz kasabalarını ele geçirdikten sonra, 1390 yılından îtibâren altı yıl Arnavutluk üzerine amansız akın hareketlerinde bulundu. Niğbolu Muhârebesinde ve Eflâk Seferinde büyük kahramanlıklar gösterdi. Evrenos Bey, Sultan Yıldırım Bâyezîd’in vefâtı ile ortaya çıkan karışık devrede, önce Emir Süleymân tarafını tuttu ise de onun vefâtını müteâkip bu gâilelere karışmamak için geri çekildi. Kendisi Rumeli’deyken Mûsâ Çelebi’nin onu ve diğer beyleri Emir Süleymân tarafını tutmakla suçlaması ve tazyik etmesi netîcesinde, el altından Mehmed Çelebi’ye haber göndererek Rumeli’de uygulayacağı siyâset hakkında bilgi verdi. Netîcede Çelebi Mehmed bu gâzi beylerin yardımı ile Osmanlı birliğini yeniden kurmaya muvaffak oldu.

Hacı Evrenos Gâzi 100 yaşını geçmiş olduğu hâlde 1417 Kasımı’nda vefât ederek Vardar Yenicesi’ndeki türbesine defnedildi. Evrenos Beyin buradaki türbesinden başka câmi, medrese ve imâreti ile diğer şehirlerde hayır eserleri mevcuttur. Evrenos âilesi, Rumeli’de “Evlâd-ı Fâtihân” teşkîlâtının başında olarak on dokuzuncu yüzyıl ortalarına kadar gelmiştir.

EVRENOSOĞULLARI

Osmanlıların Rumeli’yi fethi sırasında büyük ün yapmış Evrenos Gâzinin kahramanlar yetiştiren âilesi. Bu sülâle ismini; Makedonya’yı Türklere kazandıran, Rumeli’de büyük başarılar gösteren Hacı Evrenos Gâziden aldı. Evrenos Gâzinin yedi oğlu oldu. Bunlardan, Ali Bey ile Îsâ Bey içlerinde en çok hizmet eden ve isimlerini duyuranlardır.

Ali Bey, daha babasının sağlığında gösterdiği kahramanlıklarla, kendisini tanıttı. Bundan dolayı Ali Beye “Ayyüreklü” lakâbı verildi. Bu başarılarından dolayı Yıldırım Bâyezîd, Ali Beye Engürü sancağını verdi. Yıldırım Bâyezîd’in vefâtı ile ortaya çıkan fetret devrinde Mehmed Çelebi’nin pâdişâh olmasında yardımcı oldu. 1430’da Selânik’in fethinde büyük kahramanlık gösterdi. 1432 târihinden îtibâren Macaristan’a yaptığı akında, 70.000 esirle döndü. İstanbul’un fethinde ve Fâtih’in Eflak Seferinde (1462) bulunan Ali Beyin vefât târihi belli olmayıp, kabri Vardar Yenicesi’ndedir.

Ali Beyin, Evrenos, Şemseddîn Ahmed ve Hüseyin isminde üç oğlu olup, Bunlar da meşhur akıncı beylerinden idiler. Ahmet Bey, Fâtih’in İşkodra Seferine katıldı. Fâtih, orduy-ı hümâyûn ile buradan çekilirken, Ahmed Beyi 40.000 kişilik bir kuvvetle kaleyi abluka altında tutmak üzere İşkodra’da bıraktı.

Evrenos Beyin diğer oğlu Îsâ Bey de akıncı sancak beylerinden olup, Arnavutluk üzerine yaptığı akınlarla Adriyatik Denizi kıyılarına kadar indi. 1443’te Haçlılarla yapılan Morava Muhârebesinde büyük yararlıklar gösterdi. 1455’de 40.000 kişilik bir ordu ile İtalya-Arnavutluk ordusunu yok etti. Îsâ Beyin vefâtı, birâderi Ali Beyden sonra olup, Vardar Yenicesi’ndeki türbesine defnolunmuştur. Îsâ Beyin burada câmi ve imâret gibi hayır kurumları vardır.

Evrenosoğullarından Hızır Şah Beyin torunu Yûsuf Bey, 1517’de Mısır seferine katıldı. Sefer sonunda kurulan Kudüs sancağına ilk sancakbeyi oldu.

Evrenos âilesi Rumeli’de Evlâd-ı Fâtihân teşkilâtının başında olarak 19. yüzyıl ortalarına kadar geldi. On dokuzuncu yüzyıldan sonra siyâsî ve idârî görevlerde eski tesirlerini kaybeden Evrenos âilesi mensupları, çeşitli kollar hâlinde zamânımıza kadar devam etmiştir.

EVRİM

(Bkz. Darwinizm)

EVZÂÎ

Sekizinci yüzyılda yetişmiş büyük İslâm âlimlerinden. İsmi, Abdurrahmân bin Amr bin Muhammed’dir. Künyesi, Ebû Amr’dır. Evzâî diye meşhur olmuştur. 706 (H.88) senesinde Baalbek’te doğdu. 774 (H.157) senesinde Beyrut’ta vefât etti.

Şam civârında bulunan Evzâ köyüne nisbetle bu isimle meşhur olan Evzâî, zamânın büyük âlimlerinden din ve fen ilimlerini tahsil etti. Atâ bin Ebî Kesîr Zührî, Muhammed bin İbrâhim et-Teymî ve Tâbiînden olan birçok kimseden hadîs-i şerîf rivâyet etti. Zamânının bir tânesi oldu. Fıkıh ilminde ictihad derecesine yükseldi. Hac yolculuğu esnâsında, Süfyân-ı Sevrî ile karşılaştı. Şam ve Mağrîb (Fas, Tunus, Cezâyir) halkı onun mezhebine tâbi oldu. Onun mezhebi, Emevîler zamânında Endülüs’e yayıldı. Kendisine sorulan yetmiş bin meselenin hepsine cevâb verdi. Hakem bin Hişâm zamânına kadar Endülüs’te fetvâlar onun ictihâdına göre verilirdi. Daha sonra mensubu kalmadığı için, mezhebi unutuldu. Mezhebinin kayboluşu hicrî 3. asrın ortalarına rastlar. Beyrut’a gitti ve oraya yerleşti. Burada kendisine kâdılık teklif ettiler, fakat kabul etmedi. Orada yerleşip ders okuttu ve talebe yetiştirdi. Ondan Şû’be, İbn-i Mübârek, Yahyâ bin Hamzâ, Yahyâ el-Kettân, Ebû Âsım ve başkaları hadîs-i şerîf naklettiler. 774 (H.157) senesinde Beyrut’ta vefât etti.

Evzâî, zamânının en büyük âlimi ve en fazîletlisiydi. Haramlardan ve şüphelilerden şiddetle kaçınır, çok ibâdet ederdi. Gecelerini namaz kılmak ve Kur’ân-ı kerîm okumakla geçirir, Allah korkusundan çok ağlardı. Fıkıh ilminde ictihad derecesinde olup, güvenilir bir hadis âlimiydi. Halîfe Mansûr Evzâî hazretlerine çok saygı gösterir, onun nasîhatlarını dinlerdi. Edebiyât, yazı ve güzel konuşmada çok kâbiliyetli olup, herkes tarafından beğenilir, takdir edilirdi.

Evzâî hazretleri buyurdu ki:

En üstün şey, takvâ yâni Allahü teâlâdan korkmaktır. Çünkü kim Allahü teâlâya itâat için şeref isterse, Allahü teâlâ onu yükseltir. Kim de şerefi günah işlemek için isterse, Allahü teâlâ onu alçaltır.

Ölümü çok hatırlayan kimse, dünyâya rağbet etmez. Ağzından çıkan her sözden hesâba çekileceğini bilen kimse, az konuşur, ancak lüzûmlu sözleri söyler.

Eserleri: İmâm-ı Evzâî’nin fıkıh ilmine dâir Sünen ve Mesâil adlı iki eseri vardır.

EYÂLET

Osmanlı merkez teşkilâtının dışında, taşrada bulunan ve beylerbeyi tarafından yönetilen en büyük idârî bölge. Osmanlı Devletinde taşra teşkilâtı, aşağıdan yukarıya köy, nâhiye, kazâ, sancak ve eyâlet olmak üzere idârî taksimâta ayrılmıştı. Temel idârî birim sancak olup, sancakların birleşmesinden eyâlet (vilâyet) veya beylerbeyilik denilen büyük idârî birimler meydana gelmektedir. 1590 târihine kadar, teşkilât tâbiri olarak beylerbeyilik kelimesi kullanılmış, bu târihten îtibâren eyâlet tâbiri kullanılmaya başlamıştır.

Osmanlı hâkimiyeti altında bulunan topraklardan büyük bir kısmı doğrudan doğruya pâdişahın otoritesi altındaydı. Buralarda timar denilen bir toprak sistemi uygulanıyordu. Devletin gelirleri, bir takım görevler karşılığı idârecilere ve sipâhîlere tahsis edilmekteydi. Ekserisi Anadolu ve Rumeli’de bulunan bu eyâletlere salyânesiz yâni yıllıksız denilirdi.

Bunun yanında Osmanlılar Anadolu ve Rumeli eyâletlerinden daha bağımsız; Mısır, Bağdat, Yemen, Basra, Lahsa, Habeş ve Garb Ocakları denilen Cezâyir, Tunus, Trablusgarb gibi eyâletlerin şekillendiği toprakları idârî çatıları altında toplanmaktaydılar. Bunlara sâlyâneli yâni yıllıklı eyâletler denilmektedir. Buralarda Osmanlı beylerbeyi idâresi altında askerî, mâlî ve adlî sâhalarda değişik bir tatbikât vardı. Bölgenin beylerbeyi, yâni vâlisi, eyâletin idârî ve askerî harcamalarını gerçekleştirdikten sonra sâlyâne yâni yıllık adı altında devlet merkezine muayyen bir mikdâr göndermekle yükümlü idi.

Bunlara benzer olarak Doğu Anadolu’nun bâzı bölgelerinde, idâresi kabîle beylerine âit ırsî sancaklar vardı. Hükûmet denilen bu sancaklarda, bütün gelirler ırsî kabîle beylerine âit bulunuyordu. Buna karşılık bu beyler, belirli bir oranda asker toplamak ve gerektiğinde devletin emrine göndermek durumunda idi. Bölgenin şehirlerinde birer kâdı ve yeniçeri garnizonu bulunması diğer eyâletlerle birlikte taşıdıkları ortak özelliklerdi. Bunlara aynı zamanda yurtluk ve ocaklık idâresi de denirdi.

Eyâleti idâre eden beylerbeyi, pâdişâhın otoritesini temsil eden en yüksek yöneticiydi. Eyâletin her bir sancağına devlet merkezinden bir sancak beyi tâyin edilirdi. Paşa Sancağı adı verilen eyâlet merkezine de eyâlet vâlisi gönderilirdi. Eyâlet vâlileri hem askerî hem de mülkî yöneticilerdi. Beylerbeyi, emri altındaki görevlilerle birlikte merkezdeki Dîvân-ı hümâyûnun küçük bir benzeri olan beylerbeyi dîvânı ile eyâleti yönetmekteydi (Bkz. Beylerbeyi). Beylerbeyinin yanında bölgenin kazâ (yargı) kuvvetini ise kâdı temsil ediyordu. Bey, kâdının hükmü ve karârı olmadan hiç kimseyi cezâlandıramazdı. Osmanlılar eyâlet idâresinde bu kuvvetler ayrımını âdil bir idârenin esâsı saymışlardır.

Sultan Birinci Murâd (1360-1389) devrinde, Balkanlardaki fütûhâtın devâmı ve elde edilen toprakların idârî kontrolü için, Lala Şâhin Paşa Rumeli beylerbeyi tâyin edildi (1362). Birinci Murâd daha sonra oğlu Bâyezîd’i doğuda yeni fethedilen bölgelerin beylerbeyi olarak Kütahya’ya gönderdi ki; burası Osmanlıların ikinci beylerbeyliğinin (Anadolu) nüvesini meydana getirdi (1393).

Sultan Yıldırım Bâyezîd, Kâdı Burhâneddîn’e âit memleketleri eline geçirince, Rûmiye-i sugrâ (Amasya, Tokat, Sivas) vilâyetini üçüncü bir beylerbeylik olarak ihdas etti. On beşinci yüzyıl ortalarına kadar devâm eden bu üç beylerbeylik, Osmanlı Devletinin temelini teşkil etti.

1468 yılında fethedilen Karaman, bir beylerbeylik hâline getirildi. Kânûnî Sultan Süleymân Hanın saltanatı başlarında; Dulkadriye (Maraş), Haleb, Şam ve Mısır beylerbeylikleri kuruldu. Yine Kânûnî devrinde yapılan yeni fetihler netîcesinde Asya’da Bağdat, Van, Erzurum, Şehrizor; Avrupa’da Budin ve Tameşvar gibi beylerbeylikler teşkil olundu. Nihâyet, 17. yüzyıl başlarında, eyâletlerin sayısı 32’ye ulaştı. Bu düzen içinde pâdişah hiç masrafa girmeden bir emirle kısa zamanda ordunun en büyük kısmını meydana getiren eyâlet askerlerini toplayabiliyordu.

On altıncı yüzyılın ikinci yarısına kadar kapıkulu ocakları ile (yeniçeriler ve diğerleri) birlikte devletin ordusunun en önemli kısmını eyâlet askerleri teşkil etmekteydi.

1528 târihli arşiv belgelerine göre, 27.000 kapıkulu askerine karşılık eyâlet askeri olarak timarlı sipâhî ordusu 90.000’i bulmaktadır. 1610 târihlerinde kapıkulu ocakları 90.000, timarlı sipâhî ordusu ise 115.000 olarak hesaplanmaktadır. Bu târihte zâten timarlı sipâhî ordusu önemini kaybetmeye başlamıştır.

Kânûnî Sultan Süleymân devrinde, Pargalı İbrâhim Paşanın sadrâzamlığı zamânında Osmanlı Devletinin her tarafındaki idârî bölgelerini yâni eyâlet ve livâ (sancak)larını, bunların idârecilerini ve ne kadar hasları olduğunu gösteren listeler bugün Topkapı Sarayı Müzesi Arşivinde muhâfaza edilmektedir. On altı ve on yedinci yüzyıla âit eyâlet teşkîlâtına mahsûs bilgileri, Başbakanlık Osmanlı Arşivindeki sancak tevcihât, rüûs ve tahvil defterlerinde bulmak mümkündür.

On altıncı yüzyıla âit tapu-tahrir defterlerinde de; sancak, kazâ, nâhiye, köy derecesine kadar eyâlet teşkilâtına âit gâyet kıymetli bilgiler verilmektedir.

Asya, Avrupa ve Afrika’daki eyâlet ve başşehirleri şunlardır: Anadolu (Ankara ve Kütahya), Rumeli (Edirne sonra Sofya ve Manastır), Rum (Amasya ve Sivas), Bosna (Saraybosna), Karaman (Konya), Dulkadir (Maraş), Şam (Dımaşk), Mısır (Kâhire), Trablusşam (Tripoli), Yemen (Zabîd, San’a), Cezâir-i Bahr-i Sefîd (Gelibolu), Cezâir-Garb (Cezâyir), Lahsâ (Katîf), Trablus-Garb (Tripoli-Libya), Habeş (Suakin ve Cidde), Kıbrıs (Lefkoşe), Trabzon, Kefe, Halep, Kars, Bağdat, Van, Tunus, Basra, Budin, Tameşvar, Çıldır, Erzurum, Şehrezur, Diyarbekir, Musul.

Osmanlı Devletinin eyâletlerinin idâresindeki yürütme ve yargılama gücünü ayırması bugünkü hür devletlerin tatbik ettiği kuvvetlerin ayrılığı prensibinin aynısıdır.

Osmanlılar eyâlet sistemini bünyesinde yüzyıllarca uygulayıp, geliştirmiş, böylece devrinin en iyi idâre sistemine sâhip olmuştur. Bugün, Amerika Birleşik Devletleri ve Federal Alman Cumhûriyetindeki eyâlet sistemi Osmanlılardakine benzemektedir.

EYER

Alm. Sattel (m), Fr. Selle (f), İng. Saddle. Binek hayvanlarının sırtına konulan oturacak şey. Hayvanların üzerine rahatça binebilmek ve yük sarmak için kullanılır. Eyeri ilk önce Türkler kullanmışlardır. Harplerde atları binek olarak kullanan Türklerden eyeri zamanla Roma ve Bizanslılar almışlardır. İlk önceleri özengisiz kullanılan eyerlere, 6. yüzyıdan îtibâren özengi kondu. Böylece oturma ve hayvanı sevk etme kolaylığı sağlandı. Türkler bilhassa harpte kullandıkları eyerlere çok önem verirlerdi. Sanat eseri niteliğinde olan eyerlere altın gümüş işlemeler konurdu.

Haçlı seferleri sırasında, Türklerden çok şeyler alıp memleketlerine götüren Hıristiyanlar, eyer yapımı hakkında da çok şeyler aldılar. Bu seferlerden sonra, Avrupa’da yapılan eyerlerde büyük bir gelişme oldu. Deriden yapılması, süslenmesi, kolanlar konması, sırt yaralarına mâni olmak için eyerlerin içine çuha, keçe konması, hep bu seferlerden sonra oldu.

Pekçok çeşitleri olan eyerler genellikle eyer çatısı, eyer kaşı ve takımı parçalarından meydana gelir. Eyer çatısı, iskelet olup, kafes biçiminde tahtadan yapılır. Eyerin ön ve arkasında binenin öne ve arkaya kaymaması için olan çıkıntılı bölüme ise eyer kaşı adı verilir. Özengi, özengi kayışı, başlık ve dizgin, eyer ile birlikte eyer takımını meydana getirmektedir.

Başlıca eyer çeşitleri: 1) Çerkez eyeri: Eyer ön ve arka kaşları yüksek, biniciyi sıkı sıkıya tutan eyer. 2) Osmanlı eyeri: Çıkıntısı olmayan düz eyer. Binicilik yarışlarında ilk olarak bu eyerler kullanılmıştır. 3) Kadın eyeri: Kadın binicilerin oturmalarını kolaylaştırmak içindir. Eyer başı ay biçiminde ve tek özengilidir. 4) Fransız eyeri: Sâdece ön kaşı bulunur. 5) Yarış eyeri: Genellikle binicilik yarışlarında kullanılır. Büyüklüğü ve ağırlığı iyice hafifletilmiştir.

Hayvan eyerlenmeden önce, ekserî keçeden yapılmış belleme, sırtına konur. Bu, hayvanın sırtında yara açılmasına mâni olur. Bunun üzerine eyer konarak kolan ile bağlanır. Öne ve arkaya kaçmaması için de, boyundan ve kuyruk altından kayış geçirilir. İyi yapılmış bir eyer, sırtta düzgün oturduğundan hayvana eziyet vermez. Binici de üstünde rahatça oturur.

EYFEL KULESİ

Alm. Der Eiffelsturm, Fr. La Tour Eiffel, İng. The Eiffel Tower. Paris’in sembolü. Demir teknolojisiyle yapılan önemli bir yapı. 1889’da Fransız İhtilâlinin 100. yıldönümünü kutlama gösterileri için inşâ edildi. Fransız mühendis Aleksandır Gustave Eiffel, yüksek demiryolu köprülerin yapımındaki tecrübesine dayanarak kulenin dizaynını yaptı. Hazırlanan detaylı plânlarla, kulenin 12.000 metal parçası üretildi ve birleştirme düzenine göre numaralandırıldı. Kullanılan 2,5 milyon perçinden çoğunluğu kule inşâ edilmeden önce yerine takıldı. Büyük dev proje aksaklık olmaksızın öyle sistemle yürüdü ki, bir işçi bile hayâtını kaybetmedi. Asansörleri hâriç kule 26,5 ayda tamamlandı.

Eyfel Kulesi rüzgâra minimum direnç sağlayan kafes sistemli olarak yapılmıştır. Kuvvetli kasırgalarda kulenin tahmîni salınımı sâdece 22 santimetredir. 7000 tonun üzerinde yüksek kaliteli dövme demirden 2.25 metrekarelik 4 payanda (Pier) üzerine oturtulmuştur. Kulede birbirinden farklı üç tâne kat vardır. 57 m yüksekliğindeki ek platformun altında 4 tane dörtgen ayak kemerlerle birleştirilmiştir. Yerden 115 m yüksekliğindeki ikinci platformda ayaklar tamâmiyle birbirlerine yakındır. Üçüncü platform yerden 276 m yüksekliğindedir. Bu platformun üzerinde fener ve son teras vardır. 1959’da radyo anteninin ilâvesiyle kulenin yüksekliği yaklaşık 300 metreden 320 metreye çıkmıştır.