ETİL ALKOL (Etanol)

Alm. Athylalkohol (m), Fr. Alcool (m), ethylique, İng. Ethyl alcohol. Alkoller diye anılan organik bileşikler sınıfının en önemli üyesi. Moleküler formülü (C2H5OH) göz önüne alındığında, doymuş bir hidrokarbon olan etanın (C2H6) altı hidrojeninden birinin yerine bir hidroksil grubunun (OH) geçmiş şekli olarak addedilir.

Özellikleri: Saf etil alkol berrak, renksiz, karakteristik kokulu bir sıvıdır. 78,4°C’de kaynar -114,5°C’de donar. Sıcaklıkla hacim büyümesi nisbeten muntazam olduğundan, hava sıcaklığını ölçen termometrelerde (evlerde kullanılan) bir termometre sıvısı olarak kullanılır. Sıvı seviyesinin rahat görülmesi için bir boyar madde konur. Özgül ağırlığı 20°C’de 0,789 g/cm3tür. Etanol, aynı miktarda su ile karışık olduğunda bile soluk, mâvimsi, issiz bir alevle yanar. Etanolun yanma enerjisi 1 gram başına 7,09 kcal verecek şekildedir. Su, eter ve asetonda her nisbette karışır. Suyla karışınca bir hacim küçülmesi olur. Meselâ, 52 hacim alkol ve 48 hacim su karıştırıldığında 100 hacimlik değil de, 96,3 hacimlik bir çözelti meydana gelir.

Üretim: Etanolun üç önemli üretim kaynağı vardır:

1. Fermantasyon ile üretme: Alkolik fermantasyonda şekerler başlıca olarak monosakkaritler (glikoz ve früktoz) kompleks enzim zymas ihtivâ eden maya mevcudiyetinde, etanol ve karbondioksit verecek şekilde bozunurlar:

                (Zymas)

C6H12O6 ¾¾¾¾¾¾> 2C2H5OH+2CO2

Tamâmen parçalanmada 100 g früktozdan 51,1 g etil alkol ve 48,9 gr karbondioksit meydana gelmelidir. Bu randımana gerçekte erişilemez. Çünkü maya hücreleri diğer metabolizma olayları için aynı şekilde monosakkaritleri harcamaktadırlar. Optimum mayalanma şartları maya hücrelerinin yaşama şartları ile belirlenir. Böyle gıdâ eriyiğindeki belirli protein ve mineral madde miktarı maya gelişmesini teşvik eder. Optimum mayalanma sıcaklığı maya çeşidine göre, 20°C ile 30°C arasında bulunur. Alkol fermantasyonu etil alkol miktarı % 10-18 arasında olduğu zaman durmaktadır. Çünkü etil alkol metabolizmanın artık ürünü olarak büyük konsantrasyonlarda mikroorganizmaların hayâtî faâliyetlerini önlemektedir. Endüstride alkolik fermantasyonda başlama maddesi olarak saf glikoz kullanılmaz. Bunun yerine melâs (şeker rafinasyonu artığı) veya nişastalı ürünler (patates, çavdar, buğday, arpa) kullanılır.

2. Asetaldehidin (CH3CHO) indirgenmesiyle üretim: Asetilen kullanılarak elde edilen asetaldehit, 100-130°C’de nikel katalizörlüğünde hidrojenlenerek etanole indirgenir:       

            H  

           /        +2H

CH3 — C = O ¾¾¾¾> CH3 — CH2 — OH       

                      (Ni)

3. Etilenin hidrasyonu ile üretim: Endüstriyel üretimde önemli bir metoddur. Bir petrol ürünü olan etilenin hidrasyonu (bir su molekülü katılması) değişik şartlarda yapılabilir. Etilen, 100°C’de derişik sülfürük asitle tutulduğunda etil hidrojen sülfat ve etil sülfat ara ürünleri meydana gelir:        

                   HOSO3H

H2C = CH2+ ¾¾¾¾¾¾> C2H5O æ SO3H + (C2H5O)2SO2

Reaksiyon karışımı eşdeğer miktarda sıcak su ile hidroliz edilir. Etanol ve sülfürik asit meydana gelir:

(C2H5O)2SO2+2H2O Æ 2C2H5OH+H2SO4  

Yine etilenden başlamak üzere katı katalizörler kullanarak 300°C ve yüksek basınç altında su buharı etkisiyle etanol sentezi yapılmaktadır.

Kullanılışı: Etanol bütün alkollü içkilerde bulunmaktadır. Çoğu da bu yollarla tüketilmektedir. İyi bir çözücü olduğu için, esansların yapımında, parfümeride kullanılır. Kimyâ endüstrisinde bir çok organik bileşiğin (asetaldehit, asetik asit, etilasetat, etilklorür ve butadien gibi) üretiminde başlama materyalidir. Petrolün çok pahalı olduğu bâzı ülkelerde bir motor yakıtı bileşeni olarak kullanılmaktadır.

Mutlak (saf) etanol elde edilmesi:Endüstriyel etanolun çoğu denaturedir. Yâni içilmemesi için, içine piridin ve metanol gibi zehir etkisi yapan maddeler konmuştur. Bunların uzaklaştırılması pek kolay değildir. Endüstride üretilen alkol denatüre olmasa bile saf değildir. Çünkü reaksiyon sonunda meydana gelen ürün damıtılırken etanol sudan tamâmen kurtulmaz. Basit damıtma ile, en fazla % 96’lık bir saflıkta elde edilir. Bu kompozisyondaki sulu alkol saf bir maddeymiş gibi (ikili bir azeotrop teşekkülü) kaynar. Bu azeotropu bozmak için, genellikle benzen (veya triklor etilen) katılır. Su-alkol-benzen üçlüsü damıtıldığında su bitinceye kadar su-benzen ve alkol karışmı geçer. Daha sonra da benzen bitinceye kadar alkol-benzen karışımı geçer. Geriye saf alkol kalır. Laboratuvar ölçeğindeki saflaştırmalarda suyu uzaklaştırmak maksadıyla kalsiyum oksit, kalsiyum ve mağnezyum kullanılır.

ETIL KLORÜR

(Bkz. Etan)

ETİLEN

Alm. Athylen n, Fr. Ethylene m, İng. Ethylene. Alken sınıfından renksiz bir gaz. Doymamış hidrokarbon olup, karbonlar arasında, çift bağ vardır. Formülü C2H4, kaynama noktası -69,4°C, erime noktası -103,3°C ve yoğunluğu 0,978 g/dm3 olan yanıcı bir gazdır. Etilen, suda orta derecede çözünür. Fakat alkol, eter, aseton ve benzende çok çözünür. Etilenin reaksiyon verme kâbiliyeti oldukça yüksektir. Halojenlerle, sülfürik asit ve diğer çift bağ ile reaksiyon verebilen maddelerle hemen reaksiyon verdiği gibi polimerize polietileni meydana getirir. % 3 ile % 34 oranında etilen ihtivâ eden hava karışımı patlayıcıdır. Zehir etkisi azdır. Fakat çok yüksek dozu şuursuzluk meydana getirir.

Etilen üretiminin takriben % 30,4’ü etil alkol, % 25’i etilen oksit, % 10’u stiren, % 10’u etilklorür ve % 15’i polietilen elde edilmesinde kullanılır. Etilenin başka maksatlar için kullanılan kısmı çok azdır. Etilen üretiminin büyük bir kısmı petrol ürünü gazların kraking fırınlarındaki pirolizi ile elde edilir.

ETİLEN BROMÜR

(Bkz. Etan)

ETİLEN KLORÜR

(Bkz. Etan)

ETİLEN OKSİT

Alm. Athylenoxud n, Fr. Oxide m, dethylenene, İng. Ethylene oxide. Siklik eter veya epoksidin en basit üyesi. Formülü:  

CH2 — CH2

   \      /

      O 

olup, epoksietan diye de adlandırılır. Büyük miktarı, antifiriz olan etilen glikol, iyonik olmayan emülsiyon yapıcı madde, plastik, plastik özellik verici, sentetik kauçuğun bir tipinin ve çeşitli sentetik tekstil îmâlatında kullanılır. Diğer önemli kullanılışı ise gaz hâlinde sterilize vâsıtası olarak kullanılmasıdır. Kullanılış şekli % 10 etilen oksit, % 90 CO2 karışımı hâlindedir.

Elde edilmesi: Etilen oksidin elde edilmesinde kullanılan bir metod da etilen ile hipoklorit asidi reaksiyona sokulur ve elde edilen etilen klorhidrin, kireç sütü ile etilen okside döndürülür.

En yeni metod ise, etilenin gümüş katalizör kullanarak, muayyen (sınırlı) miktardaki hava ile doğrudan doğruya oksitlenmesi şeklindedir. Şimdi,benzin üretimi esnasında çok ucuz bir şekilde yan ürün olarak elde edilmektedir. Oksidasyon işlemi hayret verecek kadar randımanlıdır. Aynı zamanda mevcut imkân da büyüktür.

Özellikleri: Etilen oksit 10,4°C’de kaynar,     -111,7°C’de erir. Yoğunluğu d=0,896 g/cm3tür. Molekül ağırlığı 44,05 gramdır. Suda her oranda çözünür. Normal alifatik eterden farklı olan etilen oksit, ortamda az miktardaki asit veya baz mevcut olması hâlinde su, hidrojen sülfür, amonyak, siyanür asidi, amin ve alkol gibi molekülünde aktif hidrojen bulunan maddelerle hemen reaksiyon verir. Meselâ su ile etilen glikolü:

(CH2 — CH2) verir.

   |        |

  OH      OH

ETİMOLOJİ

Alm. Wortableitungslhre; Etymologie (f), Fr. Etymologie (f), İng. Etymology. Bir kelimenin nereden geldiğini veya oluş şeklini ve birçok kelimenin ortak kökünü bulma işi. Bu işle uğraşan gramer dalı filolojinin bir bölümü olup, kelimelerin mânâlarının köklerini mümkün olduğu kadar eskiye giderek araştırır.

On dokuzuncu yüzyıla kadar etimoloji, kelimenin aslını vermekle sınırlandırılmıştır. Daha sonra etimoloji bir kelimenin çeşitli lisanlardaki benzer diğer kelimelerle olan ilgisini de araştırmıştır. Etimoloji yoluyla, kültürlerin gelişmesini ve birbirine olan tesirini anlamak mümkündür. Fakat bu işte bir dilin iç ve dış târihini hakkıyla bilmek gerekir. Bir dilin iç târihi kendi içindeki gramer değişiklikleri ve gelişmesi ile ilgilidir. Dış târihi ise diğer dillerle olan münâsebeti olup, onlardan yaptığı alış-verişlerdir. Bu îtibârla kelimelerde meydana gelen değişiklikleri üç grupta toplamak gerekir: 1) Her lisan diğer dillerden kelime alarak, önceden kullanılan kelimeler atılır veya kullanım sâhaları daraltılır. 2) Kelimelerin şekillerinde değişiklikler meydana gelir. 3) Kelimelerin anlamları değişir.

Türkçe iç târih bakımından pek muhâfazakâr bir dildir. Ancak dış târih bakımından bunu söyleyemeyiz. Çünkü Türkçe başka dillerden pekçok kelime almış ve bunları kendi ses yapısına uydurduğu gibi, bâzılarının mânâlarını da değiştirmiştir. Ayrıca aynı medeniyet dâiresi içinde olduğu için Arapça ile Farsçayı yabancı dil kabul etmeme düşüncesinden hareketle bunlardan pekçok kelime almıştır. Bu sebeple zamanla bâzı kelime ve deyimler, kullanılmaz hâle gelmiş veya kullanış alanı sınırlandırılmıştır. Bu, eskiden yazılmış birçok kitabı yeni nesillere hitab edemez şekle getirmiştir. Lisanın bir takım ihtiyâçlara cevap vermesi bakımından, yavaş yavaş değişmesi normaldir. Ancak ilim dışı olarak yapılacak zorlamalar ve asılda değişiklik, toplumda bir takım huzursuzluklara sebeb olur.

ETİYOLE

Alm. Bleichen, Fr. Etiolement m, İng. Etiolation. Işığın bitki üzerine olan etkilerinden biri. Bu etkilerin çoğu, ışığın direkt etkisine bağlı ise de, indirekt etki ile de bâzı değişmelerin olduğu anlaşılmıştır. İndirekt etkiye bir örnek verirsek; yüksek ışık şiddeti fazla terlemeye, bu da su eksikliğine sebeb olarak, hücre bölünmesi ve genişlemesini azaltır. Diğer taraftan düşük ışık şiddeti fotosentezi düşürme yolu ile büyüme ve gelişmeyi azaltır. Karanlıkta büyüyen bitkinin gövdesi çok uzar, renk çok açık yeşil, hatta beyaz, yapraklar ufak olur. Bu görünüşteki bitkiye “etiyole bitki” denir. Etiyole olayının hücre uzaması ve hücre bölünmesine etkili olduğu ve ayrıca yapım farklılığına da sebeb olduğu anlaşılmıştır.

ETİYOPYA

DEVLETİN ADI

Etiyopya Demokratik Halk Cumhûriyeti

BAŞŞEHRİ

Addis Ababa

NÜFÛSU

45.600.000

YÜZÖLÇÜMÜ

1.106.100 km2

RESMÎ DİLİ

Amharca

DÎNİ

Hıristiyanlık ve İslâmiyet

PARA BİRİMİ

Etiyopya Birri

 Doğu Afrika’da bulunan bir devlet. Kuzeyinde Sudan ve Eritre, doğusunda Cibuti ve Somali, güneyinde Kenya, batısında yine Sudan yer alır. Afrika’nın en eski bağımsız devletidir. Batı-doğu yönünde 33° ile 48° doğu boylamları, kuzey güney yönünde ise 3°30’ ile 18° kuzey paralelleri arasında bulunur.

Târihi

Etiyopya, bilhassa mîlâdın ilk yıllarından beri köklü bir geleneği olan Afrika’nın en eski bağımsız devletidir. Yalnız gayri sâfi millî hâsıla ile kişi başına düşen doktor, araba sayısı gibi değerler yönünden diğer Afrika ülkelerinden geridir. Târihî çağlar içinde ilk yerleşenler Hami ve Sudanlı soyundan kabîlelerdir. Mîlâdî birinci yüzyılda kurulan Aksum Krallığı 7. yüzyılda yıkılmıştır. Ülkenin Arap hâkimiyetine geçmesinden önce Yemen’de bulunan Habeşli kumandan Ebrehe, ordusuyla Mekke’ye yürüdüyse de Ebâbil kuşlarının hücûmuyla bütün ordu perişan olmuştur. Bu durum Kur’ân-ı kerîmde Fil sûresinde şöyle anlatılmaktadır:

(Ey Resûlüm!) Rabbinin, fil sâhiplerine neler ettiğini görmedin mi? O, bunların kötü plânlarını boşa çıkarmadı mı? O, bunların üzerine bölük bölük kuşlar gönderdi ki bunlar onlara (fil sâhiplerine) pişkin tuğladan (yapılmış) taşlar atıyordu. Derken Allah onları yenik ekin ve yaprağı gibi yapıverdi.

Bu sırada Kızıldeniz’in iki yakasının Bizans müttefiklerinde olmasını istemeyen İranlılar 572 yılında Aksum Devletine son verdiler. Peygamberimiz aleyhisselâm zamânında, Mekke’nin ticârî hayâtının gelişmesiyle Habeşistan önem kazandı. Bu zamanda bâzı Müslümanlar buraya göç ettiler. Kızıldeniz kıyılarında İslâmiyet yayılınca, Aksum Krallığı güneye doğru kaydı. Bu sırada Zague ve Salamon Hânedânları 1285 yılına kadar başta kaldılar. Bu târihte İfat SultanıAli ibni Valaşma ile (Akîl ibni Ebî Tâlib soyundan) Müslüman Habeşistan Devleti kuruldu. On altıncı yüzyılda Arapların bu ülkeye yaptığı seferler karşısında ülkenin tamâmen Müslüman olmasını önlemek için Portekizlilerden yardım istendi. Portekizliler bunu fırsat bilerek ülkeye hâkim oldular. Bir ara derebeyleriyle din adamları arasındaki anlaşmazlıklarla ülke sarsıntı geçirmişse de Portekiz veİtalyan kiliselerinin çalışmaları ile 1855’te Kassa, İkinci Tevodros adıyla tahta çıkarılarak, Müslüman hâkimiyetine son verildi.

1889 yılında İkinci Menelik’in Habeşistan imparatoru olarak taç giymesiyle idâre tekrar Salamon Hânedânına geçti. İtalya, İngiltere ve Fransa gibi Avrupa devletlerinin uğraşması ile nihâyet 2 Kasım 1930’da Necâşi Haile Selâsiye taç giydi. Necaşi ünvanı “nagaş” kelimesinden ve bu da “vergi” mânâsındaki “ngş” kökünden gelmektedir. 1935 yılında Mussolini zamânında İtalyanlar ülkeyi işgâl etmişse de İkinci Dünyâ Savaşı sonunda çekilmek zorunda kalmışlardır.

Haile Selâsiye 1975 yılına kadar başta kaldı ve uzun süren iktidârı sırasında Habeşistan’da bulunan Müslümanlara dînî, siyâsî, kültürel çeşitli baskı ve zulümler yaptı. 1975’te askerî bir darbe ile iktidârdan uzaklaştırıldı. Ülkede yeni idareyi kuran hükûmet, sol temâyüllü olduğundan, Rusya ile her sâhada yakın ilişkiler içine girdi. Müslümanlara yapılan baskı ve zulümler bu hükûmet zamânında da artarak devâm ettiğinden Eritreli Müslümanlar ile hükûmet kuvvetleri arasında çarpışmalar zaman zaman şiddetlenerek devâm etti. 1987’de yeni Anayasa kabûl edildi ve yapılan seçimler sonunda askerî yönetime son verilerek komünist parti iktidar oldu. Etiyopya Cumhûriyeti, Afrika Birliğine ve Birleşmiş Milletler Teşkilâtına üyedir.

1974’ten bu yana Etiyopya’yı idâre eden askeri cunta lideri bilâhare devlet başkanı Albay Haile Mariam Mengitsu’nun ülke dışına Haziran 1990’da kaçışından sonra; Etiyopya Halk Kurtuluş Cephesi liderliğindeki (Eritre Halk Kurtuluş Cephesi, Tigre Halk Kurtuluş Cephesi ve Oromo Özgürlük Cephesi) büyük direniş grubu Etiyopya iktidârını ele geçirdi. Yüzde 70’i Müslüman olan Eritre Halk Kurtuluş Cephesi 30 yıldır işgal altında olan Eritre’yi kurtardı, başkent Asmara ile Kızıldeniz’deki Assab ve Massawa liman şehirlerini de kontrolları altına aldı. 1993’te yapılan halk oylaması neticesinde Eritre bağımsızlığını kazandı.

Fizikî Yapı

Etiyopya genelde dağlık ve platolarla kaplı bir ülkedir. Fakat kuzeyde Eritre bölgesinde deniz seviyesinden 120 m kadar daha aşağıda bulunan 150 km2 genişliğindeki Afar Çukurluğu da bu ülkededir. Afar Çukurluğu faylarla ve volkanik faâliyetlerle Kızıldeniz’den ayrılmış olup, kuruyan tabanı 900 m kalınlığında tuz tortullarıyla kaplıdır. Bu yerde yer yer faylar boyunca lavlar sızmakta ve bâzı kraterlerinden de bol sodalı ve kükürtlü sıcak su kaynakları çıkmaktadır.

Ülkeyi yaklaşık kuzey-güney yönünde “Rift Vâdisi” denilen büyük bir kırık hattı kesmektedir. Bu kırık hattı boyunca meydana gelmiş olan çöküntü hendeği aynı zamanda doğmakta olan bir okyanusun ortasında yer almaktadır. Yapılan incelemelere göre doğudaki Etyopien ve Arabistan blokları ile batıdaki Afrika blokları devamlı birbirinden uzaklaşmaktadır. Meselâ yılda en az 1 mm olan bu uzaklaşma Kızıldeniz çevresinde yılda 2 cm’yi bulmaktadır.

Rift Walley denilen bu çöküntü hendeğinin batısında merkez platosu yer alır. Bu plato üzerinde yer yer yüksek dağlar ve Ambas denilen yassı tepeler bulunmaktadır. Genelde 2000 m’nin üzerinde olan bu plato alanında 4543 m ile en önemli yükselti Daşan Dağıdır. Akarsularla da parçalanmış olan bu plato alanı aynı zamanda nüfûsun yoğun olduğu bir bölgedir.

Çöküntü hendeğinin doğusunda kalan plato alanı Somali Platosudur. Burası da akarsularla parçalanmıştır ve Urgoma Dağlarında yükselti 5340 m’yi bulur.

Önemli akarsuları Şebeli, Tana Gölünden doğan Mâvi Nil, Omo’dur. Nil Nehrinin çöllerde kuruyup, kaybolup gitmesini engelleyen Sobat, Mâvi Nil (Bahr-ül Azrak) ve Atbara kolları bu ülkeden beslenmektedir. Mâvi Nil ülkenin en önemli gölü olan 1830 m yüksekliğindeki Tana Gölünden doğmaktadır. Ortadaki çöküntü hendeği boyunca yer yer çok sayıda akarsu ve göl bulunmaktadır. Zivay, Şala, Tana, Avasa gölleri gibi. Ayrıca doğusunda Hint Okyanusuna ulaşan Juba ile Vebbi Cebeli akarsuları da bu ülkeden kaynaklarını almaktadır. Fakat ulaşım yapılabilen tek akarsu kısa olan Baro Nehridir.

İklimi

Enlem îtibâriyle subekvatoral ve tropikal iklim kuşağı üzerinde bulunan ülkenin esas iklim özelliğini dikey yöndeki yükselti fazlalığı meydana getirmektedir. 1800 m yükseltinin altındaki yerlerde gerçek mânâda subekvatoral iklim görülür. Buralarda en fazla sıcaklık 40°C’yi bulur. En sıcak ayın ortalaması 33°C, en soğuk ayın ortalaması ise 21°C’ dir.

2400 m ile 3200 m yükseklikte bulunan yerlerde tam bir ılıman iklim görülür. Buralarda ortalama sıcaklık 16°C’dir.

Yağış ortalaması bölgelere göre değişiklik göstermektedir. Güneybatıda 2500 mm olan yağış miktarı, kuzeydoğuda 50 milimetreye kadar düşer.

Tabiî Kaynakları

Günümüzde yakıt olarak ormanların kesilmesiyle sâdece güneybatıdaki geçit vermeyen ormanlar kalmıştır. Alçak yerlerde step ve savanlar hâkimdir. Yüksek yerleri ise baobab, çınar, incir ve hurma ağaçları kaplar. Avustralya’dan getirilerek yetiştirilen okaliptus ağaçları ile ülkenin odun ihtiyâcı karşılanmaktadır. Etiyopya yabânî hayvan bakımından zengin bir ülkedir. Zürâfâ, zebra, fil, aslan, antilop, suaygırı ve deve kuşu gibi hayvanlara çok rastlanmaktadır. Bunun yanında kartal, papağan ve maymun da çok bulunmaktadır.

Etiyopya, mâden kaynakları bakımından fakir bir ülkedir. En çok üretilen mâden, tuzdur. Az miktarda plâtin, demir, manganez ve altın bulunmaktadır.

Nüfus ve Sosyal Hayat

Arabistan’dan gelerek buraya yerleşen Hâmîler ve Sâmî Amharalar Etiyopya’nın en büyük etnik gruplarını meydana getirirler. Nüfûsun % 35’ini meydana getiren Amharalar ülkede söz sâhibidirler. Halkın % 90’ı köylerde yaşamaktadır. Önemli şehirleri Asmara, Addis Ababa, Dire Dava, Gonder, Desse, Harar ve Mitsiva’dır.

Halkın % 55’i Hıristiyan, % 37’si Müslüman, % 8’i ise diğer dinlere mensuptur. Eğitim ve öğretim çok geri olup halkın ancak % 3,7’si okuma yazma bilmektedir. İlk üniversitesi ancak 1951 yılında açıldı.

Siyâsî Hayat

1974 yılına kadar bir krallık olan Etiyopya’da kral devrilerek 1975’te rejimin cuntacılar tarafından değiştirildiği îlân edildi. Cunta sosyalist bir rejimi benimsedi. 1987’de kabul edilen anayasa ile seçimler yapılarak demokrasiye geçildi.

Ekonomi

Tarım: Ekonomisi tarıma dayalı olan Etiyopya, topraklarının % 50’sinde zirâat yapılmaktadır. Fakat tarım araç ve gereçleri çok ilkel olduğundan yüksek seviyede ürün alınmaz. Buğday, arpa, yulaf, mısır, darı başta olmak üzere çeşitli meyve ve sebze yetiştirilmektedir. Bunun yanında pamuk, şekerkamışı, muz gibi Akdeniz ürünleri de yetiştirilmektedir. Yetiştirilen ürünler ülke ihtiyâcını karşılar. Kahve ise en önemli gelir getiren ihraç ürünüdür.

Hayvancılık: İklim ve tabiat şartlarının müsâit olması sebebiyle çok yapılmaktadır. Sığır, at, katır, deve ve koyun çok miktarda beslenmektedir.

Endüstri: Etiyopya’da bulunan fabrikalar dokuma, deri, mobilya, çimento, kimyevî maddeler ve sigara üzerinedir. Sanâyinin gelişmesi için gerekli olan enerjiden yoksundur.

Ticâret: Etiyopya, kahve, deri, post, yağlı tohumlar ve baklagiller ihraç eder. Makina, ulaşım techizatları, inşaat malzemeleri ve petrol ürünlerini ithal etmektedir.

Ulaşım: Ülkenin engebeli oluşu ulaşımı engellemektedir. 35.000 kilometreyi bulan karayolu ile 800 km kadar demiryolu şebekesi vardır. Elverişsiz şartlara rağmen dış hatlarda da çalışan önemli hava yolları ağı kurulmuştur. Önemli limanları Massava ve Assab’dır.

ETNA

Sicilya Adasında Avrupa’nın en yüksek, dünyânın ise büyük volkanlarından biri. Faal bir volkandır. Catania’nın 29 km kuzeyindedir. Eski Yunanca ismi Aitne, Roma dilinde Aetna idi. Sicilyalılar bugün Mongibello demektedirler. Deniz seviyesinden 3308 m yüksektedir. Volkanın bir iç, bir de dış konisi vardır. İç konisinin içinde ana krater bulunur. Dış koninin ise uç kısmı patlamalardan mütevellit kısalmıştır. İç koninin yüksekliği 3260 m olup, boyu gittikçe azalmaktadır. 1190 kilometrekarelik bir alanı kaplar. Dış koninin bu kadar büyük olmasının sebebi, yamaçlarında yüzlerce parazit kül konisi bulunmasıdır. Ayrıca üst üste gelen lav akıntılarının da bunda rolü büyüktür. Zirve kraterinden itibaren 32 kilometrelik yarıçaplı bir dâire içinde 200’den fazla parazit konisi vardır. Parazit konilere yatay patlamalar sebeb olmaktadır. Bu konilerden Rossi Dağı gibi bâzıları Etna’nın tabanından 135 m yüksektedir. Dağın etrâfını bir demir yolu çevirmektedir. Uzak ve az meyilli bölgelerdeki topraklar çok verimlidir. Böyle yerler değerlendirilmektedir. Nisbeten biraz daha meyilli olan bölgeler ormanlıktır. Ormanlık bölgeden biraz daha yükseğe çıkınca küllerle dolu bir bölgeye gelinir.

Etna’nın uzun bir faaliyet tarihçesi vardır. Vezüv’den farklı özelliklere sâhiptir. M.Ö. 475 senesinden beri 200’den fazla patlama kaydedilmiştir. M.Ö. 800’de Homer, Etna Dağından bahsetmiştir. Virgil (M.Ö. 70-M.S. 19), eseri Aeneid’de Etna’nın bir patlamasını tasvir etmiştir. Diodorus Siculus’a göre M.Ö. 396’da Etna Dağından akan 3 km genişliğinde 38 km uzunluğundaki bir lav akıntısı Kartaca ordusunun ilerlemesini engellemiştir. Felâketlere sebeb olan patlamalardan tesbit edilen başlıcaları, 1169, 1329, 1536, 1669 târihlerinde vukû bulmuştur. Bunlardan 1169 püskürmesi en şiddetlisidir. Bu sırada zirve konisi tamamen alçalmış, 16 km uzunluğudaki muazzam lav akıntısı, Cataina şehrini harab ederek, denize ulaşmıştır. 1971’de ise krater yakınındaki 99 senelik rasathane patlama sebebi ile tahrip olmuştur. G.İmbo tarafından, Etna Dağının volkanik faaliyetlerinin târihçesi üzerinde 1669’dan 1928’e kadar olan dönemi ihtivâ eden bir çalışma yapılmıştır. Bu dönemde 33 patlama oldu. Patlama aralıkları ortalama 8 seneden azdır. 1755’ten 1923’e kadar vukû bulan patlamalar aşağı-yukarı 6,5 senelik periyotlara rastgelir. G.İmbo bunu 3 dönem kabul eder:

1755-1898 - 54 sene.

1809-1865 - 56 sene.

1865-1908 - 43 sene.

1908-1971 arası sükun devresidir. Etna’nın patlamaları “çevresel patlamalar”dır. “Lavlar koninin yamaçlarındaki yarıklardan çıkar. Genellikle fissürlerin üst kısımlarında patlamalı erüpsiyonlar ile kül konileri meydana gelirken, alt kısımlarından lavlar çıkar. Bâzı çok kuvvetli püskürmelerde lavlar kırıkların üst kısımlarından da çıkar ve yarığı tamâmen kaplayıncaya kadar devâm eder. G.İmbo’nun tesbit ettiği volkanik faaliyet periyoduna göre Etna’da 1963 yılında yeni bir püskürmenin olması gerekirdi. Zîrâ, kabul ettiği 55 yıllık dönem bu târihe rastlamaktaydı. Zayıf püskürmeler, 1963 yılına kadar ortalama 7 yıllık aralıklarla daha önce mevcut kırıklar üzerinde meydana geldi. Son iki lav akıntısı 1951’de ve 1958 yıllarında görüldü. Ayrıca, tahmin edilen 1963 erüpsiyonu 8 yıllık bir gecikmeyle 1971 yılında vukû buldu.

Sicilya’nın doğusunda sıralanmış 262 püskürme merkezi müşâhede edildi. Jeologlar kırık üzerinde meydana gelecek erüpsiyonların zamânını tahmin edebilmektedir.

ETNOĞRAFYA

Alm. Ethnographie, Fr. éthnographie, İng. Ethnography. Milletlerin yaşayış şekillerinin tasvir edilmesi ve onları tanıma ilmi.

Kavim, kabîle, aşîret gibi insan topluluklarını tasvir eder.Terim olarak 19. asır başında ortaya çıktı. Önce insan topluluklarının dillerinin bilgisi yerine kullanıldı. 1910’dan sonra maddî kültürün bütün sâhalarına yayıldı. Türkçede etnoğrafyanın karşılığı olarak ilm-i akvâm, kavmiyet, akvâmiyyet, tasvir-i akvâm tâbirleri kullanıldı.

Etnoğrafya, insan topluluklarının meydana getirdiği maddî kültürlerini tasvir eder. Giyim, süs eşyâsı, ev âletleri, avcılık, yapı maddeleri, tarım âletleri, halk san’atlarına âid âletler, bir yayık veya beşiğin yapılışı etnoğrafyanın husûsu içine girer.

Türklerde etnoğrafik araştırmalar Meşrûtiyet devrinden sonra başlamıştır. Sâtı Bey, Mekteb-i Mülkiyede müstakil ders olarak okutmuş, ders notlarını da Etnoğrafya İlm-i Akvâm ismiyle kitap hâlinde yayımlamıştır (1912). Daha sonra gelişerek araştırmalar artıp, kitap ve dergilerde bu konular işlenmeye başlamıştır. H. Zübeyr Koşay, A. Rıza Yalman’ın araştırma ve yayımları ile gerçek etnoğrafya çalışmaları yapılmıştır.

Türk Ocağı tarafından yayımlanan Türk Yurdu Dergisi’nde Türklerin Orta Asya ve Anadolu’daki etnoğrafya malzemeleri hakkında çeşitli makâleler yayımlanmıştır. Bâzı il dergilerinde de bu sâha ile ilgili çalışmalar yayımlanmıştır. Isparta’da Ün, Bursa’da Türküm, Balıkesir’de Kaynak, bunlardan bâzılarıdır.

Daha sonraki yılarda devlet kuruluşları ve özel kuruluşlarca çeşitli eserler yayımlanmıştır. 1930 senesinde Ankara’da açılan ilk etnoğrafya müzesinde birçok eser toplanarak sergilenmiştir. Bundan sonra Adana, Afyon, Bergama, Bursa, Diyarbakır, Edirne, Erzurum, Gaziantep, İzmir, Konya, Kütahya, Manisa, Kastamonu, Kayseri, Maraş, Niğde, Sivas, Sinop, Tire, Tokat ve Van’da, İstanbul’da Türk ve İslâm eserleri, Topkapı, resim ve heykel müzeleri etnoğrafik eserleri ihtivâ etmektedir.

Geniş bir kültür ve sanata sâhib olan Türk milletinin, gerçek mânâda etnoğrafisi tesbit edilmiş denemez.

ETNOLOJİ

Alm. Völkerkunde, ethnologie. Fr. éthnonologie, İng. Ethnology. Türkçede halkıyât olarak kullanılmıştır. Daha çok geçmiş kavimleri ve onların kültürlerini inceler. Maddî mânevî kültürleri etnoğrafyanın malzemelerine dayanarak açıklar. Genel anlamda insanlığın kültür târihini aydınlatmaya çalışmaktadır. Folklor karşılığı olarak da halkıyât kullanılmaktadır. Düğün, bayram, cenâze, kandil geceleri, doğum, isim koyma, bâzı bâtıl inanışlar, türkü, masal, ninni halk hikâyeleri, menkîbe, bilmece, oyun, atasözü, deyimler, tekerlemeler, halkıyât (etnoloji)ın içine girer. Târih, dil, din, arkeoloji, ruhiyat, içtimâiyât, sanat târihi, hekimlik, bitkiler ve hayvanlarla ilgili ilimler de etnolojinin içinde yer almaktadır.

Etnolojiyi, halkıyât kelimesi olarak târif etmek, etnolojinin sâhasını daraltmak olur. Halkıyât, etnolojinin içinde bir bölümdür. Etnoloji, belli bir ülkede yaşayan, belli bir insan toplumunun kültürünü, yaşayışını ve târihini inceler.

ETRÜSKLER

İtalya’da Romalılardan önce yaşamış bir kavim. Romalılar bunlara Etrüskler veya Tuskiler derken, onlar kendilerine Rasena derlerdi. İtalya Yarımadasına göç ederek Arno ve Tiberis ırmakları arasında yerleştiler. Buraya nereden göç ettikleri, ırkî husûsiyetleri ve dilleri hâlâ tartışma konusu olan Etrüskler; merkeziyetçi büyük bir devlet kurup, medeniyet ve güzel sanatlarda kendi asrındaki kavimlerden çok ileriydiler.

M.Ö. 8. yüzyıldan başlayarak oligarşiler tarafından idâre edilen, konfederasyonlar meydana getirmiş zengin şehirler kurmuşlardı. M.Ö. 7. yüzyılın ikinci yarısında da Roma’yı ele geçirmişlerdi. Etrüsk asıllı Roma hükümdârları şunlardır: Eski Tarquinius, Servius Tuluis veya Mastarna, Turquinius Superbus. Roma surlarını, Cloaca Maxima denilen büyük kanalizasyon inşâatını, Capitolium’un üç gözlü tapınağını bu krallar yaptırmışlardır.

Etrüsklerin gücü M.Ö. 6. yüzyılda en yüksek seviyeye ulaştı. Etrüskler Capua’da Yunanlılarla savaştı. Denizlerde Kartaca ile birlik kurarak, 535 yılında Alalia’da Massilia (Marsilya)nın Foçalılarını yendiler. Aynı yüzyılda Appennin Sıradağlarını aşarak Padus (Po) Vâdisine yayılan Etrüskler; burada Etruia’daki on iki büyük şehir gibi, on iki site kurdu ve Felsina’yı bu bölgenin başkenti yaptılar. Sitelerin bağımsızlık eğilimleri, lüks hayâtın yol açtığı gevşeklik, Tarquinius Superbus’un zorba idâresine karşı 509’daki Roma ayaklanması, 506’da Yunanlıların karşı koyması, 474 Capua Deniz Savaşında yenilgi ve 423’te Capua’nın Samnitlerin eline geçmesi Etrüsklerin sonunu hazırlayan olaylar oldu. M.Ö. 3. yüzyıla kadar Romalıları uğraştıran Etrüskler medeniyetlerine son verilmesine rağmen, İtalya’da ve Roma’da etkilerini bir süre daha devâm ettirdiler.

M.Ö. 3. yüzyılda Romalıların üstünlük kurmasıyla târihe karışan Etrüsklerin, İtalya’ya kara yoluyla kuzeyden, deniz yoluyla doğudan geldikleri târihçiler tarafından kabul edilmektedir. Son araştırmalar Etrüsklerin Anadolu’dan gittikleri tezini kuvvetlendirmektedir.

Etrüsk dili, Orta İtalya’da konuşulurdu. Sağdan sola, soldan sağa yazılan Etrüsk yazısı, büyük bir karmaşıklık ifâde eder. Okununca hemen anlaşılmaz. Anlaşılabilmesi için çeşitli metodların kullanılması gerekir. Hint-Avrupa dilleriyle teması olmasına rağmen, bu dil grubundan sayılmaz. Etrüsk dili yapı ve menşe bakımından aydınlatılmış değildir.

Metinlerde ve arkeolojik eserlerde, Etrüsklerin maddî hayâtı, şehir medeniyetinin zenginliği ile kendini gösterir. Kazılar sonucu mezarlardaki mücevher ve freskler, Etrüsklerin lükse düşkünlüğünü ve hayâta olan bağlılıklarını göstermektedir. Bunda dinlerinin de tesiri vardır. Yunanlılarda ve Romalılarda da görülen puta tapıcılık ve çok tanrıcılık, Etrüsklerde de görülür. İsimlerinde de benzerlik vardır. Apulu-Apollo, Artumes-Artemis, Tinia-Zeus, Maris-Mars tanrılarının isimleridir.

Etrüskler, demircilikte çok ileri idiler. Altın ve bronz işlemekte gâyet usta olup, seramik işleri de yaparlardı. İki tekerlekli yarış arabalarını İtalya’ya bunlar getirdi. Etrüsk eserleri bakımından en zengin müzeler, Floransa, Romanya,Tarquinia’dır.

Marzobotto, Perusia, Volaterrae ve Roma, Etrüsk güzel sanatlarının önemli örnekleri bulunan şehirlerdir. Şehircilik ve mîmâride göstermiş oldukları rolü buralarda görülebilir. Ölümden sonraki hayâta inanan Etrüskler ölülerini ev şeklinde yaptıkları içi süslü mezarlara gömerlerdi.

ETÜV

(Bkz. Ütüv)

EUCLİD (Öklid)

M.Ö. dördüncü yüzyılın ikinci yarısında yaşayan Yunan matematikçisi. Geometri üzerine yazdığı Elemanlar isimli eseriyle meşhurdur. Bu eserde verilen malzeme tamâmen yeni olmayıp, daha önceki Pytogorean Hippocrate ve Eudoqus gibi yazarların eserlerinden alınmıştır. Ancak bunların matematiksel bir sıraya konması ve böylece ele alınması kendisine âittir. Her ne kadar eser genel olarak geometri üzerinde ise de, geometrik cebri ve sayılar teorisini ele alan kısımlar da vardır. Eserde yenilikler yanında yazarın geliştirdiği iki sayının en büyük bölenini bulma metoduna da rastlanır. 13 kitaptan meydana gelmekte olup, 14 ve 15 kitap olarak bilinenler sonradan uydurmadır. Optik, Olay, Veri ve Şekillerin Bölümü Üzerine isimli diğer eserleri de mevcuttur. Konikler, bâzı diğer geometrik şekiller üzerine ve müzik hakkında da yazdığı eserler kayıptır.

Batlemyus (M.Ö.323-285), zamânında İskenderiye Okulunun kurucusu ve hocası olarak meşhurdur. Hattâ bir hikâyeye göre, Batlemyus geometriye Elemanlar eserinden daha kolay bir yol olup, olmadığını sormuştu. Euclid ise, “Geometriye bir kuraliyet yolu yoktur.” diye cevap vermiştir. Eseri iki bin yıl boyunca değişmeksizin kalmıştır. Ancak on dokuzuncu yüzyıl ortalarında bu kitapdan ayrılma eğilimleri görülmüşse de bu, geometri öğretiminde karışıklığa sebeb olmuştur. Veri eserinde bir geometrik şeklin belirli olması için yeterli parametre sayısı araştırılmıştır. Şekillerin Bölümü Üzerine isimli kitabında ise, verilen bir geometrik şeklin elementer şekillere bölünmesiyle ve onların alan ve çevrelerinin oranı ile meşgul olunmaktadır. Astronomide kullanılmak üzere küre geometrisi de Olay kitabında incelenmiştir. Konikler eserinde her ne kadar parabol, hiperbol ve elips sözü geçmekte ise de incelenen geometrik şekiller bunlar olup, koni kesimleri olarak ele alınmaktadır. Bu isimler daha sonra Apollonius tarafından verilmiştir.

Elemanlar isimli eserinin ilk Arapça tercümesi El-Haccac bin Yûsuf bin Matar tarafından Abbâsî halîfesi Hârûn er-Reşîd (786-809) için yapılmıştır. Daha sonra Abdullah el-Me’mûn (813-833) ve Huneyn bin İshâk ve Nasûriddîn et-Tûsî tarafından yapılmıştır. Lâtince tercümesi ise Endülüs- İspanya medreselerinde talebe olan Adelard Bath tarafından Arapça metinden yapılmıştır. Bath, Endülüs Medresesine Müslüman görünerek girmiş ve bu sûretle tahsilini yapmıştır.

EULER, Leonhard

On sekizinci asırda yaşamış İsviçreli matematikçi. Büyük matematikçilerden kabul edilir. Matematiğin teorik ve uygulamalı bütün dallarında büyük katkılarda bulunmuştur.

Euler, İsviçre’nin Basel şehrinde 1707 senesinde doğdu. Bir protestan papazı olan babası, oğlunun kendisi gibi yetişmesini istiyordu. Euler, 1720 senesinde Basel Üniversitesine girdi ve teoloji çalışmaya başladı. Fakat matematik ona daha câzip geldi ve bu alanda tahsile başladı. 1727 senesinde Basel’de kendisine teklif edilen profösörlüğü kabul etmeyerek Birinci Çariçe Catherine’nin dâveti üzerine Rusya’ya giden Euler, arkadaşları Daniel ve Nicolaus Bernoulli’e katılarak St. Phetersburg şehrindeki Bilimler Akademisinde çalışmaya ve akademinin dergisine yazı yazmaya başladı. 1730 senesinde profesör olan Euler’in 1738 senesinde sağ gözü görme duyusunu kaybetti. Bu zamâna kadar birçok çalışmalar yapmıştı. Bunların içinde Newton’un dinamik bilimini ilk defâ analitik şekle sokan Mechanica (1736) adlı eseri de vardı.

1741 senesinde Kral Frederick’in dâvetine icâbet eden Euler, Berlin’e taşınarak Bilimler Akademisinde çalışmaya başladı. Berlin’de 25 sene kadar kalan Euler burada da ilme büyük katkılarda bulundu. Bu zaman zarfında Berlin ve St. Petersburg akademilerinde idârî ve araştırma yönünden faal görevler aldı. Bunların içinde tanınmış Bir Alman Prensine Mektuplar da dâhil olmak üzere analiz hakkında 200’ün üstünde makale ve 3 eser bulunmaktadır.

Almanya’da kendisine olan ilgi azalmaya başlayınca ve kralla aralarında çıkan dînî ve felsefî farklılıklar buna eklenince, 1766 senesinde tekrar Rusya’ya döndü. 1771 senesinde diğer gözünü de kaybeden Euler, çalışmalarına devâm etti. Bunlar arasında optik, cebir, astronomi konusundaki çalışmalar yanında ayın hareketini açıklayan yazıları da vardır.St. Petersburg’da 1783 senesinde öldü. Ancak tâkip eden 50 sene içerisinde de eserleri yayınlanmaya devâm etti.

Çalışmaları: Euler birçok ilim dallarında çalışmalar yapmışsa da en büyük katkıları analiz dalında oldu. Kabul ettiği fonksiyon târifi her ne kadar günümüzde kabul edilenden daha az belirli ise de, analizde fonksiyon kavramını ve kullanılmasını esas olarak Euler geliştirmiştir.

Trigonometrik ve logaritmik fonksiyonların modern gösteriliş tarzı onun eseridir.

Euler denklemi olarak isimlendirilen:

e ±ix = cos x ± i sin x

denklemle üstel fonksiyonla trigonometrik fonksiyonları birbirine basit bir şekilde bağlamıştır. Kompleks değişkenli fonksiyonlarda Cauchy-Riemann şartlarını incelemiş, ikinci dereceden olan yüzeylerin denklemlerini basitleştirmiş ve çok değişkenli fonksiyonların maksimum ve minimum problemlerini incelemiştir. Ayrıca diferansiyel denklemlerin çözümü için çok değişik metotlar vermiştir. Yüzeyler ve izoperimetrik problemler üzerindeki genel metotları diferansiyel geometri ve değişimler hesâbının matematiğin 20. yüzyılda oturan dalı olan topoloji konusunda bile o zamandan araştırma yapmıştır.

EÛZÜ BESMELE

“Eûzübillahimineşşeytânirracîm” ile “Bismillahirrahmânirrahîm” sözleri. Birincisine Eûzü, ikincisine Besmele, ikisine birden “Eûzü Besmele” denir.

Eûzünün mânâsı; “Allah’ın rahmetinden uzak olan ve gazâbına uğrayarak dünyâ ve âhirette helâk olan şeytandan, Allahü teâlâya sığınırım, korunurum, O’ndan yardım beklerim.” Besmelenin mânâsı ise; “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın ismi ile başlarım.” Geniş mânâsı ise; “Her var olana, onu yaratmakla iyilik etmiş ve varlıkta durdurmakla, yok olmaktan korumakla iyilik etmiş olan Allahü teâlânın yardımı ile bu işi yapabiliyorum. Ârifler, O’nu ilâh olarak tanıdı. Âlemler, O’nun merhameti ile rızık buldu. Günâh işleyenler, O’nun rahmeti ile Cehennem’den kurtuldu.” demektir.

Besmelede Allahü teâlânın üç ism-i şerîfi geçmektedir. Bunlar; Allah, Rahmân ve Rahîm’dir. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîme bu üç ismi ile başladı. Çünkü insanın üç hâli vardır: Dünyâ, kabir ve âhiret hâlleri. İnsan, Allahü teâlâya ibâdet ederse, dünyâda işlerini kolaylaştırır. Kabirde ona acır, âhirette günâhlarını affeder. Bütün bunlar bu üç isimde toplanmıştır

Helâl olan ve yapılmasına izin verilen işleri yaparken besmele çekilir. Meselâ; yemeğe, işe başlarken, kapıyı açarken, elbiseyi giyerken besmele çekilir. Haram bir işi yaparken besmele söylenmez. Levh-i mahfûzda ilk yazılan, ilk insan ve ilk peygamber olan Âdem’e (aleyhisselâm) Allahü teâlâ tarafından ilk gönderilen Besmeledir.

Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular ki:

Kur’ân-ı kerîme saygı göstermek “Eûzü besmele” okuyarak başlamakla olur. Kur’ân-ı kerîmin anahtarı besmeledir. Hoca çocuğa, besmele okur, çocuk da söyleyince, Allahü teâlâ, çocuğun ve anasının ve babasının ve hocasının Cehennem’e girmemesi için senet yazdırır.

Besmele ile başlanmayan her iş bereketsizdir.

Abdullah ibni Mes’ûd hazretleri buyurdu ki: “Cehennem’de azâb yapan on dokuz melekten kurtulmak isteyen Besmele okusun! Besmele on dokuz harftir.”

EV

Alm. 1. Haus, Heim n, Wohnung f, Fr. 1. Maison f, 2. Habitation, İng. 1. Hause 2. home. İnsanların, soğuk, sıcak veya dışarıdan gelecek her türlü tesirden korunmak ve içinde yaşamak için yaptıkları binalar. Eski Türkçe’de Göktürklerde “eb” şeklinde kullanılan kelime, daha sonra -b>-V değişikliği sonunda, barmak>varmak, bar>var kelimelerinde görüldüğü gibi, ev olmuştur. Evlerin büyüklerine konak, hükümdâr ve devlet idâresinde hükümdardan sonra söz sâhibi olan, önemli kişilerin oturduklarına da “saray” denir.

Ev tâbiri daha çok yalnız bir âilenin oturduğu ve kulübeden büyük konakdan küçük yapılar için kullanılır. İnsanların oturdukları her türlü binâya ev de dahil olmak üzere “mesken” denilmektedir.

Evler, köy evi, şehir evi gibi sınıflara ayrılırlar. Deniz kıyısında olanlara “yalıev” veya sâdece “yalı” denir.

Her milletin kendine has ev tipi vardır. Milletlere göre ev tipleri, mîmârî yönden farklılık gösterirler. Bu fark da gerek milletlerin yaşadığı yerdeki tabiat şartlarına göre, gerekse mîmârî kültür, karakter özelliklerini ihtivâ eder.

Evler yapılırken her bakımdan en elverişli malzeme kullanılmaktadır. Meselâ ağacı bol olan bir bölgede ev yaparken kullanılmak için başka bir malzeme bulma imkânı yoksa ağaçtan yapılmış evler inşâ edilmektedir. Kuzey kutbunda Eskimoların evlerini sıkışmış karlardan bloklar hâlinde keserek bu kar bloklarını örüp ev yaptıkları gibi. Ev inşâ ederken kullanılacak malzeme en yakın yerden ve bulundukları bölgede en iyi şartlarda elde edilebilecek olanlardan seçilmektedir.

Bir de evlerin inşâsında milletlerin yaşayış biçimlerinin de tesiri olduğu muhakkaktır. Bir Türk evinde, gelen misâfir için ayrı bir bölüm, ev halkı için ayrı bir bölüm bulunur. Hattâ kullanılışa göre, ayrı ayrı vazifesi olan bölümler vardır. Oturmak için, yatmak için, yemek yemek için ayrı bir oda vardır ve bunlar gibi, maksada göre, ayrı ayrı kullanılır. Pek çok millette değişik şekilde de olsa bu tip evler vardır. Ama bir Japon evinde durum böyle değildir. Odaların birinden diğerine sürme kapılarla geçilir. Bu odalar ayrı ayrı ihtiyaçlar için kullanılmayıp, her odadan hem oturma, hem yatma hem de yemek odası olarak istifâde edilir.

Bunlardan da anlaşılacağı gibi, evler her millette aynı gâye ile yapılır. Hattâ aynı malzeme bile kullanılabilir. Ama yaşayış bakımından bu bir kültür işidir ve mutlaka fark vardır.

Türk evleri: İlk önceleri basit olarak yapılan evlerde barınan Türkler, daha sonraları bulundukları devirlerin şartlarına göre eskiye nazaran daha gelişmiş ve gitgide de bugünkü şeklini kazanan değişik tipte yapılarda oturdular. Aslında yapı kelimesi de örtme, dışarıya karşı içi muhâfaza etme demektir.

Türklerin en eski zamanlardan beri içinde yaşadıkları evler başlıca iki sınıfa ayrılır. Bu iki sınıftan birisi taşınabilir durumda olan evler, diğeri ise yerli evler, diğer bir tâbirle sâbit evlerdir.

Türkler önce, ağaç dallarından yaptıkları kulübeleri, hasırlar veya hayvan postlarıyla kaplayarak, daha sonraları koyun ve keçi yünlerinden dokudukları kilimlerle örterek, çadır yapmağa başlamışlardır. Bunlar taşınabilir durumda konar göçer evlerin başlangıcı olmuştur. Tabiat şartlarından dolayı devamlı göç halinde olan Türkler bu çadırları geliştirerek daha kolay taşınabilen, dayanıklı ve tabiat şartlarına daha mukavemetli hâle getirdiler.

Türklerin tamamı göçebe olarak yaşamamışlardır. Yerleşik duruma geçenler de olmuştur. Bunlar zirâatle uğraştıkları için veya yerleşik durumda yaşamaya mecbur oldukları için sabit evler yapmışlardı. Gerek taştan ve gerekse kerpiçten yapılmış olan bu evler malzeme ve şekil yönünden, değişik türde idiler.

Malzeme ve şekil yönünden meydana gelen ev tipleri ve bunların tabirleri şöyledir: Keler, mağara, ağaç kovuğu, hug, huydek, çadır, dolma veya hımış ev, ahşap veya çatma ev, çatı ev, çamur ev, kerpiç ev, taş ev, tuğla ev, beton ev, vs.

Eski Türklerin Orta Asya’daki evleri genellikle kerpiçten olup, taşı bol olan memleketlerde taştan yapılırdı. Bu evlerin üstü toprakla örtülü düz dam şeklindedir. Zengin evlerinin üst katlarında üstü örtülü ve önü açık “talar” veya “talkar” denilen kısımlar vardır ki burası yazın oturmaya ve yatmaya mahsustur.

Ev mîmârîsi daha çok her memleketin iklimine ve malzeme şartlarına bağlı olduğu gibi yerli şekillere de uymak mecbûriyetindedir. Anadolu’ya gelen Selçuklu Türkleri berâberinde getirdikleri mîmâr ve yapı ustalarıyla Orta Asya ve İran evlerinin tesirini de birlikte taşıdılar. Selçuklular ile Selçuklulardan sonra Anadolu’da hüküm süren Türklerin Anadolu’da yaptıkları evlerde, Orta Asya ve İran evlerinin tesirleri görülmekte ise de, bulundukları bölgenin yapı ile ilgili mecbûriyetlerinden doğan yerli şekiller de görülür. Bu suretle Anadolu’ya has, Türk ev tipi ortaya çıktı. Dînî ve askerî mîmârîdeki taştan ve sağlam olarak yapılmış binâlar sivil mîmârîde yapılmadığı için çeşitli sebeplerle zaman içinde bu evlerden çok büyük kısmı ortadan kalkmıştır. Bugün Türkiye’de görülen en eski evler bir veya iki asırlıktır. Daha eski eve rastlamak imkânsız gibidir.

Bugün mevcud olan eski Türk evlerine göre Türkiye’deki ev tiplerini, birbirinden farkları dolayısı ile dört gruba ayırabiliriz. Bu dört grup, her ev tipinin yoğun olduğu dört bölgeye göre ortaya çıkmıştır. İsimlendirme olarak da; Doğu Anadolu bölgesi evleri, Orta Anadolu ve Rumeli bölgesi evleri, Güney Anadolu bölgesi evleri, son olarak da İstanbul ve çevresi evleri diye yapılabilir.

Doğu Anadolu bölgesi evleri: İklim olarak çok soğuk olan bu bölgenin evleri bölgenin iklim şartlarına uyacak şekilde yapılmıştır. Bu sebeple diğer bölgelerin evlerinden şekil ve inşâ malzemesi bakımından çok farklıdır. Şekil ve mîmârî karakter olarak aynı bölgenin çeşitli şehirlerinde de değişiklikler gösterirler.

Hem diğer bölgelere göre, hem de bu bölgenin şehirlerine göre değişiklik gösteren Doğu Anadolu evleri, ana hatlarıyla aynıdır. Soğuğu içeri geçirmemesi için, taştan inşâ edilmişlerdir. Çoğu iki katlıdır. Tek katlı olanlar da vardır. Ama bunlar biriken karların altında kalmaması için zeminden bir buçuk metrelik bir temel üzerine yapılmışlardır.

İki katlı evlerde zemin kat mutfak, çamaşırlık, odunluk, ambar ve ahır gibi kısımlara ayrılmıştır. Günlük hayat için üst kat kullanılır.Her iki katın arası ahşap olarak yapılmıştır. Her an pencereleri açmak mümkün olmadığı için odaların tavanları yüksek olarak yapılmıştır. Cephelerindeki pencereler az olup, çift çerçevelidir. Damları toprak örtülüdür. Ocak ve bacalara çok önem verilir.

Evlerin cephesinde kanatlı büyük bir kapıdan taş döşeli ve “kanatlı” tâbir edilen geniş bir avluya girilir. Avlunun bir tarafındaki merdivenlerden yukarıya çıkılır. Bir taraftaki kapıdan da odunluk ve ambar gibi kullanılan başka bir avluya geçilir. Diğer bir kapıdan ahıra geçilir ki, ahırın dışarıya açılan bir başka kapısı daha vardır. İkinci avludan bir dehlizle mutfağa geçilir. Mutfağın yanında bir veya iki oda bulunur. Burası hareme âittir. Yukarıya buradan da çıkılmak için bir merdiven daha vardır. Birisi hareme diğeri selâmlığa âit olmak üzere iki helası bulunur. Yukarıya çıkan merdivenler bir sofaya çıkar. Odalara bu sofadan girilir. Odaların iç düzeni Orta Anadolu evlerininkiyle aynıdır.

Buradaki evlerin, soğuk sebebiyle kar ve yağmurdan cepheleri çabuk bozulduğundan sık sık tâmirleri gerekir. Bu tâmirler sırasında kolaylıkla iskele kurulabilmesi için bir ucu duvara saplanmış, diğer ucu duvardan dışarı taştan sırıklar konulur.

Orta Anadolu ve Rumeli evleri: Anadolu’da köy evleri, genellikle kerpiçten yapılmış ve üstü toprak örtülü, düzdamlı olup, hemen hemen birbirinin aynıdır. Şehir ve kasaba evlerinde ise durum çok farklıdır.

Orta Anadolu ve Rumeli evlerinde durum şöyledir: Kapıdan üstü açık bir avluya girilir. Bu avlunun etrafı duvarlarla çevrilidir. Bu evler genellikle iki katlıdır. Üç katlı olanları da görülür. Ama bu tip evlerin ikinci katları bir asma kat ve ara kattan ibârettir. Alt kat ahır, samanlık ve ambar gibi kısımlara ayrılır. Bu katta oturulmaz. Avludan üst kata, üstü açık bir merdivenle çıkılır. Bâzı evlerde iki merdiven bulunur. Bunların birisi haremlik, birisi ise selâmlık kısmına çıkmak içindir. Merdivenden bir tarafı açık ve veranda gibi geniş bir sofaya çıkılır. Ev halkı yaz günleri bu sofada oturur. Bâzan geceleri de burada yatarlar. Selamlık olan evlerde bu sofalar bir bölme ile iki kısma ayrılmıştır. Bu sofalara, Anadolu’da her bölgede, değişik tâbirler kullanılır. Serge, sergâh, divanhâne, yazlık, tahtaboş, hanay ve sofa gibi. Yazın ev halkının hayatı burada geçtiği için sokaktan geçenler ve komşular tarafından görülmemek için evin bahçe tarafına yapılmışlardır. Bu sofaların önü açık ve üstü direklere oturan bir ahşap çatıyla kaplıdır. Soğuğu çok olan memleketlerde sofaların camekânla örtüldüğü görülür. Bunlara Rumeli ve Edirne evlerinde rastlanır. Fakat Anadolu evlerinde, bilhassa Ankara evlerinde bu camekânlar çatıya kadar gitmeyip, hava ve güneş girecek kadar üst taraflarında açıklık bırakılır. Sofaların bir tarafında sekiler, hattâ bâzılarında eyvânlar vardır. Bunların üzerlerine kerevet ve şilte konarak oturulur. Odalar bu sofanın bir tarafına dizilmişlerdir. Kapıları “yürdüm” denilen bir aralığa açılır. Oradan başka bir kapı ile sofaya geçilir. Kapıları küçüktür. Kışın bir perde ile örtülür. Her odada, içeriye girince, dar ve odanın zemininden alçak odanın enince uzanan tuğla döşeli bir bölüm yapılmıştır. Burası ayakkabı çıkarmaya mahsustur. Seki altı veya papuç yeri diye tâbir edilir. Her odanın bir ocağı ve bu ocağın yanlarında testi vs. koymak için küçük hücreleri ve bâzılarında kapaklı dolaplar ve yüklükler vardır.

Odalar umûmiyetle sokağa çıkıntılı olduğu için cephede ve yanlarda pencereler bulunur. Bu pencereler iki sıradır. Odaların pencereleri önünde boydan boya bir sedir bulunur. Bunlara bâzı yerlerde kerevet veya sedir tâbir olunur. Minder konularak yastık dayanır. Odanın bütün eşyâsı yere serilen halılar, sedir üstüne konulan minder ve yastıklarla pencerelere asılan perdelerden ibârettir.

Güney Anadolu bölgesi evleri: Bu bölgenin evleri, ana hatlarıyla diğer bölge evlerine benzerler. Fakat diğer bölgelerin evleriyle bu evlerin mîmârî durumu ve şekil îtibâriyle aralarında çok fark vardır. Bu evler geniş saçaklı, kiremit kaplı, çatılarla örtülüdür. Avlunun ve binânın beden duvarları genellikle taştan olup, sıvasızdır. Beyaz renkte badana yapılmıştır. Ahşap, cumbalar ve hayat kısmında kullanılmış olup, o da fazla değildir. Genellikle bu bölge evleri dış sofalı tipte yapılmıştır. Odalar, buradan da sofaya açılırlar. Merdivenler ve kapılar ortada toplanmışlardır. Bir veya iki kenarda sekilik denilen oturma yerleri düzenlenmiştir. Sokağa karşı açılan sofanın önü, pencereli veya kafesli bir duvarla gizlenmiştir. Eve yüksek duvarlı bir avludan, avluya ise, kanatlı bir kapıdan girilir. Sâhil kesiminde bulunan evler ise, Akdeniz ülkelerinin mîmârîlerinin tesirlerini taşırlar. Türk mîmârîsinin özellikleri ile karışık yapılmıştır.

İstanbul ve çevresinin evleri: Bu evler, gerek plân, gerekse cephe ve inşâat bakımından Anadolu evlerinden hayli farklıdır. Genellikle iki veya üç katlı olup, ahşaptan yapılmışlardır. Bunların diğer bölge evleriyle, farklı yönlerinden birisi, önü açık sofalarının olmamasıdır. Yalnız bunların sofası ortada ve sokak cephesinde yer alır. Odalar bu önü kapalı sofanın iki tarafında yer alırlar. Bu tipe “karnıyarık” derler. Bu evlerin duvarları dışarıdan tahta kaplama ve içerden Bağdâdî sıva ile kaplıdır. Bu bölge evlerinde üstü açık avlu yoktur. Bunun yerine bahçe vardır. Avlu evin altındadır. Evin altındaki avluya dışardan bir kapı ile girilir. Bu avlunun etrafında odalar sıralanır. İstanbul evlerinde bu odalarda da oturulur. Bunlar hizmetçi odası ve yemek odası olarak kullanılır. Çoğunlukla evlerde ikinci kat, kısa tavanlı bir iki odadan ve bir helâdan meydana gelir ve ayrı bir merdiveni vardır. Büyük olan evlerde iki tâne avlu veya avlu ikiye ayrılmış şekildedir. Bu iki kısmın her birisinden ayrı bir merdivenle üst katlara çıkılır. Evin bu şekilde ayrılan küçük kısmı, erkek misafirler için olup, selâmlık diye tâbir olunur. Kadınlara âit olan diğer kısma ise haremlik denir. Haremlik ile selamlık arasında dönme dolap vardır ki, iki kısım arasında alış-verişi sağlamak içindir. Selâmlıkta bulunan erkek ile haremlikte bulunan kadın aynı anda bu dolabı kullandıkları hâlde birbirlerini görmezler. Her evde, evin efendisine veya misâfir kabûlüne mahsûs bir oda vardır. Bu odaya baş oda denilir. Odalar geniş ve çok pencerelidir. Kapılar sofaya açılır. Kapılardan odalara girilince sıra ile yüklükler, dolaplar ve bunların ortasında ayna konacak hücreler vardır. Bir sıranın oda içinde meydana getirdiği çıkıntı kapı yanında bir boşluk meydana getirir ve buraya perde asılarak kış günlerinde odaya soğuk girmesine mâni olur. İstanbul evlerinde ocak pek görülmez. Genellikle mangalla ısıtılan odaların pencereleri dıştan kafeslidir. Bâzı evlerde de sokağın iki tarafını görebilmek için “cumba” denilen kafesli çıkıntılar vardır. Cumbaların yanlarındaki pencerelere de “köşe penceresi” denilir. Bu kafeslerin bâzılarında dışarıyı gözetleyebilmek için küçük yuvarlak delikler bulunur. Bu evlerin tavanları tahtadır. Genellikle süsleme nakışlı veya manzaralı değildir. Tavandaki süsleme çıtalardan değişik şekilde yapılıp bir iki renkte boyanır.

Bölgelere göre,Türk evleri gözden geçirildiğinde şu neticeye varılır. Bulunduğu yörenin iklim şartlarına uygun şekilde inşâ edildiği hâlde, hepsinde genel özellik içe dönük, Türk yaşayışını aksettirirler. Her tarafı ihtiyâçları karşılamak için donatılmış oldukları hâlde, çoğu gösterişten uzak ve sâde bir yapıya sahiptir.

Müslüman Türkün temizliğini, tertibini, karşılıklı saygıyı, tabiat sevgisini bu evlerin bahçesinde, odasında, penceresinde kısaca her tarafında görmek mümkündür. Osmanlılarda hayâtın içe dönük ayrı bir mahremiyeti olması, evlerin yapım özelliklerinde çok tesirli olmuştur.