ERZURUM KONGRESİ

(Bkz. İstiklâl Harbi)

ERZURUMLU EMRAH

Türk halk şâiri. Şiirlerinde Emrah ismini mahlas olarak kullanmıştır. Emrah, amrah, amrak “âşık” mânâsına gelmektedir. On dokuzuncu yüzyıl sâz şâirleri arasında yer alır. Bir ordu şâiri olan Sürûrî, Bayburtlu Zihnî (1785-1859), Âşık Dertli (1712-1845), Dadaloğlu (1785-1868) gibi halk şâirleri ile aynı asırda yaşamıştır. Emrah ismini taşımaları yüzünden bazan Ercişli Emrah ile karıştırılmış, hattâ Erzurumlu Emrah’a mâl edilmiştir. Buna sebeb her iki şâirin Doğu Anadolu’da yaşamaları, hemen hemen aynı yerlerde gezip dolaşmalarıdır.

Erzurumlu Emrah, Erzurum’un Tanbura köyünde doğmuş, Erzurum’da medrese tahsiline devâm etmiştir. Ömrü seyâhatla geçen bu halk şâiri Sivas, Kastamonu, Sinop, Konya, Niğde gibi vilâyetlerde dolaşmış, ömrünün son zamanlarını Niksar’da geçirmiş ve orada 1860 yılında ölmüştür. Mezârı Tekkebayırı Mezârlığında Ali Pehlivan Türbesi yanındadır.

Erzurumlu Emrah’ın medrese tahsili görmesi kendisini diğer halk şâirlerinden ayırmaktadır. Bu yönü ile o Ercişli Emrah’tan farklıdır ve divan şiirine yakın bir söyleyişin içinde yer almaktadır. Ercişli Emrah daha avâmî kalmaktadır. Erzurumlu Emrâh; Tokatlı Nûrî, Beşiktaşlı Gedâî gibi birçok halk şâiri üzerinde tesir bırakmış, hece vezni ile şiir söylediği gibi arûz veznini de ustaca kullanmış, hattâ divan şiiri üslûbuyla gazeller söylemekten geri kalmamıştır.

Şiirlerinde Fuzûlî, Hatâî, Bâkî, Nedim ve Vâsıf’ın tesirleri görülmektedir. Her ne kadar divan şiirine yakın şiirler söylemişse de asıl güzel şiirleri, heceyle söylediği koşma ve semâî gibi nazım şekillerindeki manzûmeleridir.

Bâzı şiirleri bir tekke şiiri hissini doğurursa da, serbest ve şûh söyleyişli şiirleri de vardır. Hâsılı Erzurumlu Emrah bir yüzünü divan edebiyâtına çevirmiş, diğer yönü halk edebiyâtında olan bir saz şâiridir. Türk milletinin şiirlerinde yer alan gurbet duygusu bütün âşıklarda olduğu gibi onda da lirizmin ana kaynağını teşkil etmektedir. Kalem şâirliğine olan özentisi, Dîvân tertib etmesine sebeb olmuştur.

                   KOŞMA

Hiyleye yüz tuttu asırda insan,

Mürüvvet, merhamet, hürmet kalmadı.

Fısk bir âlûde oldu âbidân,

Cihânda bir temiz tıynet kalmadı.

 

Herkes mâil oldu süse, ziynete,

Erenler çekildi künc-i vahdete,

Bir ehli gelmiyor sadr-ı devlete,

Feyz alacak sâhib-himmet kalmadı.

 

Bu pendim uşşâka olsun yâdigâr,

Dâim fitne, fesâd oldu âşikâr.

Cümlemiz hıfz etsün, Ol Perverdigâr,

Pâk-i dâmen ehl-i iffet kalmadı.

 

Gafletle geçirme ömrünü Emrah,

Kime arz edersin hâlini Emrah,

Hâle tebdil eyle kâlini Emrah,

Seni gûş edecek şefkat kalmadı. 

                   KOŞMA

Âlim isen gel ol ilminde âmil,

Tarîk-i Hak’tır bu billâh efendi.

Sakın her dergâha sen olma sâil,

Dergâh-ı Mevlâ’dır dergâh efendi.

 

Vurma bir kimseye vurulmayasın,

Bir amel işle ki sorulmayasın,

Bir tarîka gir ki yorulmayasın,

Doğru Hakk’a gider o râh efendi.

 

Hakk’ı bul nâ-hakka eyleme tapu,

Yâr için agyâra kılma tekâpû,

Bir kapı kaparsa, açar bin kapu,

Fâtih-i ebvâd’dır Allah, efendi.

 

Sûfî ister isen Cennet’le hûrî,

Getirme kalbine kibr ü gurûru,

Sakın câhil sanma ey gözüm nûru,

Her fenne âlimdir Emrâh, efendi.

ERZURUMLU MUSTAFA DARİR

Beylikler devri şâirlerinden. Doğum ve ölüm târihleri belli değildir. Doğuştan kör olduğu söylenen Darir, kuvvetli bir hâfızaya sâhipti. Bu sâyede Arapça ve Farsçayı mükemmel bir şekilde öğrendiği gibi, İslâmî ilimlerde de ehliyet kazanarak kâdılık pâyesi almıştır.

Erzurum ve civârında doğup büyüyen Darir, 1377 yılında Mısır’a gitmiş, hükümdâr meclisine kabul edilerek fasih ve beliğ konuşması ile dikkatleri üzerine çekmiştir. Nazım ve nesirle meşgul olan Darir, tahmînen 15. yüzyıl başlarında ölmüştür. Darir’in eserlerinde Âzerî lehçesi özellikleri görülmekle berâber, Kâdı Burhâneddîn’e nazaran Osmanlı Türkçesine daha yakındır. Gâyet rahat ve mükemmel bir üslûbu vardır.

Eserleri:

Erzurumlu Mustafa Darir’in ilk eseri manzum olup, Yûsuf ve Zeliha (Kıssa-i Yûsuf) ismini taşır. Fütuh-üş-Şam’ı ise 1393 yılında tercüme etmiştir. Ayrıca Yüz Hadîs Tercümesi gibi mensûr eserleri de vardır. Mısır’da geçirdiği beş sene içinde yazdığı Siyer-i Nebî’si 1388’de tamamlanmıştır. Üç cilt olan bu eserinde nazma da yer verir. Aslında Darir burada bir halk hikâyecisi gibi görünür. Mevzuu anlattıktan sonra aynı konuyu şiirle de verir. Bu şiirlerin bâzısı Arabîdir. Siyer-i Nebî Türk Edebiyâtı içinde yazılan ilk siyer kitabıdır. Bunun yanında Peygamber efendimizin doğum günü için yazdığı şiir, Süleymân Çelebi’ye tesir etmiş ve Vesîletü’n-Necât adlı Mevlîd kitâbının yazılmasına yol açmıştır. Siyer-i Nebî Mısır sultanlarının sarayında yazılmış Melik Mansûr Ali ile Sultan Berkuk eserin Türkçe yazılmasını istemişlerdir. Eserin sonundaki Peygamber efendimizle ilgili mersiye dikkat çekmektedir.

Anadan doğma kör olan Darir, bütün eserlerini önce kaynaklardan okutarak dinler, kuvvetli hâfızasına yerleştirir ve sonra yazdırırdı. Siyer-i Nebî adlı Eserinin kaynağı Arab müelliflerinden İbn-i İshâk ile Vâkidî’nin kitaplarıdır. Tabiî Darir, bu büyük eseri kendi ifâde gücüyle edebiyâtımıza kazandırmıştır.

ESAD EFENDİ (Sahhaflar Şeyhizâde)

Vak’anüvis, tasavvuf şâiri. 1789 senesinde İstanbul’da doğdu. Asıl ismi Mehmed’dir. Arapkirli, Sahhaflar Şeyhi Hacı Ahmed Efendinin oğludur.

İlk tahsilini babasından aldı. Devrin ileri gelen âlimlerinden okudu. Hâlet Efendiye talebe olup tahsilini ilerletti. Bir süre medreselerde müderrislik yaptı. Geçim sıkıntısı sebebiyle müderrisliği bırakıp, Adapazarı nâipliğine, sonra Meşîhat Mektupçuluğuna tâyin oldu (1819). Şânizâde Atâullah Efendinin yerine vak’anüvisliğe getirildi (1825). Bu arada ordu kâdılığı, Takvîm-i Vekâyi nâzırlığı, 1834’te İstanbul kâdılığı yaptı. 1835’te İran Büyükelçiliğine getirildi. Nakîbüleşrâf ve Rumeli Kazaskeri oldu. Maârifle ilgili bâzı vazîfelerde bulundu. 1848 senesinde İstanbul’da vefât etti. Kabri Yerebatan’da yaptırdığı kütüphâne hazîresindedir. Esad Efendi, İkinci Mahmud Han tarafından birçok defâ mükâfatlandırılmıştır.

Eserleri:

Târih: 1821-1826 seneleri arasındaki olayları anlatır. Üss-i Zafer: 1826’da yeniçeriliğin kaldırılmasını anlatır. Bu eseri, Fransızca, Rumca, Rusçaya tercüme edilmiştir. Teşrîfât-ı Kadîme: Osmanlı Devletindeki teşrifât kâidelerini anlatır. Zîbâ-i Tevârih; Sefernâme-i Hayr, Âyât-ül-Hayr, Bağçe-i Safâ-Endüz (Tezkiredir), Münşeât, Dîvân, Şâhid-ül-Müverrihin, Müstezraf Tercümesi, Es’ile ve Ecvibe, El-Virdül Müfîd fî Şerhi Tecvîd, Pendnâme, Mesh-i Ricl ve Mesh-i Huf, Kevkebül Mes’ûd fî Kevkebi’l-Cünûd. İhtilafitTevrâtîn, Mehâsin-i Mecîdiyye’dir.

ESAD FEYZİ BEY (Kolağası)

Son devir Osmanlı tabiplerinden. 1874’te Gömeç-Ayvalık’ta doğdu. Dâvûd Paşa Rüşdiyesini, Kuleli Askerî Tıbbiye İdâdîsini bitirdi. Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhânede talebeyken, Alman fizikçi W.C.Röntgen’in 1895 yılında X ışınlarını keşfetmesinden bir sene sonra ilkel araçlarla ilk röntgen cihâzını yaptı ve arkadaşlarının el filimlerini çekti. 1897’de arkadaşı Rıfat Osman’la birlikte Yunan Savaşında yaralanan askerlerin vücutlarındaki mermi parçalarını röntgen cihâzı ile tesbit ederek ameliyatlarını kolaylaştırdı. Bu uygulama dünyâ tıp târihinde, savaş yaralıları üzerinde yapılan ilk röntgen uygulaması kabul edilir. 1897’de Mekteb-i Tıbbiyeyi yüzbaşı rütbesi ile bitirdi. Aynı okulda fizik dersi muallim muâvinliğine, sivil tıbbiyede de jeoloji ve mineroloji hocalığına getirildi. Röntgenin tıp fakültelerinde resmî ders programına alınmasını sağladı. Genç yaşında 1902’de İstanbul’da vefât etti.

Eserleri: 1) İlm-ül-Arz vel-Meâdin, 2) Eşkâl-i Teşrîhiyye, 3) Hikmet-i Tabiiyye-i İbtidâiyye, 4) Röntgen Şuâsının Esâsı ile Tatbîkât-ı Tıbbiyye ve Cerrâhiyyesi. Bu konuda ilk eserdir.

ESAD PAŞA (Toptânî)

Arnavut asıllı Osmanlı paşalarından. 1862’de Tiran’da doğdu. Süleymân Paşazâde Ali Toptânî’nin oğludur. İkinci Abdülhamîd Han zamânında mirimiran rütbesiyle Yanya Jandarma Kumandanlığında bulundu. Yunan Harbindeki yararlılığından dolayı paşalığa yükseltildi. Daha sonra Sultan Abdülhamîd Hana karşı cephe alarak Jöntürk hareketine katıldı. Hedefi olan Arnavutluk istiklâlini gerçekleştirebilmek için, Abdülhamîd Han’ın tahttan uzaklaştırılmasının şart olduğunu görüyordu. Bunun için İttihat ve Terakki liderlerine bütün gücüyle yardım etti. İkinci Meşrûtiyetten sonra Arnavutluk Mebusu seçilerek meclise girdi. Abdülhamîd Hana tahttan indirildiğini bildirmek için seçilen mebuslar arasında o da vardı. Bu büyük Türk halîfe ve pâdişâhına karşı çok edepsiz bir şekilde, “Seni millet azl etti!” demek küstahlığında bulundu.

Balkan Harbinde Redif Gönüllü Kuvvetleri kumandanı sıfatıyla İşkodra’da bulunuyordu. Sırplılar ve Karadağlılar tarafından sarılmış İşkodra Kalesini kahramanca müdâfaa eden Hasan Rızâ Paşayı öldürterek kalenin Karadağlılar eline geçmesini sağladı. Böylece Arnavutluk’un istiklâlini gerçekleştirmek için resmen harekete geçmiş oldu. Balkan Savaşları sonunda Arnavutluk istiklâline kavuştu. Büyük devletlerce Arnavutluk kralı îlân edilen Prens Wilhelm’in geçici saltanatı sırasında savaş ve içişleri bakanlıkları yaptı. 1919’daki barış konferansında Arnavutluk heyetine başkanlık etti. Bu arada İtalyanlar Arnavutluk’un kendilerine verilmesi gerektiğini ileri sürdüler. Esad Toptânî ise büyük devletlere mürâcaatlarda bulunabilmek için Fransa’ya gitti. Ancak İtalya hesâbına çalışan bir Arnavut genci tarafından Paris’te vurularak öldürüldü (1919).

ESHÂB-I KEHF

Îsâ aleyhisselâmdan sonra, din düşmanları her tarafı kapladığı bir zamanda, dinlerini korumak için her şeylerini terk edip, hicret eden ve Efsûs (Tarsus)taki mağarada medfun bulunan yedi kişi ile Kıtmîr adındaki köpekleri. Kur’ân-ı kerîmde Kehf sûresinde kıssaları uzun bildirilmektedir.

Eshâb-ı Kehf denilen îmânlı gençler, Efsûs yâni Tarsus şehri ahâlisinden idiler. Bunlardan altısı sarayda vazîfeli, hükümdâra yakın kimselerdi. Hazret-i Ali’nin rivâyetine göre Eshâb-ı Kehf’in adedi yedi olup, bunların altısı hükümdârın müşâvere heyetinde idi. Onun sağında ve solunda bulunurlardı. Sağındakiler Yemlîha, Mekselînâ ve Mislînâ idi. Bunlara “Eshâb-ı yemîn” denmiştir. Hükümdârın solunda bulunanlar ise, Mernûş, Debernûş ve Şâzenûş’tur. Bunlara da “Eshâb-ı yesâr” denmiştir.

Hükümdâr o târihte Roma imparatorlarından Dimityanus veya Dokyanus olup, rezil, zâlim bir kimseydi. Putlara tapardı. Sonra tanrılığını îlân etti.Putperestliği kabul etmeyen az sayıdaki mü  minleri yakalatıp parçalattıktan sonra şehrin kapılarına astırdı. Hükümdâr bir ihbâr üzerine saraydaki bu îmânlı gençlerin durumlarını öğrendi. Büyük bir öfke ile onları çağırıp tehdid etti. Fakat onlar, îmân yolunda sebât gösterip, şirki ve putperestliği kabul etmediler. Üstelik Dokyanus’u îmâna dâvet ettiler. Eshâb-ı Kehf bu hak sözleri Dokyanus’a sarayda, hazır olan bir topluluk içinde söylediler. Çünkü Dokyanus bunları oradaki topluluk içinde putperestliğe çağırmıştı. Onlar da, saray erkânı içinde büyük bir cesâretle: “Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbi’dir. Fânî (yok olucu) şeyler nasıl yaratıcı olabilir.” dediler. Hükümdâr onların eski günlerine dönmeleri için zaman tanıdı. Bu da îmânlı gençlere Allahü teâlânın bir lütfu oldu. Çünkü bu bekleme esnâsında birbirleriyle istişâre ederek, hicret imkânını elde ettiler. Dinlerini korumak için gerekli hazırlıkları gizlice yapıp, şehre yakın bir dağ cihetine gittiler.Yolda giderken Kefeştetayyuş ismindeki bir çoban onların hâlini anlayıp îmân etti ve yedincileri oldu. Çobanın köpeği Kıtmîr de onlara katılıp, arkalarından tâkib etti. Dağa yaklaştıklarında çobanın gösterdiği bir mağaraya girdiler. Onlar mağarada Allahü teâlânın rahmet ve lütfunu dileyerek duâda bulundular. Allahü teâlâ bu husûsu Kur’ân-ı kerîmde Kehf sûresinin 13. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle bildirmektedir:

O zaman o genç yiğitler mağaraya sığınmışlardı da: “Ey Rabbimiz! Bize tarafından bir rahmet (dinde hidâyet, günâhlarımızı da mağfiret et ve helâl rızık) düşmanlarından emniyet ver ve işimizden (dînimizi korumak için kâfirlerden ayrılıp, mağaraya ilticâ ettiğimizden dolayı) bizim için muvaffakiyet hazırla (o sâyede rüşd ve hidâyete ermiş, böylece çok sevâba kavuşmuş olalım).

Diğer taraftan zâlim hükümdâr Dokyanus, Efsûs’a gelip, onları sordu. Kaçtıklarını haber verdiklerinde, babalarını, onların getirilmesine zorladı. Babaları; “Bizim malımızı alıp, dağa doğru gittiler.” dediler Dokyanus adamları ile gidip, o mağarayı bulunca; “Burada ölsünler!” diye mağaranın ağzını kuvvetlice kapattırdı. Dokyanus’un yakınlarından iki mümin, gençlerin isimlerini ve hâllerini bir taşa nakşedip, mağaranın duvarına koydular. Bu mağara Betâhlus Dağının güney tarafında idi. Güneş doğarken ve batarken oraya vurup, rütûbet olmazdı. Allahü teâlâ, meleklerle onları sağ ve sol taraflarına döndürürdü. Köpekleri dirseklerini kapının eşiğine uzatmıştı. Ölü değillerdi. Uyurken de gözleri açıktı. Nefes alırlar; saçları, tırnakları uzardı.

Allahü teâlâ, kemâl-i kudretiyle ceset ve elbiselerini değiştirmedi. Uzun müddet uyuduktan sonra onları uyandırdı.

Eshâb-ı Kehf’in mağaradaki uyku müddeti Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir:

Bunun üzerine biz, nice yıllar mağarada onların kulaklarına(hâricî şeyleri işitmelerine mâni perde) vurduk. (Nice yıllar tam bir sükûn içinde uyuttuk). (Kehf sûresi: 11)

Onlar mağalarında üç yüz sene eğleştiler.(Buna) dokuz (yıl) daha kattılar. (Kehf sûresi: 25)

Cenâb-ı Hak bu uzun uykudan sonra Eshâb-ı Kehf’i uyandırınca, onlar henüz yattıkları günde bulunduklarını sandılar. Eshâb-ı Kehf’in uykudan kalkmaları, birbirleriyle konuşmaları ve içlerinden birini şehre göndermeleri Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir:

Biz, onları (uyuttuğumuz gibi, kudretimizle ceset ve elbiseleri bu uzun zamanda değişmeksizin) uyandırdık ki, hâllerini bilsinler. (Birbiriyle soruşup hâllerini ve Allahü teâlânın kendilerine ne yaptığını öğrensinler de cenâb-ı Hakk’ın kudretine olan yakînleri, îmânları artsın. Öldükten sonra dirilmenin ne olduğunu ve bunun bir örneğini görsünler. Allahü teâlânın kendilerine olan nîmetlerine şükretsinler.) Onlardan birisi (Mekselîna) dedi ki: “Ne kadar zaman (yatıp) eğleştiniz!” (Zîrâ onların mağaraya girmeleri güneş doğarken idi. Uyanmaları guruba yakın olmakla cevapta bâzıları) “Bir gün, yâhut günden bir mikdâr uykuda kaldık.” dediler. (Tekrar uzamış kıllarına, tırnaklarına bakıp) birbirlerine; “Ne kadar eğlendiğimizi Rabbimiz daha iyi bilendir. Şimdi siz birinizi bu gümüş para ile şehre (Tarsus’a) gönderin de baksın, onun hangi yiyeceği temizse (daha helâl, daha güzel, daha bol, daha ucuz ise) ondan bir rızık getirsin. Çok nâzik hareket etsin. Sizi hiçbir kimseye sakın hissettirmesin.” dediler. (Kehf sûresi: 19)

Bunlar şehre gidip yiyecek getirecek kimsenin (Yemlîhâ’nın) elbise değiştirerek hâlini kimseye bildirmeden gidip gelmesini uygun gördüler.

Bunların en olgunu ve akıllıları olan Yemlîhâ, bu vasiyetleri kabûl edip şehre geldiğinde çok değişmiş bir başka âlem buldu. Hayret etti. İçi burkuldu. Nihâyet ekmekçi dükkanına girdi. O parayı yâni Dokyânus zamânında, onun adına olan sikkeyi ekmekçiye verince, ekmekçi bu adamın hazîne bulduğunu sandı ve hemen elden ele göstererek polise vardı. Yemlîhâ’yı tutup, “Bulduğun hazîneyi ver.” diye tehdid ettiler. Yemlîhâ dedi ki: “Ben hazîne bulmadım. Dün bu altını evden aldım. Bugün çarşıya getirdim.”

Babasının ismini sordular. Söyledi. “Burada o isimde kimse yoktur.” deyip, yalan söylüyorsun dediler. Çok sıkıldı. “Beni Dokyânus’a götürün, o benim işimi bilir.” Bu sözünü de alaya alıp; “Dokyânus öleli üç yüz seneye yakın oldu. Sen bize hikâye mi anlatıyorsun?” dediler.

Velhâsıl pâdişâhları olan Sâlih Melik Tendrus’a götürdüler. Bu pâdişah mümin idi. Vaktindeki insanların çoğu, cesetlerin haşrını inkâr ederdi. Pâdişâh onlara bu hususta ne kadar nasîhat ettiyse, fayda vermezdi.

Yemlîhâ, başından geçenleri o pâdişâha anlatınca, pâdişah; oğlu, eşrâfı ve yakın adamlarıyla birlikte, mağaraya geldiler. Yemlîhâ varıp arkadaşlarına haber verdi. Pâdişâh dahi yetişip, önceki hâlleri üzerine yazılan taşı getirip okudular. İsimleri ve hâlleri anlaşıldı. Onlara selâm verip cevap aldı. Hepsinin boynuna sarılıp, vedâ ederken, tekrar eskisi gibi uykuya vardılar.

Resûlullah efendimiz zamânında, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ali, Eshâb-ı Kehf’e gittiler. O zaman Eshâb-ı Kehf uykudan uyanıp onları gördüler. Resûlullah’a îmân ettiklerini bildirdiler ve selâm gönderip duâ istediler.

Eshâb-ı Kehf, hazret-i Mehdî zamânında yine uykudan kalkıp, onun yanına gidip askeri olacaklar ve yardım edeceklerdir. Köpekleri Kıtmîr dahi Cennet’e girecektir.

Peygamber efendimiz Eshâb-ı Kehf hakkındaki hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuştur: Eshâb-ı Kehf, (hazret-i) Mehdî’nin yardımcıları olacaktır ve Îsâ (aleyhisselâm) bunun zamânında gökten inecektir.

ESHÂB-I KİRÂM

Peygamberimizin arkadaşları. Kadın veya erkek, çocuk veya büyük bir Müslüman, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizi çok az da olsa bir kere görürse, kör olan, bir kere konuşursa ve îmân ile vefât ederse buna “Sâhib” veyâ “Sahâbî” denir. Birkaç tânesine “Eshâb” veya “Sahâbe” yâhud “Sahb” denir. Peygamberimizi, kâfir iken görüp de, Resûlullah’ın vefâtından sonra îmâna gelen veya Müslüman iken, sonra mürted olan (Müslümanlıktan çıkan) sahâbî değildir. Sahâbî olduktan sonra mürted olup, Resûlullah’ın vefâtından sonra, tekrar îmâna gelen, sahabi olur. Peygamber efendimiz cin sınıfına da peygamber olduğu için, cin de sahâbî olur.

Eshâb-ı kirâm, dînî hükümler husûsunda en mûteber otoritedir. Çünkü Kur’ân-ı kerîmi, Peygamberimizden öğrenip, kendilerinden sonrakilere öğretmişler ve açıklamışlardır. Peygamberimizin yaptıkları ve söyledikleri hakkında bilgiler, bunların bizzat görerek ve duyarak naklettikleri şeylere dayanır. İşte bunların bütün olarak naklettikleri hükümler, hadîs-i şerîflerin temelini teşkil etmiştir. İslâmiyette İcmâ-ı ümmet, yâni âlimlerin sözbirliği, ancak Eshâbın zamânında tam ve mükemmel bir şekilde gerçekleşmiştir. Ayrıca Eshâbın herbiri, dinde sözü senet, vesîka olan müctehid âlimlerdendir. Sonra gelen müctehidlerden üstündür.

Ehl-i sünnet âlimleri, Eshâb-ı kirâmın üstünlük sırasını üçe ayırmıştır:

1. Muhâcirler: Mekke şehri alınmadan önce, Mekke’den veya başka yerlerden, vatanlarını, yakınlarını terk ederek, Medîne şehrine hicret edenlerdir. Bunlar, Resûlullah’ın yanına îmân ile gelmiş veya gelince îmân etmişlerdir. Amr bin Âs hazretleri bunlardandır. (Bkz. Muhâcir)

2. Ensâr: Medîne şehrinde veya bu şehre yakın yerlerde ve Evs, Hazrec adındaki iki Arap kabilesinde bulunan Müslümanlara Ensâr denir. Çünkü Peygamber efendimize ve Medinelilere her türlü yardımda ve fedâkârlıkta bulunacaklarına söz vermişler ve sözlerinde durmuşlardır. (Bkz. Ensâr)

3. Diğer Eshâb-ı kirâm: Mekke şehri alındığı zaman ve daha sonra Mekke’de veya başka yerlerde îmâna gelenlerdir. Bunlara Muhâcir ve Ensâr denmez. Yalnız sahâbî denir. Eshâb-ı kirâmın en üstünleri, Resûlullah’ın dört halîfesidir. Bunlardan sonra en üstünleri Aşere-i Mübeşşereden (Bkz. Aşere-i Mübeşşere), yâni Cennet ile müjdelenmiş olan on kişiden, geri kalan altısı, (Talhâ, Zübeyr bin Avvâm, Abdurrahmân bin Avf, Sa’d bin Ebî Vakkâs, Saîd bin Zeyd, Ebû Ubeyde bin Cerrâh) ve hazret-i Hasan ile hazret-i Hüseyin’dir. Bunlardan sonra en üstünleri ilk Müslüman olan kırk kişidir. Bunlardan sonra en üstün Bedr Gazâsında bulunan üç yüz on üç sahâbidir. Bunlardan sonra üstün olan Uhud Gazâsında bulunan yedi yüz kahramandır. Bunlardan sonra üstün olan, hicretin altıncı senesinde, ağaç altında Resûlullah’a: “Ölmek var, dönmek yok!” diye söz veren bin dört yüz kişidir. Bu sözleşmeye “Bîat-ı Rıdvân” denir. (Bkz. Bîat-ı Rıdvân)

Eshâb-ı kirâmın adedi: Mekke fethinde on bin, Tebük Gazâsında yetmiş bin, Vedâ Haccında doksan bin ve Resûlullah vefât ettiği zaman yeryüzünde yüz yirmi dört binden fazla sahâbi vardı. Bu konuda başka rivâyetler de vardır.

Eshâb-ı kirâmdan en son vefât edenler şunlardır: Ebdullah bin Evfâ, 705 (H.86) senesinde Kufe’de vefât etti. Abdullah bin Yesr, 706 (H.88) senesinde Şam’da, Sehl bin Sa’d, 709 (H.91) senesinde 100 yaşında Medîne’de, Enes bin Mâlik 711 (H.93) senesinde Basra’da, Ebu’t Tufeyl Âmir bin Vâsile, 718 (H.100) senesinde Mekke’de vefât ettiler.

Peygamberimizin vefâtından sonra, Dört Halîfe devrinde de Eshâb-ı kirâm, İslâm dînini yaymak, cihâd etmek husûsunda sözlerine sâdık kaldılar. Sözlerinden dönmediler. Hepsi ittifak hâlinde, yerlerini, yurtlarını terk ile Arabistan’dan çıkıp, her tarafa yayıldılar. Gidenlerin çoğu, geri dönmeyip, gittikleri yerlerde ölünceye kadar cihâd etti ve İslâm dînini yaydı. Böylece az vakitte çok memleket alındı. Fethedilen yerlerde İslâmiyet hızla yayıldı.

Eshâb-ı kirâmın hepsi âdildir. İslâmiyeti bildirmekte hepsi ortaktır.Kur’ân-ı kerîmi onlar topladı. Hadîs-i şerîfleri Peygamberimizden onlar nakletti.

Eshâb-ı kirâmın, İslâm dînine yaptığı hizmetlerini, örnek yaşayışlarını, fazîletlerini, hepsinin isimlerini ve hâl tercümelerini yazan birçok eser telif edilmiş, yayınlanmıştır. Bunlardan İbn-i Sa’d’ın, Tabakât-ül-Kübrâ’sı, İbn-i Abdilberr’in El-İstiâb’ı, İbn-i Esir’in, Üsüd-ül-Gâbe’si, İbn-i Hacer-i Askâlânî’nin El-İsâbe’si, Türkçe olarak İhlâs A.Ş.tarafından yayınlanan “Eshâb-ı Kirâm” kitabı çok kıymetlidirler. Arapça ve Farsça çok eser yazılmıştır.

Peygamberlerden ve meleklerin üstünlerinden sonra, bütün yaratılmışların en üstünü, Eshâb-ı kirâmdır. Herbirinin ismini hürmetle, saygı ile söylemelidir. Birinin adı söylenince “radıyallahü anh=Allah ondan râzı olsun” denir. İkisi için “radıyallahü anhümâ=Allahü teâlâ o ikisinden râzı olsun” Birkaçı veya hepsi söylenince “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmâîn” veya kısaca “radıyallahü anhüm=Allah onların hepsinden râzı olsun” denir. Eshâb-ı kirâmın herbiri, bu ümmetin hepsinden üstündür. Muhammed aleyhisselâmın peygamber olduğuna inanan herkese, yâni her Müslümana, hangi ırktan, hangi memleketten olursa olsun, Muhammed aleyhisselâmın ümmeti denir. Şu anda Müslümanlar O’nun ümmetidir. Eshâb-ı kirâm Şam’ı fethettikleri, şehre girdikleri zaman, Hıristiyanlar bunları görünce, güzel hallerine şaştılar ve bunlar Îsâ aleyhisselâmın Eshâbı olan Havârîlerden daha üstündür diyerek yemin ettiler. Düşmanın da şâhid olduğu bu üstünlük, gerçeğin, hakîkatin kendisidir.

Sahâbenin fazîlet ve üstünlüğü ile ilgili âyet-i kerîmelerde meâlen buyruluyor ki:

Siz ümmetlerin hayırlısısınız.(Âl-i İmrân sûresi: 110)

Önce Müslüman olanlardan, Muhâcirlerin ve Ensârın önce gelenlerinden ve bunların yolunda gidenlerden Allahü teâlâ râzıdır ve bunlar da Allahü teâlâdan râzıdırlar. Allahü teâlâ bunlar için, Cennetler hazırladı. Bu Cennetlerin altından nehirler akmaktadır. Bunlar Cennetlerde sonsuz olarak kalacaklardır. (Tevbe sûresi: 100)

Muhammed (aleyhisselâm) Allahü teâlânın Peygamberidir. Ve O’nunla birlikte bulunanların (yâni Eshâb-ı kirâmın) hepsi kâfirlere karşı şiddetlidirler. Fakat birbirine karşı merhâmetlidirler. Bunları çok zaman rükûda ve secdede görürsünüz. Herkese (dünyâ ve âhirette) her iyiliği, üstünlüğü, Allahü teâlâdan isterler. Rıdvânı (yâni Allahü teâlânın kendilerini beğenmesini) da isterler. Çok secde ettikleri yüzlerinden belli olur. Onların halleri, şerefleri böylece Tevrat’ta (ve İncil’de) bildirilmiştir. İncilde de bildirildiği gibi, onlar, ekine benzer. İnce bir filiz yerden çıkıp kalınlaştığı, yükseldiği gibi, az ve kuvvetsiz oldukları hâlde, az zamanda etrafa yayıldılar. Her tarafı îmân nûru ile doldurdular. Herkes filizin hâlini görüp, az zamanda nasıl büyüdü diyerek şaşırdıkları gibi, hâl ve şânları dünyâya yayılıp görenler hayret etti ve kâfirler kızdılar. (Fetih sûresi: 29)

Eshâb-ı kirâm hakkındaki bâzı hadîs-i şerîfler:

Eshâbıma sövmeyiniz! Eshâbımdan sonra gelenlerden bir kimse dağ kadar altın sadaka verse, Eshâbımdan birinin bir avuç arpa vererek kazandığı sevâba veya yarısına kavuşamaz.

Eshâbım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidâyete kavuşursunuz.

Eshâbıma düşmanlık etmekten sakınınız. Allah’dan korkunuz! Onları seven beni sevdiği için sever. Onlara düşmanlık eden, bana düşmanlık etmiş olur. Onları inciten, beni incitmiş olur. Beni inciten de, elbette Allahü teâlâyı incitir.

Ümmetimin en iyisi benim bulunduğum zamanda olanlardır. Onlardan sonra en iyisi onlardan sonra gelenlerdir. Onlardan sonra da en iyisi daha sonra gelenlerdir.

Beni gören ve beni görenleri gören bir Müslümanı Cehennem ateşi yakmaz.

Bu âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler, Eshâb-ı kirâmın üstünlük ve fazîletini açıkça göstermektedir.

ESKİMOLAR

Amerika’nın ve Grönland’ın Arktik bölgesinde yaşayan halk. Eskimolar, Amerika kıtasının kuzey kıyılarında, Grönland’da, Labradar, Hudson Körfezi kıyılarında ve Sibirya’da bulunurlar. Eskimo ismi Abnaki yerlilerinden çıkmıştır. Eskimolar ise kendilerine “İniuit” veya “Yuit” demektedir. Günümüzde yaşayan Eskimolar 50.000’den fazla değildir. Sibirya’da 2000, Alaska’da 25.000, Mackenzie Nehri ile Kuzey Quuebek arasında 10.000 eskimo yaşar. Diğerleri muhtelif yerlere dağılmıştır.

Eskimoların Amerikalı yerlilere mi, yoksa Moğol ırkına mı dâhil oldukları belli değildir. Moğollara ait oldukları daha fazla zannedilmektedir. Boyları kısa (1.50-1.60 m), elleri, ayakları çok küçük, gövdeleri bacaklarına nazaran daha uzundur. Deri sarıya yakın, açık kahverengi arasındadır. Saçları siyah, gözleri siyah ve kahverengi ve çekiktir.Sakal ve bıyık hiç çıkmaz veya çok seyrek çıkar. Antarktika’da iki tip Eskimo vardır. Birisi yuvarlak yüzlü, diğeri Moğollar gibi düz yüzlüdür. Fizîkî özelliklerine göre, dünyânın en farklı ırkına sâhip topluluklardandır. Şişman sayılmazlar. Yüzlerinin genişliği ve kalın elbiseleri şişman gösterir. Son yıllarda diğer ırktan insanlarla bilhassa Kızılderililerle ve beyazlarla kaynaşmışlardır.

Eskimolar, deniz kıyılarını ve civarını tercih ederler. Kıyıdan nâdiren 40-150 km uzaklaşırlar. Doğu-batı istikâmetinde 6000 km düz bir hatta yaşayan yegâne yerli topluluklardır. Mesâfenin bu kadar geniş olması ve basit yaşayışları sebebiyle dünyânın en az nüfus yoğunluğuna sâhip toplum hâline gelmişlerdir. Lisanlarını ve âdetlerini devâm ettirmekteki titizlikleri, yaşamak için verdikleri mücâdelenin sertliğine bağlanabilir.

Eskiden “kayak” adını verdikleri enteresan ve deriden kaplanmış tek kişilik kayıklarını avlanırken kullanırlardı. Sıçrayan dalgalardan korunmak için üzerlerine su geçirmez bir deri ceket giyerler. Kayık devrilse bile, elbiseleri sebebiyle yaralanmadan kurtulabilirler. Kanada’daki bâzı Eskimolar, Karibu’nun etini yer, derisini giyer, kemiklerinden av âleti yaparlar.

Kardan kesilmiş İgolalardan başka, bâzı evlerin üstlerini molozla örterler. Diğer insanlarla olan münâsebetleri sebebiyle, pek nâdir de olsa bâzı yerlerde muntazam evlerde yaşarlar.

Şamanizme inanırlar. Amerika ve Avrupalılar bâzı Eskimoları Hıristiyanlaştırmışlardır.

Fok balığı ve bâzı balıkları avlarlar. Av âleti olarak eskiden kullandıkları en gelişmiş âletleri zıpkındır. Zıpkının ucu kemiktir. Köpeklerin bulunduğu, fok balıklarının nefes almak için kullandıkları deliklerin başında beklerler. Fok çıkar çıkmaz zıpkınlar veya bu delikler vâsıtasıyla balık avlarlardı.

Bugün kayaklar ve kayıklar yerlerini mâdenden yapılmış botlara ve motorlu deniz taşıtlarına terk etmiştir. Köpeklerin çektiği kızaklar yerlerini gemilere ve otomobillere bırakmıştır. Petrol bulunması dolayısıyla modern yollar yapılmış ve bir çok ekonomik yenilikler de böylece Eskimolar arasına girmiştir.