ERMENİLER
Nuh aleyhisselâmın oğlu Yâfes’in torunu Hayk’ın soyundan türeyen bir kavim. Frikyalıların, Hititlerin kolları olduğu söylendiği gibi, Tûrânî ırktan olduğunu söyleyenler de vardır.
Ermeni târihi ile ilgili yazılar, 1850 yılından sonra yazılmaya başlanmıştır. On dokuzuncu asırda yaşayan Auguste Carriere, E. Dulaurier’in “Ermeni Klasikleri” olarak vasıflandırdığı târihlerin ileri sürdüğü bilgilerin uydurma olduğunu açıklamıştır. Auguste Carriere; “Ermeniler, kendi ideolojilerine göre kaynakları kullanmakta, ilâveler yapıp-çıkarmaktalar, kendileri ile ilgisi olmayan olayları kendilerine mâl etmektedirler.” demektedir.
Ermeniler hakkında araştırma yapanlar, Arap-Bizans kaynaklarını incelemeden, hakîkat ile ilgisi olmayan teoriler uydurmuşlardır. Ortaçağda, Arap hâkimiyeti altında yaşayan Ermeniler arasında Ardzrouni ve Bagratuui âileleri meşhur olmuştur. Araplar sâyesinde diğer Ermeniler üzerinde otorite kurmuşlardır. Halifelik zayıflayınca 885-886 yıllarında Bagratuui âilesinden Aşot, Bizansın desteği ile Bagratuui kralı îlân edildi ve kendine taç giydirildi. Ermeni kronikleri bu olayı çok abartarak anlatmaktadırlar. Daha da ileri giderek, Bizans Kralı Basil bile, Aşot’un elinden taç giydi, demişlerdir.
Ermeniler, Bizans hâkimiyeti altında yaşarken, onlardan zulüm gördükleri için, Türk akınlarında Türklerin yanında yer almışlardır. Ermeni ve Süryânî kaynakları, “Allah, sapık Rumlar’ın fenâlıklarını ortadan kaldırmak için, Türkleri Anadolu’nun fethine memur etti.” şeklinde yazarak, iki millet arasındaki kanaatlerini belirtmişlerdir. Çünkü Ermeniler ve diğer azınlıklar, bütün Müslüman-Türk illerinde, din serbestliği ve adâlet görmüşlerdir.
Selçuklu fetihlerinin meydana getirdiği buhrandan faydalanan bâzı Ermeni reisleri, Toroslar ve Malatya bölgelerinde prenslikler kurmaya çalışırken, düşman oldukları Bizanslardan faydalanmak için Ortodoksluğu kabul ediyorlardı. Fakat bu hareketi Ermeni halkın bir kısmı hoş karşılamadı.
Türk fetihleri sırasında, Bizans’tan zulüm gören Ermenilerin, Türklere yol açtıkları da söylenmektedir. Ermenilerin, Selçuklu ülkesinde rahat olduklarını Ani’li Samuel şöyle anlatıyor:“Melikşah, imparatorluğun her tarafında sulh ve sükûn te’sis etti. Davranışı asil, düşünceleri yüksek, tavrı şahâne idi. Tebeası tarafından çok sevilirdi. Böyle giderse bütün Avrupa Müslüman-Türklerin eline geçecektir.”
Haçlı seferleri sırasında, Süryânîler Türklere sâdık kaldıkları hâlde Ermeniler zaman zaman Haçlılarla berâber hareket ettiler.
Osmanlı Devletinin kuruluşu sırasında Ermeniler, Karamanoğulları, Ramazanoğulları beyliklerinde, Fâtih ve Yavuz zamânına kadar da, Akkoyunlu ve Karakoyunlu devletlerinin idâresinde azınlık olarak yaşadılar. Bizans’ın zulmünden kaçan Ermenilerin çoğu bu bölgelere geldiler.
İstanbul’un fethi ile, bütün azınlıklarla berâber Ermeniler de gerçek hürriyetlerine kavuştular. Müslüman-Türkün adâletini Ermeni yazarlar bile medh etmek zorunda kaldılar. Tanzimât Fermânı ile azınlıklara hürriyet verildiği söyleniyor ise de bu iddiâ yanlıştır. Tanzimâttan önce de Osmanlı ülkesindeki bütün azınlıklar hür ve adâletli bir idârenin teminâtındaydı. Tanzimâtın îlânı ile, devlet idâresine azınlıklar da karıştı ve bu sebeple devlet çarkı yavaş yavaş çatırdamaya başladı. 1912-1913 yıllarında (Balkan Savaşları sırasında) Osmanlı Devleti Dışişleri Bakanlığına (Hariciye Nâzırlığına) Gabriel Nuradunkyan’ın getirilmesi, İttihat ve Terakki Partisinin en büyük gafletlerinden biri oldu.
Ermeniler, Osmanlı Devletinin himâyesinde yaşarken, Tanzimât Fermanı’ndan sonra, dış güçlerin, özellikle İngiliz ve Rusların desteği ile isyânlar çıkarmaya başladılar. Tanzimat ile birlikte, Ermeni patrikleri, Ermenileri teşkilâtlandırma yoluna gittiler.Teşkilâtlanma, hayır cemiyetleri adı altında başladı. Buradan çeteciliğe geçtiler. Hınçak Tedhiş Komitesi ve Taşnak Tedhiş Komitesi gibi çeteler, Osmanlı devleti bünyesinde, müstakil bir Ermeni devleti kurmayı gâye ediniyorlardı. Bunun için de yer yer Osmanlı ülkesinde isyânlar çıkardılar. 1876 Meclisine Ermeni milletvekillleri de katıldı. Erzurum İsyânı (20 Haziran 1890), Kumkapı Nümâyişi (Temmuz 1890), Merzifon, Kayseri, Yozgat isyanları (1892-1893), Sason İsyânı (1890), İstanbul Ermeni Patırdısı (30 Ekim 1896), Banka Vak’ası (26 Ağustos 1896), İkinci Sason İsyânı (1904) belli başlı isyânlardandır. Bu ayaklanmalarda, özellikle sivil Müslüman-Türkler, kadınlar çocuklar öldürülüyordu. 21 Temmuz 1905 Cumâ günü Yıldız Câmiinde, Osmanlı pâdişâhı İkinci Abdülhamîd Hana sûikast düzenlediler ise de öldürmeye muvaffak olamadılar. 1908’de İkinci Meclis açılınca, bu isyâncıların elebaşıları millet meclisine girdi. 5 Ekim 1908’de Adana’da büyük isyân oldu. Balkan Savaşları ve Birinci Dünyâ Savaşı sırasında, dış devletlerin tesiri ile, bütün azınlıklar gibi, Ermeni çeteleri de arkadan vurmaya devâm ettiler. Mayıs 1915’te Van’da büyük bir katliam yaptılar. 14 Mayıs 1915’te “Sevk ve İskân” (tehcir) Kânunu çıkarılarak zararlı görülenler çeşitli yerlerde iskân edildiler. Doğu Anadolu’nun işgâli sırasında Ruslar ile birlikte, Türklere taarruza geçtiler.
Mondros Mütârekesinden sonra, yurt dışına, devleti yüzüstü bırakıp kaçan, Talat Paşa, Cemâl Paşa, Saîd Halim Paşa, Cemâl Azmi, Ermeni çeteleri tarafından katledildiler.
Günümüzde Ermeniler, nüfus olarak en çok Ermenistan’da bulunmaktadırlar. Türkiye’de de seksen bin civârında Ermeni vardır. Türkiye’deki Ermeniler rahat içindedirler. Türkiye’nin Ermeni meselesi yoktur. Fakat Türkiye’nin güçlenmesini istemeyen dış güçler, bâzı Ermenileri teşkilâtlandırıp, yurt dışındaki diplomatları katlettirmektedirler. Bunların başında komşu devletler olduğu gibi, târihte Osmanlılardan büyük yardım gören devletler de vardır.
Fransa’nın “Altın Tepeler” (Mont-d’or) adı verilen Lyon şehrinin 15 km kuzeyinde dağlık bölgede, tam orta yerde dar ıssız bir sokağın iki km ötesinde, kalın duvarlarla çevrili, iki asırlık bir binâ bulunur. Bu binânın adı, çevre sâkinlerince “Kara Şato”dur. Mont-d’or Tepelerine dağılmış on beş bine yakın Ermeni, bu binânın devamlı ziyâretçileridir. Bâzı dış kaynaklı resmî tesbitlere göre, bu yerde birçok esrârengiz olaylar düzenlenir. Bu Kara Şatodaki faaliyetler Ermeni papazlarınca idâre edilir. Zengin işadamları finansman kaynağıdır. “Ermeni Eğitim Örgütü”nün karargâhı burasıdır. Burada kin âyinleri yapılır. Beyinler yıkanır. 1789 Fransız İhtilâli ile hak ve hürriyetler yeri olarak, yıllarca propagandası yapılan Fransa’nın merkezinde Türklere karşı imhâ plânları düşünülür. Dünyânın birçok yerinde bu gruplar Türklere karşı zaman zaman çeşitli faaliyetlerini sürdürürler.
Osmanlı topraklarında olup devlete karşı aleyhte faaliyette bulunmayan Ermeniler, hiçbir hususta baskı söz konusu olmaksızın asırlarca huzur içinde yaşadılar. Bugün de Türkiye Cumhuriyeti Devletinin idâresi altında refah içinde yaşamaktadırlar. Ermenilerin tamâmen serbest olan kiliseleri ve çocuklarını okutmaları için Türkiye’de Amerika’dakinden daha çok okulları vardır. Ermenice gazete çıkarmakta ve bunu dünyânın dört bir köşesine gönderebilmektedirler. Hepsi kânunların himâyesinde bir meslek sâhibi olup devletin çeşitli kademelerinde çalışmaktadırlar.
DEVLETİN ADI |
Ermenistan Cumhûriyeti |
BAŞŞEHRİ |
Erivan |
NÜFÛSU |
3.400.000 |
YÜZÖLÇÜMÜ |
29.800 km2 |
RESMÎ DİLİ |
Ermenice |
DÎNİ |
Hıristiyanlık |
PARA BİRİMİ |
Ruble |
Asya’nın batısında yer alan bir devlet. Kuzeyinde Gürcistan, doğusunda Âzerbaycan, batısında Türkiye, güneyinde Nahçıvan ve İran yer alır.
Târihi
Ermeni uygarlığının temeli M.Ö. 6. asırda, eski Urartu krallığının kalıntıları üzerine atılmıştır. Urartuların topraklarına yerleşen Ermeniler bir süre sonra Med İmparatorluğunun hâkimiyeti altına girdi. M.Ö 331’de Büyük İskender’in eline geçen bölge, M.Ö 301’de Selevkos İmparatorluğunun bir parçası hâline geldi. Bir ara ikiye ayrılan Ermeniler İmparator İkinci Dikran zamanında tekrar birleşti ve güçlerinin en yüksek noktasına ulaştılar. Güneye doğru genişleyen Ermeni devleti, bir süre bölgenin en güçlü devleti hâline geldi. M.Ö. 66’dan M.S. 3. asra kadar Ermeniler, Roma ile Partlar ve Persler arasındaki rekabetin ortasında kaldılar. 300’lü yıllarda Ermenilerin Hıristiyanlığı kabulü ile devlet toprakları ikiye ayrıldı. Bir bölümü Bizansın, bir bölümünde Perslerin hâkimiyetine girdi.
Ermeniler 653’te Müslüman Arapların hâkimiyeti altına girmelerine rağmen özerkliklerini korudular. On birinci asırda Ermeni toprakları tekrar Bizans tarafından ilhak edildi. Bunu Selçuklu akınları takip etti. On birinci asrın sonlarına doğru bütün Ermeni toprakları Türk hâkimiyeti altına girdi. On üçüncü asırda bölge Moğol istilâsına mâruz kaldı. Selçukluların Anadolu fethinden sonra, Ermenilerin bir kısmı Kilikya’ya göç ettiler ve Haçlı seferleri sırasında batı devletleri ile ittifak yaptılar.
On altıncı asırdan îtibâren Ermeniler, Osmanlı Devleti ile İran savaşları arasında kaldılar. Bu durum 17. asrın sonlarına kadar devam etti. Bu dönemde Ermeniler Avrupa ile Doğu arasındaki ticârette önemli rol oynadılar.
Rusya’nın 19. asırda Kafkaslara doğru genişleme politikası, Ermeni kültürünün canlanmasına ve batılı devletlerin Osmanlı idâresi altındaki Ermenilerle ilgilenmelerine sebep oldu. Osmanlı-Rus Savaşı (1877-78) ve Ayastefanos antlaşmasından sonra konu “Ermeni Meselesi” hâlini aldı. Doğu vilayetlerinde Ermeniler arasında 1880’den sonra Rusya’nın desteği ile milliyetçilik hareketi büyüdü. Teşkilâtlanma, hayır cemiyetleri adı altında başladı. Buradan çeteciliğe geçtiler. Hınçak Tedhiş Komitesi ve Taşnak Tedhiş Komitesi gibi çeteler, Osmanlı Devleti bünyesinde müstakil bir Ermeni devleti kurmak istiyorlardı. Bunun için de yer yer Osmanlı ülkesinde isyanlar çıkardılar. Birinci Dünyâ Harbi sırasında, Ruslara yardım etmek için gönüllü taburlar kuran Ermeniler, Müslüman halka karşı katliam yaptılar.
Birinci Dünyâ Harbinin ardından Ermeniler, Âzeriler ve Gürcüler Transkafkasya Federal Cumhûriyetini kurdular. Fakat bu birlik kısa süre sonra dağıldı. Bu arada kısa ömürlü bir Ermeni Cumhuriyeti kuruldu. Rus ordusu 1920’de Ermenistan’ı işgal etti. Bu arada 19 Nisan 1920’de İtalya’nın San Remo şehrinde toplanan milletlerarası bir konferansta Anadolu Türkleri ile Orta Asya Türklerinin ittifakını (birleşmesini) kesmek üzere bu ikisi arasına Ermenilerden bir set çekmenin önemi üzerinde duruldu (Bkz. San Remo Konferansı. Ermenistan 1922’de Âzerbaycan ve Gürcistan ile birleşince Transkafkasya Sovyet Federe Sosyalist Cumhuriyeti kurulmuş oldu. 1936’da kabul edilen yeni Anayasa ile Ermenistan, Sovyetler Birliğini meydana getiren 15 cumhuriyet arasına girdi.
Sovyetler Birliğinde başlayan reformlar Ermenistan’da da köklü değişikliklere sebep oldu. İlk çok partili seçimler 1990’da yapıldı. Ülke yeni bir siyasi ve ekonomik döneme girdi. 1991 Eylülünde yapılan halk oylamasından sonra, Ermenistan bağımsızlığını îlân etti. Aynı sene, Bağımsız Devletler Topluluğuna katıldı. Ermenilerin de yaşadığı Dağlık Karabağ bölgesinin Ermenistan’a bağlanması için başlatılan gösteriler Âzerbaycan ile ilişkilerin bozulmasına sebep oldu. Gösteriler bir süre sonra iki devlet arasında savaşın çıkmasına yol açtı. Ermenistan ile Âzerbaycan arasındaki savaş, uluslararası kuruluşların bütün gayretlerine rağmen devam etmektedir (1993).
Fizikî Yapı
Ermenistan toprakları genelde dağlıktır. Denizden ortalama yüksekliği 1800 m civarındadır. Ülke topraklarının kuzeybatısı yüksek sıradağlar, derin nehir vadileri ve sönmüş yanardağların bulunduğu lav platolarından meydana gelir. Ülkenin en yüksek noktası olan Aragast Dağı (4090 m) bu bölgededir. Güneybatıda Ararat Ovası, doğuda dağlarla çevrili Sevan Vâdisi yer alır. Aras Irmağı ve kolları bölgenin başlıca akarsuyudur. Sevan Vâdisinde bulunan Sevan Gölü birçok akarsu ile beslenir.
İklim
Ermenistan’da yüksekliğe göre büyük değişikliğe uğrayan kuru bir kara iklimi hakimdir. Yazları genelde sıcaktır. Dağ eteklerinde yüksek olan yıllık ortalaması, ovalarda 2000 mm’ye düşer.
Tabiî Kaynakları
Bitki örtüsü ve hayvanlar: Dağ etekleri ardıç ve yazın otlak olarak kullanılan çayırlarla kaplıdır. Ormanlar ülke topraklarının % 10’unu teşkil eder. Yarı çöl alanlarında, yabangülü, sarısabır, ardıç, hanımeli gibi sıcağa ve susuzluğa dayalı bitkiler vardır. Ülke topraklarının büyük kısmında yabandomuzu, çakal, yabankeçisi, ayı ve değişik yılan türleri vardır.
Nüfus ve Sosyal Hayat
Ermenistan’ın nüfûsu 3,5 milyon civârındadır. Bu nüfûsun % 90’ını Ermeniler, % 5’ini Âzeriler, % 2’sini Ruslar, % 3’ünü de diğer milletler meydana getirir. Nüfûsun üçte ikisi şehirlerde oturur. Ararat Ovası ile Irmak Vâdileri nüfûsun en fazla olduğu bölgelerdir. Başlıca şehirleri başşehir Erivan ve Kumayri, Kirovakon’dır.
Eğitim 7-17 yaş arasında mecbûrî olup, parasızdır. Orta öğretim genel veya meslekî eğitim veren okullardan meydana gelir. Erivan Devlet Üniversitesinin yanısıra çeşitli enstitüler ve konservatuarlar vardır.
Ekonomi
Ülke ekonomisi tarım ve sanâyiye dayalıdır. Nüfûsun yarısına yakın kısmı tarımla uğraşır. İçki yapımında kullanılan üzüm başlıca tarım ürünüdür. Ayrıca meyve, sebze, tütün, pamuk, şekerpancarı ve patates yetiştirilir. Hayvancılık fazla gelişmemiş olup, çiftlik hayvanı besiciliği yapılır.
Güçlü bir sanâyi ülkesi hâline gelen Ermenistan’da, başlıca sanâyi kuruluşları kimyevî madde, demirin dışındaki metaller, makina, hazır âletler, dokuma, içki, giyecek fabrikalarıdır. Mâdencilik ekonomik açıdan önemlidir.
Dağlık arâzide ulaşımı zorlaştırmasına rağmen demir ve karayolu ağı oldukça zengindir. Başkent Erivan’dan dünyânın her yanına düzenli uçak seferleri düzenlenir.
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Hârûn aleyhisselâm neslindendir. Mûsâ aleyhisselâmın dîninin hükümlerini bildirmekle vazîfelendirilmişti.
Bir peygamber olan Şa’yâ aleyhisselâmın şehîd edilmesinden sonra, isyanları ve azgınlıkları iyice fazlalaşan İsrâiloğullarına peygamber olarak Ermiyâ aleyhisselâm gönderildi. Nâşiye bin Emvas adlı hükümdâra ve İsrâiloğullarına Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi. Îmân ve itâate gelmezlerse, musîbetlere uğrayacaklarını haber verdi. Bu sözleri duyan ve azgınlıklarına devâm eden İsrâiloğulları, Ermiyâ aleyhisselâmı hapsettiler. Bu sırada Asûrî hükümdârı Buhtunnasar, büyük bir orduyla Kudüs üzerine yürüdü. Şehre girerek İsrâiloğullarının askerlerini tamâmen öldürdü. Mescîd-i Aksâ’yı yıkıp, içindeki kıymetli eşyâyı, altınları, gümüşleri ve mücevherleri aldı. Bütün şehri ateşe vererek Tevrat nüshalarını yaktırdı. Yetmiş bin çocuğu da esir alarak götürdü. Buhtunnasar, Ermiyâ aleyhisselâmı hapisten çıkararak, kendisiyle birlikte gitmesini istediyse de Ermiyâ aleyhisselâm gitmeyerek Kudüs’te kaldı. Buhtunnasar tarafından harâbe hâle getirilen Kudüs’te kaçıp saklanan İsrâiloğulları Ermiyâ aleyhisselâmın yanına gelip toplandılar. Barınacak yerleri kalmadığından Mısır’a gittiler. Ermiyâ aleyhisselâm onların hâdiselerden ibret almalarını ve Allahü teâlâya itâat etmelerini söyledi. İsrailoğulları bu dâveti yine dinlemediler. Ermiyâ aleyhisselâm isyânlarından vazgeçmeyeceklerini görerek Nil Nehri kenarına gitti. Bir müddet sonra Mısır’ı da istilâ eden Buhtunnasar, Mısır Firavununu mağlub ettiği gibi, İsrâiloğullarını da esir aldı. Ermiyâ aleyhisselâmı Mısır’da da gördü. Fakat ona emân (güven) verdi. Arzu ettiği yere gitmesi için serbest bıraktı.
Alm. Heroin (n), Fr. Héroine (f), İng. Heroin. Morfinin asetikasit anhidriti veya asetilklorürle reaksiyona girmesi sonucu elde edilen bir uyuşturucu madde.
Beyaz billûrlu toz hâlindedir. Umûmiyetle klorhidrat tuzu hâlinde bulunur. Morfine çok benzer. Ağrı kesici etkisi morfinden yüksektir. Uyuşturucu etkisi başladıktan sonra 3-4 saat sürer. Öksürük ve solunum merkezi üzerinde yaptığı deprasyon (baskılama) morfinin ve kodeininkinden güçlüdür. 10-20 miligramlık bir doz solunum merkezi ile ortak vazomotor merkezi felce uğratır ve şok görülür. İshali önleyici ve kabızlık yapıcı etkisi morfinden zayıftır. Fakat öforik etkisi (sarhoş edici, aşırı hareketlilik, saldırganlık, neşe etkisi) morfininkinden iki kat daha güçlüdür. Kısa zamanda kolaylıkla alışkanlığa yol açar. Eroine karşı bağımlılığı olanların tedâvisi, morfin alışkanlığı olanlardan çok daha fazla güçlük gösterir.
Eroin müptelâlarına “eroinman” ismi verilir. Bu kişilerde aşırı taşkınlık görülür. Oldukça pahalı olduğundan esrara oranla daha az kullanılır. Enfiye gibi buruna çekenler olduğu gibi, derisine şırınga edenler de vardır. ABD’de uyuşturucu kullananların % 75’inin eroin kullandıkları tahmin edilmektedir.
Eroinin ilâç olarak kullanılması dahi kânunlarca men edilmiştir. Eroinmanlar psikiyatri kliniklerinde özel bir tedâviye muhtaçtırlar. (Bkz. İlaç Alışkanlığı)
Sosyal-psikolog, fikir adamı ve yazar. 25 Kasım 1938’de Kırşehir’de doğdu. İlk ve orta tahsilini bu ilde tamamladı. Ortaokul öğrencisiyken eski Türk harflerini öğrendi. Lisedeyken Lütfi İkiz Beyden Arapça dersleri aldı. Böylece İslam-Türk kültür târihinin ana eserlerini okudu. Taberî Târihi’ni aşağı yukarı ezberledi ve lise yıllarındaki bu durum hayatına yön verdi. Mahallî bir gazetede takma adla yazılar yayımladı.
1956’da Kırşehir Lisesini bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine kaydoldu. Öğrencilik yıllarında devrin önemli ilim, fikir ve sanat adamlarıyla tanıştı. Fethi Gemuhluoğlu tarafından Mümtaz Turhan’la tanıştırıldı. Mümtaz Turhan onu ilim adamı olarak yetiştirmek istedi. Bu teşvikle Hukuk Fakültesinden ayrılarak İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine geçti.
Güngör, 1957’de okuduğu fakülteye memur oldu. Yeni İstanbul Gazetesi’nde musahhih olarak çalışmaya başladı. Fransızca yanında İngilizceyi de öğrendi. Misafir profesör Hains’in laboratuvar asistanlığını yaptı ve derslerini Türkçeye çevirdi. 1961’de Edebiyat Fakültesinden mezun oldu. Aynı yıl Prof. Dr. Mümtaz Turhan’ın başkanı bulunduğu Tecrübî Psikoloji kürsüsüne asistan oldu. Asistanlığı sırasında Türkiye’de yeni bir ilim dalı olan sosyal-psikolojiye yöneldi. Bu disiplinin önemli eserlerinden Krech ve Crithfield’in Sosyal Psikoloji kitabını tercüme etti. Akademik çalışmalarının yanısıra dergi ve gazetelerde yazı yazmaya devam etti. 1965’te Kelami (Verbal) Yapılarda Estetik Organizasyon adlı teziyle doktor oldu. 1966’da ABD Colorado Üniversitesinden tanınmış sosyal-psikolog Kenneth Hammond’un dâveti üzerine Amerika’ya gitti. Bu üniversitenin Davranış Bilimleri Enstitüsünde milletlerarası bir ekibin araştırmalarına katıldı. 1968’de yurda dönerek Tecrübi Psikoloji kürsüsünde Sosyal-psikoloji ders ve seminerlerini yürüttü. Şahıslararası İhtilafların Çözümünde Lisanın Rolü konusundaki teziyle 1970 yılında doçent oldu.
Erol Güngör üniversitede verdiği derslerle, ilmî yayınlarıyla Türkiye’de sosyal-pisokoloji dalını önemli bir saha hâline getirdi. Başbakanlık Planlama Teşkilatı, Millî Eğitim Bakanlığı ile Kültür Bakanlığının çeşitli komisyonlarında vazife aldı. 1978’de Değerler Psikolojisi Üzerinde Araştırmalar adlı teziyle sosyal-psikoloji profesörü oldu. 1982 yılında Selçuk Üniversitesine rektör tâyin edildi ve bu görevi sırasında 24 Nisan 1983’te vefât etti.
Dergi ve gazetelere yazdığı yazılarla geniş okuyucu kitlesine ulaşan Erol Güngör’ün kitap, makale, deneme, ansiklopedi maddesi ve tercümelerinin sayısı 300’ü bulur.
Eserleri:
İlmî yayınları genellikle ilmî dergilerde neşredilmiş makâleler hâlindedir. Kültür Temaslarının Tutumlar Üzerinde Bir Araştırma, İntiharlar ve İçtimâî Kıymetler, Kültür Temaslarının Atitüdler Üzerine Tesiri, Kelamî (Verbal) Yapılarda Estetik Organizasyon, Şahıslar Arası İhtilaflar ve Sübjektif Mânâ Sistemleri-The Role Differential Connatations in Interpersonal Conflict, Interpersonal Conflict Reduction The Effects of Language and Meaning, Denotative and Connotative Meaning in Interpersonal Conflict. Bunların belli başlılarıdır. Ahlâk (Ortaokul III, Lise II; Emin Işık ile), Ahlâk, (Ortaokul I, II, Lise I, III; Emin Işık, Yaşar Erol, Ahmet Tekin ile), Psikoloji (Lise; Sabri Özbaydar, Belma Özbaydar ile), Psikoloji (Sabri Özbaydar, Ayhan Songar ile), Psikoloji, Yaygın Yüksek Öğretim Kurumu ders kitaplarıdır.
Diğer Eserleri: Türkiye’de Misyoner Faaliyetleri, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, İslâmın Bugünkü Meseleleri, İslâm Tasavvufunun Meseleleri, Dünden Bugünden Tarih-Kültür-Milliyetçilik, Tarihte Türkler’dir.
Erol Güngör tercümeler de yapmıştır: 1) D. Krech-R.S. Cruthfield, Sosyal Psikoloji, Nazariye ve Problemler, 2) W. Rostow, İktisadî Gelişmenin Merhaleleri, 3) Kenneth Boulding, Yirminci Asrın Mânâsı, 4) John Nef, Sanâyileşmenin Kültür Temelleri, 5) Raymond Aron, Sınıf Mücâdelesi, 6) Paul Hazard, Batı Düşüncesindeki Büyük Gelişme, 7) Robert Downs, Dünyâyı Değiştiren Kitaplar olmak üzere bunların sayısı yediyi bulur. Ayrıca Hilmi ZiyaÜlken İçin, Mümtaz Turhan’ın Ardından adlı biyografi yazıları vardır.
Eserleri ile ilgili bibliyografya araştırması Vehbi Başer (Erol Güngör Bibliyografyası, Erol Güngör İçin, Ankara, 1988) tarafından yapılmıştır.
Alm. Erosion, Fr. Erosion (f), İng. Erosion. Yeryüzündeki engebe ve yükseklikleri deniz seviyesine indirmeye çalışan aşınma ve aşındırma olayı. Jeolojik aşındırma, geniş anlamıyla, karmaşık tabiat olaylarıdır. Bunlar parça koparıp sürükleyerek litosfer yüzeyini durmadan aşındırır. Yüzeyler özellikle dağlık bölgeler ve çöller gibi bitki örtüsünün bulunmadığı yerlerde çok karakteristik ve belirgin biçimler alır. Erozyonun yıkıcı etkisi vâdiler, kanyonlar, dik yarlar, yalıyarlar, sirkler, dev kazanlar, mağaralar, güvercin delikleri ve tabiî köprüler meydana gelmesine sebeb olur.
Milyonlarca yıl süren erozyon sonunda en yüksek dağlar bile düzlükler hâline gelebilir. Böyle bir aşınma devri iki basamağa ayrılabilir. “Genç” arazi henüz yükselmiş yer kabuğu kısmıdır. Aşınma yapan tesirlerin hücumuna uğrar. Akarsuyun tesiri ise en büyük olur. “Olgun” arazide akarsuların aşındırma tesiri yavaşlamıştır. “Yaşlı” arazide aşınma ve düzleşme sonucu peneplen adı verilen bir ova meydana çıkmıştır. Bu devir bölgede yenien bir yükselme olunca bozulur. Gençleşme ile aşınma devri yeniden ve canlı olarak başlar. Bunun sonucu olarak eski ve yeni aşınmayla karmaşık bir arazi ortaya çıkar.
Doğrudan doğruya tesirli olan erozyon sebepleri; yüzeyden serbest olarak akan veya ırmak yataklarında bulunan akarsular, denizin kayalara vurması ve gel-git olaylarıdır. Erozyona sebep olan diğer tesirler, yerçekimi ve rüzgârları doğuran basınç farklarıdır. En büyük aşınma, en dik ve rüzgâr hızının en büyük olduğu arazilerde olur. Mekanik aşınma akıcı (rüzgâr, su) maddelerinin taşıdığı taş, kum vb. taneciklerle daha kuvvetlenir. Bunlar çarparak kayaları aşındırır.
Değişik kaya tipleri aşınmaya karşı farklı direnç gösterirler. Aynı kaya kitlesi de değişik yerlerinin yapısının farklı oluşu veya aşınmaya açık olan yüzeylerin aynı büyüklükte olmaması yüzünden değişik aşınmaya uğrar. Umûmiyetle, granit lav, sert kumtaşları, kum tânecikleri sağlam yapışmış konglomeralar, kuvarsit, kalker ve dolomit gibi kayaların direnci daha büyüktür. Bunlar düzgün olmayan yeryüzü şekillerine yol açar. Öte yandan, killer, yumuşak kum taşları ve tüfler gibi kolayca aşındırılan kayalar için yumuşak eğimler, düzgün yüzey şekilleri ortaya çıkmaktadır.
Erozyon olaylarının cereyanı:Yağan yağmurlar yeryüzü toprağının ağaç ve ottan yoksun kısımlarında toprak zerrelerini kolaylıkla yerinden oynatırlar ve arazinin eğimi oranında aşağıya doğru sürüklemeye başlarlar. Yağışın şiddeti ve devamlılığı derecesine göre yağmur damlaları birbiriyle birleşerek, toprağı, taşı ve kaya parçalarını sürükleyecek kadar kuvvete sâhib olur ve bunları derelere, ırmaklara, nehirlere kadar götürürler. Bu akarsular vâsıtasıyla da özellikle toprak kısım denizlere kadar taşınır ve orada erozyon olayı son bulur.
Arazinin yüzünün ot ve ağaçlarla örtülü olduğu kısımlarda yağmur sularının bir kısmı ot ve ağaçların kökleri aracılığıyla toprağın iç kısımlarına geçmekte ve bir kısmı da toprağı yerinden oynatmadan otların yüzünden kayıp akmaktadır.
Yağmur sularının ve bunların birleşmesiyle meydana gelen akarsuların denizlere kadar sürükleyip zâyi ettiği toprak, humus denilen ve bitkilerin asıl muhtaç olduğu yüzeydeki bitkisel topraktır. Humusu olmayan bir ârazide, ne ot ne de ağaç yetişmektedir. Böyle bir arazi kıraç veya çöl olarak adlandırılmaktadır.
Erozyonlar etkenlerine göre ikiye ayrılırlar:
a. Fiziksel erozyon: Mekanik erozyon da denir. Atmosferdeki ısı değişiklikleri ve akarsuların etkisi taş ve mineralleri parçalayıp ufaltır.
b. Kimyasal erozyon: Karbondioksitli suların bazı kayaları eritmesi (kalker) bâzılarının da minerallerinin bileşimini değiştirmesi (feldispatların kaolene dönüşmesi) ile olur.
Genel olarak yukarıdaki iki tip erozyon birbirinin devamıdır.
Tabiatta görülen erozyon çeşitleri ise şunlardır:
A. Atmosfer erozyonu: Havada ısı değişikliği, rüzgarlar, donma olayı ve çözünmeler, güneş ışınları, taşların parçalanmasına ve aşınmasına sebep olur. Taşların rengi fizikî aşınmayı etkiler. Koyu renkli taşlarda ısı absorbsiyonu daha çok olduğundan daha fazla ısınır. Böylece açık ve koyu renkli mineraller arasındaki genleşme ve sıkılaşma farkı büyür. Böylece parçalanma olayı meydana gelir. Bu olaya daha çok yarı kurak bölgelerde, çöllerde rastlanır.
B. Yağmur sularının erozyonu: İçinde CO2 (Karbondioksid) bulunan suların kalker ve jips gibi eriyebilen tabakalarda yapmış olduğu kimyasal erozyondur.
C. Akarsuların erozyonu:
1. Seller: Dik yamaçlardan hızla akan geçici ve dengesiz akarsulardır. Bir selde üç kısım vardır: a) Suların biriktiği kısım ki, buna sel havuzu denir. b) Yamaç boyunca suların aktığı kısım ki buna kanal veya sel yatağı ismi verilir. c) Sürüklediği malzemeyi bıraktığı kısım ki buna sel veya birikinti konisi denir.
Hiç şüphesiz ki sellerin aşındırması hızlarına bağlıdır. Sel erozyonunun karakteristik ve güzel misâli, Ürgüp civârındaki peribacalarında görülür.
2. Nehirler: Devamlı ve dengeli akarsulardır. Taşkınlar dışında yatağı bellidir. Nehirlerde aşınma geriye doğrudur. Bu aşınma sonucu ise nehir denge profilini kazanmaya başlar. Bir nehir yatağının iki tarafında ve yüksekte kalan eski yatak parçaları taraça ismini alır.
D. Denizlerin erozyonu: Denizlerin yaptığı erozyona abrozyon denir. Denizler, sürükledikleri çakıllarla ve dalgalarla fiziksel ve kimyâsal aşındırma yaparlar. Fiziksel aşındırma, dalgaların sürüklediği çakıl ve kumlarla olur. Bunlar sahillerin dik kısımlarına vurarak orayı aşındırırlar. Üst tarafta isnatsız kalan kısım çöker. Böylece falezler meydana gelir. Bunun sonucu ise kıyı geriler.
Deniz suları kimyâsal aşındırma ile de sâhildeki kayaları eriterek oyuk ve mağaralar meydana gelmesine sebep olurlar. Ayrıca taşların çatlakları arasında birikmiş olan tuzlar, tıpkı buz gibi ısı farkı sebebiyle hacmi büyüyerek taşların parçalanmasına sebep olurlar. Dalgaların hidrolik etkileri, dalganın şiddetine, yâni dalga yüksekliğine ve uzunluğuna bağlıdır.
E.Rüzgâr erozyonu:Rüzgârlar, yarı kurak ve kurak bölgelerde yapmış oldukları aşındırma ile topoğrafyada bazı şekillerin ortaya çıkmasına sebep olurlar ve bazı çökükler meydana gelir. Aşındırma iki türlüdür:
1. Deflâsyon: Toz, kum ve hattâ çakılların rüzgâr tarafından bir yerden diğer yere taşınmasıdır. Daha çok kurak bölgelerde görülür. Çünkü kurak bölgelerde, kuru, bitkisiz bir zemin, toz kum ve alüvyon gibi çimentolanmış çökükler bulunur ve kuvvetli rüzgârlar vardır. Deflasyonun şiddeti taşıma gücüne bağlıdır. Rüzgâr taşıdığı toz ve kumları bir yerde biriktirerek kumul denilen kum tepelerini meydana getirir.
2. Korozyon: Rüzgârların oyma, çizme ve cilâlama olayıdır.
F. Canlıların erozyonu: Hayvanlar ve bitkiler, taşların parçalanmasında ve ayrışmasında kendi çaplarına göre rol oynarlar. Bitkiler bulundukları yerleri nemli tuttuklarından suyun eritici etkisini kolaylaştırır. Bu etki, bitkilerin çürümesiyle meydana gelen humus asiti yardımıyla daha da artar. Büyük ağaçların ve bitkilerin kökleri, taşların çatlak ve yarıkları arasına girerek onların mekanik olarak parçalanmasına sebeb olurlar. Hayvanlar ise yuvalarını taşların içine yaparak taşları oyarlar. Bu oyuklar suların buralara kolayca girmesini sağlar ve böylece etki daha da içerilere doğru ulaşır.
Türkiye’de erozyon sebepleri: Sel sularının vadilerdeki tarlaları, bağları, bahçeleri söküp götürmesi bir fâciadır. Yamaçlar ve vâdileri bu hâle sokan erozyonun sebepleri şöyle sıralanabilir:
1.Yanlış otlatma: Hayvanlar ilkbaharlarda çok erken otlatmaya çıkarılır. Otlar henüz kar altında filiz halindeyken, daha yetişmeden hayvanlar tarafından yenilir. Bu yüzden de otlak bütün yıl otsuz çıplak kalır.
2. Yanlış ekim yapma:Normal bir tarımda arazinin eğimine göre ekin, ot ve ağaç dikimi tesbit edilir. En fazla % 10 eğimli bir yere ekin ekilir. % 20’ye kadar eğimli olan yer, otlak olarak kullanılır. Ondan daha fazla eğimli yerler ormana bırakılır. Oysa bizde, fundalığın veya ormanın sökülebilen % 45 eğimli yerine dahi ekin ekilmektedir. Eğimli arazide saban izlerinin tesviye eğrilerine paralel olması gerekirken, tersine yukarıdan aşağıya bir oluk şeklindedirler ve yağan yağmur suları buralardan aşağılara kolayca toprağı sürükler.
Toprak korumayı ele almış memleketlerde, arazinin belli eğimine göre ekim, ot veya ağaç yetiştirileceği kânunlarla tesbit edilmiştir.
3. Orman yangınları ve kaçak ağaç kesimleri: Yakacağı olmayan veya yakacak odun kesmeyi ve satmayı bir geçim yolu hâline getiren köylü, izinli odun kesemezse, yangın çıkarmayı kendinde hak görmüştür. Kaçak ağaç kesmek de aynı sebebe dayanır.
4. Başıboş keçi: Fundalıkların ve özellikle yeni yetişen ormanların baş düşmanı keçidir. Keçi, ağaçların yaprak ve filizlerini yemeyi sever. Filizi ve yaprağı kopmuş bir dal veya fidan ise artık yetişme özelliğini kaybeder.
5. Kökleme: Kökleme, fundalıktan ve ormandan ağaçları kesmek ve köklerini söküp çıkararak o yeri tarla hâline sokmaktır. Tarla hâline sokulan bu gibi yerlerden eğim derecesine göre, 5-20 yıl faydalanılır. Ondan sonra bu yer işe yaramaz hâle geldiği için terk edilir.
Erozyon kontrolü için bölgedeki arazi kullanma tipinin değiştirilmesi ve böylece erozyona maruz alanların ormanlık veya mer’a hâline getirilmesi bir çâre olarak düşünülebilir. İkinci bir çâre, bölgenin teraslar, enine sürme, şeritler hâlinde sürme ve enine kanallarla donatılması gibi usûllerle erozyona dayanıklı hâle getirilmesidir. Üçüncü olarak sedler çevre hendekleri, drenaj gibi mühendislik yapımlarıyla aşırı suyu tutup uzaklaştırarak bölgeye gelecek zararı önlemektir. Böylece arâziler ıslah edilerek erozyondan fazla zarar görmez hâle gelir. Söz konusu edilen birinci ve ikinci çâreler arâzi kaybını önlemede üçüncüye nazaran daha tesirlidirler.
Bu usullerin sonucu, taşkınlar ve ortaya çıkacak diğer zararlar da önlenir. Bölgedeki değişiklikler bölgenin suları uzaklaştıran ana kanalın (boşaltıcının)rejiminde de değişikliklere sebep olur. Nehir rejimindeki bu değişiklikler toplam kullanılabilir su miktarına da tesir edecektir. Bu bölgede büyük çapta havza gelişimi plânlaması yapılırken bu etkiler çok dikkatli şekilde incelenmelidir. Yağışlı bölgelerde su temini yönünden fazla bir ters etki görülmemekle berâber, kurak iklimlerde su havzası idâresi plânlanmasındaki önem dolayısıyla ciddi ters etkiler ortaya çıkabilir. Mevcut suyun tamâmından faydalanılıyorsa, toplam havza verimindeki belirli bir azalma büyük önem taşıyabilir. Su akımının bütün ihtiyaçları karşılamağa yetmediği bir bölgede su haklarıyla ilgili olarak mevcut suyun dağıtımında sıkı tedbirlerin alınması gerekir. Böyle yerlerde maksimum (debilerin) tutulması ve depo edilmesi birçok tüketiciler yönünden önem taşır.
Yurdumuzda, özellikle İç Anadolu’da, Konya ilinin Karapınar dolaylarında rüzgar erozyonu meydana gelmektedir. Suların sebep olduğu erozyon, bütün Türkiye sathında, özellikle dağlık bölgelerde ortaya çıkmaktadır. Devlet Su İşlerinin yaptığı etütlere göre, Dicle, Fırat, Seyhan, Ceyhan, Yeşilırmak, Kızılırmak ve Sakarya nehirlerinin her yıl sürükleyip denizlere götürdüğü humus toprağının toplamı 441 milyon tondur. Bu toprağın yok olması sonucu, 45-50 yıl önce bağlık, bahçelik ve tarımsal verimi çok yüksek olan araziler, şimdi tamamen kıraç topraklar haline gelmiştir. Bunun Türkiye’deki başlıca sebebleri, yukarıda açıklanmıştır. Orta Anadolu’nun dağlık kısımları, Güney Anadolu’da Toroslar, Karadeniz’in sahile paralel uzanan dağları, Marmara ve Ege sahilleri kökleme adı verilen ormanı tarlalaştırma işleminin uygulanması sonucu, büyük bir erozyona maruz kalmıştır. Düzce, Hendek, Bolu Dağları, İzmir Körfezinin karşı kıyıları ve Uludağ bu uygulama sonucu bölge bölge kıraçlaşmış alanlara sahip hale gelmiştir. Söz konusu bu uygulama özellikle, Karadeniz sahillerinde iklimi bile etkisi altına almıştır. Güney, Batı ve Orta Anadolu’nun orman ve fundalıklarında da bu olay büyük çapta süregelmektedir.
Bugün dünyâdaki nüfûsun üçte biri yetersiz gıda almakta ve üçte biri ise orta gıda alabilmektedir. Yetersiz gıda alan Hindistan, Malezya, Yemen, Afrika ve Güney Amerika ülkelerinde her yıl binlerce insan açlıktan ölmektedir. Ülkemizde de yıllık yaklaşık bir milyar ton verimli toprak kaybının önlenerek , ileride çıkması muhtemel beslenme problemlerine karşı şimdiden tedbir alınması ve erozyonun önlenmesi için mümkün olduğu kadar gayret sarfedilmesi büyük önem taşımaktadır.
Japonya ziyâreti dönüşü batan Türk gemisindeki 587 kişinin şehid olması. 1887 yılında Japonya İmparatorunun amcası bir harp gemisiyle İstanbul’a ziyârete gelmişti. Bu dostluk ziyâretine karşılık vermek, Hind ve Pasifik Okyanuslarında Türk bayrağını dalgalandırmak ve oralardaki Müslüman halkı halîfeye bağlamak düşünceleri ile geziye karar verildi. Sultan Abdülhamîd’in emriyle karar verilen bu ziyâret için Ertuğrul Firkateyni görevlendirildi. İstanbul tersanelerinde yapılan bu savaş gemisi, 2344 tonluk olup hem yelken hem de makina ile hareket ediyordu. Esas yelkenli olan bu geminin 600 beygir gücündeki makinası yardımcı vazîfe görüyordu.
15 Temmuz 1889 günü o yıl Heybeliada’daki Bahriye Okulunu bitiren genç teğmenlerin hepsi gemi komutanı Yarbay Ali Beyin idâresinde İstanbul’dan hareket ettiler. Kâfile başkanı Albay Osman Bey dâhil gemide 1092 kişi bulunuyordu. Gemi, Aden, Cidde ve Bombay’a uğrayarak yoluna devâm ediyordu. Uğrak yerlerindeki Müslüman halk Türk denizcilerine çok yakınlık gösteriyordu. Gemi Seylan Adası, Singapur, Saygon, Hong-Kong limanlarına uğradıktan sonra 28 Haziran 1889’da Japonya’nın Yokohama limanına ulaştı.
Amiral ve emrindeki heyet İmparator Meji tarafından Tokyo’daki sarayında kabul olundu ve kendilerine birer nişan verildi. Ertuğrul personeli, Japonya’da kaldığı üç ay içinde en îtibârlı misâfirler olarak muâmele gördüler. Gittikleri her yerde derin bir ilgi ile karşılandılar.
Normal dönüş zamânında kâfileden 37 kişi koleraya tutulduğundan Yokohama’da 33 gün karantinada kalındı. 15 Eylül 1889’da Yokohama’dan hareket eden Ertuğrul gemisi iki gün sonra fırtınaya tutuldu. Fırtına şiddetlenerek tayfun hâline geldi. Arka direk kırılınca açılan deliklerden makina dâiresine su doldu. Bu durum gemi idâresinin tamâmen kaybolmasına sebeb oldu. Gemi, Oskima burnundaki kayalıklara doğru sürüklenerek 18 Eylül 1889 günü battı. Amiral Osman Bey dâhil 587 kişi şehid oldu.
Şehitlerin cesetleri ve vücut parçaları Japon köylülerince ve sağ kurtulan Türk denizcilerince toplanarak adada bulunan fener yakınındaki hâkim bir tepeye gömüldüler.
Sağ olarak kurtulanlar ise yaralı vaziyette iki Japon harp gemisi tarafından birkaç haftada Çanakkale Boğazına kadar getirildi. Bu gemiler 2 Şubat 1890’da Dolmabahçe önüne ulaştılar. Sultan İkinci Abdülhamîd Han da, Japon İmparatorunun Türk deniz âilesine gösterdiği yakınlık ve sevgiyi fazlası ile göstererek Türk-Japon sevgi ve işbirliğinin temelini attı.
Japonlar Kaşımazaki Fenerinin 300 metre güneydoğusundaki bir yere denizcilerimizin hâtıralarına hürmeten âbide diktiler.
Osmalı Devletinin kurucusu olan Osman Gâzinin babası. Oğuzların Bozok koluna bağlı Kayı boyundan Süleyman Şahın oğludur. Cengiz’in İslâm memleketini talan ettiği sırada babası, Selçuklu topraklarında yaşamak üzere kabîlesiyle berâber ülkesini terk etmiş, Amu Deryâ’yı geçip, Oğuzların yoğun olduğu Ard havzasına gelmişti. 1220’lerde Horasan’ın kuzey sınırına, oradan Karakum Gölünün güneyine, oradan da Merv yoluyla Ahlat’a ulaşmıştı. Moğol ateşinin Doğu Anadolu’yu da sarması üzerine kabîlesine daha uygun bir yer arayan Süleyman Şah, Rakka civarında Ca’ber Kalesi yakınında Fırat Nehrinden geçerken boğuldu.
Babalarının vefâtından sonra, Ertuğrul Gâzi kabîleye reis seçildi. Ağabeyleri Sungur Tekin ve Gündoğdu, kendilerine tâbi kabîle mensuplarıyla berâber Ahlat’a geri döndüler. Ertuğrul Gâzi ise, kardeşi Dündâr Beyle berâber batıya hareket etti.
Sivas yakınlarında konakladıkları sırada Selçuklu ordusu ile büyük bir Moğol birliğinin savaşına şâhid oldular. Selçukluların yenilmekte olduğunu görünce, yiğitlik ve mertlik esaslarına göre, kuvvetleriyle onların yardımına koşan Ertuğrul Gâzi gâlip gelmelerini sağladı. Bunun üzerine Selçuklu Devletinin hükümdârı bulunan Sultan Alâeddîn, Ertuğrul Gâziye iltifât ederek hil’at gönderdi ve Ankara yakınındaki Karadağlar mıntıkasını ıktâ olarak verdi (1230). Ertuğrul Bey, bir müddet burada kaldıktan sonra, oğlu Savcı Beyi Konya’ya gönderince, Bursa ile Kütahya arasındaki Domaniç Dağları yaylak, Söğüt ile Karacaşehir kışlak olmak üzere kendilerine verildi. Bunun üzerine Ertuğrul Gâzî aşiretiyle berâber gelip, Söğüt ve Domaniç’e yerleşti. O civarlarda oturan Afşar (yâhut Alişar) ve Çavdar aşîretlerinin etrâfa verdikleri zararlara mâni oldu. Hıristiyan tekfûrlarla da iyi geçinmeye dikkat etti. Adâleti, halka olan iyi muâmele ve yardımcıları o kadar çoktu ki, Hıristiyan tebea bile kendisini sevip sayıyordu. Ertuğrul Gâzinin günden güne kuvvetlenmesi Karacahisar tekfûrunu kendisine cephe almaya yöneltti. Bunun üzerine Ertuğrul Gâzi Konya’ya giderek Sultan Alâeddîn’i bu hisarın fethine teşvik etti ve berâberce gelerek Karacahisar’ı kuşattılar. Moğolların Konya Ereğlisi’ni kuşatması üzerine, Sultan Alâeddîn geri döndü. Ancak Ertuğrul Gâzi muhâsaraya devâm etti. Bir müddet sonra kaleyi fetheden Ertuğrul Gâzi, tekfûru ve diğer esirleri kardeşi Dündar Gâzi ile birlikte Konya’ya Sultan’a gönderdi.
Ertuğrul Gâzi Selçuklu Sultânı Alâeddîn’in vefâtına kadar altı sene etrâfın fethi ve İslâmiyetin yayılması için bütün gayreti ile çalıştı. Sultânın vefâtından sonra, Selçuklu hükümdârları arasındaki taht ve taç kavgalarına karışmayarak Söğüt uç bölgesinde tekfûrlarla mücâdeleye devâm etti. 1281 yılında 92 veya 96 yaşındayken Söğüt’te vefât ederek oraya defnedildi.
Ertuğrul Gâzi, çevresinde bulunan beyliklerden devletlerin durumlarını ve siyâsî şartlarını gâyet iyi değerlendirirdi. Komşuları ile dâimâ iyi geçinerek aşîret ve tebeasını güçlü bir durumda huzûr ve râhat içinde yaşattı. Çok cömert olan Ertuğrul Gâzi, fakirlere, düşkünlere dâimâ yardım ederdi. Yarım asır adâletle idâre ettiği bölgede Hıristiyanlara da İslâmiyeti sevdirdi.
Ertuğrul Gâzinin ölümünden sonra, küçük oğlu Osmân Gâzi, kavim ve kabîlesinin reisi oldu. Osman Beyin bağrından çıkarak denizleri, diyarları, kıtaları ve ülkeleri muhteşem dalları arasına alacak olan çınarın kökü toprağa yayılmaya başladı. Öyle ki, bu çınarın gölgesi altında bütün insanlık, Asr-ı Saâdetten sonra, bir daha görüp hayâl edemediği bir şekilde tam altı asır yaşadı.