EMÎR KÜLÂL
Evliyânın büyüklerinden. İnsanları Hakk’a dâvet eden, doğru yolu göstererek saâdete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen âlim ve velîlerin on dördüncüsüdür. Hazret-i Hüseyin’in soyundan olup, seyyiddir. Çömlekçilik yaptığı için “külâl” lakabı ile meşhûr olmuştur. Babası Seyyid Hamzâ Medîne’den gelip, Buhârâ’nın Efşene köyüne yerleşmiş, sâlih bir zâttı. Evliyânın meşhurlarından Muhammed Bâbâ Semmâsî’nin talebesi ve Behâeddîn-i Buhârî Nakşîbend hazretlerinin hocasıdır. Buhârâ’nın Sühârî kasabasında doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1370 (H.772) senesinde Sühârî’de vefât etti. Kabri oradadır.
Annesi Emîr Külâl’e hâmileyken, şüpheli bir lokma yese, karın ağrısına tutulur, o lokması mîdesinden geri çıkmadıkça, ağrıdan kurtulamazdı. Bu hâl üç defâ başına gelince, çok temiz ve hayırlı bir çocuğa hâmile olduğunu anladı. Bundan sonra yediği lokmaların helâlden olmasına daha çok dikkat edip, ihtiyâtlı davrandı.
Emîr Külâl, henüz on beş yaşlarındayken, güreşmeye heves etmiş ve bu işle meşgul olmaya başlamıştı. Bir gün er meydanında güreş tutmakta ve büyük bir kalabalık da onu seyretmekteydi. Zamânın büyük âlim ve mürşid-i kâmili olan Muhammed Bâbâ Semmâsî, tam güreş sırasında oradan geçiyordu. Durup, uzun müddet ayakta onu seyretti. Yanında bulunan talebeleri bu hâle şaşıp, kendi kendilerine; “Acabâ bu işle meşgul olanları seyretmesinin sebebi nedir?” diye düşündüler. Muhammed Bâbâ Semmâsî, yanında bulunan talebelerinin kalplerinden geçeni anlayıp buyurdu ki: “Bu meydanda öyle bir mert vardır ki, pekçok kimse onun sohbetinin bereketiyle evliyâlık konaklarının üstün mertebelerine kavuşacaktır. Onu bulunduğumuz yola bağlamak istiyorum. Onlar böyle konuşurken, Emîr Külâl’in gözleri Muhammed Bâbâ Semmâsî’ye takıldı. Görür görmez, birdenbire kalbi ona tutulup değişiverdi. Hemen koşup yanına yaklaştı. Muhammed Bâbâ Semmâsî’nin elini öptü. O güne kadar yaptığı bütün hatâ ve günâhlardan tövbe etti ve Muhammed Bâbâ Semmâsî’ye sâdık bir talebe oldu. Yirmi sene sohbetine ve derslerine devâm etti. Hocasının vefâtından sonra, yerine geçip, irşâda başladı. İnsanların İslâm ahlâkı ile ahlâklanmasını, kalbin ve rûhun kötü huylardan arınmasını, Allah rızâsı için güzel iş ve ibâdet yapmayı sağlayan ve bu iş için lâzım olan bilgileri öğreten tasavvuf ilminde çok talebe yetiştirdi. Pekçok kerâmetleri görüldü.
Şâh-ı Nakşibend Bahâeddîn-i Buhârî, Emîr Kilân, oğlu Emîr Hamza ve Timur Han da, talebeleri arasındaydı. Bilhassa Bahâeddîn-i Buhârî, onun vâsıtasıyla aldığı feyzleri yüz binlerce Müslümanın gönlüne akıttı.
Emîr Külâl hazretleri, ölüm hastalığındayken, talebelerine şöyle vasiyet etti:
Ey kıymetli talebelerim! İlim öğrenmekten ve Muhammed aleyhisselâmın yoluna tâbi olmaktan aslâ ayrılmayınız. Bu, mümin için bütün saâdetlerin ve nîmetlerin vâsıtasıdır. Bunun için Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “İlim öğrenmek, her Müslüman erkek ve kadına farzdır.” Yâni her Müslüman erkeğin ve kadının, kendine lâzım olan din bilgilerini öğrenmesi farzdır. Bunlar, sırasıyla şunlardır:
1) Îmân ve îtikat bilgileri, 2) Namazla ilgili bilgiler, 3) Oruçla ilgili bilgiler, 4) Zengin ise, zekât ile ilgili bilgiler, 5) Eğer zengin ise, hac ile ilgili bilgiler, 6) Ana-baba hakkını öğrenmek. Allahü teâlânın kendisinden râzı olmasını isteyen annesinin ve babasının rızâsını kazanır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; “Allahü teâlânın rızâsı, ana-babanın rızâsını kazanmakla elde edilir.” buyurdu. Bu bakımdan, anne-babanın hakkını gözetmek mühimdir. 7) Sıla-i rahm (akrâbayı ziyâret), 8) Komşu hakkını gözetmek, 9)Lâzım olan alış-veriş bilgilerini öğrenmek, 10) Helâli ve haramları öğrenmek. Çünkü insanların çoğu, bilmediğinden ve bildiği ile amel etmediğinden helâk olmuştur.
İyi biliniz ki, dünyâyı ve dünyâya düşkün olanları sevmeniz, Allahü teâlânın râzı olduğu yolda yürümenize mânî olan büyük bir engeldir. Dâimâ Allahü teâlâyı hatırlayıp, O’nu zikrediniz ki, dîninizi dünyâya değişmemiş olasınız. Her hâlde Allahü teâlâdan korkunuz, hiçbir ibâdet Allah korkusundan daha tesirli değildir. Allahü teâlâdan korkan kimseden çekininiz. Allahü teâlâdan korkmayan kimseden ise, korkmayınız.
Biliniz ki, kalbin, dilin ve bedenin temiz olması, helâl lokma yemeye bağlıdır. Helâl lokma yiyen insanın mîdesi, içinde temiz su toplanan havuz gibidir. Bu havuzdan etrâfa temiz su dağılır ve bu su ile çiçekler yetişir, ağaçlar meyve verir, ondan istifâde edilir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: “Bir kimse, hiç harâm karıştırmadan, kırk gün helâl yerse, Allahü teâlâ onun kalbini nûr ile doldurur. Kalbine nehirler gibi hikmet akıtır. Dünyâ muhabbetini kalbinden giderir.”
Câhiller ile görüşmek, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Simâ’ yapıyoruz diyerek hoplayıp zıplayan kimselerin meclislerinden uzak durunuz. Onlarla oturmayınız. Onlarla sohbet, kalbi öldürür. Bunun için bu yolun büyükleri, bu işten uzak durmuşlardır. Gerçekten simâ’ hâlinde olan kimsenin hâli öyledir ki, o anda bıçak çalsan haberi olmaz. Eğer böyle olursa, o kimsenin sima’ hâlinde olduğu anlaşılır...”
Emîr Külâl hazretleri vasiyetini tamamladıktan sonra, oğlu Emîr Hamza’yı yerine halîfe seçerek, bunu öteki oğulları ile talebelerine bildirdi. Perşembe günü sabaha doğru vefât etti.
Osmanlıların kuruluş devrini yaşamış olan büyük âlim ve evliyâ. Yıldırım Bâyezîd Hanın dâmâdıdır. Nesebi (soyu) hazret-i Hüseyin’e dayanır. İsmi, Muhammed bin Ali, lakabı Şemsüddîn’dir. 1368 (H.770) târihinde Buhârâ’da doğdu. 1430 (H. 833) târihinde Bursa’da taûn hastalığından vefât etti. Kendi ismiyle anılan câmi yanındaki türbesinde medfûndur. Ziyâret edenler mübârek rûhundan feyz almaktadır.
Emir Sultan, âlim ve ilim menbaı olan Buhârâ’da yetişti. Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvverede ilim tahsil etti. Medîne-i münevvereye yerleşmek ve ömürlerinin sonuna kadar orada kalmak niyetindeyken, bir rüyâ gördü. Rüyâsında Peygamber efendimiz ile hazret-i Ali yanyana oturmuşlardı. Yanlarına vardı ve diz çöküp oturdu. Hazret-i Ali ona; “Ey oğlum! Sana cenâb-ı Hak tarafından ceddin Muhammed’in (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnetini, takvâ yoluyla öğretmen için Rûm iline gitmen işâret olundu. Önünde giden nûrdan üç kandil belirecek, o kandiller nerede gözünden kaybolursa orada kalacaksın. Mezârın da orada olacak” dedi. Emir Sultan uykudan uyanınca; “Demek ki takdîr-i ilâhî böyle” diyerek yola çıktı. Hazret-i Ali’nin dediği gibi, üç kandil ona kılavuzluk etti. Bursa’ya geldiği zaman, önündeki nûrdan üç kandil, pınar başında üç servi civârında fakirler için tahsis edilmiş eski bir kilisenin yanında kayboldular. Böylece Emir Sultan Bursa’ya yerleşti.
Bursa’da Şemseddîn Fenârî’den ders aldı ve icâzet diploması hocası tarafından yazıldı. Başta Yıldırım Bâyezîd Han olmak üzere, Bursalıların sevgisini kazandı. Sultan Yıldırım Bâyezîd Hanın kızı Hundi Hâtunla evlendi. Sultan Yıldırım Bâyezîd Hana Abbâsî halîfesi tarafından Sultân-ı İklim-i rûm ünvânı verildiğinde, kılıcı Pâdişah’a Emir Sultan kuşattı.
Emir Sultan, Kerâmetler Sultânı diye de anılmıştır. Zamânındaki Osmanlı sultanları kendisine hürmet eder, sefere çıkacaklarında huzûruna gelip, mübârek duâsını alırlardı. Onun eliyle kılıç kuşanırlardı. Emir Sultan hayâtı boyunca din ve vatan için yapılan gazâları teşvik etti. Talebelerine bu işlerin kudsiyetini devamlı anlatırdı. Vefâtından sonra bile mânevî yardımlarının serhat boylarındaki gâziler tarafından görüldüğü devamlı anlatıla gelmiştir.
Emir Sultan hazretleri çok gayret göstermesine rağmen, Timur-Yıldırım çarpışmasının önüne geçemedi. Savaş Emir Sultan’ın işâret ettiği gibi Yıldırım Bâyezîd’in aleyhine sonuçlandı.
Ledünnî ilme sâhib olan Emîr Sultan hazretlerinin çok kerâmeti görülmüştür.
Bursa’da Yıldırım Bâyezîd Han tarafından yaptırılan Ulu Câminin açılışında bulundu.
Emîr Sultan hazretleri, devamlı olarak sazdan örülmüş hasır üzerinde otururdu. Mübârek dudakları devamlı hareket eder ve şu şiiri sık sık söylerdi.
Eğer gönlün benimle olursa
Yemen’de olsan bile yanımdasın
Eğer gönlün benimle değilse
Yanımda olsan bile uzaktasın
Dinle bak Hak ne hoş söyledi
Zebur’unda Dâvûd’a buyurdu
Düşman ol önce nefs belâsına
Ondan, bana uymakla kurtulasın
Gel şimdi sen de düşman ol nefsine
Zâyi eyle onu her ne dilerse
Sen bu işte atarak riyâyı
Kendine rehber kıl evliyâyı
Eğer anlarsan budur sana ol
Nefsinin şerrinden halâs ol
Nefsinin murâdından uzak dur
Düşersen eğer şeytana uzak dur
Alm. Emission, Ausgabe, Fr. Emission, İng.Issue. Türkçe karşılığı “ihraç demek olan emisyon kelimesi yabancı dillerde “çıkarmak, yaymak, tedâvüle çıkarmak” anlamında kullanılır. Kâğıt paranın, tahvillerin, hisse senetlerinin ilk defâ piyasaya sürülmesi emisyondur. Ufaklık paranın piyasaya çıkarılmasında emisyon terimi kullanılmaz. Merkez Bankasının piyasaya sürdüğü toplam kâğıt para miktarı, emisyon hacmini ifâde eder.
Emisyona Merkez Bankası yetkilidir. Emisyon Merkez Bankasının aktif ve pasifindeki gelişmelerin sonucu oluşur. Merkez Bankası mevduatı arttığı zaman emisyon ihtiyâcını azaltan, azaldığı zaman emisyon ihtiyâcını arttıran bir faktördür.
Merkez Bankasının para basması doğrudan emisyon hacmini arttırmayabilir. Büyük ölçüde para basıldığı halde bunun tamâmı piyasaya sürülmemiş olabilir. Buna karşılık hiç para basılmadığı halde, Merkez Bankası depolarda bulunan paraları piyasaya sürerek emisyon hacmini arttırabilir.
Merkez Bankasının çıkardığı kâğıt para miktarı, ekonominin ihtiyâcı düzeyinde kalmalı; fazla veya eksik olmamalıdır. Bu bakımdan TC Merkez Bankası Kânunu, bankanın hangi hallerde ve ne miktarda kâğıt para basabileceğini açık bir şekilde belirlemiştir. Buna göre banka başlıca üç şekilde kâğıt para çıkarabilir:
1. Altın ve döviz karşılığı emisyon: Merkez Bankası, gerçek ve tüzel kişilerin getireceği altın ve dövizlerin değeri kadar kâğıt para piyasaya sürebilir. Banka, satın aldığı bu altın ve dövizi kâr payı da dâhil olmak üzere ithâlâtçılara satarak, piyasaya sunduğu paraların geri dönmesini sağlar.
2. Reeskont karşılığı emisyon: Bankalara iskonto yoluyla intikal etmiş kısa ve orta vâdeli ticârî ve sınâî senetlerin bir kısmını ilgili bankalar Merkez Bankasına iskonto ettirebilir. Bu reeskont işlemiyle Merkez Bankası, piyasaya ek para sürerek emisyon hacmini arttırabilir.Ticârî senetlerin vâdesi geldiğinde tahsil edilir, dolayısıyla bu yoldan piyasaya sürülmüş para Merkez Bankasına geri döner. Banka, reeskonta kabul ettiği senet miktarını azaltmak veya arttırmak yoluyla emisyon hacmini değiştirebilir.
3. Hazineye açılan krediler karşılığı emisyon: Devletin yıl içindeki gelirleri bâzı aylarda giderlerini karşılamayabilir. Ortaya çıkan nakit açığını Hazine, Merkez Bankasından alacağı kısa vâdeli kredilerle kapatma yoluna gider. Daha sonra gelirin fazlalık verdiği aylarda borcunu öder. Merkez Bankası, kamu hizmetlerinin zaman ve mekana göre sürekliliğini sağlamak amacıyla, hazineye, câri yıl genel bütçe ödeneklerinin % 15’i kadar kısa vâdeli avans verebilir ve piyasaya kamu iktisadi teşebbüslerine Hazine Kefâletini Hâiz Bonolar karşılığında doğrudan açılan krediler oranında para sürebilir.
TC Merkez Bankası, 1970 târih, 1211 sayılı kânuna göre, emisyon ve kredi hacmini ekonomik ihtiyaca uygun şekilde düzenlemekle görevlidir.
(Bkz. Tulumba)
Alm. Sicherheitspolizei (f), Fr. Police (f), de sûrete, İng. Security police. Devletin iç güvenliğini temin eden teşkilât. Osmanlı Devletinin kuruluşundan bu yana devlet teşkilâtı ve sosyal müesseseler içerisinde zâbıta kuruluşu da devletin gelişmesine paralel bir yön tâkib etmiş ve diğer ülkelerde rastlanmayan bir olgunluğa erişmiştir. Devletin çözülüş döneminde bu teşkilât da iç ve dış tesirlerle yeni şekillere girmek ve değişikliklere uğramak sûretiyle yeniden düzenlenme devrelerini geçirmiştir. Askerî ve mülkî teşkilâtın yanında zâbıta kuruluşları da zamanın îcaplarına uydurulmuştur.
Subaşı: Türk zâbıta târihinde önemli bir rol oynayan ve târih boyunca çeşitli şekil ve sıfatlarda görünmekle berâber dâimâ zâbıta işlerinin başında bulunduğu anlaşılan Subaşı, ilk zâbıta âmiri olarak kabul edilmektedir.
Osmanlılar devrinin ilk dönemlerinde Subaşılar, güvenlik işlerine bakmakla beraber, belediye zâbıtası hizmetlerini de yürütmüşlerdir.
Osmanlı Devletinin kuruluşunda her kasabada birer Kâdı ve Subaşı bulunurdu. Kâdı mülkî işlere bakardı. Kasabanın huzûr ve güvenini, Kâdının verdiği hükümlerin yerine getirilmesini, aynı zamanda bir askerî âmir olan Subaşılar sağlardı.
Sancakların başındaki Sancak Beyleri ile eyâletlerdeki Beylerbeyleri, emirleri altındaki askerlerle bölgelerinin güvenliğini sağlıyorlardı.
Yeniçeri döneminde zâbıta:Yeniçerilerin kuruluşundan sonra âsayîş bunlar tarafından sağlandı ve Yeniçeri Ağaları kumandanlık yaptı. Yeniçeri ağaları hükümet merkezinin güvenliğinden mesûl kimselerdi.
İstanbul’un fethinden sonra bu şehir 5 büyük zâbıta bölgesine ayrıldı. Bu bölgeler:
1)Yeniçeri Ağasına ayrılan bölge,
2) Cebecibaşına ayrılan bölge,
3) Kaptanpaşaya ayrılan bölge,
4) Topçubaşına ayrılan bölge,
5) Bostancıbaşına ayrılan bölge, olarak bilinmektedir.
Bu zâbıta bölgeleri dışında, yalnız kendi kesimlerinin güvenliğini sağlayan ve Usta denilen memurlar da vardı.
Birçok semtlerde o bölgenin en büyük zâbıta âmirinin emrinde kolluklar yâni bugünkü tâbirle karakollar bulunurdu. Buralarda zâbıta hizmetlerini yürüten ve Kollukçu denilen kişiler vazife yapardı.
Kale kapısına muhâfızlık eden kollukçulara da Yasakçı denilirdi.
Zâbıta Makamları
Sadrâzam: Devletin iç ve dış güvenliğini sağlayan en yüksek makam. Sadrâzamlık olduğu için, en büyük zâbıta âmirliği yetkisi de sadrâzama âitti. Kendisi seferde olduğu zamanlar bu yetkiyi Kethüdâ Bey kullanırdı.
Yeniçeri Ağası:İstanbul’un güvenlik işleri ile de alâkası olduğundan, devriye gezerken yolsuz ve kânuna aykırı davranışlarda bulunanları yakaladığı zaman bunları yanındaki falakacılara dövdürür veya hapsettirirdi.
Falakacı:Yeniçeri Ağasının emri altındaki Acemi Oğlanlar falakayı taşır ve bunlara da falakacı denirdi.
Cebecibaşı ve Cebeciler:İstanbul’un Ayasofya, Hocapaşa, Ahırkapı taraflarının korunması ve güvenliğinin sağlanması bunlara âitti.
Kaptanpaşa:İstanbul’un Kasımpaşa ile Galata semtinin güvenlik işlerinden Kaptanpaşa mesul idi. Galata semtinin asayişinden Galata Çavuşu, Kasımpaşa ile yakın sâhillerin âsâyişinden ise Tersane Çavuşu mesul kılınmıştı.
Bu çavuşların emri altında Kalyoncu denilen zâbıta görevlileri vardı.
Topçubaşı ve Topçular:Tophâne semti ile Beyoğlu taraflarının korunması, dirlik ve düzenliğinin sağlanması Topçubaşılarına verilmişti.
Bostancıbaşı ve Bostancılar:İstanbul’un Üsküdar, Eyüp, Kâğıthane, Boğaziçi’nin iki tarafı, Kadıköy, Adalar ve Ayastefanos (Yeşilköy) taraflarının zâbıta işleri Bostancıbaşılara verilmişti. Pâdişâhın saray ve köşklerini de bunlar korurlardı.
Kâdı: Sadrâzam ve Yeniçeri Ağasından sonra, mülkî, adlî ve beledî işlere ve bu arada zâbıta görevlerine de karışan büyük bir âmirdi. Suçluları bizzat sorguya çeker ve hükmünü de kendisi verirdi. Zâbıta âmirliği yetkilerini bilhassa ahlâk zâbıtası hizmetlerinde kullanırdı.
İstanbul şehri, İstanbul-Galata-Üsküdâr-Eyüp olmak üzere dört kâdılığa ayrılmıştı.
Böcekbaşı: Fâilleri ortaya çıkarılamayan suçları tâkib etme, suçluları yakalama ve diğer gizli zâbıta işleri ile vazifeli âmire Böcekbaşı denirdi. Zamanımızın sivil zâbıta görevlilerinin hizmetini görürlerdi. Emirlerinde kadın memurlar da bulunurdu.
Ustalıkla kıyâfet değiştiren bu memurlar kanûn ve nizâmlara aykırı davranışları tesbit ederler, yerinde ve zamanında müdâhale ile birçok yolsuzlukların önünü alırlardı. Bu teşkilât içinde haber alma hizmetini gören ve Çuhadar ünvânı verilen birtakım memûrlar da vardı. Ayrıca, İstanbul’da Sadrâzamın, illerde de vâlilerin emrinde Baştebdil Ağası denilen bir hebar alma şefi bulunurdu.
Yeniçeri Ocağının 1826 târihinde ortadan kaldırılmasından sonra, bunun yerine İstanbul’da Asâkir-i Muntazama-i Hâssa adıyla zâbıta hizmetlerini yürütmek üzere yeni bir teşkilât kuruldu.
Böylece Yeniçeriler ve Yeniçeri Ağasının yerine Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye ve Serasker’in zâbıta hizmetlerini yüklenme dönemi başlamaktadır.
Bu dönemde İstanbul zâbıta hizmetleri İhtisap Nezâreti tarafından yürütülmüştür. Eyâletlerde ise, bu hizmetler Sipahilere bırakılmıştı.
1834 târihinde, Anadou veRumeli’nin bâzı eyâletlerinde Asâkir-i Redife adı ile bir askerî teşkilât kuruldu. Bu askerlerin yönetimi Serasker denilen bir kumandana bırakılmıştı.
Seraskere, eskiden, Yeniçeri Ağasına bırakılan yetkiler verildi. Bu sûretle kendisine hükümet merkezinde İstanbul yakasının en büyük emniyet âmiri sıfat ve yetkileri tanınmış oldu.
Yukarıda belirtildiği gibi; Yeniçeriliğin kaldırılmasından sonra da, eyâletlerde ve İstanbul’da zâbıta hizmetleri ayrı ayrı başlara bağlı olarak yürütülmekteydi.
Teşkilât ve yürütme alanındaki bu farklılığı ortadan kaldırmak maksadıyla ilk defâ, 1845 târihinde, İstanbul’da polis teşkilâtının kurulduğu görülmektedir.
Yayınlanan ilk Polis Nizâmnâmesi 10 Nisan 1845 târihini taşımakta ve polis adı verilen yeni zâbıta teşkilâtının vazifeleri bu nizâmnâmede gösterilmektedir.
Polis Nizâmnâmesinin yayımını ve polis adı verilen zâbıta teşkilâtının kuruluşunu izleyerek, zâbıta hizmetlerindeki karışık yönetimi önleme ve birleştirme amacı ile bir yıl sonra da 1846 yılında ilk defa Zaptiye Müşirliği kuruldu.
Zaptiye Müşirliğiyalnız zâbıta işleriyle uğraşmak üzere kurulmuş yeni bir teşkilât özelliği taşımaktadır.
1879 târihinde kurulan Zaptiye Nezâreti 1909 yılına kadar bugünkü Emniyet Genel Müdürlüğü görev ve yetkilerini yapıyor ve kullanıyordu. Yurdun her tarafında kurulan polis teşkilâtları bu nezâret tarafından idâre ediliyordu.
Başkent: İstanbul, Üsküdar, Beyoğlu, Polis Müdürlükleri ve Beşiktaş Polis Memurluğu adları ile dört Polis Dâiresine ve her polis dâiresi de merkezlere ayrılmıştı.
1886 yılından sonra, İstanbul Polis Müdürlüğü dışındaki diğer müdürlüklerin Mutasarrıflık adını aldığı, Polis Müdürüne Matasarrıf denildiği görülmekte ve 1898 yılında da İstanbul’da Sivil Polis Teşkilâtı kurulmuş bulunmaktadır.
Bu dönemde ve başlangıçta 15 ilde Polis Teşkilâtı kurulmuş ve her il dâiresinin başına bir Serkomiser getirilmişti.
İkinci Meşrûtiyetin ilânından sonra 1909 yılının başında Zaptiye Nezâreti kaldırılmış, onun yerine polis işlerinin yürütülmesiyle vazifelendirilen, Emniyet-i Umûmiye Müdüriyeti, 22 Temmuz 1909 târihli İstanbul Vilâyeti ve Emniyet Umûmiye Vilâyeti ve Emniyet ûmûmiye Müdüriyeti Teşkilâtına dâir kânunla kurulmuştu.
Bu durumda bütün memleket polisini yönetimi altında bulunduran Emniyet-i Umûmiye Müdüriyeti, Zaptiye Nezâretinin yerini almış oldu.
Zâbıta hizmetinde geçirilen tecrübeler gözönünde bulundurularak yeni bir Polis Teşkilâtı ve Vazife Nizamnâmesi meydana getirildi. 21 Mayıs 1913 târihli bu nizamnâme ile polisin teşkilâtlanması, görev ve yetkileri ile personelin dereceleri, sınıfları, mesleğe giriş, yükselme ve diğer bütün özlük işleri en iyi şekilde günün şartlarına göre yeniden düzenlenmiştir.
Bu nizâmnâmeye göre polis; piyâde, süvârî ve sivil olmak üzere üç sınıfa ayrılmıştır.
1923 yılında çıkarılan Polis Nizâmnâmesi’nde, 1913 târihli nizâmnâmenin birçok hükümleri aynen korunmuş, bunun yanısıra, polisin yetki ve görevleriyle, hakları yeniden düzenlenmişti. Bu nizâmnâme Emniyet Teşkilâtı Kânunu ile 4 Temmuz 1934 târih ve 2559 sayılı Polis Vazife ve Selâliyet Kânunu yürürlüğe girinceye kadar uygulandı. 4 Haziran 1937’de kabul edilen 3201 sayılı emniyet Teşkilâtı Kânunu ile, teşkilâtın kuruluşu, görevleri ve mensuplarının özlük işleri bir düzene bağlandı.
Böylece, Emniyet Genel Müdürlüğü, İçişleri Bakanlığına bağlı, kendi özel kânunuyla yönetilen bir teşkilât hüviyetini kazanmış oldu. Genel Müdürlüğün bütçesi de ayrıydı. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün vazifeleri idârî, siyâsî ve adlî olmak üzere üçe ayrılır.
İdârî vazîfeleri: İl polis bölgesinde, güvenliği korumak, kânun, tüzük ve hükümet emirlerini uygulamak, filim çekimine ve gösterilmesine izin vermek, kamu düzenine aykırı hareketleri ve kaçakçılık sayılan fiilleri önlemek ve şüphelileri tâkib etmek, parmak izlerini ve fotoğraflarını almak, trafiği düzenlemek, gereken durumlarda belediye zâbıtasının işlerini görmek, barut ve patlayıcı maddelerle ilgili mevzûâtı uygulamak, yabancılara îkâmet tezkeresi vermek ve benzeri işlerdi.
Teşkilâtın siyâsî vazifesi:Milliyet ve azınlık işleri, cûsusluk, siyâsî ve iç olay ve hareketler gibi, devletin güvenliğini ilgilendiren konuları içine almaktır.
Adlî görevleri: İdârî ve siyâsî polis tarafından alınan tedbirlere rağmen işlenen suçların aydınlatılması, sanıkların yakalanarak adlî makamlarca tevdi edilmesi işleridir.
Teşkilâtı:Emniyet Genel Müdürlüğü teşkilatı, Merkez ve Taşra Teşkilatı olmak üzere iki kısma ayrılır:
1.Merkez Teşkilâtı:a)Güvenlik Daire Başkanlığı, b)Yabancılar Hudut İlticâ Dâire Başkanlığı, c)Ana Komuta Kontrol Merkezi Dâiresi Başkanlığı, d)Âsâyiş Dâire Başkanlığı, e) Kaçakçılık, İstihbârât, Harekât Dâire Başkanlığı, f) Kriminel Polis Laboratuvar Dâire Başkanlığı, g)Trafik Uygulama Dâire Başkanlığı, h) Trafik Destek Dâire Başkanlığı, ı)Havacılık Dâire Başkanlığı, i)Terörle Mücadele ve Harekât Dâire Başkanlığı.
2.Taşra Teşkilâtı:İl teşkilâtının en yüksek kademesi 76 ilde kurulmuş olan Emniyet Müdürlükleridir. İldeki en yüksek polis âmiri olan Emniyet Müdürü, Vâlinin emrinde ve güvenlik konusunda İl Jandarma Komutanı ile birlikte, onun müşâviridir. Emniyet Müdürü, Adlî Zabıta Hizmeti bakımından Mahallî Cumhuriyet Savcısına bağlıdır. Bunlar genel olarak İl Emniyet Müdürlerinin görevlerini ilçe seviyesinde yaparlar.
Alm. Imperialusmus, Fr. Impérialisme, İng. Imperialism. Bir devletin, kendi sınırları dışında yaşayan başka halklar üzerinde onların rızâsı olmaksızın denetim kurmayı gâye edinen politikası. Kelime olarak yeni olmasına karşılık, uygulaması oldukça eskidir. Hattâ bu kavramı M.Ö. 1675 civârında Firavunların idâresinden Mısır’ı alan ve idâre eden Hyksos İmparatorluğuna kadar uzatmak mümkündür. Sık kullanılışına Büyük Britanya Krallığının 19. yüzyıldaki meclis tartışmalarında rastlanılmaktadır. Joseph Chamberlain gibi bâzı kişiler, idâre edilen yerlerde mahallî idâre kurulmasına karşı olmuşlar ve kendilerini “emperyalist” olarak isimlendirmişlerdir.
Emperyalizm; askerî, siyâsî, ekonomik ve dînî şartlara bağlı olarak gelişmiştir. Genellikle bu tür şartların berâber görülmesiyle, emperyalizm ortaya çıkmıştır. Bunların başında, politik gücün genişletilmek istenmesi, ham madde ve tabiî kaynakların elde edilip işletilmesi veya kendi ülkesine taşınması ve kendi ürünlerini satacak yeni pazarların bulunmasını sağlama, başka ülkelerin bunları elde etmesini önleme, kendi halkının yerleşmesi ve bu sûretle ürünleri için yeni pazarlar sağlama sebepleri gelmektedir.
Günümüzde, ABD’nin bâzı politikalarını ekonomik emperyalizm olarak tanımak mümkündür. İngiltere ise geri kalmış ülkelere “medeniyet”i götürmek bahânesiyle İngiliz emperyalizmini doğurmuştur. Şanlı bir geçmişe ve saf bir seçilmiş ırka sâhip olduklarını iddiâ eden Japonya, İtalya ve Almanya da 1930’larda emperyalist politikalarını tesis etmişlerdi. Diğer bir tür emperyalist politika olan komünizm ise insanlığa parlak bir gelecek getireceği hayâli ile Sovyetler Birliği tarafından uygulanmış fakat 1990’dan îtibâren iflas etmiştir.
Târihî gelişim: Emperyalizmin târihî gelişimini, batı dünyâsında genellikle üç devrede incelemek mümkündür. İlk bölümü, Romaİmparatorluğundan önceye inmektedir. İkinci bölüm 15. yüzyıla kadar ortaçağ devresi, üçüncü devre ise, keşiflerin yapıldığı 15. yüzyıldan günümüze kadar olan dönemdir.
İlkçağlar emperyalizmi: Makedonya Kralıİskender’den önce bulunan emperyalist devletler, Mısır, Âsur, Bâbil veİran İmparatorluklarıdır. Yeni krallık olarak bilinen Mısır İmparatorluğu aşağı yukarı M.Ö. 1850’den 1090’a kadar devam etmiştir. Bu imparatorluk Nil Nehri havzasından Fırat Nehrine kadar uzanmaktaydı. Âsur İmparatorluğu ise 911-612 yılları arasında, Yeni Bâbil 625-538 yılları arasında, İran İmparatorluğu ise yaklaşık 546-330 arasında varlık göstermişlerdir. İskender (M.Ö. 356-323) bunlardan daha büyük bir imparatorluk kurmuştu. Kısa bir müddet devam etmesine karşılık, İskender’in döneminde imparatorluk, Yunanistan’dan, Mısır’a ve Hindistan’a kadar uzanmaktaydı. Roma İmparatorluğu, M.Ö. 2. yüzyılda Batı Akdeniz’deki Kartaca İmparatorluğu ve Yunan İmparatorluğunu yenerek İngiltere’den Dicle Nehrine kadar uzanmıştı.
Ortaçağ emperyalizmi: Roma düşüncesinden etkilenen ortaçağ batı düşüncesinde dünyâyı kilisenin kontrolü altında birleştirmek yatmaktaydı. Bu, kısa bir müddet için M.S. 9. yüzyılda, Şarlman (1471-1528) tarafından Kutsal Romaİmparatorluğu olarak gerçekleştirilmişti. Ancak kendi ölümüyle parçalanmalar ortaya çıktı. Ortaçağda pekçok imparatorluk dîni bütünleştirme gâyesiyle kurulmuştu. Bu gâye için yapılan Haçlı seferleri bir emperyalist savaş serisinden başka bir şey değildi. Haçlılar emperyalist duygularının yerine getirilmesi için Anadolu ve Ortadoğu’da Müslümanlara karşı korkunç zulümler yaptılar. Daha sonra millî devletlerin kurulması, emperyalist çeşitli ülkelerin birbirlerine göre durumlarını kendi hesâbına iyileştirmesi şeklinde ortaya çıktı. Bu aradaortaçağda kurulan Osmanlı Devletini emperyalist imparatorluklardan ayıran farkı işâret etmek yerinde olur. Emperyalist imparatorluklarda idâre dâimâ dışardan olmuş ve idâre edilen yerli halkın hakları ellerinden alınmıştı. Özellikle bu, İngiliz idâresinde görülür. Osmanlılar ise, idâre altına aldıkları bölgelerde, mahallî teşkilâtlara önem vermişler ve idârenin bölge halkı tarafından gerçekleştirilmesine çalışmışlardı. Bu bölgelerde yetişip Osmanlı Devletinin en önemli mevkilerine kadar gelmek mümkün olmaktaydı. Ayrıca Osmanlı Devletinin kendi idâresinde bulunanlara eşit vatandaşlık hakları vermesi, din, inanç, eğitim, öğretim, ibâdet ve ekonomik hürriyet tanıması, emperyalist düşünceye bağdaşması mümkün olmayan bir uygulama idi.
Modern emperyalizm: Bunu da dört safhada incelemek gerekir:
1. İlk emperyalist güçler: Bunlar İspanya ve Portekiz olup, 15 ve 16. yüzyıllarda çok faaliyet gösterdiler. İspanya esas olarak mücevher ve hazîneye ilgi duyduğundan yeni koloniler kurarak, Meksika, Orta ve Güney Amerika’daki yerlileri idâresi altına aldı. Ancak 1588’de Armada’da İngilizlere yenilmesiyle bir gerileme devrine girdi. Bu târihte İngiltere de bir emperyalist güç olarak ortaya çıktı. Portekiz ise aynı zamanda ticârete ilgi duymaktaydı. Ancak 16. yüzyılın ortalarında önemli bir emperyalist güç oldu. Brezilya ve Afrika’nın batı ve doğu kıyılarında koloniler kurdu. Daha sonra Seylan, İran, Hindistan, Hindiçin ve Malaya’ya oradaki Portekizli ve yerlileri idâre etmek için asker gönderdi.
Bu devrede İspanya ve Portekiz, dünyânın büyük güçlerindendi. Ancak daha sonra önemlerini kaybettiler. İngiltere’nin denizci bir devlet olarak kuvvet kazanması sonucu, İspanya etkisini ve sâhib olduğu toprakları yavaş yavaş kaybetti. Ancak, etkisi 19. yüzyıla kadar sürdü. 1898’deki iç savaşlar sonucu İspanya, Amerika’daki topraklarını ve Filipinleri kaybederken, Portekiz’in önemli kolonilerinden olan Brezilya istiklâlini îlân etti.
2. İngiliz, Fransız ve Hollanda emperyalizmi: On yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda İngiltere, Fransa ve Hollanda yeni güçler olarak ortaya çıktı. Deniz gücü olan Hollanda, ticârete ilgi duymaktaydı. On yedinci yüzyılın başında Endonezya’yı alan Hollanda, daha sonra Afrika, Karaibler ve Kuzey Amerika’da toprak sâhibi oldu. Coğrafî olarak küçük olması ve nüfûsunun azlığından dolayı, önemli bir askerî güç olamadı.İkinci Dünyâ Savaşının nihâyetinde meydana gelen çok kanlı bir savaş sonucu Endonezya’yı terk etmek zorunda kaldı. On yedinci ve on sekizinci yüzyıllardakiFransız ve İngiliz düşmanlığı bâzı çatışmalara sebeb oldu. Fransa, bir hava gücü olarak Kuzey Amerika, Afrika, Ortadoğu, Hindistan ile Uzakdoğu’yu etkisi altına aldı. Buna paralel olarak İngiltere de ham madde kaynaklarına ilgi duydu. Bu sebepten özellikle Uzakdoğu’da, aralarında çatışmalar çıktı. Kuzey Amerika ve Hindistan’daki pekçok toprağını İngiltere’ye kaptıran Fransa, Hindiçin’i ve Kuzey Afrika’daki tesirini muhâfaza etti. İngiliz nüfûzunu zayıflatmak için Fransa, Amerika’ya istiklâl mücâdelesinde yardım etti. Napolyon’un yenilgiye uğraması sonucu (1812-1815), Fransa, 20. yüzyıla kadar denizaşırı topraklara sâhib olmasına rağmen, gücünü kaybetmeye başladı.
30 Mayıs 1814’teki Viyana Kongresinden sonra, İngiltere dünyâdaki en önemli güç olarak görüldü. Sâhib olduğu topraklar Kanada, Yeni Zelanda, Avustralya, Seylan, Malaya, Birmanya, Hindistan veGüney Afrika’nın önemli bir bölümünü içine almaktaydı. Ortadoğu da etki sâhasına dâhil bulunmaktaydı. İnsanlarının acımasız politik karakteri, kendisinin denizci bir devlet olması sonucu İngiltere, 19 ve 20. yüzyıllarda dünyâ siyâsetinde önemli rol oynadı.
Bu güçlerin yanında başka bir güç de Osmanlı Devletiydi. Ancak Osmanlılar yukarıda zikredilen Avrupa devletleri gibi emperyalist bir güç değildi. Emperyalizmde toprak ve tesir sâhasının genişletilmesi bulunmaktadır. Ancak bu işlemde alınan topraklardaki yerli halk hiçbir zaman idârî işlere dâhil edilmemekteydi. Dışarıdan emperyalist gücün temsilcisi olarak gelen idâreciler de kararlarını alırken, yerli halkın değil, emperyalist gücün menfaatleri doğrultusunda veriyorlardı. Osmanlılarda ise, durum farklı olmuştur. Mahallî idârelere önem veren Osmanlılar, idâreci olarak yerli halkın seçtiğine îtibâr etmişler ve onların, devletin genel siyâsetleriyle ters düşmeyen kararlarını saygı ile karşılamışlardır. Hattâ, yerli halktan, Müslüman olup, Osmanlıların merkezî idâresinde önemli görevlere gelenlere sık sık rastlanmaktadır. Bu sebeptendir ki, Müslüman olmamış yerlerden Osmanlılar çekildiğinde geri bıraktıkları iz, eserlerinden ibâret olmuş, Avrupa devletleri gibi yerli halktan kendi menfaatlerini koruyan bir zümreyi geride bırakmamışlardır.
3. Yeni emperyalist güçler: 1880’den İkinci Dünyâ Savaşına kadar olan dönemde Belçika, Almanya, ABD, İtalya ve Japonya gibi yeni güçler doğmuştur. Pekçok toprakların eski güçler tarafından paylaşılmış olduğunu gören yeni güçler, yeni topraklar ararken, eskilerle karşı karşıya gelmişlerdir.
Otto von Bismark’ın idâresi altında emperyalist güç olan Almanya 1880’den sonra deniz aşırı toprakları elde etmeye başladı. Ancak Birinci Dünyâ Savaşında yenilmesiyle bu toprakları kaybetti. Hitler’in idâresi altında Alman emperyalizmi, tekrar canlandı, Avusturya ve Çekoslovakya’yı işgâl etti. Ancak İkinci Dünyâ Savaşındaki yenilgisiyle bütün bunları kaybetti.
Libya’yı kontrol altına alan İtalya, daha sonra Habeşistan’ı ve Arnavutluk’u işgâl etti. Eski Roma imparatorluğu hayâliyle Almanya ile berâber Fransa’ya saldırdı.
Japon emperyalizmi, 1894-1895’deki Çin-Japon Savaşı ile başladı. Japonya, Kore ve Tayvan’ı işgâl ederek, Mançurya’ya ilerledi. ABD’yi Uzakdoğu’dan atmaya çalışan Japonyaİkinci Dünyâ Savaşında yenilgiye uğradı.
Son zamanlarda emperyalist güç olarak çıkan ABD; Porto Riko, Guam ve Filipinleri elde etti. Daha sonra 1867’de Alaska’yı ve 1898’de Hawai’yi sınırlarına dâhil etti.
4. İkinci Dünyâ Savaşından sonra: İkinci Dünyâ Savaşından sonra eski emperyalist güçler kolonilerine istiklâllerini verdiler. Ancak bu arada yeni ve büyük iki emperyalist güç doğdu. Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhûriyeti. 1939’da Sovyetler, Almanya ile Doğu Avrupa’daki tesir alanları üzerinde anlaşmaya vardılar. Ancak, Almanya’nın, Polonya’ya saldırmasıyla Sovyetler, Polonya, Estonya, Letonya ve Litvanya’yı işgâl ederken, Finlandiya’nın bir kısmını da kendi topraklarına kattı. İkinci Dünyâ Savaşından sonra Sovyetler, Doğu Avrupa ülkelerinde kukla devletler kurup, bunların devâmı için dâimâ işgalci Sovyet askerleri bulundurdular. Bulgaristan, Macaristan, Romanya ve Polonya bu devletlerin başında gelenleridir.
Daha sonra bunlara DoğuAlmanya ve Çekoslovakya da katıldı. Önceleri işgâlci durumunda bulunan Sovyetler, 1950’lerden sonra taktik değiştirerek, yetiştirdikleri yerli komünistlerle sömürgelerini genişletmeye çalıştılar.
Komünist fikre göre emperyalizm, kapitalizmin son devresidir. Buna göre biriken kapital, ülkede yatırım yapamayınca, daha az gelişmiş ülkelere dönecek ve onları sömürge hâline getirecektir. En son devrede ise bu ülke menfaatlerini korumak için sömürgeye askerî müdâhalede bulunacaktır. Ancak târihî gelişim bunu doğrulamadı. Batılı ülkeler, sömürgelerine istiklâl verip ve idâreyi yetişen yerli zümreye bıraktıkları hâlde, Sovyetler Birliği, Doğu Avrupa ülkelerinde 1980’lerde Polonya’da olduğu gibi, en basit hürriyet fikrinin doğmasından bile kuşkulandı. Fakat 1989 senesinden îtibâren azınlıklarda Milliyet fikirleri gelişerek; Âzerbaycan, Ermenistan, Kazakistan ve Gürcistan’da çatışmalar, gösteriler başladı. Sovyet idârecileri bütün çabalara rağmen bunları önleyememektedir.
Kültür emperyalizmi: Emperyalizm, son yıllarda diğer çeşitlerinin yanısıra kültür emperyalizmi şeklinde de tatbik edilir oldu. Bu emperyalizm çeşidinde milletlerin din, inanç, örf, âdet, gelenek, görenek, dil, zevk, sanat ve ahlâk gibi üst değerleri hedef alınmaktadır. Kültür emperyalizminin tatbik edildiği milletler yavaş yavaş ve ustaca tertiplenmiş uzun vâdeli organizasyonlarla, millî, mânevî, târihî, ahlâkî ve bedîî değerlerinden koparılarak dejenere edilmekte, kendilerine telkin edilen hâkim kültürün etkisi altında benliklerini kaybetmiş nesiller meydana getirilmektedir. Böylece milletlerin hakîkî varlıkları sona erdirilerek uydu topluluklar ve insan yığınları meydana getirilmek istenmektedir. Bunun netîcesi olarak siyâsî ve ekonomik emperyalizm kolayca, savaşsız, herhangi bir direnme ve karşı koyma olmadan, uzun vâdeli bir şekilde yerleştirilmek istenmektedir.
Bu noktadan bakıldığında her geçen gün dünyâda kültür savaşlarının arttığı, çeşitlendiği ve şiddetlendiği müşâhade edilmektedir. Dünyâda bir çok ülke, bilhassa komünist blok ülkeleri ve bâzı kapitalist ülkeler tarafından, kültür emperyalizminin pençesi altına düşmüş ve dejenere edilmiş olarak değerlendirilmektedir. Bu milletler kayıp milletler, kültürleri de târihe karışmış kültürler olarak isimlendirilmektedir.
Kültür emperyalizminin yakın târihteki en ısrarlı ve devamlı uygulaması kilise tarafından ortaya konan ve devâm ettirilenidir. Kilisenin kontrolu altında özel olarak kurulan misyoner teşkilâtları, misyoner okulları ve buralarda yetiştirilen misyonerler, dünyânın her tarafında her türlü vâsıta ile faaliyetlerini sürdürmektedir. Bu çalışmaların bâzı Afrika veAsya kabîleleri üstünde kısmî başarılarına rağmen, bilhasa İslâm ülkelerinde hiç muvaffak olamamaları, yeni usûl ve tertipleri doğurmuştur. Bunlar arasında kültür emperyalizmine tâbi tutulan ülkelerin eğitim müesseselerine, tedrisât programlarına, ders kitaplarına ve eğitim şekillerine tesir ederek, arzu ettikleri fikir, düşünce ve anlayışları genç nesillere empoze etmek en çok kullanılan yol olmuştur. Birçok ülkede tatbik edilen bu vahim tertibe eğitim reformu, yenilik, ilericilik, devrim ve buna benzer isimler verilerek gerçek maksadın sinsice gizlendiği müşâhede edilmektedir. Böylece yarı aydınlar ve kozmopolit nesiller meydana getirilmektedir. Ayrıca son yıllarda baş döndürücü bir süratle gelişen ve yeni yeni sistem ve cihazlarla çeşitlenen haberleşme vâsıtaları (veya diğer adıyla kitle iletişim araçları) bu tür kültür emperyalizmi tatbikâtlarının en ucuz, en rahat ve en verimli âleti olarak kullanılmaktadır. Bunlar arasında kitap, gazete, mecmua, sinema filmi, tiyatro, plaklar, TV filmleri, video kasetler ve radyo yayınları en meşhurları ve en tesirlileridir. Bu vâsıtalar yoluyla seçilen konu üstünde telkin edilmek istenen fikir, düşünce ve anlayışlar devamlı ve çeşitli cepheleriyle tekrar edilmekte, insanlara câzip gelen şeyler arasında hissettirilmeden benimsetilmektedir. Bunun netîcesi olarak çok kısa bir zaman sonra bu telkinlere muhatab olanların hal ve hareketleri, giyinişleri, düşünceleri, anlayışları, hattâ ibâdet ve inançlarında büyük değişiklikler meydana gelerek kültür emperyalizmi yolunu tutanlar maksatlarına kavuşmuş olmaktadır.
Kültür emperyalizminin dünyâ çapındaki bir diğer tatbikatçısı da siyonist teşkilâtlar olarak görülmektedir. Kaynağını Yahûdî inançlarından alan bâzı düşünce ve sistemler, çeşitli isimler altında bütün dünyâya yayılmış kuruluşlar kanalı ve eliyle insanlara empoze edilmektedir. Bu faaliyetlerin esâsını, dinleri ortadan kaldırmak ve çeşitli yollarla millî ve mânevî benlikleri unutturulmuş insanları Yahûdî ırkına hizmet eder hâle getirmek teşkil etmektedir.
Kültür emperyalizmi üstünde en çok çalışan ülkeler arasında komünist blok ülkeleri, İngiltere ve ABD zamanımızda en başta yer almaktadır. İngilizler, hâkim oldukları bütün İslâm memleketlerinde yaptıkları gibi, İslâm âlimlerini, İslâm kitaplarını, İslâm mekteplerini yok ettiler. Tam din cahili, ahlâk yoksunu, târihine düşman gençlik yetiştirdiler. İngilizler hâkim oldukları İslâm memleketlerinde eğitim veren mektepleri kapatırken kendi kültürlerini yayan kız ve erkek kolejleri açtılar. Bu kolejlerde talebelerin babalarının dinlerine, ecdadlarının örf, âdet ve ahlâklarına karşı düşmanlık duyacak şekilde beyinlerini yıkadılar. Tanzimâttan sonra aynı uygulama Türkiye’de de kendini gösterdi.
İngilizler bu düşüncelerini hâkim oldukları ülkelerde bizzat kendileri yâhut piyonları olan kişilerle tatbik ettirirler. Hindistan, Ortadoğu ülkeleri ve Türkiye bunlara misaldir. Bu çalışmalarıyla birlikte haberleşme vâsıtalarını, basın-yayın organlarını ve diğer âletleri en yüksek oranda kullanarak kendi arzularına uygun insan yığınları meydana getirmeye çalışmaktadırlar. Bu insanları dinlerinden, dillerinden, millî kıymet ve ahlâkî değerlerinden, dünyayı, hayâtı kendi kültürlerine uygun olarak anlayışlarından tamâmen koparmayı hedef almaktadırlar. Hattâ bu işi çok ileri derecelere vardırarak beyin yıkama noktasına dayandırdıkları, beyinleri âdetâ programlanmış robot insan ve insan topluluklarını hedef aldıkları ve bunda yer yer muvaffak oldukları da görülmektedir.
Komünist blok ülkelerinin kültür emperyalizminin temelini, materyalist felsefenin esaslarını dünyâya yaymak ve hâkim kılmak teşkil etmektedir. Bu esaslar; Allahsızlık, dinsizlik, hiçbir ahlâkî değere inanmamak, millî örf ve âdetlerden uzaklaşmak, vatan, bayrak, nâmus, özel mülkiyet gibi mefhumları reddetmek, âile müessesesini ortadan kaldırmak, dilleri ve millî kültürleri yok etmek şeklindedir. Kısaca emperyalizmin gâyesi şu üç kelimedir: Parçala, hâkim ol ve sonra büsbütün boz.
Son yıllarda her geçen gün yaygınlaşan ve çeşitlenen haberleşme vâsıtaları sebebiyle kültür emperyalizmine her fert tek tek muhâtab olma durumuyla karşı karşıyadır. Bu husus, milletler için çok büyük bir tehlike teşkil etmektedir. Bu bakımdan dinlere, insânî değerlere ve medenî fazîletlere saygılı ve bağlı milletler bu tehlikeye karşı tedbirler almakta, kendi din, inanç, ibâdet, örf, âdet, dil, ahlâk ve sanat değerlerini titizlikle muhâfaza etmeye ve yeni yetişen nesillere aktarmaya çalışmaktadır. Gerek batı kaynaklı ve gerekse komünist bloktan gelen kültür emperyalizminin sızmaya ve başarılı olmaya çalıştığıİslâm ülkelerinde de çeşitli tedbirler alınmaktadır. Bu tedbirler her geçen gün arttırılmakta, milletin ve yeni yetişen nesillerin millî, mânevî, ahlâkî, târihî ve bediî kıymetlere sâhip çıkması için çalışmalar yapılmaktadır.
(Bkz. Edebî Akımlar)
EMR-İ MA'RÛF ve NEHY-İ ANİL-MÜNKER
İslâm dîninde, insanlara, Allahü teâlânın emirlerini bildirmek ve yasaklarından sakındırmak. Kur’ân-ı kerîmde, Allahü teâlâ, emr-i ma’rûf ve nehy-i anil-münkeri yapmayı emrediyor. Yâni benim emirlerimi bildiriniz, öğretiniz; benim yasak ettiğim haramları bildiriniz ve yapılmasına râzı olmayınız, buyuruyor. İslâm dîninde çok mühim yeri olan emr-i ma’rûf ve nehy-i anil-münker hakkında, İslâm âlimleri tarafından çeşitli târifler yapılmıştır.
Emr-i ma’rûf ve nehy-i anil-münker, insanların birbirine nasihat etmesidir. Peygamber efendimiz, “Din nasîhattır.” buyurdu. Nasîhat, doğru yola dâvet ve kötülüklerden sakındırmaktır. Nasîhatin terk edildiği cemiyetlerde, kötülük artar. Netîcede bundan herkes zarar görür. Allahü teâlâ kimseye karışılmamasını isteseydi, Peygamberleri göndermez, dinleri bildirmez, insanları İslâm dînine dâvet etmez ve diğer dinlerin yanlış, bozuk olduğunu haber vermezdi. Geçmiş peygamberlere inanmayanları, çeşitli azaplarla helâk etmezdi. Herkesi kendi hâline bırakır, kimseye bir şey emretmez ve inanmayanlara azâb yapmazdı. Allahü teâlânın nihâyetsiz merhâmetinden dolayı, evvelâ peygamberleri, sonra bunların yerine evliyâ ve âlimleri dâvetçi gönderdi. Bunlar, dilleri ve kalemleriyle Allahü teâlânın vereceği sevap ve azapları bildirdiler. Böylece özüre ve bahâneye yol bırakılmadı.
Nasîhat yapmak, emr-i ma’rûfta bulunmak iki sûrette yapılır:Birinci yol; söz, yazı ve her çeşit yayın vâsıtası iledir. Herkes emr-i ma’rûf yapamaz. Bunun şartları vardır. Bunu yaparken, emr-i ma’rûf yapanın bilgisi az ise veya hiç yoksa, câhilse, cemiyetin âdetlerine, devletin kânunlarına dikkat ve riâyet edilmezse, fitneye sebeb olabilir. Kendisine ve Müslümanlara zarar verir. İkinci yol; hâl ile İslâmı yaşamak, onun bildirdiği güzel ahlâka uyarak örnek, nümûne, kibâr olmaktır. Herkese tatlı dil, güleryüz göstermek, kimsenin malına, ırzına göz dikmemek, kânunlara uymak en tesirli nasîhat yoludur. İslâmın güzel ahlâkı üzere yaşamak, emr-i ma’rûf ve nehy-i anil-münker yapmaktır.
Emr-i ma’rûf; el, dil ve kalple yapılır. Elle, yâni kullanarak nasîhati bildirmek hükûmetin vazîfesidir. Dille yapmak din adamlarına, yâni âlimlere, kalple yapmak ise her Müslümana farz olan bir vazîfedir. Çünkü, hadîs-i şerîfte; “Sizden biriniz bir münkeri, yâni kötü, günâh olan bir işi görürse, ona eliyle mâni olsun. Bunu gücü yetmediği için yapamazsa, diliyle engel olsun. Bunu da yapamazsa, kalbiyle o işi beğenmesin. Bu ise îmânın en zayıfıdır.”
Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde Müslümanların emr-i ma’rûf ve nehy-i anil münker yapması, ellerinden geldikçe bunu terk etmemeleri emredilmektedir. Ancak böyle yaparlarsa, zarara ve hüsrâna uğramayacakları bildirilmektedir. Nitekim hadîs-i şerîfte; “ Emr-i ma’rûf ve nehy-i anil münker yapan ile, nasîhatı, terk eden şu kavme benzer ki, gemiye binerler. Kimi alttaki odalarda, kimisi üstteki kamaralarda bulunurlar. Altta bulunanlar, bize su lâzım olunca, üste çıkıp oradaki nehirden mi su alacağız, gelin gemiyi delelim, buradan su alalım, derler. Kalkıp gemiyi delmeye koyulurlar. Üstte olanlar, onların ellerini tutup engel olmazlarsa, üsttekiler de alttakiler de helâk olurlar. Onlara engel olup, kendi arzularına bırakmazlarsa, hepsi helâk olmaktan kurtulurlar.”
O hâlde insanlara nasîhat, Allahü teâlânın kullarının kurtulmasına çalışmak demektir. Bu da zor, çetin bir iştir. Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmın ümmetini, emr-i ma’rûf ve nehy-i anil münker yapmaları sebebiyle ümmetlerin en hayırlısı eylemiştir. Nitekim Allahü teâlâ, Âl-i imrân sûresi 110. âyetinde meâlen; “Siz insanlar (ın faydası) için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz! İyiliği emreder, fenâlıktan men edersiniz...” buyurdu.
Nasîhatın faydalı olması için, tatlı sözle ve yumuşaklıkla yapılması, sertlik gösterilmemesi, münâkaşa edilmemesi lâzımdır. Ayrıca nasîhat edenin, söylediklerine kendisinin de riâyet etmesi gerekir. Böyle kimsenin her sözü, hareketi İslâmiyete uygun olmalı, kimse hakkında kötü zanda bulunmamalıdır. Müslümanların işi hep iyi düşünmek ve iyilik olmalı, kötülük yapmaktan mümkün olduğu kadar uzak durmalıdır.