EMÂNET
Alm. Deposit, Anvertrauen, Fr. (Objet) Confié, deposé, İng. Deposit, Trust. Güvenilen kimseye bırakılan mal, eşyâ, vb. Emânet, maddî olabildiği gibi mânevî de olur. Mal, para maddî emânettir. Allahü teâlânın insanlara verdiği akıl, zekâ, güç ve kâbiliyetler de birer mânevî emânettir.
Bugünkü modern hukukta emânet sözleşmelerinin konusu ancak taşınabilir eşyâlardır. Bu çeşit bir eşyâyı muhafaza etmek üzere olan kişi onu güvenli bir yerde koruma yükümlülüğü altına girer. Emâneti alan kişi veya kurum, sözleşmede belirtilen veya üst-adete uygun olan bir ücret alır. Ücret durumu sözleşmede açık açık belirtilir. Eşyâyı emânet eden kişi sözleşmenin yerine getirilmesiyle ilgili gerekli harcamaları karşılamakla yükümlüdür. Ayrıca sözleşme yüzünden emânetçinin uğradığı zararları da gidermek mecburiyeti vardır. Emânetçi, emânet aldığı eşyâyı onu veren kişinin izni olmadıkça kullanamaz. Emânet olarak birine bırakılan eşyâ, onu bırakan tarafından her zaman geri alınabilir.
Emânetçi ise emânet almış olduğu malı, sözleşmeli bir süreyle almışsa, sürenin bitiminden önce emânet malı geri veremez. Ancak emânet olarak bırakılan malda önceden kestirilemeyen sebepler yüzünden tehlikeli veya sakıncalı bir durum ortaya çıkarsa, emânetçi elindeki emânet malı sözleşme bitiminden önce geri sâhibine teslim eder. Emânet olarak verilmiş bir şeyi geri verme borcu, takas ile mümkün değildir.Kânuna göre alacaklı râzı olsa da takas mümkün değildir. Şartlarına uygun olmayan usûlsüz emânetlerde ise, borç misli eşyâdır. Aynen geri vermesi söz konusu değildir. Bu durumda da takas imkansızdır.
İslâm hukûkunda emânet üç kısımdır:
1. Vedîa: Güvenilen kimseye saklamak ve korumak için bırakılan maldır. Sâhibine mûdî, alana vedî denir. (Bkz. Vedîa)
2. âriyet: Bir malı bedelsiz kullanmaktır. âriyet vermeye iâre denir. Komşuya kullanmak üzere verilen kap-kaçak âlet eşyâ âriyettir. Muhammed aleyhisselâm ve Eshâbı (radıyallahü anhüm) âriyet alıp-vermek sûretiyle bir emânet sözleşmesi yapmışlardır. Âriyet akdinde (sözleşmesinde) âriyet konusu olan şeyi teslim almak şarttır. âriyet veren istediği anda bundan vazgeçer ve malını geri isteyebilir.
âriyet akdi ile ilgili diğer hükümler şöyledir:
âriyet alan, karşılıksız olarak âriyetin menfaatine (kullanmaya, faydalanmaya) mâlik (sâhib) olur. Malın zâyi (telef) olması hâlinde âriyet alanın kusuru sebebiyle ise, öder. âriyet hayvanının nafakası kullanana âittir. Zaman ve yer ve istifâde şekli sınırlı olarak âriyet vermek câizdir (olur). Şartsız âriyet verilen eve, dükkana, tarlaya dilediğini koyabilir. Âriyet alan bunu vedîa verebilir. Kirâya ve rehne veremez. Sâhibi isteyince veya sözleşmedeki müddeti bitince geri verir.
3-. Sözleşme olmadan ele geçen şeyler: Meselâ rüzgârın meydana getirdiği mal emânet olur.
Emânetlerin titizlikle korunması hakkında Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyrulmuştur:
Allahü teâlâ emânetleri sâhiplerine teslim etmenizi emrediyor. (Nisâ sûresi: 58)
Emânetleri güzelce kullanıp yerli yerine îfâ edeni, korktuğundan emin kılıp Cennet’ime koyarım. (Mü’minûn sûresi: 8)
Peygamber efendimiz de hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuştur:
Emânete sadâkatı olmayan kimsenin îmânı da yoktur.
Sana emânet edene de hıyânet etme.
Alm. Email (n), Fr. Email (m), İng. Enamel. Yüzeyi camsı bir maddeyle kaplanmış metal eşya. Özellikle emaye, silisyuma kurşun oksit, boraks, soda, potasyum hidroksit ve renk için metal oksitlerin ilâvesiyle elde edilen cama benzer yüzeye verilen isimdir. Bu maddeler karıştırılarak eritilir, pişirilir ve toz olarak öğütülür. Daha sonra bu toz süspansiyon haline getirilerek emaye olacak metal eşya bu banyoya daldırılıp çıkarılır. Bu esnâda emaye maddesi, metal üzerine ince bir tabaka hâlinde yapışır. Bundan sonra emaye banyosuna daldırılmış bu metal parçalar (genellikle saç parçalar), bir fırına sokularak üzerindeki tabaka eriyinceye kadar yaklaşık 900°C’ye kadar pişirilir. Bu işlemin sonucu, eriyen emaye maddesi, metal yüzeye yapışır. Emaye kaplanmış yüzey süsleme için kullanıldığı gibi koruyucu bir tabaka olarak da vazife görür.
Emaye renkleri, eritme sırasında renklerin birbirine karışmasını önlemek için ayrıca tatbik edilir. Bir teknikte renkler metal üzerinde tellerle ayrılır. Diğer birinde ise, renkler metal üzerinde yapılan çukurluklara konur. Daha sonra emaye işlemine geçilir. Bu iki metod beraberce de kullanılabilir. Değişik bir teknikte de renk tabaka tabaka tatbik edilir. Her tabakadan sonra pişirme işi tekrarlanır.
Târihi
Emaye, târihi araştırmalardan öğrenildiğine göre, M.Ö. 5. yüzyıla kadar inmektedir. Eski Yunan’da kuyumcular emayeyi renk tonunu ayarlamak için kullanırlardı. Olimpiya tapınağındaki Zeus heykeli, üzerinde emaye çiçekler olan bir perde ile süslenmişti. Metal tabana konulan tellerle renk ayırma tekniği, Eski Yunan ve Roma’da sık kullanılan bir usûldü. M.S. 240’larda İngiltere’de metal yüzeyin çukurlaştırılması suretiyle renklendirme metodu ilk defa tatbik edildi. Bu yolla bronz ve altın heykellere, emaye ve çeşitli renk tonları ilâve edildi. Dokuzuncu yüzyılda Bizans, emayenin yeni merkezi olmuşsa da pek az bir yeniliğin ortaya çıktığı tesbit edildi. On birinci yüzyılda ise emaye tekniği, batıya geri döndü. Almanya’daki Ren, Meuse nehirlerinin havzaları ve özellikle Köln şehrinde, emaye atölye merkezleri ortaya çıktı.
On altıncı yüzyılda şahsi küçük eşyalar emaye edilmekteydi. Sanayinin gelişmesiyle el sanatlarında da mekanikleştirilmeye gidildi. Günümüzde emaye, büyük bir sanâyi hâline geldi. Çeşitli endüstri dallarında kullanılmaktadır. Türkiye’de emaye sanâyii eski değildir. Esâsen emayeciliğin dünyâda bir sanâyi kolu hâline gelişi de eski değildir. Kitle çelik üretimine başlanıldığı 1900’lü yıllardan îtibâren emaye sanâyii de gelişmeye başladı. Böylece paslanmaz çeliklerden önce normal karbonlu çeliklerin mutfak ve sıhhî tesisat malzemesi olarak kullanılması sağlandı. Ayrıca paslanmaya ve kararmaya maruz kalınacak yerlerde kullanılan demir malzemeler de emayeyle kaplandı.
1950’lerden sonra yurdumuzda emaye sanâyi hızla gelişmeye başladı. Özellikle soba, sıhhî tesisat malzemesi, mutfak malzemelerinin üretiminde ve dayanıklı ev âletlerinin üretiminde Avrupa seviyesine gelindi.
Alm. Embryologie (f), Fr. Embryologie (f), İng. Embryology. Yumurtadan, organları tam bir canlının gelişmesine kadar olan olayları inceleyen ilim dalı. Çok eski zamanlardan beri insanlar bu konu üzerinde düşünmüşler ve kendi devirlerine göre bâzı açıklamalar yapmışlardır. Bu araştırmacılar bir canlının ve özellikle insan gelişmesi üzerinde yüzyılımızda da aydınlatılamamış sorulara cevap aramıştır. Bu çalışmalar sadece sembolik bir değer taşımaktadır.
On yedinci yüzyılda mikroskobun keşfiyle embriyoloji ayrı bir bilim dalı hâlinde gelişmeye başlamıştır. On sekizinci yüzyıldaki çalışmalar arasında zamanın büyük İslâm âlimi Erzurumlu İbrâhim Hakkı’nın meşhur Mârifetname adlı eseri dikkati çekmektedir. Bu eserde insan anotomisi ve ceninin gelişimi üzerine zamanımızdakine uygun bilgiler verilmektedir.
On sekizinci yüzyılda yumurtada canlının çok küçük bir kopyesi olduğu fikri çürütüldü. Birçok hayvan türündeki embriyonun gelişmesinin ufak farklarla birbirine benzediği anlaşıldı. Yirminci yüzyıl başında embriyonun bâzı parçalarının gelişmeyi etkilediği gösterildi. Embriyondaki bu etkileyici bölge denilen parçaların varlığını ilk defa keşfeden Hans Shemann (1869-1941), bu keşfiyle 1935’te Nobel ödülü almıştır. Aslında embriyonun gelişmesi kısmen kendi kendine, kısmen de belli bölgelerin kontrolü altında olmaktadır. Gelişmenin nasıl bir yön tâkip edeceğini tâyin eden asıl faktör döllenmiş yumurtanın çekirdeğinde mikroskopik bir yer tutan bu kalıtım maddelerinin (genler) gelişmeyi nasıl etkilediği haâlen araştırma konusudur. Zamanımızda embriyoloji insanın ve diğer canlıların gelişmesiyle ilgili sorulara hücresel hatta gen molekülleri seviyesinde cevap aramaktadır. Embriyoloji bir çok bölümlere ayrılmıştır.
Vertebralı embriyoloji: Balık, amfibi, sürüngen, kuş ve memelilerin gelişmesini inceleyen embriyolojinin bir dalıdır.
İnsan embriyolojisi: İnsan yavrusunun, döllenmiş tek hücreden îtibâren, doğana kadar geçen süre içindeki normal gelişmesini incelemektedir.
Fizyolojik embriyoloji: Gelişen doku ve organların fonksiyonlarını inceler.
Alm. (Embryo (m), Fr. Embryon (m), İng. Embryo. Embriyon, erkekten gelen sperm (meni) ve dişiden gelen ovumun (yumurta) birleşmesiyle, yâni döllenme ile oluşan organize yapı. Döllenme, rahimden yumurtalığa uzanan fallop tüplerinde meydana gelir. Yumurtalıktan atılan yumurta (ovum) yaklaşık olarak 48 saat içinde döllenebilir. Bu süre içinde döllenmezse ölür. Fallop tüplerine ulaşan sperm (meni) yumurtayı döller. Böylece insan embriyosu fallop tüpünde gelişmeye başlar. Gelişmenin başlangıcında döllenmeyle meydana gelen tek hücreli zigot çıplak gözle ancak görülebilen bir büyüklükteyken, hâmileliğin sonunda 3250 gr ağırlık ve 50 cm uzunluğa erişir.
Büyüme doğum öncesi gelişmenin mühim ve etkileyici bir parçasıdır. Bununla birlikte tek hücreli bir zigottan düzenli dokular ve organlar sisteminin gelişmesine yol açan farklılaşma dediğimiz olayın muhteşemliği karşısında sönük kalmaktadır. Embriyonun gelişmesi esnasında, menşeleri aynı olan hücrelerin kan, beyin, kemik gibi birbirinden çok farklı dokular meydana getirmek üzere farklılaşması başlı başına bir muammadır. Farklılaşma olayı hemen hemen ilk 7 hafta içinde olur. Bu dönem “embriogenesis” ismini alır. Embriogenesis sonunda, vücudun bütün doku ve organları, belirgin hâle gelir. Hatta bir kısmı, ilkel bir şekilde vazife görmeye başlarlar. Böylece 7 hafta gibi kısa bir sürede tek hücreli bir yapıdan insana âit belirgin özelliklere sâhip bir “cenin” meydana gelir. Embriogenesis sonunda embriyon târif olarak fetüs (cenin) ismini alır. Bundan sonraki doğum öncesi gelişme daha çok büyümeye dayanır.
Embriyonun nasıl olup da tek bir hücreyken bütün organları mükemmel olarak yaratılmış bir insana dönüştüğü ilim adamlarını yıllardır düşündürmektedir. Bu konu üzerine çok fazla araştırma yapılmış olmasına rağmen, hâlen cevabı bilinmeyen soruların fazlalığı insanı çok düşündürmektedir. Embriyon annenin vücuduna yabancı bir doku olmasına rağmen, nasıl oluyor da vücut tarafından reddedilmemektedir? Nasıl oluyor da embriyon hücreleri âdetâ bir kanserli dokunun hücreleri gibi durmaksızın çoğalmakta, fakat hedefine varıp, organları yapacak şekilde yönlendirilmektedir? Düşükler incelendiğinde, bunlar arasında hastalıklı olanların çokluğu dikkat çekmektedir. Sanki, bilinmeyen bir güç, hastalıklı ceninlerin doğmasını önlemektedir. Sonuç olarak anne rahminde iki hücreden bir insan yaratılması pek çok noktalarını 20. yüzyıl ilminin dahi aydınlatamadığı akla durgunluk veren safhalardan geçerek gerçekleşmektedir. Tüp bebek konusunda ise, yapılan şey, sâdece insanın ihtiyârı dışında cereyan eden embriyon gelişmesine zemin hazırlamaktan ibârettir. Ve ilmî çalışma hüviyetinden ziyade, âile kavramını yıkmaya dönük bir çalışmadır.
Anne ile bebeği arasındaki münâsebet her bakımdan tam bir ahenk içerisindedir. Herhangi bir uyuşmazlık durumu sıklıkla düşükle sonuçlanır. Embriyonun gelişmesindeki ilâhi nizama dışardan yapılan müdahaleler düşüklere sebep olur. Birçok ilâçlar, alkol ve uyuşturucular, beslenme bozukluğu, frengi, kızamıkcık ve benzeri çeşitli bulaşıcı hastalıklar, bu şekilde etki ederek düşük yaparlar.
Cerrâhi müdâhaleler ile, bir başka kişiye âit yabancı dokuların nakledildiği vücutlarda “yabancı dokunun reddi” denilen bir hâdise meydana gelir. Bu durumun insanın doğuştan îtibâren hücrelerinde kayıtlı olan kendine has özelliklerinden ileri geldiği kabul edilmektedir. Vücut bu sâyede, yabancı dokuları ve mikropları tanımakta, akyuvarlar vâsıtasıyla yabancı maddeleri tahrip ederek, vücuttan atmaktadır. Gerek insanlarda gerekse yavrulayan hayvan cinslerinde ana rahminde yeni gelişmeye başlayacak olan yavru, birçok özelliklerini anne ve babasından alacaktır. Ancak babadan gelen genler, annenin vücudundakilerden farklı karaktere sâhiptir. Böylece gelişecek yavrunun özellikleri de anneninkinden farklı olmaktadır. Yani; embriyonun diğer yabancı maddeler gibi vücutça kabul edilmeyerek atılması son derece normaldir. Fakat durum böyle olmamakta, gebelik nâdir hallerin dışında, normal cereyan etmekte ve yavru doğmaktadır. Bunun nasıl gerçekleştiğinin cevabı tıp dünyâsı için çok mühimdir. Çünkü insan vücudunun, yavruyu reddetmeyiş sebebi bilindiği takdirde, yabancı dokunun reddi problemi çözülebilecek ve organ nakilleri kolaylıkla yapılabilecektir. Yavruyu rahim içinde hârika bir şekilde koruyan, besleyen ve büyüten hangi kuvvettir? Allah’ın emriyle vücuttaki akyuvar hücreleri embriyon hücrelerini tanıyıp rahim içinde gelişmesine imkân vermektedir. Ve yavru doğar doğmaz, hâlis bir anne sütü ile rızıklanmaktadır. Doğum öncesi fetüs (cenin) oksijen ve yiyeceğini anne kanından temin eder.
Ana-fetüs arası bu alışverişi sağlayan, rahim duvarına yapışık etli bir doku olan plasentadır. Böylece ana-fetüs dolaşımı arasında direkt ilgi yoktur. Kandaki besin maddeleri ve oksijen göbek kordonu vâsıtasıyla cenine iletilmekte, artıklar da aynı yolla plasentaya dönmekte, buradan alınıp dışarı atılmaktadır. Böylece bu artıkların, cenine zararlı olması önlendiği gibi, anneye hiçbir zararı olmadan atılmaktadır. Bebek ruhen olduğu kadar, bedenen de sağlam ve tertemiz bir şekilde dünyâya gelmektedir.
Embriyogenesis esnâsındaki temel olayları şu şekilde özetleyebiliriz:
1. Hafta: Döllenmeden sonra meydana gelen ürün, 180 mikron çapındadır. Tek hücreli bu yapı derhal bölünmeye başlar ve döllenmeden 3 gün sonra 16 hücreli bir kitle hâlindedir. Buna morula denir. Hücre bölünmesi devam ettikçe, içi boş bir küre şeklinde olan blastula meydana gelir. Bu esnâda, embriyon, fallop tübünden rahime doğru ilerler. 3-4 günde rahim boşluğuna ulaşır. Küre şeklindeki blastula rahime gömülerek yerleşir. Kürenin boşluğuna doğru büyümüş olan hücreler embriyonu yapar.
2. Hafta: Blastulanın dış kısmından plasenta denilen yapı meydana gelir. Plasenta rahime gömülür. Blastulanın rahime gömüldüğü yerde de çeşitli değişiklikler olur ve anneye ait plasenta teşekkül eder. Daha sonra gastrula safhası başlar. Bu safhada iç taraftaki hücreler farklılaşmaya başlar.
3. Hafta: Bu hafta boyunca plasenta teşekkülü devam eder. Organlara âit ilkel hücre toplulukları meydana gelir ve bâzı özel yapılar (omurga sistemi, ilkel merkezî sinir sistemi) gelişmeye başlar. Aynı zamanda bu haftanın sonunda ilkel bir kalp ve kan damarları şebekesi teşekkül eder.
4. Hafta: Gelişmenin bu basamağında organların teşekkülü başlar. Embriyon bu safhada erişkin bir canlıya benzemez. Haftanın sonunda organ ve organ sistemlerinin çoğu belirmeye başlar. Embriyon artık bir baş, boyun, gövde, kol ve bacakları ile erişkin bir canlıya benzemektedir. Bu hafta sonunda kalp ve dolaşım sistemi vazife görmeye başlar.
5. Hafta: Bu hafta da organların teşekkülü temel unsurdur. Yeni organ ve yapılar da teşekkül eder. Baştan kuyruğa doğru bir gelişim söz konusudur. Yüz hatları gelişmeye başlar. Fakat insan yüzüne benzemez. Kalp esas şekline doğru değişmeye başlar. Bu devrede embriyon ileri bir organ gelişmesine sâhip olduğu halde boyu 15 mm’den küçüktür.
6. Hafta: Bu haftada organ teşekkülü tamamlanmıştır. Haftanın sonunda yüz, insan yüzüne benzer. Otonom sinir sisteminin genel yapısı belirir. Merkez sinir sisteminde bâzı basit refleksler vardır. Cins ayrımı da bu haftanın sonunda belli olur.
7. Hafta: Bu haftaya girerken embriyon küçük bir insan modeline çok benzer. Bu devrenin önemli bir özelliği embriogenesisin bitmesiyle birlikte plasenta denen yapının kendi özelliklerini kazanmasıdır. Böyle gelişme süresince ilk defa olarak annenin kanı plasenta dolaşımına girmeye başlar. Sekizinci haftanın sonundan îtibâren embriyon tanım olarak fetüs (cenin) ismini alır.
Üçüncü ayda fetüs ağırlığını 12 grama, boyunu da iki katına çıkarır. Dördüncü ayda fetüsün iskeleti röntgen (X-ışını) filmiyle tesbit edilebilecek seviyede gelişir. Fetüs bu ayda vücut hareketleri, emme ve soluk alma hareketlerini yapar. 100 gramdan fazladır. Zâten İslâm âlimleri de uzuvların 120 gün sonra teşekkül edeceğini yazmışlardır. Beşinci ayda 300 gr ağırlığındadır, yüzeyinde ince kıllar belirir. Kalp atışları, dinleme âleti ile işitilebilir. Altıncı ayda, 600 gr ağırlıktadır. Hareketleri anne karnında hissedilir. 7., 8. ve 9. aylarda fetüsün en mühim vazifesi büyümektir. Boyu 300 mm’den 500 mm’ye büyür. Ağırlığı 600 gramdan 3250 grama yükselir. Organ sistemleri olgunlaşır.Yedinci ayda doğan bir fetüs, ihtimamlı bir bakımla yaşayabilir. Bütün devreler Kur’ân-ı kerîmde Mü’minûn sûresinin başında bugünkü fennin açıkladığı şekilde açık bir ifâdeyle bildirilmiştir.
Alm. Rücktritt, Fr. Retraite, İng. Retirement. Bir kimsenin belirli bir yaşa kadar prim veya kesenek ödeyerek çalışması ve genellikle ihtiyarlaması, bu yüzden fikrî ve bedenî gücünü kısmen kaybetmesi sebebiyle bu hususdaki kânûnî şartlara hâiz olduğu takdirde eski maaşının bir kısmına herhangi bir hizmet karşılığı olmaksızın hak kazanması hâli.
Emeklilik sisteminin kuruluşu, Osmanlı devletinin ilk zamanlarına kadar uzanır. İlk zamanlarda vâridâtın tahsil usûlü uygulanırken, daha sonraları hizmet aylığına göre emekli aylığı verilmesi sistemi uygulandı. Emeklilik Cumhûriyet devrinde 1930’da yürürlüğe giren 1683 sayılı kânunla ele alınmış, ancak 1934’ten sonra uygulamaya konulabilmiştir.
Sosyal meselelerin en önemlilerinden biri de ihtiyarlıktır. Yaşayan her insan ihtiyarlamaktan, yâni çalışma gücünü yavaş yavaş kaybetmekten kurtulamaz. Yaşlanmış kimselere bir iş karşılığı olmaksızın sağlanan ihtiyarlık aylığı veya ödeneği, bir yandan bu kimsenin çalıştıkları sırada topluma sağladıkları menfaat ve ödedikleri primlerin karşılığını teşkil etmekte, öte yandan da nesiller arasında yardımlaşma fikrini geliştirmektedir. Çalışma kâbiliyetini kaybetmiş insanların cemiyete yük olur durumuna düşmemesini sağlamaktadır. Bilhassa yaşlılara emeklilik gelirleri bir dayanak ve bir teminât olmaktadır.
Yaşlılık ve emeklilikle ilgili sosyal sigortalar ve emekli sandıkları daha ziyâde işçi ve memur gibi başkasına tâbi olarak emeğini arz eden kimseleri korumayı hedef tutmaktadır. Gerçekten geniş mânâda işçi sayılan bu zümrenin ferdî tasarruf yolu ile geleceklerini garanti altına almaları, iktisâdî durumları sebebiyle imkânsız olmaktadır. Mamafih sosyal güvenlik sisteminin yaygın bir hal aldığı gelişmiş ülkelerde emeklilik hakkı, sâdece işçi ve memurlara değil bütün vatandaşlara tanınmıştır.
Diğer toplumların millî gelirlerine, gelişmişliğine göre, yaş haddi ve emeklilikte aldıkları maaşlar değişmektedir. Türkiye Cumhûriyeti hukûkunda, emekliliğe hak kazananlar arasında, çalıştıkları iş kollarına göre farklılıklar vardı. Emekli Sandığına bağlı olarak çalışan memurlar için idârenin emeklilik sınırı 65 yaş kişinin kendi isteğine bağlı emeklilik sınırı, kadınlar için 45, erkek memurlar için 50 yaştı (1989). Sosyal Sigortalar Kurumunda çalışanlar için emeklilik, kadın işçiler 50, erkek işçiler 55 yaş olarak tesbit edilmiş, ancak bu sınır, 1 Ocak 1990 târihinden sonra emekli olan kadın işçiler için 55, erkek işçiler için de 60 yaşa çıkarılmıştı. Bağımsız çalışanlarda da (avukat, muhâsebeci...) yaş sınırı kadınlar için 50, erkekler için 55 yaş sınırı konmuştu. Bu şekilde emeklilik yaş sınırları 26 Şubat 1992’de çıkarılan kânunla ortadan kaldırıldı; kadınlarda 20, erkeklerde 25 hizmet yılını dolduran memur, işçi herkesin, yaşı ne olursa olsun istekleri üzerine emekli olabilir hükmü getirildi. Bağlanan aylıklar toplumların yaşayış standartlarına göredir. Ödenen aylık ve emekli yaşında, çalışan iş kolunun önemli tesiri vardır. Ağır mâden işçilerinin, deniz altında çalışanların, emniyet mensuplarının, askerlerin, hizmetlerinin ağırlığından dolayı emeklilik yaşları düşüktür.
Emeklilik çalışma süreleri bakımından kurumlar arasında bâzı farklılıklar vardır. Emekli Sandığı bünyesindeki memurlar emekliliğe hak kazanmak için kadınların 20, erkeklerin 25 yıl çalışıp kesenek ödemesi şarttır. Sosyal Sigortalar Kurumuna bağlı işçiler de kadınların 20, erkeklerin 25 yıllık çalışma süreleri içinde 5 bin iş günü pirim ödeyerek; bağımsız çalışanlar ise, 25 yıl pirim ödeyerek emekli olabilirler (1989). İlk olarak çalışmaya başlayan sakatlar, yaş sınırı olmaksızın en az 15 yıl sigortalı, 3600 iş günü pirim ödemek şartıyla emekli olurlar. Basın iş kânunlarına bağlı olarak çalışan gazeteciler ile buralarda aynı kânuna tâbi olarak çalışan işçiler, sigortalılar ve kamu kesimindeki basın müşâvirleri hizmet ettikleri her tam yıl için ayrıca 90 günlük îtibârî hizmet süresi eklenmek sûretiyle erken emekli hakkına sâhiptirler.
Çabuk yıpranmaları ve âilevî mükellefiyetleri yüzünden kadınların emeklilik hakkı da genellikle erkeklere nazaran daha erken başlamaktadır. Erken emeklilik hakkının tanınmasının sebebi, sâdece insânî mülâhazalar değil, çalışma çağına giren gençlere iş bulma gibi iktisâdî sebeblere de dayanır. Memleketimizde bütün vatandaşları içine alan bir sosyal güvenlik sistemine henüz ulaşılmadığından, emeklilik aylığından sâdece işçiler, memurlar ve serbest meslek sâhipleri faydalanabilmektedir. Bunlardan işçilere hitâb eden Sosyal Sigortalar Kurumu, memurlarınki Emekli Sandığı ve serbest meslek sâhiplerininki Bağ-kur’dur. Bütün vatandaşları içine alacak bir emeklilik teşkilâtının kurulması için çalışmalar yapılmaktadır.
Dört halîfeden sonra Müslümanları idâre eden hânedân. Dört halîfe devrinden ve hazret-i Ali’nin oğlu hazret-i Hasan’ın altı aylık hilâfetinden sonra devlet idâresi Benî Ümeyye Hânedânına geçti. 662 yılında başlayan Emevî Devletinin saltanat devresi 750 yılında sona erdi. Devletin kurucusu Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) kayın birâderi, aynı zamanda vahiy kâtibi olan Muâviye bin Ebû Süfyân bin Harb bin Ümeyye’dir. Hicrî 19. yılda hazret-i Ömer tarafından Şam vâlisi yapılan hazret-i Muâviye, yirmi sene, altı ay bu vazîfeyi devam ettirdi. Hicrî 41 senesinde Kûfe’de halîfe olan hazret-i Muâviye, yirmi sene halîfelik yaptı. Emevî Devletinin kurucusu oldu. Hazret-i Muâviye’den başlamak üzere bu hânedândan on dört halîfe gelip geçti. Son halîfe Muhammed bin Mervân (İkinci Mervân)dır.
Hazret-i Muâviye zamânında iç huzursuzluklar giderilerek İslâm fetihleri devâm etti. Zamânında Sicistan, Abdurrahmân bin Semüre tarafından fethedilerek, İslâm orduları, Afganistan’ı ve Kuzeydoğu Semerkant’ı fethettiler. Öte yandan Anadolu üzerine yapılan seferlerde, İslâm orduları Erzurum’u ele geçirip, İstanbul’u da kuşatmışlardı. Akdeniz’e açılan Emevî donanması, Kıbrıs, Girit ve Sicilya adalarını da fethettiler. Ayrıca Kuzey Afrika da İslâm ordularınca ele geçirildi. İçte çıkan Hâricîler üzerine Ziyâd bin Ebih kumandasında asker gönderilerek, onların fitnesi ortadan kaldırıldı. Hazret-i Muâviye Nisan 680’de vefât ettiği vakit Emevî Devleti Güney Hindistan’dan Cezâyir’e kadar uzanan huzurlu bir devlet hâline gelmişti. Muâviye (radıyallahü anh), pekçok ülkelerin fethiyle, İslâmiyetin geniş bir alana yayılmasına sebeb oldu. Yerine oğlu Yezîd geçti. Bunun zamânında hazret-i Hüseyin’in Kerbelâ’da şehid edilmesi ve Abdullah bin Zübeyr’in Mekke’de halîfeliğini îlân etmesi iç meselelerin en önemlilerindendir. Öte yandan Emevî orduları Buhârâ’yı ve Harezm’i fethetti. Yezid saltanata uzun zaman devâm edemedi. Dört sene sonra vefât etti. Yerine İkinci Muâviye geçti ise de az sonra bu da vefât etti. Yerine Mervân bin Hakem, 683 senesinde halîfe oldu. Mervân, hazret-i Muâviye zamânında Medîne ve Hicaz vâliliği yapmıştı. âlim, dînini seven, çok zekî ve akıllı bir insandı. Günahlardan çok sakınırdı. Kısa zamanda devlet içindeki iç huzursuzlukları düzeltti. Fakat halîfeliği bir sene bile sürmeden vefât etti. Yerine oğlu Abdülmelik geçti.
Abdülmelik, Emevî iktidârını bütün İslâm âlemine kabul ettirmede iki yakın yardımcı buldu. Bunlardan biri Mühelleb, diğeri ise Haccâc’dır. Haccâc, önce devlet içinde baş gösteren isyânları bastırdı. Türkistân ve Sind sınırlarına gönderdiği ordular, yeni fetihlerle, Hint topraklarına dayandı. Türkeş (Türgiş) devletine bağlı Rütbil Beyliği Emevîlere boyun eğdi. Bu, Türklerin İslâmlaşması husûsunda ilk hamle oldu. Haccâc buradaki Türklerden bir kısmını götürerek Basra ve Kûfe taraflarına yerleştirdi. Haccâc daha sonra Mekke-i mükerremede halîfeliğini îlân eden Abdullah bin Zübeyr ile harb ederek onu şehid etti. Netîcede Hicaz ve Irak vâlisi oldu. Hâricilerle yaptığı mücadelede onları ortadan kaldırdı. Böylece Ehl-i sünnete büyük hizmeti oldu. Keremi ve ihsânı da zulmü gibi boldu. İslâm âlimlerinden Ebü’l-Esved ed-Düeli’ye Kur’ân-ı kerîme ilk harekeyi koydurarak Müslümanların okurken hatâya düşmelerini önledi.
Abdülmelik zamânında büyük bayındırlık işleri yapıldı. Yollar, köprüler, su kanalları yapılıp, adına para basıldı. 705 senesinde Abdülmelik ölünce yerine oğlu Velid geçti. Velid’in 715’te vefâtından sonra ise kardeşi Süleymân başa geçti. Bunların zamânında Kaşgar ve Pencap İslâm orduları tarafından fethedildi. İstanbul ikinci defâ kuşatıldı. Bu zamanda Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve selem) kabr-i şerîfi ve mescidi (Ravda-i Mutahhera) yeniden yapıldı. Şam’da Emevî câmisi inşâ edildi.
717 senesinde Melik Süleymân’ın vefâtından sonra İkinci Ömer diye anılan Ömer bin Abdülazîz halîfe oldu. Bu zât çok âdildi. Halk tarafından çok sevilirdi. Bunun zamânında hadîs-i şerîfler tedvîn edilip tasnifine başlandı. Haraç ve cizye vergileri belli esaslara bağlandı. Malatya şehri yüz bin esir karşılığı satın alındı. İlmî hey’etler göndermek sûretiyle Berberîler arasında İslâmiyetin yayılması sağlandı. 720 senesinde 41 yaşındayken kölesi tarafından zehirlendi.
Yerine Yezid bin Abdülmelik geçti. Gerek Yezid bin Abdülmelik ve gerekse kendinden sonra 724’te halîfe olan Hişam bin Abdülmelik devirleri Emevîlerin en parlak zamanlarını teşkil eder. Bunların zamânında Kuzey Kafkasya, âzerbaycan Müslümanların eline geçti. Bu devirde Türkler akın akın gelerek Müslümanlıkla şereflendiler.
Hişam’ın 724’te vefâtından sonra yerine geçen İkinci Velîd ve Üçüncü Yezîd daha önceki halîfelerin yolunu devâm ettiremediler. Dînî yaşayış ve devlet otoritesi zayıflayınca halk arasında çözülme başladı. Yer yer isyânlar başgösterdi. Üçüncü Yezîd’in ölümü üzerine (744) yerine kardeşi İbrâhim geçti.
İbrâhim zamânında, Şiî ve Hâricî ayaklanmaları oldu. İbrâhim’in 749’da vefâtı üzerine İkinci Mervân (Mervan bin Muhammed) halîfe oldu. Mervân önce Sûriye’deki isyânları önledi. Sonra Mısır’ı Emevî Devletine bağladı. Ancak doğuda çıkan Şiî isyânı kendisini sarstı. Orduları yenilgiye uğramaya başladı. Bu arada Ebü’l-Abbas Irak’ı ele geçirerek, hilâfetini îlân etti. İkinci Mervân Ebü’l-Abbâs’a karşı giriştiği mücâdeleyi kaybederek Mısır’a kaçtı. Mısır’da yakalanarak 7 Temmuz 750’de öldürüldü. Böylece, Emevî Devleti yıkılarak, yerine Abbâsî Devleti kuruldu.
Ancak Afrika’ya ve oradan da Endülüs’e kaçan Abdurrahmân bin Muâviye bin Hişam, bu ülkede yeni bir Emevî Devleti kurmak sûretiyle (Endülüs Emevî Devleti) bu âilenin uzun bir süre daha târih sahnesinde kalmasını sağladı. (Bkz. Endülüs Emevî Devleti)
Kültür ve medeniyet: Emevîler devrinde İslâm ülkeleri, batıda Atlas Okyanusuna ve Fransa’ya, doğuda ise Türkistan içlerine kadar genişledi. Türkistan’dan getirilen Türkler; Basra, Kûfe gibi yeni kurulan birçok şehirlere yerleştirildi. Diğer taraftan zirâat ve ticâret teşvik edildi. Hindistan tarafından sığırlar getirilerek çiftçilere verildi. Ayrıca ihtiyaçlarını karşılamaları için, fâizsiz krediler temin edildi. Askere maaş verilmeye devâm edildi. Maaş tertibinde yine Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin Ehl-i beytinden başlandı.
Hazret-i Ömer devrinde kurulan dîvânlar, daha da geliştirildi. Bilhassa Mervân ve Ömer bin Abdülazîz devrinde belli esaslara bağlandı. Böylece devletin mâlî ve idârî müesseseleri tesis edildi
Abdülmelik bin Mervân, hilâfeti esnâsında, insanların din bilgilerini öğrenmelerinde kolaylık olması için Arapça öğrenmeyi teşvik etti. Gayr-i müslimlerin devlet dâirelerinde çalışmalarına mânî oldu ve Arapçadan başka dil kullanılmasını yasakladı. Posta ve haberleşme teşkilâtlarını ıslah etti. Devrinde âlimlere önemli mevkiler verilerek, ilmî çalışmaların gelişip yayılmasında yardımcı olundu. Başta dîvânlar olmak üzere, Farsça pek çok eser Arapçaya tercüme edildi. îmâr faaliyetlerine önem verildi. Kullanılan Bizans ve İran paraları yerine ilk defâ İslâm târihinde yeni paralar bastırıldı.
Ömer bin Abdülazîz, halîfeliği sırasında, dîne sokulan bid’atleri ortadan kaldırıp, unutulmuş sünnetleri meydana çıkardı. Hadîs-i şerîfleri tasnif ettirdi. Ehl-i beyte dil uzatanların çirkin hareketine mânî olarak, son verdi.
Arapçanın resmî dil olması; Mısır’daki Kıptîlerle Irak’taki Keldânîlerin ana dillerini unutarak Arapçayı kullanmalarına sebeb oldu. Irk olarak Araplıkla bir yakınlıkları yoksa da sonraki asırlarda bunlara Arapça konuşmalarından dolayı Arap denilmiştir.
Bu devirde Hasen-i Basrî, Câfer-i Sâdık, İmâm-ı A’zam, Abdullah bin Mübârek, Ka’b-ul-Ahbâr, İbn Şihâb-üz-Zührî, Hemmâm ibni Münebbih gibi dünyâya ilmi saçan meşhur âlimler yetişti. Halîfeler bütün bölgelere muallimler gönderirler, bunlar da Cuma günleri gittikleri bölgenin halkına dînî konularda ders verirlerdi.
Emevîler devrinde mîmârî alanındaki gelişmeler özellikle câmi ve mescitlerde görülmektedir. Fethedilen yerlerin bir çoğunda câmi ve mescitler inşâ ederken, bölgenin mîmârî kültüründen etkilendiler. Câmilere ilk minâre, Emevîler zamânında hazret-i Muâviye’nin emriyle Mısır’da yaptırıldı. Daha sonra Ömer bin Abdülazîz, Mescid-i Nebevî’yi yeniden yaptırarak, minâre ilâve etti. Halîfe Abdülmelik, 691 senesinde Kubbet-üs-sahrâ’yı inşâ ettirdi. Bu câmi günümüze kadar Ömer Câmii olarak biline gelmiştir. 705 senesinde Halîfe Velîd, Şam’da Emevî Câmiini yaptırdı. Bu câmide ilk defâ olarak yarım dâire şeklinde yapılmış bir mihrâb bulunuyordu. Ayrıca bu devirde, câmiler, etrâfında şadırvanlara ve küçük yapılara yer verilmeye başlandı.
Şam’daki Emevî Halîfeleri |
Hilâfet Sırası |
Muâviye bin Ebû Süfyân |
662 |
Yezîd bin Muâviye |
680 |
Muâviye bin Yezîd |
683 |
Mervân bin Hakem |
683 |
Abdülmelik bin Mervân |
683 |
Velîd bin Abdülmelik |
705 |
Süleymân bin Abdülmelik |
715 |
Ömer bin Abdülazîz |
717 |
Yezîd bin Abdülmelik |
720 |
Hişâm bin Abdülmelik |
724 |
Velîd bin Yezîd |
741 |
Yezîd bin Velîd |
744 |
İbrâhim bin Velîd |
744 |
Mervân bin Muhammed |
750 |
Türk hattat ve cilt sanatçısı. Hattat ve cilt sanatçısı Hâfız Mehmed Tevfik Efendinin oğludur.
2 Haziran 1913 târihinde Bolu’da doğdu. Yedi yaşındayken babasından hat öğrenmeye başladı. İlk ve ortaöğrenimini tamamladıktan sonra İstanbul’a gitti. 1932’de İstanbul Muallim Mektebini, 1936’da Ankara Gâzi Terbiye Enstitüsü Resim-İş bölümünü bitirdi. Kamil Akdik ve Necmeddin Okyay’dan hat dersleri aldı. Hat ve cilt sahasında ihtisas yapmak için Almanya’ya gönderildi. Oradayken hazırladığı Olimpiyat Kitabı ile Hamburg Kitap Sergisinde birincilik ödülü kazandı. 1939’da Leipzig’deki Kitapçılık ve Sanat Akademisine girerek kitap ciltçiliği dersleri aldı. 1943 senesinde Türkiye’ye dönerek İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisinde Hat ve Cilt Sergisi açtı. Daha SonraDekoratif Sanatlar bölümünde öğretim üyesi olarak vazife aldı. 1958 senesinde Fatih Divanı kitap cildiyle Milletlerarası Brüksel Sergisinde birincilik ödülü kazandı. 1969’da gittiği Lizbon’da su baskınında zarar gören bâzı Türk-İslam eserlerinin restorasyonunda çalıştı. 1977’de Dublin Sanat Akademisinde, 1983’te Paris’te UNESCO Genel Merkezinde, 1985’teMünster’de hat sergisi, 1986’da İslam Kültür Merkezinde ikinci defa cilt sergisi açtı. 1983’te emekliye ayrılan Emin Barın 1984’te Ya Rahim adlı eseriyle Türkiye İş Bankası Süsleme Büyük Ödülünü kazandı.
Özellikle kûfî ve celî dîvânî yazılarında yeni yorumlarla güzel eserler verdi. Serbest anlayışa dayanarak yaptığı çalışmalarla da dikkati çekti. İslamâbâd Kültür Merkezinin yazıları, Anıtkabir’deki yazıları, Yunus Emre’nin mezar yazıları onun önemli eserlerindendir. 1987 yılında ölen Emin Barın’ın 200’ü aşkın eseri vardır.
Son devir yazar ve romancılarından. 1938 yılında Kars’ta doğdu. Şâir Hâlide Nusret Zorlutuna’nın kızıdır. Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe bölümünden ayrılarak gazete ve dergilerde fıkra yazarlığı yaptı. Hikâye, roman ve oyunlarıyla tanınan Işınsu, Töre Dergisi’ni çıkarmıştır.
Milliyetçi bir dünyâ görüşü ile târihe saygılı, iç ve dış Türklerin meselelerine eserlerinde yer veren bir ideal insanıdır. Eserlerinden Azap Toprakları adlı romanı, Yunan zulmüne mahkum bırakılmış Batı Trakya Türklerinin ıstıraplarını anlatmaktadır. Tutsak romanında, kahırlı ve esir Kerkük Türkünün çilesi konu edilmektedir. Sancı romanında ise, 1970 Türkiye’sinin sancılı olaylar içinde kıvranışını tasvir etmektedir.
Her romanında ayrı üslûplar deneyen Emine Işınsu, romantik, yâni güçlü duygu ve kırgınlıkları eserlerine sindirmiştir. Bu hâliyle ve millî ülküyü sanatın üstünde tutması, yurt meseleleri ve canlı politikayı eserlerinde yansıtması sebebiyle okunan bir sanatkârdır.
Eserleri: Küçük Dünya (1966), Azap Toprakları(1970), Tutsak (1973), Sancı (1974), Bir Yürek Satıldı (1967), Bir Milyon İğne (1967).
Emir sâhibi, başkan. Eskiden İslâm memleketlerinde devlet başkanı, vâli ve yüksek rütbeli subaylara verilen isim. Emîrler bulundukları yerlerde dînî, idârî, askerî ve mâlî hizmetleri görürlerdi.
İslâmiyet; Müslümanların işlerinin görülmesi, içte ve dışta emniyet ve güvenlerinin sağlanması, aralarındaki anlaşmazlıkların giderilmesi gibi pek çok meselelerini halledecek birini kendilerine başkan seçmelerine ehemmiyet vermiştir. Hattâ yola çıkan birkaç kişinin aralarından birinin başkan olması sünnettir. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “Üç kişi yola çıkdıklarında, birini kendilerine başkan yapsınlar.” buyurmuştur.
Emîr ünvânı, İslâm târihinde Hulefâ-i Râşidîn (dört halîfe devrinden) îtibâren kullanılır. En yüksek rütbeli emîr, devlet başkanı olan halîfe idi. Ona “Emîr-ül-Mü’minîn” de denirdi. Devlet başkanından başka emirlere vazîfelerine göre ünvân verilirdi. Meselâ, ordu kumandanına “emîr-ül-ceyş”, “emîr-ül-ümerâ” hac kafîlesinin başında bulunana“emîr-ül-hac” adı verilirdi. Husûsî olarak, hazret-i Aliye de “Emîr” denirdi. Ayrıca fethedilen yerlere tâyin edilen vâliler de emîr ünvânını taşırlardı. Emirler bulundukları bölgelerdeki dînî, idârî, askerî ve mâlî hizmetleri yürütürlerdi. Emevîlerin ilk devirlerinde bu durum aynen devâm etti. Daha sonra, bu bölgelere halîfeler tarafından, zekât, harac, cizye toplamakla vazîfeli olan ve âmil denilen memurlar gönderilince, emirlerin yetkileri sınırlandırıldı. Abbâsîler devrinde de devâm eden emîrlik, kısmen değişikliğe uğradı. Emîrlerin bulundukları bölgelerdeki işleri ve idâreleri hakkında bilgi toplayan ve “ashâb-ül-berîd” denilen bir vazîfe teşkil edildi. Bundan başka, emîrlerin yanında mâlî işlerden sorumlu âmiller tâyin edildi. Yine emîrler dâhil memurların yaptıkları haksızlıkları araştırmakla vazifeli “sâhibunnazar fi’l-mezâlim” adında bir devlet dâiresi daha kuruldu. Abbâsîlerin son zamanlarında halîfe tarafından tâyin edilen emîrler, vergi vermeleri şartıyla, kendi bölgelerinde (eyâletlerinde) tam yetkiye sâhib oldular. Bu emîrler, zamanla hânedânlar kurdular. Tâhirîler ve Ağlebîler böyledir. Bunlardan başka, Gazneliler ve Saffârîlerde olduğu gibi, emîrlerin kuvvet kullanmasıyla da devletler kurulmuştur.
Endülüs Emevî hükümdârları, Üçüncü Abdurrahmân’a kadar emîr ünvânını almışlardır. Büyük Selçuklularda devlet adamları ve vazîfelilerine de emîr denildi. Vezire, “emîr-i büzürg” (büyük emîr), sancakdâra “emîr-i âlem”, esvabçıbaşına; “emîr-i câmehâne” denildi. Ayrıca askerî rütbeler derecelerine göre emîr ünvânı ile zikredilmiştir. İlhanlılarda emîr ünvânı, noyan ile eş mânâlı olup, eyâlet vâlilerinin ünvânı idi. Osmanlı pâdişahları İkinci Mehmed’e kadar ve fetret devrinde şehzâdeler bu ünvânı benimsedi. Fakat bu ünvânı Yıldırım Bâyezîd’in oğlu Süleymân Çelebi, Emîr Süleymân diye doğrudan kullanmıştır. Anadolu beyliklerinde ve zamanla Osmanlılarda emîrin yerini “bey” aldı. Emîr-ul-umerâ karşılığı olarak da “beylerbeyi” kullanıldı. Fakat Mekke vâlilerine “emîr-i Mekke” daha sonra, Buhârâ ve Afganistan gibi müstakil küçük devletlerin başkanlarına da emîr dendi. Günümüzde ise, Birleşik Arap Emirliklerinin başında bulunanlara “şeyh” denmektedir.
On beşinci ve on altıncı yüzyıllarda yaşamış olan evliyânın büyüklerinden. İsmi, Ahmed bin Muhammed el-Hüseynî el-Buhârî’dir. İstanbul’da Emîr Buhârî diye bilinir. Peygamber efendimizin torunlarından olup, seyyiddir. Buhârâ’da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1516 (H. 922) senesinde İstanbul’da vefât etti.
Emîr Ahmed Buhârî, Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin talebesidir. Onun hasta kalplere şifâ olan sözleri ile yetişti. Hocasının talebelerinden Simavlı Abdullah-ı İlâhî ile birlikte Anadolu’ya geldi. Ona tâbî olup hizmetine girdi.
Ahmed Buhârî, Simav’da bir müddet kaldıktan sonra hocasından izin alarak hacca gitti. Bir sene kadar Kudüs-i şerîfte, bir sene de Mekke-i mükerremede kaldı. Hocası Abdullah-i İlâhî, Simav’dan hacca gidenlere tenbih ederek, Ahmed’in artık gelmesini istedi. Haberi alan Ahmed; “Başüstüne” diyerek, o sene hacılarla berâber Simav’a geldi. Bir müddet sonra Simav’da hocasının hizmetinde bulunan Ahmed-i Buhârî, Abdullah-ı İlâhî’den izin alarak İstanbul’a geldi. Şeyh Vefâ Konevî hazretleriyle tanışıp onun sohbetlerinde bulundu. Abdullah-ı İlâhî’ye İstanbul’un durumunu bildirir bir mektup yazarak gönderdi. Mektupta; “Burada kişi gönül râhatlığında. Fakat hakîkatte dostun eteklerine yapışarak, huzûrunda olmak daha hoştur.” sözü de yazılıydı.”
Abdullah-ı İlâhî İstanbul’a gelip Zeyrek Câmii’nin boş ve viran bir hâlde olan medresesine yerleşti. Kısa zamanda buralar mâmur hâle geldi. âlimler ve diğer insanlar onun cana can katan sohbetine koştular. Abdullah-ı İlâhî burada Seyyid Ahmed Buhârîye icâzet (diploma) verdi. Yerine vekil bırakıp kendisi Vardar Yenicesi’ne gitti.
Emir Ahmed-i Buhârî, İstanbulluları irşâda başladı. Her taraftan talebeler huzûruna koşuyordu. Bereketli sohbetleriyle talebelerin dünyâya meyilleri azalıyor, hidâyete kavuşarak, âhirete yöneliyorlardı. Talebeleri çoğalınca, Fâtih Câmiinin batısında yakın bir yere mescid ve talebelerin kalacağı bir ev yaptırarak, orada ders verdi. Talebesi daha da çoğalınca Balat’a yakın Galata’ya karşı bir yerde pekçok odalar yaptırdı. Talebeler orada barınıp derslerine devâm ettiler.
Seyyid Ahmed Buhârî, talebelerine yollarının esaslarını şöyle bildirmiştir: “1) Ruhsatlardan sakınarak nefse zor gelen şeyleri yapmak. 2) Bid’atleri terk etmek. 3) Sünnet-i seniyyeye sıkı sarılmak. 4) Gösterişten uzak olmak. 5) İnsanlarla ihtiyâç kadar görüşmek. 6) Az konuşmak, az yemek, az uyumak. 7) Geceleri ibâdet etmek. 8) Gündüzleri oruç tutmak.”
Seyyid Emir Ahmed Buhârî vefâtına yakın bir Pazartesi günü kuşluk vakti talebelerine vasiyetini yaptı. Vasiyetlerinden biri de; “Mezârımı mescidimin güneyindeki duvarın dibine kazınız. Yanındaki defne ağacını kesmeyiniz.” idi. Talebeleriyle vedâlaştı ve onlara son nasîhatlerini yaptıktan sonra Kelime-i şehâdet getirerek 1516 (H.922) târihinde vefât etti. Kabr-i şerîfi, Fâtih Câmiinin batısındaki Emir Ahmed Paşa Câmii kenarında olup, ziyâretçiler feyz ve bereketlerinden istifâde etmektedirler.
Hindistan’da yetişen evliyânın büyüklerinden. Nizâmüddîn-i Evliyâ’nın yetiştirdiği Türk asıllı velî ve şâir. Künyesi Ebü’l-Hasan olup, lakabı Azîmüddîn’dir. Emîr Hüsrev Dehlevî’nin dedeleri, Türkistan’da Laçin beylerindendi. Babası Seyfeddîn Mahmûd, Moğol istilâsı sebebiyle Mâverâünnehr bölgesinden Hindistan’a göç etti. Dehli sarayındaki devlet adamlarından İmâdülmülk’ün kızı ile evlendi. Bu izdivaçtan 1253 (H.651) senesinde Emîr Hüsrev Dehlevî, âilenin ikinci çocuğu olarak dünyâya geldi. 1325 (H.725) senesinde yetmiş dört yaşında vefât etti.
Emîr Hüsrev, zamânın usûlüne göre en güzel şekilde tahsil yaparak yetişti. Babasının çevresindeki ilim, irfan meclislerinden en iyi şekilde istifâde eden Emîr Hüsrev, sâhib olduğu meziyetleri ile dikkatleri üzerinde topladı.
Babasının vefâtından sonra, dedesinin yanında, devrin ileri gelen âlim, edip ve şâirleriyle tanıştı. Daha on iki yaşlarındayken, anlayanlar tarafından şiirleri takdir ediliyordu. Dedesinin vefâtından sonra, Delhi sarayındaki Türk sultan ve kumandanlarının himâyesine girdi. Sultan Mübârek Şâh Halâcî 1320 (H.720) senesinde vefât edince, kendisini tamâmen hocası büyük âlim Nizâmüddîn-i Evliyâ’nın himmet ve sohbetlerine verdi. Hakîkî devlet ve saâdete kavuştu.
Emir Hüsrev’in kırk sene süreyle haram olan bayram günleri hâriç devâmlı oruç tuttuğu rivâyet edilmektedir. Hocası Nizâmüddîn-i Evliyâ’nın himmetiyle Hızır aleyhisselâmın sohbetiyle de şereflendi. 1324 (H.725) senesinde Sultan Gıyâseddîn Tuğluk Şâh ile sefere çıkan Emîr Hüsrev, sefer dönüşünde hocasının vefât haberini alınca, ızdıraptan kendini kaybetti. Her şeyini fakirlere dağıttı. Altı ay sonra 1325 (H.725) senesi Şevvâl ayının on sekizinde 74 yaşındayken vefât etti. Çok derin bir aşkla sevdiği hocasının ayak ucu tarafına defnedildi.
Emîr Hüsrev Dehlevî, şâirlerin sultânı, fazîlet sâhiplerinin önderi, sözleri çok tesirli olan yüksek bir zâttı. Konuşma sanat ve tavırlarındaki mânâ ve işâretlerde, önceki ve sonraki şâirlerden çoğu ona yetişememiştir.
Gâyet fasih ve beliğ, açık, anlaşılır ve net bir şekilde konuşurdu. Bu edebî yönü yanında tasavvufî hâli de pek yüksekti. Pâdişâhlarla, âmirlerle görüşmesi, kalbinin dünyâ işlerine meyletmesine sebeb olmazdı.
Emîr Hüsrev, birkaç lisâna hakkıyla vâkıftı. Ana dili Türkçe ve Farsça olmakla birlikte, Arabîde, Araplarla müsâbakaya girecek derecedeydi. Sanskritçeyi de çok iyi bilirdi.
Şiirdeki mahâret ve dehâsı yanında o, aynı derecede bir nesir üstâdı idi. Nesir yazmanın kâideleri ve prensipleri üzerine bir şâheser olan meşhûr Nüh Sipihr’i o yazmıştır.
Emîr Hüsrev’in şiir ve nesirlerinde; dile ve mânâya hâkimiyeti ile tasvirlerindeki güzellik ve derin kültür seviyesi açıkça görülür. Bu yüzden bütün doğu İslâm âleminde sevilip takdir gördü. Kısa zamânda Anadolu’ya ulaşan eserleri zevkle okundu. Divan edebiyâtı şâirleri tarafından üstâd olarak kabûl edildi.
Eserleri:
Bilinen eserleri dört kısım altında incelenmiştir:
1) Dîvânları: Tuhfet-üs-Sıgâr, Vasat-ül-Hayât, Gurret-ül-Kemâl, Bakıyye-i Nakiyye, Nihâyet-ül-Kemâl; 2) Hamsesi: Matla-ul-Envâr, Şîrînü Hüsrev, Mecnun u Leylâ, Âyine-i İskenderî, Heşt Behişt; 3) Târihî mesnevîleri: Kırân-ı Sa’deyn, Duvalrân-ı Hıdır Hân, Tuğluknâme, Nüh Sipihr; 4) Mensur eserleri: İ’câz-ı Hüsrevî, Târih-i Alâî, Ef’âl-ül-Fevâid.
Bu eserlerin hemen hepsi Farsça olup, çeşitli dillere tercüme edilmiş ve Hindistan’ın çeşitli matbaalarında basılmıştır. Eserlerinin yazma nüshaları, İstanbul, Bursa, Konya, Kayseri kütüphânelerinde de bulunmaktadır. Bu eserlerden başka; Cevâhir-ül-Bahr, Bahr-ul-Ebrâr, Enîs-ul-Kulûb, Mir’at-üs-Safâ, Menâkıb-ı Hind, Delhi Târihi ve Makâlât-ı Cihâr-ı Yâr isimli eserleri de vardır.