EKLEMBACAKLILAR (Arthropoda)
Alm. Gliederfüsser, Arthropoden (pl.), Fr. Arthropodes (m.pl.). İng. Arthropods. Omurgasız hayvanların en büyük şûbesi. 700.000 kadar türü vardır. Kabuklular (Crustacea), örümceğimsiler (Arachnoidea), çokayaklılar (Myriapoda) ve böcekler (Insecta) olmak üzere dört sınıftan meydana gelir.
Vücutları; baş (caput veya cephalo), göğüs (thorax) ve karın (abdomen) olmak üzere üç bölgeden meydana gelir. Her bölge çeşitli sayıda segmentten (parçadan) ibârettir. Vücûdun her bir segmenti esnek bir deriyle birbirine bağlanmıştır. Vücut yüzeyi, sert bir madde olan kitinden meydana gelen bir dış iskeletle örtülüdür. Kitin, dış epitelin salgısıdır ve hayvanların büyümesi için zaman zaman değiştirilerek atılır. Ekstremiteler (bacak, kanat, duyarga ve ağız parçaları gibi hareket edebilen çıkıntılar) dâimâ eklemli parçalardan meydana gelmiştir. Sindirim sistemi ön, orta ve arka barsak olmak üzere üç bölümden ve bunların çeşitli kalınlıktaki kısımlarından meydana gelir. Kan dolaşımı açıktır. Kan oksijen taşımayıp, besin maddeleri, artık maddeler ve hormonları taşır. Dolaşım sistemi, sırtta bir yürek ve ana damardan meydana gelir. Bâzılarında sırt damarından kollar da çıkar. Sinir sistemi, birbirine bağlantısı bulunan gonglion adı verilen boğumlardan ibârettir.
Ayrı eşeylidirler. Karada, havada ve suda yaşarlar. İnce derililer vücut yüzeyiyle, sudakiler solungaçla, karadakiler de trakealarla (borular sistemi) solunum yaparlar.
Alm. Gelenke, Fr. Articulation f, İng. Joint. İnsan ve omurgalı hayvanlarda vücut kemiklerinin ucuca veya yanyana gelip birleştiği yer. İnsan vücûdunda kemik ve kıkırdaklar, eklemler vâsıtasıyla bir arada tutulurlar. Eklemler kemiklerin hareketini sağlarlar.
Yapısı: Bir eklemi meydana getiren kemiklerin birbirine karşı gelen yüzleri uyumludur ve kıkırdaktan yapılan bir tabakayla kaplanmıştır. Eklemdeki kemikler arasındaki mesâfe eklem boşluğunu meydana getirir. Eklem boşluğu, eklem kapsülü tarafından çevrelenir. Eklem kapsülü sert bağ dokusundan yapılmış koruyucu bir kılıftır. Eklemi yapan kemiklerin kıkırdak yüzleri sinovial membran denilen zar gibi ince, hassas bir hücre katıyle kaplıdır. Bu zar, sinovial mâyi denen bir sıvı salgılar. Bu mâyi hem eklemin kayganlığını temin ederek hareketi kolaylaştırır, hem de kıkırdağın beslenmesine yardım eder. Eklem kapsülü etrafındaki bağlar sâyesinde oldukça sağlam bir yapı kazanır.
Eklemlerin temel vazifesi serbest hareketi temin etmektir. Bu açıdan eklem mekaniği incelendiğinde eklemlerin çevresinde kapsül, bağlar ve kaslar sâyesinde en az enerjiyi harcayarak en fazla işi yapabilecek şekilde düzenlendiği görülür. Eklemler hareketlerine göre; hareketsiz -oynamaz (kafa kemikleri arasındaki eklemler), yarı hareketli-yarı oynar (omurga kemikleri arasındaki eklemler) ve hareketli-oynar eklemler olarak üçe ayrılır. Tam hareketli olmayan bir eklemde, eklem satıhları birbirine tam olarak intibak edemediğinden, omurganın omurları arasında olduğu gibi, kemikler arasında disk denilen kıkırdak yapılar bulunur. Bir yönde veya bir düzlemde hareket eden eklemlere, menteşe eklem denir. Diz, dirsek ve parmak kemiklerinin eklemleri böyledir. Kalça ve omuz eklemleri her yöne hareket kabiliyeti olan eklemlerdir. Bir uzun eksen etrafında dönme hareketi yapan eklemlere trokoid eklem denir. El bileği eklemi bu tip bir eklemdir.
Alm. Brot, Fr. Pain (m), İng. Bread. İnsanlar için değerli ve temel bir gıdâ. Kelime Türkçe olup, aslı “etmek”tir. Ekmek, bâzı yörelerde sâdece buğdaydan yapıldığı gibi, bâzı yörelerde de mısır, çavdar, arpa ve yulaftan yapılır.
Ekmeğin târihi ilk insan âdem aleyhisselâma dayanır. Kolay ve ucuz elde edilmiş olması, târihin ilk zamanlarından bu yana ekmeğe rağbeti arttırmış ve insanlar hemen her çağda ekmek kullanmışlardır. Yapılan araştırmalara göre, M.Ö. 3500 yıllarında Mısır’da Tep şehrinde ekmek yapıldığı tesbit edilmiştir. Bunun delili, taş kabartma resimlerde kullanılan ekmek yapma araçlarıdır. Ayrıca İsviçre’nin göller yöresinde yaşayan kavimlerin ekmek yapıp kullandıkları, yine târihî kazılarda elde edilen araçlardan anlaşılmıştır. Diğer taraftan İncil’de, hamurlu ve hamursuz ekmekten bahsolması, ekmeğin târihinin çok eskiye dayandığının belgesidir. Yalnız o zamanda yapılan ekmeklerle bugün yapılan ekmekler birbirinden farklıdır.
Eski Mısırlılarda ekmek yapımına önem verilir, beyaz undan küçük francalalar yapılırdı. Bu küçük ekmekler, bugünkü ekmekler kadar güzeldi. Eski Yunanlılar ve Romalılar ekmek yapmayı Mısırlılardan öğrenmişlerdi. O devirde halkın ekmek ihtiyâcını karşılamak için büyük şehirlerde fırınlar açılmıştı. Ortaçağ derebeyliklerinde halk, daha ziyâde ekmeğini kendi evlerinde yapardı. Fakat şimdi 20. yüzyılda tekniğin gelişmesi sebebiyle modern fırınlar yapıldığından, köylerde bile evlerde ekmek yapanlar azaldı.
Ekmeğin yapılışı: Ekmek genellikle buğday unundan yapılır. Buğday, protein bakımından zengin olmamakla birlikte, karbonhidratı, yâni B1 vitamini bakımından oldukça zengindir. Bu sebeple besin değeri çoktur. Dünyânın her tarafında ekmek, buğday unundan yapılmaz. Anadolu’nun değişik yörelerinde bilhassa Karadeniz bölgesinde ve başka ülkelerden Meksika ve Güney Amerika’da ekmek, mısır unundan da yapılır. Rusya’da çavdar ekmeği meşhurdur. Yeni öğütülmüş bir unun pişme kâbiliyeti öğütüldükten sonra birkaç ay bekletilmiş unların pişme kâbiliyetinden daha az olduğu için, ekmek îmâlinde öğütüldükten sonra bir süre bekletilen unlar daha iyidir.
Ekmek; unlara su, tuz, maya ve istendiğinde başka maddeler katılmasıyla hazırlanan kitlenin, yoğurularak uygun bir şekilde mayalandıktan sonra pişirilmesiyle yapılan maddeye denir. Ekmeğin kalite, çeşni ve besin değerini arttırmak için hamuruna; şeker, yağsız süttozu, peynir suyu, gevrekleştirici maddeler ve başka şeyler katılmaktadır. Unu hamur yapmak için gereken su miktarı hava rutûbeti ve sıcaklık derecelerine, hamurun bekleme süresine göre değişirse de, beyaz ekmek yapımında genellikle 100 kısım un için 64 kısım su harcanır. 100 kısım un için, 2 kısım tuz, 2 kısım maya ve gerekirse 6 kısım şeker, 6 kısım yağsız süttozu, 4 kısım gevrekleştirici maddeler vs. katılır. İyi bir buğday ununun 100 kilosu 155-170 kilogram hamur verir. Bunun pişirilmesiyle 120-145 kg ekmek elde edilir. Bizim buğdayların 100 kilogramından 140-150 kg ekmek elde edilmektedir.
Hamur Ağırlığı x 100
Hamur Verimi =
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
Un Ağırlığı
Ekmek Ağırlığı x 100
Ekmek Verimi =
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾=
Un
Ağırlığı
Ekmek
Ağırlığı x Hamur Verimi
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
dır.
Hamur Ağırlığı
Ekmeğin pişirilmesi sırasında, fırın sıcaklığı 200-250°C’dir. Pişme esnâsında kabuk teşekkülü ve bunun esmerleşmesi kısmen glutenin değişmesinden, kısmen de nişastanın dekstrin hâline geçerek karamelleşmesinden ileri gelir. Pişme süresi ekmeğin büyüklüğüne göre 30-60 dakikadır. 1 kilogramlık ekmek yaklaşık 1 saatte pişer. Ekmeğin pişmesi sırasında içindeki sıcaklık 100°C’ye zor varmaktadır. Onun için küf, maya ve bakteriler pişme ısısına dayanabilirler. Pişme sırasında su miktarı azalır. Albüminler pıhtılaşır ve çözünmez hâle gelirler. Yağlar, hamlifler ve tuzlar ekmekte bir değişiklik göstermezler. Buna karşılık karbonhidratlar çok değişirler. Karbonhidratlardan güzel kokulu, güzel tatlı, sindirimi teşvik edici kavrulma ürünleri meydana gelir. Nişasta su alarak şişer, bunun kısmî jelatinleşmesi olur. Kabukta bir kısım nişasta dekstrine dönüşür, karamelleşme olur. Proteinlerin kısmen parçalanmasıyla melenoidinler, az miktarda histamin ve benzerleri meydana gelir. Ekmeğin pişirilmesinde tiamin (vitamin B1) muhteviyâtı çok az düşer. Unun kendinde pek az glikoz, fruktoz ve sakkaroz vardır. Fakat un ıslanınca amilaz enzimi çalışmaya başlar. Mevcut nişastanın bir kısmı yavaş yavaş maltoza dönüştürülür. Maltozun maya ile hidrolizinden sonra mayalanması sonucu ortadan kaybolması, nişastanın maltoza çevrilme hızını da artırır. Mayalanma sırasında ortaya çıkan alkol ve karbondioksit, pişme sırasında ekmeği kabartır, kısmen uçar ve bir kısmı ekmeğin içinde kalır. Glutenin bu gaz çıkışı ile kabarıp delinmesiyle gözler meydana gelir. Ekmeğin içinde kalan CO2 zamanla uçarak yerine hava girer. Ekmeğin diğer asidleri ekmeğin cinsine göre % 0.1-0.75 arasında bulunur. Alkol miktarı % 0.2-0.4’tür. Ekmek içinin nem derecesi % 37-50, ekmek kabuğundaki ise % 15-25’tir. İyi bir ekmek hacminin üçte ikisi gazdır. Katı kısmının ağırlıkça yaklaşık % 40-50’si sudur.
Ekmeğin bileşiminde ortalama olarak su % 35-46, azotlu maddeler % 6-7, yağ 0.3-1.2, şeker % 2-3, selüloz (ham lif) % 0.3-1.5, nişasta ve diğer karbonhidratlar % 45-56, küf % 1.9-9-1.5’tur. Beyaz ekmekte daha az (% 38) su vardır. Havasız ve nemli yerlerde saklanan ekmeklerin her yanını küfler kaplayabilir. Özellikle nişasta ile beslenen küflerin sporları havada bulunurlar, iyi bir besin olan ekmekte gelişirler. Ekmekte değişik renkte lekeler meydana getirirler. Küflere karşı, un’a kalsiyum propiyonat katılır.
Bayatlamış ekmeklerin bileşiminde su eksilir, nişasta ve protein yapılarında değişiklikler olur. Bunun sonucu ekmeğin şekli ve tadı değişir.
Ekmek mayalı ve mayasız olmak üzere ikiye ayrılır. Mayalı ekmek hafif olur. İçi deliklidir. Çok kolay kabarır. Lezzetlidir. Mayasız ekmek kabarmaz, kuru ve sert olur. Yurdumuzda köylerde genellikle mayalı ekmek yapılmaz. Anadolu’da yufka denilen mayasız hamurdan yapılan ince açılmış ekmekler kızgın saçta pişirilerek yapılır. Bunlar kurutularak saklanır. Belli bir zaman bu yufkalar sâdece ıslatılarak yenilir. Yufka, insanları sık sık ekmek yapmak için zaman harcamaktan kurtarmaktadır.
Ekmek çeşitleri: Yurdumuzda ekmek şekilleri çevreye ve zevke göre değişmektedir. Başlıcaları şunlardır:
Somun: Bir çeşit tava ekmeğidir. Altı düz, üstü kabarıktır. Tam dâire şeklinde olduğu gibi, söğüt yaprağı biçiminde dar, uzun şekilli yapılanı da vardır. Çoğunlukla fırınlarda yapılan dar uzun biçimli olandır. Somunun gramajını (ağırlığını) ve fiyatını belediyeler tesbit eder. Somunlar, büyük ve küçük olmak üzere iki çeşittir. Yüksek randımanlı undan, francala şeklinde yapılanı da vardır.
Francala: Hiç kepeksiz, düşük randımanlı undan yapılır. Boyu, eninin üç katıdır. Bâzı yerlerde tava tipi francala da yapılır. Francala ekmeği çok beyaz olur.
Pide: Bilhassa Ramazân-ı şerîf ayında yapılır. İnce yuvarlaktır. Bâzan üstüne yumurta da sürülür. Ayrıca güzel koku versin diye çörekotu serpilir. Güney Anadolu’da günlük ekmek olarak satılır. Pidenin besin değeri çoktur.
Tayın: Asker ekmeğidir. Askerler için özel yapılır. Somundan biraz küçüktür. Randımanlı undan yapılır. Kepek ve vitamin bakımından besleyicilik özelliği vardır.
Tandır: Orta ve Doğu Anadolu’da çok sevilen, ince ve oldukça gevrek bir çeşit ekmektir. Tandır ekmeği yerde açılan ve etrafı çamurla sıvanmış bir çukurun içinde pişirilir. Tandır ekmeği, yufka gibi oklava ile bir buçuk santim kalınlığında açılır. Üzerine un, susam ve su serpilir. Bu bir nevi bulamaçtır. Bundan sonra ekmek, ocağın üzerine yapıştırılarak pişirilir. Bu da yufka gibi bol mikdârda hazırlanıp uzun müddet saklanabilir.
Yufka ekmeği: Yufka hamuru oklava ile açılır. Sac üzerinde pişirilir. Anadolu’da (Orta ve Doğu Anadolu’da) yufka, kış ekmeği sayılır. Bir defâda 4-5 aylık ihtiyacı karşılayacak kadar yapılır. Bekleme ile yufka bozulmaz. Raflara dizilerek saklanır, yenileceği zaman üstüne biraz su serpilince yumuşar ve kırıntı olmaz.
Tepsi ekmeği: Evlerde hamur yoğrularak tepsilere doldurulur ve fırınlarda pişirilir. Ağırlığı tavanın büyüklüğüne göre değişir. Bir kilodan 10 kiloya kadar olanı vardır. Tepsi ekmeği çok pişkin ve lezzetli olur.
Peksimet (Galete): Dayanıklı ekmek çeşididir. İçine çok az su katılarak yapıldığı için kuru ve sert olur. Çok dayanıklıdır. Küçük ve büyük boyda yapılır. Savaş sırasında askere verilir. Vücudun soğuğa karşı korunmasında, kuvvet verir. Peksimeti avcılar çok kullanırlar.
Ekmek fırınları: Ülkemizde ekmek fırınları basit ve modern fırınlar olmak üzere ikiye ayrılırlar. Basit fırınlarda odun yakılarak ekmek pişirilir. Odunla pişen ekmekler çok lezzetli olur. Bir de elektrikle işleyen modern fırınlar vardır. Bunlarda bir defâda 450-500 ekmek veya daha fazla pişirilir. Fakat bu fırınların ekmeği, odunla pişen ekmek kadar tatlı olmaz. Modern fırınlardan, taş kömürü, havagazı, mazotla, elektrikle çalışanları da vardır. Modern fırınlar, kısa zamanda çok ekmek pişirmek bakımından faydalıdır.
Ülkemizde bu kadar ekmek üretimine rağmen ekmek israfı önlenememektedir. Türkiye Ekmek Sanâyii İşverenleri Sendikasının 1993’te yaptığı açıklamaya göre; Türkiye’de yılda 180 milyon tâne ekmek çöpe atılıyor. Bunun mâlî değeri 1993 yılı fiyatlarına göre yaklaşık 360 milyarı (36 milyon dolar) buluyor.
EKMEKAĞACI (Artocarpus İncisa)
Alm. Brotfruchtbaum (m), Fr. (Arbre (m) a pain, İng. Bread tree, breadfruit tree. Familyası: Dutgiller (Moraceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Tabiî olarak yetişmez.
Kalın gövdeli, 15-20 m boyunda, büyük meyveli, tek evcikli bir ağaç. Tropik, Asya adalarında (Sunda adalarında) yetişir. Ana vatanı da Pasifik adalarıdır. Yaprakları küçük ve düz kenarlıdır. Ananasa benzeyen meyveleri 1-2 kg ağırlıkta olabilir. Yenen kısım, çiçek ekseni ve çiçek örtü yapraklarıdır. Münferit meyveler fındıksıdır. Fakat çekirdek teşekkül etmez. Üremeleri vegetatiftir. Tohumla üreme olmaz. Her mevsimde mahsul verir.
Kullanıldığı yerler: Ekmek ağacı meyvesi nişasta bakımından zengindir. Yerli halkın başlıca gıdasını teşkil eder. Meyveleri beyaz etli ve biraz unludur. Haşlanarak ve pişirilerek yenilebildiği gibi ekmek yapmak için de kullanılır. Bu bakımdan tropik bölgeler için önemli bir bitkidir.
Alm. Echocardiographie f, Fr. Echocardiographie f, İng. Echocardiography. Ultrasonik ses dalgalarıyla, kalbin değişik yapılarını inceleme imkânı veren bir teşhis ve araştırma metodu.
Ultrason, frekansı sâniyede yirmi binin üzerinde olan seslerdir ve kulağın işitebileceği sınırın üstündedir. Tıp dünyâsında bugün için kullanılmakta olan ultrasonik ses titreşimleri, saniyede milyonlar civârında frekansı olan ses dalgalarıdır. Ultrasonik ses dalgaları, vücut dokularında belirli istikametlerde ortalama olarak saniyede 5140 metre hızla ilerler. Bu ilerleme sırasında rastladıkları dokuların hususiyetlerine göre yansıma ve kırılmalara uğrarlar. Kalbin değişik yapılarında yansıyan bu ses dalgaları özel alıcılarla (piezoelektrik transducer) alınıp elektriksel işâretlere çevrilir. Bu işâretler resme dönüştürülerek, ekrana yansıtılarak veya kâğıda kaydedilerek ultrasonik dalgaların yansımaya uğradığı, kalpteki çeşitli faaliyetlerin yeri, yapısı ve çalışma durumu hakkında bilgiler elde edilir. Eş zamanlı (Real-time) ekokardiograflar (ekokardiografi âleti), kalbi hareket hâlinde, bir film gibi renkli olarak gösterebilir. M-mode tipi ise kalb atımlarını kaydeder. Kalbe takılan sunî kapakçıkların yapı ve işlerlik durumları da ekokardiografi ile incelenebilir. Ekokardiografi ile ventrikül (kalp karıncığı) duvarının hareketleri ve boşluğu, kalp kası büyümeleri ve kalp kapakları incelenebilmektedir.
Bu işlemin hastaya hiçbir zararı sözkonusu değildir. Yapılması da oldukça basittir. Fakat değerlendirilmesini yapabilmek için tecrübe sâhibi olmak gerekir.
Alm. Unweltforschung (f), Ökologie (f),Fr. Ecologie, İng. Ecology. Hayvan ve bitkilerin çevreleri, birbirleri ve insanoğlu ile olan ilişkilerini inceleyen bilim dalı. Ekoloji kelimesi; Yunanca ev mânâsına gelen oikos ve bilim mânâsına gelen logos kelimelerinden türetilmiştir. Bu kelime ilk defa Alman tabiatçısı Ernest Haeckel tarafından kullanılmıştır. Fakat kelime daha evvel de sınırlı olarak kullanılıyordu.
Ekoloji ve çevre çok sık kullanılan fakat mânâları birbirine karışan iki kelime olmuştur. İnsan çevresi, fiziksel (abiotik) ve biyolojik (biotik) olarak ikiye ayrılır. Jeofizik, meteoroloji, hidroloji, oşinografi, klimatoloji gibi bilimler fiziksel çevre ile ilgilenir. Biyolojik çevre ise antropoloji, sosyoloji, biyoloji, ekoloji gibi bilimler tarafından incelenir.
İnsanoğlu teneffüs ettiği havayı ve içtiği suyu kirletir. Eğer bu kirli havayı ve suyu sırf fiziksel çevre yönünden düzenlemek isterse, bu, çevre ile ilgili bir durumdur. Fakat bu durumdan etkilenen bitki ve hayvanları düşünerek yaparsa bu durum ekolojik bir hâle dönüşür.
Yeryüzünün yaşanılan ve değişik canlıları besleyebilir şekilde kararlı bir denge hâlinde tutulması büyük önem taşır. Bu denge, cansız maddenin eseri olamaz. Canlıları ekolojik yönden ilgilendiren olaylar en çok yeryüzü ve onu çevreleyen atmosferde meydana gelmektedir.
Günümüz ekolojisinin önemle üzerinde durduğu populasyon, komünite ve ekosistemler biyosferdeki yaşama birliklerini meydana getirirler.
Dünyâda bütün canlıların yaşadığı, 16-20 kilometre kalınlığındaki tabakaya “biyosfer” denir. Bu tabakanın 8-10 km’si deniz seviyesinden atmosfere doğru, 8-10 km’si de deniz ve okyanusların dibine doğru uzanır. Canlıların biyosferdeki dağılımı farklılıklar gösterir.
Bir canlının tabiî olarak yaşayıp ürediği alana veya başka bir ifâdeyle, organizmanın adresine “habitat” denir. Bir balinanın habitatı yaşadığı okyanuslar, bir süs kuşunun ise kafesidir.
Populasyon terimi, bir türün tabiatın belli bir parçasında yaşayan bütün fertlerinin oluşturduğu topluluğu ifâde eder. Meselâ; Şemdinli’nin kargaları, tavşanları, dağ keçileri ayrı ayrı birer populasyondur. Belli bir alanı işgâl eden bütün populasyonların birliğine de “komünite” denir. Bir populasyonda tek tür bulunmasına rağmen, komünitede birçok tür ve populasyon mevcuttur. Cansız çevre ve komünite, birlikte “ekosistemi” meydana getirirler.
Ekosistemin dinamiği ise, maddelerin ve enerjinin değişmesinden bahs ettiği gibi sistemde bulunan bütün canlıların doğum, büyüme, ölüm ve toprak olmalarını da inceler. Bu ekosistemin alt grupları “biyome”ler veya “önemli yaşama bölgeleri” olarak isimlendirilir. Biyomeler’in alt bölümlerini topluluklar meydana getirir. Biyomeler arasında bulunan geçiş bölgelerine de “ekotonlar” denir.
Eğer bir ekosistemde meselâ bitkilere; yangın, rüzgâr, sel, hastalık, böcek veya insanlar tarafından zarar verilirse, bitkiler bu zararı uzun sürede ve yavaş yavaş tamir etmeğe yönelir. Meselâ, bir orman kesildiğinde toprak otlardan başlayarak yavaş yavaş bitki hayatını tekrar canlandırmağa çalışır.
Bitki ve hayvanlar yaşama için gerekli olan su, azot, fosfor, karbon, oksijen, kalsiyum, magnezyum, demir vs. gibi maddeleri kullanarak enerji ve uygun sıcaklık temin eder ve canlı kalırlar. Ayrıca yeryüzünün fiziksel ve diğer çeşitli karakteristiklerine de uyum sağlarlar.
Yeşil bitkiler fotosentez ile besin hazırlarlarken, hayvan, insan ve bitkiler için gerekli olan oksijeni de sağlarlar. Oldukça karmaşık olan fotosentez çok miktardaki yeşil klorofil molekülüne bağlıdır. Buradaki temel kimyasal reaksiyon.
Güneş Enerjisi
6CO2
+
6H2O
¾¾¾¾¾¾¾¾¾®
C6H12O6
+
6O2
(674 Cal)
şeklindedir.
Enaz 2400 klorofil molekülünün sekiz kuanta enerji alması ile fotosentez ortaya çıkar. Gelen ışığın belirli bir frekansta ve dalga boyunda olması gerekir. Yeşil bitkiler ve yeşil sülfür bakterileri “ototrof”tur, yâni kendi besinlerini üretebilirler. İkinci tür canlılar ise “heterotrof” olurlar, yâni enerjilerini “ototrof” olan canlıların hazırladığı besinleri kullanarak elde ederler. Meselâ bakterilerin çoğu, bütün hayvan ve insanlar böyledir.
Hergün güneşten dünyâ yüzeyine 35,6x1020 kalorilik enerji yollanmaktadır. Bunun ancak 19,0x1020 kalorilik kısmı yeryüzüne ulaşmaktadır. Bu yaklaşık 136 kilocalori/cm2dir. Bu değer çöl bölgelerinde 200 kcal/cm2ye erişirken, kutup bölgelerinde 60 kcal/cm2ye kadar iner. Yeryüzüne erişen güneş radyasyonunun ancak % 25’i fotosentez için uygun dalga boyuna sâhiptir. Meselâ bir mısır tarlasında gelen güneş enerjisinin % 44’ü suyun buharlaşması için harcanır. % 55’i geri yansır veya ısı olarak kaybolur. Arta kalan % 1’lik kısım bitkiler tarafından kullanılır. Bu kısım bölgeye ve bitkiye bağlı olmakla beraber % 0,3 ile % 1,2 arasında değişir. Pekçok hayvan, bitkisel besinlerden enerji alarak yaşarlar. Bitki stoplazmasının hayvansal protoplazmaya dönüşümündeki verim ise % 10 ile % 15 arasındadır.
Karbon çevrimi (zinciri): Fotosentezde bitkiler, karbondioksiti havadan alarak karbonhidratlar, proteinler, yağlar ve diğer tür bileşiklere dönüştürürler. Ancak solunumları sonucu atmosfere kendileri de belli bir oranda karbondioksit verirler. Besin zincirinde karbonhidratları alan diğer canlılar da havaya karbondioksit verirler. Karbon ayrıca havaya karbonmonoksit (CO) ve karbondioksit (CO2) olarak, odun, kömür ve petrolün yanmasıyla da verilir. Kireç taşlarının söndürülmesi suretiyle de karbondioksit açığa çıkar. Bütün karbon bu şekildeki dönüşüm çevrimini tâkip etmez, bir kısmı fosil yakıtı olarak (kömür, petrol gibi) veya karbonatlı kayalara bağlanarak bir müddet çevrim dışı kalır. Tabiatta bulunan bu dengeli çevrim, insanlar tarafından tüketilir, çok miktarda fosil yakıtı yoluyla atmosfere karbondioksit verilerek zorlanır. Bunun sonucu önemli iklim değişiklikleri ortaya çıkabilir.
Azot çevrimi (zinciri): Azot zinciri oldukça karışıktır. Bitkiler amino asitleri yapmak için, azota ihtiyaç duyarlar. Dünyâ atmosferinin % 78’i azot olduğu halde bitkiler bundan doğrudan faydalanamazlar. Azotun önce, nitratlara (NO3), nitritlere (NO2) veya amonyuma (NH4+) dönüşmesi gerekir. Bu ise bakteriler, mavi yeşil yosunlar veya şimşek tarafından gerçekleştirilir. Elektro-kimyasal olaylar sonucu senede metrekare başına yaklaşık 35 miligram nitrat ortaya çıkarken, bu miktar biyolojik faaliyetlerde 700 mg/m2 yıl’a ulaşır. Basit moleküllerden, karmaşık olanlara geçebilmek için gerekli enerjinin çoğu güneş ışığı ile sağlanır. Bunun gibi bakteriler yardımıyla proteinlerin protoplazmaları ayrıştırılırken de ısı enerjisi hasıl olur. Zirâî verim için her geçen gün daha fazla azotlu gübreler toprağa atılmaktadır. Ancak bunların önemli bir kısmı yağmur sularıyla göl, nehir ve hattâ kuyulara geçmekte ve sağlığa zararlı olmaktadır. (Bkz. Azot)
Fosfor çevrimi (zinciri): Fosfor da protoplazma için önemli bir maddedir. Bunun zinciri oldukça basittir. Önemli denebilecek fosfor havada değil yer tabakalarında bulunur. Fosfor, bitkilerden hayvanlara geçer. Hayvan ve bitkilerin toprağa karışmasında da bakteriler önemli rol oynar.
Enerji mübâdelesi: Bütün canlılar teneffüs ve terleme sırasında nem kaybederler. Bünyelerindeki su buhar hâline geçerken gerekli ısıyı vücuttan alır. Bu tür solunum, terleme ile canlıların vücut sıcaklıklarının çok yükselmesine engel olur. Genel olarak bütün canlılar etrafından ısı alır ve radyasyonla ısı yayarlar. Uzun bir zaman aralığı zarfında, enerji kaybı ve kazanmasında bir denge mevcuttur. Yoksa ya çok sıcak veya çok soğuk olurlardı. Bu alınan enerjinin verilen enerjiye eşitliği esasını ortaya koyar. Bu bir insan üzerinde gösterilmek istenirse, insan 263 wattlık bir metabolik enerji alır. Duvarları 25°C’de olan bir oda 720 wattlık enerji yayar. Böylece bir odada bulunan bir insana enerji girişi yaklaşık 1000 wattır. Bunun yaklaşık 460 wattlık kısmı su buharlaşması yoluyla esas olarak akciğerlerde kaybolur ve solunumla dışarı çıkar. Geri kalan 540 watt ise radyasyon veya konveksiyon yoluyla çevreye geri verilir.
Gündüzün güneş gören yaprakların sıcaklığı etraflarındaki hava sıcaklığından 5 ile 15°C daha yüksektir. Solunumları onları hava sıcaklığının 20° ile 30°Cüstüne geçmelerini önler. Gölgede olan yapraklar ise solunum neticesi, havadan 2 ile 3°Cdaha düşük bir sıcaklığa sâhiptirler. Geceleyin ise yaprakların sıcaklığı hava sıcaklığına veya onun 2 veya 3°C altına düşer. Küçük yaprakların sıcaklığı büyüklerine nazaran daha düşüktür.
Hayvanlarda da benzer bir denge mevcuttur. Dış yüz çevre şartlarına uyarak vücut sıcaklığını ayarlar. Sâbit vücut sıcaklığı olan hayvanlarda denge daha önemlidir. Meselâ kuşların vücut sıcaklıkları 37-39°C arasındadır. İnsanlarda ise bu 37°C’dir. Bunlar metabolik enerji oranını, solunumlarını ve vücut örtülerini ayarlayarak dengeyi korurlar.
Bâzı hayvanlarda ise vücut sıcaklığı büyük bir aralıkda değişebilir. Bunlar genellikle konumlarını değiştirerek dengeyi sağlamaya çalışırlar. Meselâ çölde yaşayan bir çeşit kertenkelenin vücut sıcaklığı 3 ile 45°C arasında değişebilir. Pekçok böcekler sıfırın altındaki vücut sıcaklığına dayanabildiklerinden soğuk kışları geçirebilirler.
Ekoloji, ekosistemdeki enerji akışı yanında canlılar arasındaki karşılıklı münâsebeti de araştırır.
Besin çevrimi (zinciri): Canlılar arasındaki besin ilişkisi, en basit yolla, hangi canlının hangi canlıyı yediğini anlamakla olur.
Burada en basit yollardan biri yeşil bitkilerin, ot yiyen ve ot-et yiyen canlılar tarafından yenmesidir. Ancak tek bir ekosistemde bile bu ana zincir yanında daha başka tâlî çapraz beslenme zincirleri genellikle oldukça kısa olup, nâdiren dört veya beş tüketiciyi geçer. Zincirin her seviyesinde hayvanlar ölür ve toprağa karışırlar.
İnsan bu beslenme ağında kendine has bir yere sâhiptir. Çok çeşitli bitki, kuş, balık ve diğer canlıları yer. İnsan bulunduğu yerde zinciri kısaltır ve sistemdeki canlıların sayısını azaltır. Beslenme zincirinde insan kendisine besin sağlamak için tabiattaki dengeyi zorlar. Bu zorlamalar, bâzı durumlarda çok önemli ve geri dönülmez sonuçları ortaya çıkarır. İklimler değişebilir. Yağmurlu bölge kurak olabilir, soğuk bölgeler sıcağa çevrilebilir. Bâzan böcekler mesken yerlerini işgal edebilir. Bu sebepten dolayı, besin zincirinin kararlılığını sağlamak ve verimi yüksek tutmak oldukça pahalı olarak gerçekleşir.
Türlerin karşılıklı etkileşimi: Bir ekosistemdeki türler arasında çeşitli karşılıklı etkileşim bulunabilir.
Bitki ve hayvanların sayısı zamanla değişir. Bâzan bu değişim yavaş, bâzan da ânî olur. Genel olarak bunlar iklim şartlarıyla ilgilidir. Meselâ, ev sineklerinin ilkbaharda ortaya çıkıp, sonbaharda kaybolması gibi. Sayının artması, doğum ve ölüm oranına bağlıdır. Bunun yanında besin, parazitlerin mevcudiyeti, bulaşıcı hastalık ve benzerlerinin de tesiri altındadır. Bâzı hayvanlar belirli bölgelerde yaşarlar ve bu bölgenin başka hayvanlar tarafından tutulmasına karşı dururlar. Büyümenin âni olması da çoğu zaman dengenin bozulması sonucu hâsıl olur. Meselâ ABD’nin Arizona eyâletinin bir bölgesinde, aslan ve geyiğin dengeli yaşadığı bölgede, aslanların insanlar tarafından öldürülmesi, geyik sayısının âni artmasına sebeb olmuştur.
Ekolojinin doğuşu: Yirminci yüzyıldan önce ekoloji ayrı bir bilim olarak tanınmadığı halde, ekoloji ile ilgili pekçok bilgiler birikmişti. Yirminci yüzyılda bitki ekolojisi, hayvan ekolojisine nazaran daha hızla gelişmiştir. Ekolojinin gelişmesine, biyoloji, antropoloji gibi ilgili ilimlerdeki ilerlemeler de yardımcı olmuştur. Ekolojide 1940’lardan sonra sayısal metotlar kullanılmaya başlanmıştır. Bunun ilk kullanıldığı yer, böceklerin, zirâî üretime yaptığı zararın incelenmesi olmuştur. İkinci Dünyâ Savaşından sonra ekoloji müstakil bir ilim olarak ortaya çıkmıştır. Bilgisayarların çıkışı çok sayıdaki bilgilerin kısa zamanda değerlendirilmesini mümkün kıldığı için, ekolojinin matematiksel cephesi daha da önem kazanmıştır. Matematiksel metotlar yanında fizik ve kimyasal prensipler de ekolojide tatbik edilmeye başlanmıştır.
Ekolojinin dalları: Her ilim gibi, gelişmekle ekolojinin de çeşitli dalları ortaya çıkmıştır. Bir dalı sâdece bir canlının her çevre ile ilişkilerini incelerken, başka bir dalı belirli bir çevredeki canlıların karşılıklı ilişkilerini araştırmaktadır. Meselâ, deniz, tatlısu, kara ekolojisi gibi. İnsanın çevresiyle olan karşılıklı ilişkisi ise başka bir ekoloji dalında konu edilmektedir.
Günümüzde ekoloji her geçen gün önemini daha da arttırmaktadır. İnsanlar tabiatta faal durumda olup, kısa vâdeli bir düşünce ile tabiattan faydalanmaktadır. Topraktan, bir taraftan mahsul alırken, diğer taraftan bunu sanâyi artıklarıyla kirletmekte, su ve hava onun için vazgeçilmez maddeler olduğu halde yüzyıllardır bunlarda mevcut olan düzeni bozmaktadır. Ekoloji, insana daha dengeli yaşamasını, bunun çevresi ile olan karşılıklı münâsebetlerinde kendisi için uzun vâdeli mühim menfaatler getireceğini öğretmektedir.
(Bkz. İktisat)
Türk mîmâr-mühendisi ve mîmârlık târihi araştırmacısı. 1899 senesinde İstanbul’da doğdu. 1915 senesinde Vefâ Lisesinden mezun olup, Mühendis Mekteb-i Âlîsine girdi. 1920 senesinde burayı bitirdikten sonra İstanbul Belediyesi Fen işlerinde vazîfe aldı. Bir buçuk yıl kadar çalıştıktan sonra ayrılıp serbest meslek hayâtına atıldı.
Serbest mühendislik ve müteahhitlik yaptığı İstanbul ve Trakya’daki birçok târihî yapıyı restore etti. Onun gerçekleştirdiği restorasyonlardan bir kısmı şunlardır: İstanbul’da Zeynep Hanım Konağı, Dârülfünûn (İstanbul Üniversitesi) Kütüphânesi, Harbiye Nezâreti ve aynı binânın İstanbul Üniversitesi olarak düzenlenmesi, Topkapı Sarayındaki bâzı kısımlar, Bâlî Paşa, Sultan Selim, Mesîh Paşa, Lâleli, Ayasofya, Dâvûd Paşa câmileri, Gazanfer Ağa, Kuyucu Murad Paşa ve Hasan Paşa medreseleri, Beykoz İshak Ağa Çeşmesi, Edirne’de Selîmiye Câmii, Üç Şerefeli Câmi, Eski Câmi, Yıldırım, Murâdiye ve Süleymân Paşa câmileri ile Çelebi Bedesteni, Havsa’da Sokullu, Çorlu’da Süleymâniye câmileri.
Ekrem Hakkı Ayverdi, 1950 senesinden sonra iş hayâtını bırakarak kendini ilmî araştırmalara verdi. Türk mîmârlık târihi alanında araştırmalar yaptı. Türk sanatı, bilhassa Osmanlı devri Türk mîmârîsi hakkında incelemelerde bulundu.
Önceleri sâdece Türk sanatının Fâtih Sultan Mehmed Han devri eserlerini inceledi. 1953 yılında neşrettiği İstanbul’un fethinin 500. yıl dönümünde Fâtih Devri Mîmârîsi adlı eserinde bir devri topluca ortaya koyarak sanat âlemine tanıttı. Osmanlı mîmârlık târihinin ilk devresi ile Çelebi Mehmed ve Sultan İkinci Murad Han devirleri mîmârî âbidelerini toplayan eserini iki büyük cilt hâlinde hazırladı.
Bir taraftan bu ilmî araştırmaları yapan Ekrem Hakkı Ayverdi, diğer taraftan Mühendisler Birliği, Turing Kulüp, Kubbealtı Cemiyeti ve İstanbul Fetih Cemiyetinin çalışmalarına katıldı. İstanbul Fetih Cemiyeti ile bu cemiyete bağlı Yahyâ Kemâl Enstitüsü ve İstanbul Enstitüsünün otuz yıl müddetle başkanlığını yaptı. 1979 yılında kendisine İstanbul Üniversitesi Senatosu tarafından “Fahrî Edebiyat Doktoru” pâyesi, Aydınlar Ocağı tarafından “Üstün Hizmet Armağanı” verildi.
Ekrem Hakkı Ayverdi’nin bir başka hizmeti ise bugün millî sınırlarımız dışında kalan topraklardaki mîmârî eserlerin tesbiti ve neşredilmesidir. Bunun için 1975 ve 1976 senelerinde iki defâ seyâhata çıktı. Uzun arşiv çalışmaları sonunda Avrupa’daki Osmanlı Mîmârî Eserleri külliyâtını hazırladı. Bunlar; Romanya, Macaristan, Yugoslavya, Arnavutluk, Yunanistan ve Bulgaristan’ı içine alacak şekilde dört büyük cilt hâlinde neşredilmiştir.
Ekrem Hakkı Ayverdi’nin sekiz büyük ciltten meydana gelen külliyâtı, Osmanlı mîmârîsinin başlangıcından Fâtih Sultan Mehmed Han devri sonuna kadar 250 senelik bir devresini ele aldığı gibi, devir ve târih gözetmeden, Avrupa’daki bütün Türk eserlerini ihtivâ etmektedir.
1978 senesinde bütün mal varlığını, kitaplarını, içindeki eşyâ, hat, tezhip, cilt, yazı âletleri ve işleme kolleksiyonlarıyla birlikte evini, kendi kurmuş olduğu Kubbealtı Kültür ve Sanat Vakfına bağışladı. 24 Nisan 1984 târihinde İstanbul’da öldü. Merkez Efendi Kabristanına defnedildi.
Eserleri: 1) OnSekizinci Asırda Lâle, 2) Fâtih Devri Mîmârîsi, 3) Fâtih Devri Hattâtları, 4) Yugoslavya’da Türk Âbideleri ve Vakıfları, 5) On Dokuzuncu Asırda İstanbul Haritası, 6) İstanbul Mîmârî Çağının Menşei Osmanlı Mîmârîsinin İlk Devri, 7) İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri, 8) Osmanlı Mîmârîsinde Çelebi ve İkinci Sultan Murâd Devri, 9) Osmanlı Mîmârîsinde Fâtih Devri, 10) İlk 250 senenin Osmanlı Mîmârîsi, 11) Avrupa’da Osmanlı Mîmârî Eserleri: Romanya-Macaristan (I), Yugoslavya (II, III), Bulgaristan-Yunanistan-Arnavutluk (IV). Bu serinin ilk üç cildi bir heyetle berâber hazırlanmıştır.
Ekrem Hakkı Ayverdi’nin çeşitli dergi ve ansiklopedilerde yetmiş beş kadar makâlesi yayınlandı. Bunların bir kısmı, ölümünden sonra Makâleler adıyla bir kitap hâlinde neşredildi.
Bir volkanın tepesindeki bir kuyudan çıkan çok yapışkan mağmanın üst üste yığılması. Eksojen domlara nâdiren rastlanır. Bunlardan 25-30 m yükseklikte olan bir tânesine 19. yüzyılın başlarında Madagaskar Adası yakınındaki Bourbon volkanının üzerinde rastlanmıştır. Fransa’nın Auvergne mıntıkasında yer alan Grand Sarcoi domu ise daha büyüktür. Domun yüksekliği 240 m, kâide çapı 750 m ve yamaç meyili ise 80 derecedir. Eksojen domların büyük bir kısmının, endojen bir domun tepesinden çıkan lavların, endojen domu gömerek yığılmasıyla teşekkül ettikleri kabul edilmiştir.
EKSPRESYONİZM (Dışavurumculuk)
Alm. Expressionistisch, Fr. Expressionnisme, İng. Expressionism. Batı dünyâsındaki haksızlık ve zulümlere karşı subjektif ve hissî bir dünyâ görüşüne dayanan ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya çıkan sanat eğilimi. Ekspresyonizm aşırı subjektiflikle şiddetli duygulara yer veren ve herhangi bir alanda anlatım imkânlarının sınırını zorlayan sanat akımı olarak Orta Avrupa’da gelişti. Genellikle Almanya’da sanat dallarının hepsinde etkili oldu. Özelliği sanat ve toplumda kabul edilmiş biçim ve geleneklere bir başkaldırı niteliği taşımasıdır. Bu akımın içinde yer alan Alman ekspresyonistleri ordu, okul, ataerkil âile ve imparatorluk gibi kurumların yerleşik otoritesine karşı çıktılar. Fakat toplum dışına itilmiş yoksulların, ezilmişlerin, akıl hastalarının, sokak kadınlarının ve eziyet edilen gençlerin yanında yer aldılar. Akım, özellikle yetenekli sanatçılara yeni bir düzeni kurma görevi de yüklemiştir.
Bu akımın ilk belirtileri 19. yüzyılın sonlarında Van Gogh, Munch, Ensor ve Toulouse-Lautrec’in bâzı eserlerinde görüldü. Zamanla Almanya’da gelişti. 1905’te, Kirchner, Heckel, Schmidt-Rottluf, Pechstein, O. Mueller ve Nolde, Die Brucke topluluğunda bir araya geldiler. Bu sanatçıların resim ve gravürlerindeki ayırt edici özelliği; renklerin gerçekdışılığı, çarpıtmalar, insan yüzünün ve manzaraların dikkat çekici bir stilizasyonla verilmesi oldu. Buna karşılık, Münihli ressamlardan (Kandinsky, Marc, Macke, Jawlensky) meydana gelen Blaue Reiter topluluğu da Die Brücke’nin yanı sıra aynı ölçüde renkli, fakat daha akılcı, daha az kötümser ve kısa bir süre sonra da soyut araştırmalara yönelecek olan bir sanat anlayışından yanaydı. O dönemin Berlin’deki sanat ortamında, ekspresyonizmle, fovizm, kübizm ve fütürizm arasında pekçok ilişki vardı.
Ekspresyonizm heykelcilik, perde oyunları ve sinemada da kendini gösteren bir tarzda ortaya kondu. Ekspresyonist oyunların çoğunda çocukların ana babalarını suçladıkları, sık sık saldırıya ve öldürmeye varan şiddet eylemlerine de başvurarak bağımsız bireyler olduklarını ispatlamaya çalıştıkları sahneler yer aldı. Ekspresyonist sahne tekniklerinden büyük ölçüde etkilenen ilk filmler, baş kişinin subjektif dünyâsını dekor aracılığıyla iletmeye çalıştı. Bunlardan en meşhuru olan Dr. Caligari’nin Muayenehanesi’nde deli bir adam, deli bir kadına, akıl hastanesine gelişinin hikâyesini kendine mahsus bir dekor biçimiyle anlatıyordu. Dekor olarak kullanılan çarpık sokak ve evler bir delinin iç dünyâsını aksettiriyordu.
Ekspresyonizm 1920’lerin ortalarında sönmeye başladı; 1933’te Naziler iktidara geldikten sonra ise bu akım içinde yer alan eserlerin çoğu yoz sanat ürünleri olarak damgalandı. Hattâ yayınlar ve oyunlar yasaklandı. Bunun üzerine bu akımda yer alanların büyük bir kısmı Almanya dışına (özellikle ABD’ye) gittiler.
Alm. Sauerklee (m), Fr. Oxalide blanche (f), İng. Woodsorrel. Familyası: Kuzukulağıgiller (Oxalidaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Anadolu.
Nisan-haziran ayları arasında pembe veya beyaz renkli çiçekler açan 5-15 cm boyunda, çok senelik otsu bir bitki. Rutubetli çayır ve ormanlıklarda, kaya ve ağaç altlarında bulunur. Gövdeleri ince ve sürünücüdür. Yaprakları uzun saplı, üç yaprakçıklıdır. Çiçekler de uzun sapların ucunda tek tek bulunur.
Kullanıldığı yerler: Bitkinin kullanılan kısımları toprak üstü kısımlarıdır. Terkibinde müsilaj ve potasyum bioksalat bulunur. Ferahlatıcı ve idrar söktürücü tesiri vardır.
Alm. Ektopie (f), Fr. Ectopie (f), İng. Ectopy. Bir organ veya dokunun vücutta normal olarak bulunması gereken yerden farklı yerde bulunması. Fonksiyon bozukluklarına veya kayıplarına yol açtığı gibi, bâzan de önemli rahatsızlığa sebeb olmaz.
Ektopia cordis: Kalbin karın boşluğunda veya göğüs duvarının dışında bulunmasıdır.
Ektopia lentis: Gözün lensinin normal yerinden farklı yerde olması.
Ektopia renis: Böbreklerin değişik yerde bulunması.
Ektopik gebelik: Fetüsün (Ceninin) normalde olması gereken rahim’den farklı bir yerde gelişmesi. (Bkz. Gebelik)
(Bkz. Dış Gebelik)
DEVLETİN ADI |
Ekvador Cumhuriyeti |
BAŞŞEHRİ |
Quito |
NÜFÛSU |
11.490.000 |
YÜZÖLÇÜMÜ |
270.667 km2 |
RESMÎ DİLİ |
İspanyolca |
DÎNİ |
Hıristiyan (Katolik, Protestan) |
PARABİRİMİ |
Sucre |
Güney Amerika’nın kuzeybatı kıyısında yer alan bir devlet. Kuzeyinde Kolombiya, doğu ve güneyinde Peru, batısında ise Büyük Okyanus yer alır. Büyük Okyanus kıyılarına yaklaşık 1000 km mesâfedeki Galapagos adalar topluluğu da Ekvador’a âittir. Ülke topraklarının genişliği kuzey-güney doğrultusunda 720 km, doğu-batı doğrultusunda ise 640 kilometredir.
Târihi
On beşinci asrın ilk yarısında, dağlık bölgelerdeki beş yerli kültürü ile, kıyıdaki iki yerli kültürü birleşerek Quito Krâliyeti kuruldu. Burası daha sonra İnkalar tarafından işgâl edildi. Quito mühim bir İnka şehri hâline geldi. 1531 senesinde İspanyol Francisco Pizarro bugünkü Ekvador kıyılarına ayak bastı. Burayı fetheden İspanyollar, sömürgeleri olarak Lima genel vâliliğine bağladılar. Lâtin Amerika bağımsızlık savaşlarında Simon Bolivar ve Jose Antonia de Sucre liderliğinde Ekvador’un bağımsızlığı için mücâdele eden halk, 1822’de İspanyol sömürgesi olmaktan kurtuldu. 1830 senesine kadar kendisi gibi yeni bağımsızlığına kavuşan Venezuella ve Kolombiya ile berâber Büyük Kolombiya Devletini meydana getirdiler. 13 Mayıs 1830’da Ekvador kendi bağımsızlığını îlân etti. 1832’de Galapogos Adaları tamâmen Ekvador’a geçti. Çeşitli karışıklıklar ve sınır anlaşmazlıklarından doğan savaşlar ülkeye istikrâr kazandırmadı. 1941-1942 yıllarında meydana gelen bir sınır anlaşmazlığı savaş netîcesinde, topraklarının yaklaşık yarısını kaybetti. Ekvador’un temel gâyesi o zaman kaybettiği toprakları elde etmekti. 1963’te yapılan ihtilalle bir cunta kuruldu. 1966’da yeni bir askerî darbe oldu. 1968’de başkan seçilen J.M. Valisco anayasayı kaldırarak ülkeyi diktatörlükle idâre etmeye başladı. 1972’de o da devrildi. Ülke sivil idâreye ancak 1978 yılında kavuşabildi. Halen sivil hükûmet başta bulunmaktadır.
Fizikî Yapı
And Dağları, kuzey-güney istikametinde ülkeden geçer. Sıradağların batısı alçak kıyı bölgesidir. Costa adı verilen kıyı bölgesi, yer yer alçak ve bataklık veya tepe ve kuşak teşkil eden dağlık bölgelerden meydana gelir.
And Dağlarının Ekvador’dan kalan kısmının teşkil ettiği dağlık bölgeye Sierra bölgesi denir. Doğu ve batı dağları arasında yüksek platolar bulunur. Bâzı coğrafyacılar bu dağları iki parelel zincire benzetirler. Ekvador Andlarının bâzı zirveleri kıtadaki en yüksek tepeler arasındadır. Eskiden bu bölge volkanikti. Bu volkanik dağlar arasında Chimboraze (6850 m), Tungurahua (5500 m), Cotopaxi (6440 m, dünyâdaki en yüksek faal volkandır) ve Sangay (5810 m) gibi dağlar yer alır. Bu volkanik bölgede pekçok kaplıca ve mineral kaynak vardır. Andların güney bölümü ile Kolombiya arasında en alçak geçit bulunur. Arâzi sulak ve nehirlerin olmasına rağmen pek azı taşımacılığa elverişlidir. Güney Amerika’nın Büyük Okyanus (Pasifik) kıyılarının ve Ekvador’un en mühim nehir şebekesi Guayas ve kollarından meydana gelir. Bu nehir Büyük Okyanus kıyıları boyunca güneye akan Guayaquil akıntısına karışır. Emeraldes Nehri daha küçük olup, kuzeye doğru pasifik istikâmetinde akar. Amazon’un kollarından olan Nepo ve bunun kolları ise kaynağını And içlerinden ve doğudaki dağlık bölgeden alır. Pekçok küçük göl vardır. Fakat en mühimi Sade’dir.
İklimi
Kıyıdaki düz bölgeler, sıcak ve rutûbetli olup, sıcaklık 24°C-30°C arasında değişir. Guayaquil’in batısı sıcak ve kuraktır. İç bölgelerde sıcaklık 32°C, yüksek platolarda 10°C’dir. Dağların etek kısımlarında yatağan karlar vardır. (2310-2772 m) arasında değişen And Dağları arasındaki düz bölgelerde iklim serin bir bahar havası niteliğinde olup, ahâlinin çoğu burada yaşar. Buralarda bütün sene boyunca sıcaklık pek az değişir. İki mevsim vardır: Aralıktan mayısa kadar yağışlı geçen mevsim ve hazirandan kasıma kadar süren kurak mevsim.
Tabiî Kaynakları
Yüksek And Platoları ve ülkenin Pasifik kıyılarındaki bölgeler hâriç, çok orman vardır. Umûmî olarak ormanlık bölge denizden başlayıp, 3000 m yüksekliğe kadar devâm eder. Bu ormanlık bölgelerde çok çeşitli ağaçlar bulunur. En mühimlerinden birisi, hafifliği ve mukâvemeti sebebiyle talep gören balsa ağacıdır. Jeolojik şartlar ekvatordaki mineral kaynakların çokluğunu gösteriyorsa da, bu kaynaklar bakımından Ekvador pek zengin sayılmaz. Petrol, sülfür, altın, ticâret bakımından mânâ ifâde eden kaynaklar arasında yer alır.
Nüfus ve Sosyal Hayat
Nüfûsu, Amerindolar (yerli halk) ile melezler meydana getirir. Azınlık olarak zenciler de bulunur. Nüfus yoğunluğu dağlık bölge (Sierra) ve kıyı bölgesinin (Costa) bâzı yerlerinde fazladır. Kızılderili olan yerli halk yüksek bölgelerde tarımla uğraşırlar. Doğu bölgelerde göçebe olarak yaşayanlar da vardır. Doğudaki balta girmemiş ormanlarda yaşayan Jivarolar ile Saparoslar hakkında iyi bir inceleme yoktur. Nüfûsun % 27’si Kızılderilidir, % 54’ü melezdir. İspanyollar % 8 gibi bir azınlığa sâhip olmalarına rağmen ülke hâkimiyeti ellerindedir. Nüfûsun büyük bir kısmı dağlarda yaşar. Doğu kısımlarla alçak yerlerde nüfus azdır. Resmî dili İspanyolcadır. İlköğretim 6-12 yaşları arasında mecbûri olmasına rağmen bu kânun genellikle tatbik edilmemektedir. Ülkede okuma-yazma oranı yüksektir. Dört adet üniversitesi mevcuttur. Bunlar Quito, Quayaguil, Cuenca ve Loja’dadır.
Ekvador halkı Hıristiyan olup, Katolik mezhebine bağlıdır. Ülkede 1904 senesinden beri kilise devletten ayrıdır. Önemli şehirleri; başkenti Quito, Guayaquil, Cuenca’dır.
Siyâsî Hayat
Hükûmet şekilleri, ABD ve Latin Amerika’ya benzer. Bağımsızlıklarını kazandıklarından beri on altıncı defâ siyâsî hayat değişmesine rağmen 1967 anayasası da asılda pek değişiklik getirmemiştir. Târihine bakılacak olursa, Ekvador Cumhûriyetinin politik tekâmülü anayasa değişiklikleriyle düzelecek bir halde değildir.
Millî hükûmet: Kuvvetlerin ayrılığı prensibine uyulur. Oy verme hakkına sâhip olanlar tarafından 4 sene iş başında kalacak şekilde bir başbakan seçilir. Bu başbakan bir daha seçilemez. Bakanlar kurulu âzâları 2 sene müddetle seçilir. Her il, en az iki âzâ seçer. Her bir âzâ 80.000 kişiyi temsil eder. Dört sene müddetince iş başında kalacak şekilde her ilden iki senatör seçilir. Buna ilâve olarak silahlı kuvvetlerden, üniversitelerden kıyı bölgelerindeki zirâat alanlarından ve “Sierra”lardan da toplamı 15 kişiyi tutacak kadar senatör seçilir. Bu fonksiyonel temsiliyet sistemi birkaç anayasa değişikliğiyle berâber sürmüş olup, bunun başka bir memlekette benzeri yoktur.
Ekonomi
Zirâat başlıca geçim kaynağıdır. Kıyıdaki alçak nehir yataklarında tropikal nebatlar yetişirken, yüksek nehir yataklarında, iç bölgelerdeki dağ yamaçlarında ise meyve ve sebzecilik ehemmiyet kazanır. % 74,1’i ormanlık, % 4,5’u tarıma elverişli olup, geri kalan kısmı tarıma elverişsizdir. Ana üretim maddesi kakaodur. 1920’den beri kakaonun hastalıkla mücâdelesinin zor olması, pekçok zirâatçiyi muz, kahve, pirinç vs. yetiştirmek zorunda bırakmıştır. Yılda 20 bin tonu geçen kakao üretimi vardır. Bunun ekserisi ihraç edilir. Dünyâda muz üretimi yapan ülkelerin başında Ekvador gelmektedir. Pirinç, şeker, tütün, mısır, patates ve diğer sebzelerle, portakal, limon, ananas gibi meyveler üretilir. Zirâatin dörtte birini teşkil eden Tagua fındığından başka, ormanlardan elde edilen maddeler arasında kapak lifi, kırmızı hindmeşesi (tanik asit elde edilir) ve pek az da kauçuk yer alır. Hayvancılık önemlidir. 1923 ve 1948 târihlerinde, Santa Elena Yarımadasında çıkan petrol, ülkenin ihtiyâcını karşıladığı gibi, önemli bir bölümü de ihrâç edilmektedir. İkinci Dünyâ Savaşı sırasında altın çok çıkmıştır. Bugün eski ehemmiyetini kaybetmiştir. Altınla berâber, bakır, gümüş ve kurşun da elde ediliyorsa da pek önemli değildir. Yılda 30.000 ton sülfür üretilir. Santa Elena Yarımadasında mutfak tuzu çıkarılır. Endüstri malları olarak tekstil, ilâç, kimyevî maddeler, süs eşyâları, konfeksiyonculuk, bisküvi, kauçuk mâmulleri, selülozik maddeler ve çimento sıralanabilir. Bunların yanında şeker, ayakkabıcılık, mobilya sanâyii, konservecilik, yemeklik yağlar, zımpara tozu, domuz yağı sayılabilir. Alkol, tütün, tuz ve kibrit hükûmet tekelindedir. Ekvador petrol ihraç eden ülkelerin meydana getirdiği OPEC’in tam üyeleri arasına girmiştir.