EĞRİDİR GÖLÜ (Sina, Hoyran Gölü)

Anadolu’da göller bölgesinde Isparta vilâyeti toprakları içinde yer alan bir gölümüz. Rakımı 916 m, yüzölçümü 468 km2 olup, suyu tatlıdır.

Göl, ortasından daralmış iki parça hâlinde, kuzeyden güneye uzanmaktadır. En geniş kısmı, güneydeki parçasında olup, 16 kilometredir.Güney batıda 2734 m rakımlı Barla ve kuzey doğudaki 1889 m rakımlı Çirişli Dağlarının etekleri, birer burun hâlinde göle uzanır. Böylece gölün en dar geçidini meydana getirirler. Bu geçidin genişliği 2,5 kilometredir.

Kuzey parçasının mahallî ismi Hoyran, güney parçasının Eğridir Gölüdür. Kuzey parçasının en kuzey noktasındaki Elekse Deresi mevkii ile, güney parçasının en güney noktası olan ayağının menbaı arasındaki uzunluk 47,5 kilometredir.

Parçaların, yâni Hoyran’la Eğridir’in birleştiği hat üzerinde derinlik 5,5 m, Keltepe Burnu ile Gençali arasında 9 metredir. Eğridir kazâsının önlerinde Yeşilada ve Canada isimli iki ada yer alır.Yeşilada’da Eğridir’in bir mahallesi bulunur.Günümüzde ada bir yolla karaya bağlanmıştır.

EHÎ ÇELEBİ

On beşinci yüzyıl Osmanlı âlimlerinden.İsmi, Yûsuf binCüneyd Tokâdî olup, Ehî Çelebi diye meşhur olmuştur.Tokat’ta doğdu. Doğum târihi belli değildir. 1499 (H.905) senesinde İstanbul’da vefât etti.

İlk tahsilini Merzifon’da yapanEhî Çelebi, Merzifon Medresesinde müderris olan Seyyid Ahmed Kırîmî, Sultan İkinci Bâyezîd Hanın hocası Molla Selâhaddîn ve Molla Hüsrev’den ilim tahsil etti. İcâzet (diploma) aldıktan sonra,Bursa’da Molla Hüsrev’in yaptırdığı medreseye müderris oldu. Daha sonra Edirne-Taşlık, İstanbul’da Kalenderhâne ile Mahmud Paşa medreselerinde müderris olup, ders okuttu. Çok talebe yetiştirdi.Tekrar Bursa’ya giderek SultanMedresesinde ders verdi. Sonunda İstanbul’da Sahn-ı Semân yâni Fâtih Medreselerine tâyin edilerek ilim âşıklarına bilgiler sundu. Evinin yakınlarında Topkapı ile Aksaray arasında Ehîzâde Câmiini yaptırdı. Sâhib olduğu kıymetli kitablarını devrin âlimlerine vakfetti. 1499 (H.905) senesinde İstanbul’da vefât etti. Aksaray ile Topkapı arasında yaptırdığı câminin yanında defnedildi.

Buyurdu ki: “Kişinin gerek uyumak için, gerek başka zamanlarda yattığında ayağını kıbleye uzatması mekruhtur.Yemekten önce ellerini yıkamak sünnettir. Yemekten önce elleri önce gençler, sonra yaşlılar yıkar.Yemekten sonra ise, önce ihtiyarlar, sonra gençler yıkar.Yemeğe başlarken, önce gençlerin ellerini yıkaması, yaşlıların yemek için, gençleri beklememesi içindir.”

“Kişinin Müslüman olmayan annesinin ve babasının geçimini temin etmesi ve onları ziyâret etmesi gerekir.”

Eserleri:

1. Zahîret-ül-Ukbâ: Vikâye’nin Sadrüşşerî’a Şerhi’ne yazdığı hâşiyedir.

2. Hediyyet-ül-Mehdiyyîn: İnsanı küfre sürükleyen sözlerin neler olduğunu açıklamıştır. Bu eser,İstanbul’da Hakîkat Kitâbevi tarafından bastırılmıştır. Ehî Çelebi’nin bu eserlerinden başka Beydâvî Tefsîri’ne yazdığı hâşiyesi de meşhûrdur.

EHL-İ BEYT

Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın bütün âile fertleri. Mübârek hanımları, kızı hazret-i Fâtıma ile hazret-i Ali ve bunların evlâtları olan hazret-i Hasan ve hazret-i Hüseyin, onların çocukları ve kıyâmete kadar gelecek torunlarının hepsi. Hattâ Peygamberimizin temiz soyunun bağlı olduğu Hâşimoğullarına da Ehl-i Beyt denir. Eshâb-ı kirâmdanSelmân-ı Fârisî de Ehl-i Beytten sayıldı. Resûlulah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) soyu, hazret-i Fâtımâ’dan devâm etti. Hazret-i Hasan’ın çocuklarına ve torunlarına “Şerîf”, hazret-i Hüseyin’in nesline de “ Seyyid” denir. Peygamber efendimizin temiz ve mübârek kanını taşıyan seyyidler ve şerîfler, İslâm memleketlerinin birçok yerlerinde yaşamaktadırlar.Her birisi güzel ahlâk nümûnesi olup, yurdumuzda da sayıları pek çoktur.

Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde Ehl-i Beyt hakkında meâlen buyurdu ki:“Allahü teâlâ sizlerden ricsi, yâni kusûr ve kirleri gidermek istiyor ve sizi tam bir tahâret ile temizlemek irâde ediyor.” (Ahzâb sûresi: 33).

Eshâb-ı kirâm sordular:“Yâ Resûlallah! Ehl-i Beyt kimlerdir?” O esnâda hazret-i Ali geldi. Peygamber efendimiz onu mübârek paltoları altına aldılar. Daha sonra hazret-i Fâtımâ ve hazret-i Hasan ve Hüseyin geldiler. Her birini bir tarafına alarak; “İşte bunlar benim Ehl-i Beytimdir.” buyurdular. Bu yüksek kimselere “Âl-i Abâ” ve “Âl-i Resûl” de denir.

Müslüman ismi altında, bâzı doğru yoldan ayrılanlar,Ehl-i Beyte iftirâ edip, haklarında kötü sözler sarf etmektedirler.Hiçbir devirde hiç bir zaman hiçbir Müslüman Ehl-i Beyt hakında iftirâda bulunmamıştır.

Doğru yoldaki İslâm âlimleri,Ehl-i Beyt sevgisini, son nefeste îmân ile gitmek için şart görmüşlerdir. Ehl-i Beyti sevmek her mümine farzdır. Bunlarda Resûlullah’ın zerreleri vardır.Onlara kıymet vermek, saygı göstermek her Müslümanın vazîfesidir. Ehl-i Beyt ile ilgili Peygamber efendimiz buyurdu ki:

Ehl-i Beytim, yâni evlâdlarım, Nûh aleyhisselâmın gemisi gibidir. Buna binen kurtulur, binmeyen helâk olur.

Benden sonra size iki şey bırakıyorum. Bunlara yapışırsanız, yoldan çıkmazsınız. Birisi, ikincisinden daha büyüktür. Biri Allahü teâlânın kitâbı olan Kur’ân-ı kerîmdir ki, gökten yere kadar uzanmış, sağlam bir iptir.İkincisi, Ehl-i Beytimdir. Bunların ikisi birbirinden ayrılmaz. Bunlara uymayan Benim yolumdan ayrılır.

Sizlere dîn-i İslâmı getirdiğim için, bir karşılık istemiyorum.Yalnız bana yakın olan Ehl-i Beytimi sevmenizi istiyorum.

Ümetimden Ehl-i Beytimi sevenlere şefâat edeceğim.

Dört hak mezhebden biri olan Şâfiî mezhebinin kurucusu İmâm-ı Şâfiî hazretleri, bunu şöyle dile getirmektedir:“Ey Ehl-i Beyt-i Resûl!Sizi sevmeyi Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde emrediyor.Namazlarında size duâ etmeyenlerin, namazlarının kabul olmaması kıymetinizi, yüksek derecenizi gösteriyor. Şerefiniz ne kadar büyüktür ki, Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde sizleri selâmlıyor.”

Büyük İslâm âlimi İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh), buyurdu ki:“Babam zâhir ve bâtın ilimlerinde yâni kalp ilimlerinde çok âlim idi. Her zaman Ehl-i Beyti sevmeyi tavsiye ve teşvik buyururdu. Bu sevgi insanın son nefeste îmânla gitmesine çok yardım eder, derdi. Vefât edeceklerinde baş ucunda idim. Son anlarında şuurları azaldıkta kendilerine bu nasîhatleri hatırlattım ve o sevginin nasıl tesir ettiğini sordum.O hâldeyken bile:“Ehl-i Beytin sevgisinin deryâsında yüzüyorum.’’ buyurdular.HemenAllahü teâlâya hamd ve senâ eyledim. Ehl-i Beytin sevgisi Ehl-i Sünnetin sermâyesidir.Âhiret kazançlarını hep bu sermâye getirecektir.

EHL-İ KIBLE

(Bkz. Bid’at Fırkaları)

EHL-İ KİTÂB

Kitap verilen, kitap sâhibi mânasına Yahûdî, Hıristiyanlara ve kendilerinde Ehl-i kitâb şüphesi bulunan Mecûsîlere verilen isim.İslâmiyete inanmadıkları için bunlara “kitaplı kâfir” de denir. Yâhûdilerin kutsal kitabı Tevrat, Hıristiyanlarınki İncîl’dir. Bugün mevcut Tevrat ve İncîl, asıl Tevrat ve İncîl olmayıp, sonradan değiştirilmişlerdir. Ehl-i kitâb öldükten sonra dirilmeye, âhiretteki sonsuz hayâta inanmaktadır. Ehl-i kitâbın kendileri pis değildir.Pis olan îtikatlarıdır. Kitaplı kâfirlerin, kendi kitaplarına göre ve kendi dilleri ile Allahü teâlanın ismini söyleyerek kestiklerini yemek câizdir. Pişirdikleri yenir.Müslüman erkek ehl-i kitâb kadın ile evlenebilir. Fakat tenzîhen mekruhtur. Müslüman kadının ehl-i kitâb erkekle evlenmesi ise, câiz değildir.

İslâm dîninde ehl-i kitâb; ehl-i harb ve ehl-i ahd olmak üzere ikiye ayrılır. Ehl-i harb Müslümanlarla savaş hâlinde olanlar, ehl-i ahd ise Müslümanlarla sulh yapmış olanlardır. Ehl-i ahd da “zımmîler” ve “müste’minler” diye iki kısma ayrılır. “Zımmîler” İslâm memleketlerinin vatandaşıdırlar. “Müste’minler” ise,İslâm memleketine izin ile giren, pasaportlu olanlardır.

Zımmîler, İslâm ülkesinde kendi dinlerinin îcâblarını, ibâdetlerini yapmakta serbest olup, huzur içerisinde yaşarlardı.Can ve mal güvenliklerinin temin edilmesine râhat ve huzur içinde yaşamalarına karşılık “cizye” adında bir vergi verirlerdi. Müslümanların iyi muâmelesi karşısında ehl-i kitâbdan Müslüman olanlar pekçok olmuştur.

EHL-İ SALÎB

Alm. Kreuzfahrer (m.pl.) hist,Fr. Les croisés (m.pl.), İng. Crusaders. Haçlılar, Hıristiyanlar. İslâm memleketlerine hücum edip, yakıp yıkan, insanları öldüren mutaassıp Hıristiyan milletler topluluğu. Kudüs’ü Müslümanların elinden almak,İslâm devletlerinin gücünü kırmak ve ortadan kaldırmak için, papaların teşvikiyle Avrupa hükümdârları ve derebeylerin komutasında toplanan, ordudan ziyâde, çapulcular grubuna “ehl-i salîb” dendiği gibi, Haçlı ordusu da denirdi. Bunlar elbiselerine kırmızı haç diktikleri ve hilâle karşı haçın zaferini kazanmak için hareket ettiklerinden “haç sâhibi, haç taşıyan” mânâsında bu ad verilmiştir. (Bkz. Haçlı Seferleri)

Ehl-i salîb hareketleri Osmanlıların kuruluşundan iki yüz sene kadar önce başladı ve sekiz Haçlı seferi yapıldı. O zamandan beri haçın hilâle açtığı harp, zamanla başka şekillerle devâm edegeldi. Bu kini hiç söndürmeyen ve teknikte ilerleyen Haçlılar, ehl-i salîb kinini taşıdıklarından bir türlü medenîleşememişlerdir.

EHL-İ SUFFA

Hicret’ten sonra Medîne’de Peygamber efendimizin yaptırdığı mescidin suffa denilen bölümünde barınan fakir ve kimsesiz sahâbîler. Bunlar Medîne’ye başka yerlerden hicret edip gelenlerdi. Sayıları on ile dört yüz arasında değişen bu sahâbîler, Peygamber efendimizin yanından hiç ayrılmazlar ve sohbetlerinden aslâ geri kalmazlardı. Gece-gündüz Kur’ân-ı kerîm okurlar, ilim öğrenirler, hadîs-i şerîf ezberlerlerdi.Günlerini hep ibâdetle geçirirlerdi. Namazlarını devamlı Peygamber efendimizle kılarlardı.

Ehl-i Suffanın azaldığı ve çoğaldığı olurdu. İçlerinden evlenen, vefât eden, sefere çıkan olduğu zaman sayıları azalırdı. Bunların kaldıkları, üzeri hurma dalları ile örtülü “suffa” denilen yerde, Medîne’de evi barkı olmayan fakir talebelerle, İslâmiyeti öğrenmek için başka memleketlerden gelen Müslümanlar da kalırdı. Ehl-i Suffaya Ensâr’dan Ubâde bin Sâbit yazı yazmayı ve Kur’ân-ı kerîm okumayı öğretirdi.Peygamber efendimiz, güzel yazı yazan muhâcirlerdenAbdullah binSa’id’i de Ehl-i Suffaya muallim tâyin etti.Abdullah bin Mes’ûd, Muâz binCebel, Ubey binKa’b da Kur’ân-ı kerîm öğretmekle vazîfelendirildiler.

Peygamber efendimiz; “Benim bu mescidime gelen, ancak hayrı öğrenmek veya öğretmek için gelir.O, Allah yolunda cihâd eden kimse gibidir.” buyurunca, Mescid-i Nebevî ve Suffa kısmı bir ilim yuvası hâline geldi.

Ehl-i Suffaya “kurrâ” da denilirdi. Burada yetişenler, yeni Müslüman olan kabîlelere muallim olarak gönderilirdi. Ehl-i Suffa gönderildikleri yerlerde Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri, yâni İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğretirlerdi.Üstün meziyetlere sâhib olan bu mübârek sahâbîler, büyük bir irfân ordusuydu. Peygamber efendimiz onları çok sever, oturup sohbet eder ve birlikte yemek yerdi.Onlarla dizdize oturur, onlar dağılmayınca, kalkıp gitmezdi. Geceleri onların bir kısmını çağırıp kendisi doyurur, bir kısmını da, hâli vakti yerinde olan Eshâbın evlerine gönderirdi.

“Bir kişinin yiyeceği, iki kişiye, iki kişinin yiyeceği, dört kişiye, dört kişinin yiyeceği, sekiz kişiye yeter.” buyururlardı. Yine bir hadîs-i şerîfte; “İki kişilik yiyeceği olan, Ehl-i Suffadan üçüncüyü, dört kişilik yiyeceği olan, onlardan beşinciyi yâhut altıncıyı götürsün.” buyurmuştur.

Mescidde Resûlullah efendimizin hiçbir sohbetini kaçırmadan ilim öğrenen bu seçkin sahâbîleri, Medîneli sahâbîler benzeri görülmemiş şekilde muhabbetle severler ve ikrâmda bulunurlardı.

İslâmiyetin ve ilmin yayılmasında büyük hizmetler yapmış olan Ehl-i Suffadan bâzıları şu sahâbîlerdir:Evs binEvs es-Sakafî, Berâ bin Mâlik, Sâbit bin Dahhâk, Sâbit bin Vedia, Sekîf bin Amr, Hârise bin Nu’mân, Hanzala bin Ebî Âmir,Haccac bin Amr, El-Hakîm bin Umeyr, Harmele bin Iyâs, Huneys bin Huzâfe, Hâlid bin Yezîd, Harîm bin Evs, Dekîn bin Sa’îd, Rüfâa, Ebû Lübâbe,Ebû Rezîn, Zeyd bin el-Hattâb, Sa’d bin Mâlik,Sâlim bin Umeyr, Sâib bin Hallad, Saddad bin Üseyd, Safvan bin Beyda, Talha bin Amr, Ebû Hureyre (radıyallahü anhüm).

Eshâb-ı Suffadan Ebû Hureyre radıyallahü anh şöyle anlatmıştır: “Bâzan açlıktan öyle kıvranırdım ki, mîdem üzerine taş ile bastırırdım.Yine böyle bir gün Peygamber efendimiz hâlimi görüp; “Benimle gel.” buyurarak beni evlerine götürdü. Evde bir bardak süt vardı. “Haydi Ehl-i Suffa’ya git onları bana çağır.” buyurdu. Çağırmaya giderken; “Bir bardak süt hepsine nasıl yeter? Bana da bir yudum düşer mi ki?” diye düşünüyordum. Onları çağırıp gelince; “Yâ Ebâ Hüreyre!Bu sütü al, onlara ver.” buyurdu. Bardaktaki sütü sırayla hepsine verdim.Herbiri doyuncaya kadar içiyor, fakat süt hiç eksilmiyordu. Hepsi içip doydu. Sonra Resûlullah efendimiz bardağı alıp bana gülümsedi; “Süt içmeyen bir ben kaldım, bir de sen. Haydi sen de otur iç!” buyurdu. Ben de içtim. Birkaç defâ iç buyurdu. Tekrar tekrar içtim.Süt hiç eksilmedi.Artık içemeyecek derecede doydum deyince, Resûlullah efendimiz; “Öyleyse bardağı bana ver.” buyurdu. Verdim. Allahü teâlâya hamd ve senâ ettikten sonra Besmele çekerek sütü içtiler.

EHL-İ SÜNNET

Alm. Der Weg der Sünniten, Fr. la voie d ahl-i Sunnat, İng. The Sunni Path. İslam dîninde doğru îtikat üzere olanlar. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmın ve Eshâbının (aleyhimürrıdvân) yolunda bulunanlar, bildirdikleri îtikat üzere inananlar.

Eshâb-ı kirâmın, Peygamber efendimizden naklen bildirdiklerini, olduğu gibi, hiçbir şey ekleyip çıkarmadan kabûl edip, böylece inanıp, onların yolunda olup, onlar gibi inananlara Ehl-i sünnet ve cemâat fırkası veya Fırka-i nâciye; bu doğru ve asıl (hakîkî) İslâmiyet yolundan ayrılanlara da, bid’at fırkaları veya Fırâk-ı dâlle (dalâlet fırkaları, bozuk-sapık yollar) denildi. Ehl-i sünnet ve cemâat fırkasında olanlara kısaca Sünnî, bid’at fırkalarında olanlara Mübtedî, bid’at sâhibi denir. (Bkz. Bid’at Fırkaları)

Allahü teâlâ, Müslümanlardan, Peygamber efendimizin inandığı ve bildirdiği gibi îmân etmelerini istemektedir. Peygamber efendimiz bir tek îmân bildirmiştir. Eshâb-ı kirâm’ın hepsi, Resûlullah’ın bildirdiği gibi inanmış, îtikatta (inançta) hiçbir ayrılıkları olmamıştır. Peygamberimizin vefâtından sonra insanlar, İslâmiyeti Eshâb-ı kirâmdan işiterek ve sorarak öğrendiler. Hepsi aynı îmânı (Ehl-i sünnet îtikatını) bildirdiler. Eshâb-ı kirâm bu îmân bilgilerini, kendilerinden hiçbir şey katmadan, Resûlullah efendimizden öğrendikleri gibi nakletmişlerdir. Onlar, Allahü teâlâyı tenzîh ve takdîs etmek, O’nun bildirdiklerini tereddütsüz kabûl edip inanmak, müteşâbih (mânâsı açık olmayan) âyetlerin te’viline dalmamak vb. gibi hepsi kemâl derecesindeki vasıfları ile îmânlarını Peygamberimizden işittikleri gibi muhâfaza ettiler.

Eshâb-ı kirâm, bu saf ve doğru îmânı, kendilerinden sonra yaşayan ve Tâbiîn denilen Müslümanlara öğrettiler. Tâbiîn, öğrendikleri bu bilgileri kitaplara geçirdiler. Sonra gelen Tebe-i Tâbiîn ve daha sonra gelenler, bunlardan ve bunların kitaplarından bu bilgileri öğrendiler, kendilerinden sonra gelenlere naklettiler. Böylece Ehl-i sünnet bilgileri bu güne kadar nakil ve tevâtür yoluyla doğru olarak geldi.

Resûl-i ekrem efendimiz, Müslümanların yetmiş üç fırkaya ayrılacaklarını, bunlardan kendisinin ve Eshâbının yolundan gidenlerin (Ehl-i sünnet ve cemâat îtikatında olanların) Cehennem’den kurtulacaklarını haber vermiştir. Hadîs-i şerîfte; “İsrâiloğulları, yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehenneme gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur. Nasârâ (yâni Hıristiyanlar) da, yetmiş iki fırkaya ayrılmıştı. Yetmiş biri Cehenneme gitmiştir. Bir zaman sonra benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılır. Bunlardan yetmiş ikisi Cehennem’e gidip, yalnız bir fırka kurtulur.” buyruldu.

Eshâb-ı kirâm, bu fırkanın kimler olduğunu sorduğunda; “Cehennem’den kurtulan fırka, Benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir” buyurmuştur.

Hadîs-i şerîfte bildirilen yetmiş iki bozuk fırkanın hepsi geçmiş asırlarda ortaya çıkmış, pek çoğu unutulup gitmiştir. Bunlardan Hâricî, Râfızî ve Bâtınî gibi bâzıları meşhur olmuş, kendi aralarında çeşitli kollara ayrılmışlardır. Bu fırkalar, zamanla siyâsî, felsefî ve yabancı tesirlerle çeşitli değişikliklere uğramış ve doğru yoldan ayrılmışlardır. Yalnız Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri îtikat ve amel bilgileri, hiç değişmeden ve bozulmadan gelmiş, aradan asırlar geçmesine rağmen, red ve inkâr edilmez vasıflarını muhâfaza etmiştir.

Dört büyük halîfe devrinden sonra, Müslümanlar arasında karışıklık çıkarmak isteyen bâzı münâfıklar ve İslâm dîninin kısa zamanda Asya, Afrika ve Anadolu’ya yayılması karşısında, korku ve telâşa kapılan Yahûdî, Hıristiyan ve öteki bâtıl inançların mensupları; İslâmiyeti söndürmek, Müslümanların birliğini dağıtmak için çeşitli vâsıtalarla onların îtikatlarını (inançlarını) bozmaya, îmânlarını parçalamaya çalıştılar. Bu arada bid’at fırkalarının ortaya çıkardıkları yanlış fikirler, Müslümanların îtikatlarını bozmada ve onları parçalamada, bunlara yardımcı oldu. Ayrıca yeni Müslüman olan bâzı kavimlerin İslâm dînine, eski inanç ve ibâdetlerinden bâzı şeyleri katmaya kalkmaları; pekçok saf Müslümanın îtikat ve ibâdetlerinde, sapıklıklara ve bozukluklara yol açtı. Bütün bunlarla birlikte bir de siyâsî ve şahsî arzuları için, böyle kimselerle işbirliği yapanların faâliyeti netîcesinde, pekçok kimse şaşkına döndü. Ne yapacağını, kime inanacağını bilemedi...

İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe, doğru yolda bulunmak, İslâm dînini bizzat Peygamber efendimizin ve Eshâbının anlattığı gibi öğrenmek, inanmak ve yaşamak isteyenler için fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara, kollara ayırdığı ve usûller, metodlar koyduğu gibi; Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin ve Eshâb-ı kirâmın bildirdiği îtikat, îmân bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine öğretti. Bu sebeble Ehl-i sünnetin reîsi ve kurucusu kabûl edildi. İmâm-ı A’zamın bu hususta ilk yazdığı kitabın ismi El-Fıkh-ul-Ekber’dir. Kendisinden sonra, talebesinden ilm-i kelâm, yâni îmân bilgileri mütehassısları da yetişti. Bunlardan talebesi İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin yetiştirdiklerinden, Ebû Bekr-i Cürcânî dünyâca meşhur oldu. Bunun talebesinden de Ebû Nasr-ı İyâd, kelâm ilminde Ebû Mansûr-ı Mâtürîdî’yi yetiştirdi. Ebû Mansûr, İmâm-ı A’zam’dan gelen kelâm bilgilerini kitaplara yazdı. Doğru yoldan sapanlarla mücâdele ederek, Ehl-i sünnet îtikâdını kuvvetlendirdi ve her tarafa yaydı. 944 (H. 333) senesinde Semerkant’ta vefât etti.

Ehl-i sünnet îtikâdını yayan İslâm âlimlerinden İmâm-ı Eş’arî de; İmâm-ı Şâfiî’nin talebesi zincirinde bulunmaktadır. Bu iki büyük imâm; Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiînin bildirdiği îtikat, îmân bilgilerini açıklamış, kısımlara bölmüş ve herkesin anlayabileceği bir şekilde yaymışlardır. Eş’arî ve Mâtürîdî, hocalarının müşterek mezhebi olan Ehl-i sünnet ve cemâat’dan dışarı çıkmamışlardır.

Ehl-i sünnetin îtikatta iki imâmı olan Eş’arî ve Mâtürîdî, hep bu mezhebi yaymışlardır. Hurâfelere ve eski Yunan felsefesinin bataklıklarına saplanan materyalistlere (maddecilere) karşı hep bu îtikâdı savundular. Bu iki büyük Ehl-i sünnet âliminin zamânları aynı ise de, bulundukları yerler birbirinden ayrı ve karşılarındaki saldırganların düşünüş ve davranışları başka olduğundan, savunma metodları ve cevapları birbirinden biraz farklı olmuştur. Fakat bu hâl, mezheplerinin, yollarının ayrı olduğunu göstermez.

Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı îtikâda uymayan, bozuk îtikatlar, îmânlar, gönül öldüren bir zehirdir. Bunlar, insanı ebedî ve sonsuz azâba, yâni Cehennem’e götürür. İbâdetlerde tembellik, gevşeklik olursa affolunabilir. Fakat îtikatta gevşek davranmak hiç affedilmeyecektir. Nitekim Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Şirki (yâni kâfiri, inanmayanı, îmânı bozuk olanı) aslâ affetmeyeceğim. Diğer bütün günahları, istediğim kimselerden affederim.” (Nisâ sûresi: 116) buyurmaktadır.

Ehl-i sünnet îtikâdındaki Müslümanlar; ibâdet, münâkehât (evlenme), muâmelât (ticâret ve sosyal münâsebetler) ve diğer amelle ilgili işlerinde, asırlardır dört hak mezhebe uymuşlardır. Bugün de bir Müslümanın, Ehl-i sünnet îtikâdında olabilmesi için, hak olan dört mezhepten (Hanefî, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî) birinde bulunması lâzım geldiği kelâm ve akâid kitaplarında bildirilmiştir. Buna göre dört mezhepten birinde bulunmayan kimse, Ehl-i sünnetten ayrılmış olur. Ehl-i sünnet olmayan ise, ya sapık yollara düşer veya îmânını kaybeder. Bu dört mezhepten birine uymakla, onları taklîd etmekle; Kur’ân-ı kerîme ve Resûlullah’ın sünnetine (yoluna) uymuş olur. Çünkü dört mezhebin imâmları, îtikatta Ehl-i sünnet mezhebinde idiler.

İslâm âlimlerinin meşhûrlarından ve evliyânın büyüklerinden Ubeydullah-i Ahrâr hazretleri; “Kalbe gelen bütün keşifleri, hâlleri bize verseler, fakat kalbimizi Ehl-i sünnet îtikâdı ile süslemeseler, kendimi mahv olmuş ve hâlimi harâp bilirim. Bütün harâplıkları, felâketleri üzerime yığsalar, lâkin kalbimi Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdı ile şereflendirseler, hiç üzülmem.” buyurmuştur.

Ehl-i sünnetin bâzı îtikat esasları:

Allahü teâlâ kadîm olan (başlangıcı olmayan) zâtı ile vardır. O’ndan başka her şeyi, O yaratmıştır. Birdir. İbâdete hakkı olan da O’dur. O’ndan başka hiçbir şey, ibâdet olunmaya lâyık değildir. Zâtî sıfatları vardır. Bunlar; Vücûd, Kıdem, Bekâ, Vahdâniyyet, Muhâlefetün lil havâdis, Kıyâm binefsihi’dir. Kemâl sıfatları vardır. Bu sıfatlar; Hayat, İlim, Semi’, Basar, Kudret, İrade, Kelâm ve Tekvîn’dir (Bkz. Allahü Teâlâ). Bu sıfatları ezelîdir. Yâni hep vardır. Allahü teâlânın isimleri tevkîfîdir, yâni dînimizde bildirilen isimleri söylemek uygun olup, bunlardan başkasını söylemek yasak edilmiştir.

Kur’ân-ı kerîm Allah kelâmıdır, onun sözüdür. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmi harf ve kelime olarak gönderdi. Bu harfler mahlûktur. Bu harf ve kelimelerin mânâsı, Kelâm-ı ilâhîyi taşımaktadır. Bu harflere, kelimelere Kur’ân-ı kerîm denir. Bu harf ve kelime kalıpları içinde Kelâm-ı ilâhî olan Kur’ân-ı kerîm mahluk değildir. Allahü teâlânın öteki sıfatları gibi ezelîdir, ebedîdir.

Allahü teâlâyı müminler Cennette, cihetsiz olarak ve karşısında bulunmayarak ve nasıl olduğu anlaşılmayarak ve ihâtasız, yâni şekli olmayarak görecektir. Nasıl görüleceği düşünülemez. Çünkü O’nu görmeyi akıl anlayamaz. Allahü teâlâ, dünyâda görülemez. Bu dünyâ ve insanın bu dünyâdaki yapısı O’nu görmek nimetine kavuşmaya elverişli değildir. Dünyâda görülür diyen yalancıdır. Mûsâ aleyhisselâm peygamber olduğu hâlde bu dünyâda göremedi. Peygamberimiz Mîrâc gecesinde gördüyse de, bu dünyâda değildi. Dünyâdan çıktı, âhirete karıştı. Cennet’e girdi ve orada gördü.

Allahü teâlâ, insanları yarattığı gibi insanların işlerini de yaratıyor. İyi ve kötü işlerin hepsi O’nun takdîri, dilemesi iledir. Fakat iyi işlerden râzıdır, kötü işlerden râzı değildir. İnsanın yaptığı işe, kendi kuvveti de tesir eder. Bu tesire “kesb” denir.

Melekler, Allahü teâlânın kıymetli kullarıdır. Allahü teâlânın emirlerine isyân etmeleri câiz değildir. Emrolunduklarını yaparlar. Erkekleri ve dişileri ve evlenmeleri yoktur.

Peygamberler aleyhimüsselâm Allahü teâlâ tarafından seçilmiş, gönderilmiş insanlardır. Onların Allahü teâlâdan getirdiği her haber doğrudur, yanlışlık yoktur.

Peygamber efendimizin mîrâcı; uyanık iken, kalp, rûh ve beden ile birlikte olmuştur, haktır.

Kabir azâbı, kabrin sıkması, kabirde Münker ve Nekir denilen meleklerin soru sorması, kıyamette her şeyin yok olacağı, göklerin yarılacağı, yıldızların yollarından çıkıp dağılacakları, yer küresinin, dağların parçalanması ve herkesin mezardan çıkması, mahşer yerinde toplanması, yâni rûhların cesetlere girmesi, kıyâmet gününün zelzelesi, o günün dehşeti, korkusu ve kıyâmette suâl ve hesap, iyiliklerin ve günâhların âhirete mahsus bir terâziyle tartılması, Cehennem üzerinde Sırat Köprüsünün bulunması vardır. Bunların hepsi olacaktır. Peygamber efendimizin kıyâmet alâmetlerinden her ne haber verdiyse, hepsi doğrudur, yanlışlık olamaz.

Müminlere mükâfat ve nîmet için hazırlanmış olan Cennet, kâfirlere azap için hazırlanmış Cehennem şimdi vardır. Her ikisini de Allahü teâlâ yoktan var etmiştir. Cennet ve Cehennem sonsuz kalınılacak yerdir. Zerre kadar îmânı olan ve bu îmân ile âhirete göçen Cehennem’de ebedî (sonsuz) kalmayacaktır.

İbâdetler îmâna dâhil değildir. Farzların farz olduğuna inanıp tembellikle yapmayan kâfir olmaz. Mümin ne kadar büyük günâh işlerse işlesin bu günahları günah bildiği müddetçe îmânı gitmez. Ancak farzlara ve haramlara olduğu gibi inanmak lâzımdır. Emir ve yasaklardan herhangi birine inanmamak, hafife almak veya alay etmek, değiştirmeye kalkışmak îmânı giderir ve sonsuz olarak Cehennem’de yanmaya sebeb olur.

Halîfelikten konuşmak, dînin esas bilgilerinden değildir. Dört halîfenin üstünlüğü halîfelik sıralarına göredir. Eshâb-ı kirâmın hepsini hiç ayırım yapmadan sevmek ve hürmet etmek lâzımdır. Hepsi âdil ve din ilimlerinde müctehid idiler.

Muhammed aleyhisselâmın ümmeti, başka peygamberlerin ümmetinden daha üstündür.

Mâtem tutmak, dinde yoktur; üzülmek başka, mâtem tutmak başkadır. Hadîs-i şerîfte Peygamberimiz: “İki şey vardır ki, insanı küfre (îmânın gitmesine) sürükler. Birisi bir kimsenin soyuna sövmek, ikincisi ölü için mâtem tutmaktır.” buyurdu.

Resûlullaha, Eshâb-ı kirâma, Tabiîne ve Evliyâya tevessül ederek, yâni onları vesile ederek duâ etmek, duânın kabûlüne sebeb olur.

Dînî deliller müctehidler için dörttür: Kitap, Sünnet, İcmâ-i ümmet, Kıyâs-ı fukahâ. Avâmın delili, müctehidin fetvâsıdır. Onun vazifesi müctehid imâma uymaktır.

Tenasühe, yâni ölen insanın rûhunun başka bir çocuğa geçerek, tekrar dünyâya gelmesine inanmak, dîne aykırıdır. Böyle inananın îmânı gider.

Kıyâmet günü Allahü teâlânın izni ile iyiler kötülere şefâat edecek, araya girecektir. Peygamber efendimiz; “Şefâatim ümmetimden günahı büyük olanlaradır.” buyurdu.

Peygamberin mûcizesi, evliyânın kerâmeti ve salih mü’minlerin firâseti haktır. Evliyânın kerâmeti, vefâtından sonra da devam eder.

Her bid’at dalâlettir, sapıklıktır. Bid’at, dinde sonradan yapılan şey demektir. Peygamber efendimiz ve dört halîfesinin zamanlarında bulunmayıp da, onlardan sonra dinde meydana çıkarılan, îtikat ve ibâdet olarak yapılmaya başlanan değişiklikler bid’at olup büyük felâkettir.

Mest denilen ayakkabı üzerine mesh ederek (ıslak el ile dokunarak) abdest alınır. Çıplak ayak üzerine mesh edilmez.

Özetle; binlerce Ehl-i sünnet âliminin, kitaplarında bildirdikleri bu ve bunlara bağlı îtikat esâslarına uygun îmân edenler, Ehl-i sünnet müslüman; bu esaslara aykırı inananlar ise Ehl-i sünnet yolundan ayrılmış kimseler olurlar.

EINSTEIN, Albert

Yirminci asrın ünlü Alman fizikçisi. Genel ve özel relativite (izâfiyet) teorisiyle tanınır. Aynı zamanda madde hakkındaki kinetik teorisi ve özel ısı teorileri kendisinin meşhur olmasına yardımcı olmuştur. Üstelik Kuvantum teorisinin öncülerindendir.

Einstein, 14 Mart 1879 senesinde Almanya’nın güneyindeki Ilm şehrinde Yahûdî ana-babadan dünyâya gelmiştir. Bir sene sonra âilesi Münih’e taşınmış, orada babası ve amcası küçük bir elektrokimyâsal fabrika kurmuştur. Einstein, okulu sevmemiş, tahsîline evde başlamıştır. Amcasından Pisagor teorisi ve cebiri öğrenmiştir. Einstein basit cebir hesaplarından ve geometrik problemlerden çok hoşlanmıştır. 14 yaşına geldiği zaman, tabiî bilimler hakkında yazılmış kitapların tesiri altında kalmıştır. Böylece alâkası teorik fiziğe kaymış, 16 yaşındayken, ancak ikinci teşebbüsünde, 1896 senesinde Zürih’teki Federal Polyteknik okulunun giriş imtihanını kazanmıştır. Polyteknik okulunda öğrenciyken derslere pek devam etmemiş, kendi başına çalışmayı tercih etmiştir. Helmhotz, Boltzmann, Mach gibi fizik teorisyenlerinin kitaplarını okumakla kalmamış, aynı zamanda Maxwell’in elektromagnetik teorisini tetkik etmiştir. 1900 senesinde buradan mezun olan Einstein, iş bulmakta çok zorluk çekmiş, nihâyet 1902 senesinde Bern’deki bir patent bürosunda iş bulabilmiştir. Buradaki vazîfesi patent için yapılan mürâcaatları düzgün bir şekle sokmaktı. Şüphesiz ki bu iş kendisine fizik alanında rahat düşünme fırsatı vermiştir. 1905 yılı Einstein’in verimli bir yılıdır. Özel relativite (izâfiyet) teorisi hakkında dört mühim yazı neşretmiştir. Daha sonra îtiraf ettiğine göre bu yazıları yazması beş hafta sürmesine rağmen 16 yaşından beri ışık hızı ile alâkalı meselelerle meşgul olduğu ve bu ışık hızı meselelerinin ise relativite teorisine yol açtığını söylemiştir.

Bu başarıları ile dikkati üzerine çekti ve 1911’de Prag’da Alman Üniversitesine teorik fizik öğretim üyesi oldu. Ertesi sene profesör olarak Zürih’teki Federal Polyteknik’e döndü. 1913’te Berlin’deki Kaiser Wilhem Cemiyetinin araştırmacısı oldu. Buranın Berlin Üniversitesiyle irtibâtı vardı. Berlin’e gittikten sonra karısından ayrıldı ve 1919’da kuzeni Elsa ile evlendi. Bu arada Einstein meşhur “genel izâfiyet teorisini” neşretti. Bu teoriye göre, uzak bir yıldızdan gelen şuâlar, şâyet yeryüzüne gelirken güneşe yakın geçmiş ise bükülecekti. Einstein’in bu sapma nazariyesi ve bunun miktarı 1919 senesinde iki İngiliz tarafından tam güneş tutulması ânında test edildi. Kasım ayında bu nazariyesinin doğru olduğu îlân edilince ünü dünyâ çapında yayıldı. 1921 senesinde Nobel fizik ödülü kazandı. Bu ödül esâsen daha önceleri fotoelektrik üzerine yaptığı çalışmaları için verilmişti.

1920 senesi ile 1930 seneleri arasında yurt dışında ders vermesi için pekçok teklifler aldı. N. J. Princeton’daki yeni açılan enstitüye dâimî vazîfe ile tâyin edildi. 1941 senesinde ise Amerikan vatandaşı oldu. Daha sonraki senelerde Einstein daha çok ilmin sosyal tesirlerini inceledi. 1939 senesinin Temmuz ayında Başkan Rooswelt’e bir mektup yazarak, Nazilerin bir uranyum bombası yapmakta olduklarını bildirdi. 1945 senesinden sonra nükleer enerjinin kontrolü için milletlerarası bir antlaşma yapılması maksadıyla, çalışmalarda öncülük etti. Einstein 1914’ten beri sulh taraftarı görünüyordu. Siyonizmin sâdece millî bir gâye şeklinde değil, dünyâ çapında yayılmasını destekledi. 1952’de Dr. Chaim Weizmann’ın ölümü üzerine, İsrâil başbakanı olması için Ben-Gurion’un yaptığı teklifleri kabul etmedi. Princeton’da 18 Nisan 1955’te öldü. Yalnız çalışır, fakat Newton gibi insanlardan uzaklaşmazdı. Tecrübî fizikçi Albert Michelson ile 20. asrın nazarî fizik temellerini atan kişi olarak telakkî edilmektedir.

Einstein’in ilk ilmî neşriyatını 1903 senesinde bir gazetedeki kapileriter çekme hakkındaki yazısı teşkil eder. 1902 ve 1903 senelerinde moleküller hakkındaki bilgi ve maddenin kinetik teorisi hakkındaki fikri hâlâ tartışılıyordu. Einstein termal etkinin bir karışımdaki tesirlerini nazarî hesaplarla keşfetti. Zâten daha 1827 senesinde botanikçi Robert Brown tarafından belli sebebi bilinmeden bu tesirin varlığı müşâhade edilmişti. Brown bir çalkantı olmadan veya daha başka bir dış tesire mâruz kalmadan sudaki çiçek tozlarının mütemâdiyen ve düzensiz bir halde zig-zag çizdiğini mikroskopta görmüştü. Einstein, Browniyan hareketinin moleküllerinin mevcûdiyetine doğrudan delil teşkil edebileceğini gösterdi.

Yine 1905 senesinde, kuvantum fiziğiyle uğraşmaya başladı. 1900 senesinde Max Planck, sıcak ogranizmaların ışık radyasyonu ile olan alâkası hakkında bâzı açıklamalar yapabilmek için atomlar tarafından yapılan emisyon ve radyasyonun sâdece bâzı enerjik maddelerde olabileceğini veya quantaların buna sebeb olabileceğini, her maddenin böyle olmadığını iddiâ etmişti. Bu noktadan hareketle Planck bir radyasyon kânunu keşfetmiş, buna Planck Kânunu denmişti. Bu kânun müşâhadeye dayanıyordu. Planck kuvantumun tesirlerini madde alışverişiyle sınırlamıştı. Fakat Einstein’e göre, radyasyonun kendisi de zerrelerden meydana gelmekte, aynı zamanda Planck’ın kuvantası gibi ve dalgasal bir yapı arzetmekteydi. Üstelik Einstein, Allahü teâlânın yarattıklarındaki sayısız hikmetlerin sâdece biri olan fotoelektrik gibi bir muammayı çözmüştü. Bir ışığa mâruz kalan metalden elektronlar neşrediliyordu. Planck’ın hipotezi böylece îzâh ediliyordu.

EİNSTEİNUM (Aynştaynum)

Alm. Einsteinium, Fr. Einsteinium, İng. Einsteinium. Sun’î yoldan elde edilen kimâsal bir element. “Es” sembolüyle gösterilen bu element ilk defâ 1952’de Büyük Okyanusun güney kesiminde patlatılan bir termonükleer bombanın döküntüleri arasında bulunarak tanımlanmıştır.

Aynştaynum aktinitler serisinden olup III B grubunda bulunur. Atom numarası 99, en kararlı izotopunun kütle numarası 254’tür. Elektron düzeni (Rn) 5f117s2 şeklinde olup bileşiklerinde +2 ve +3 değerlerini alır.

Aynştaynumun bütün izotopları radyoaktiftir. İzotoplarının karışımı, plutonyum gibi daha küçük atom numaralı elementlerin yavaş nötronlarla bombardıman edilmesinden elde edilebilir. Aynştaynyum-253’ün bombardımanından ise atom numarası 101 olan mendelevyum elde edilir.

EISENHOWER, Dwight David

Amerika Birleşik Devletlerinin 34. başkanı. 1890 yılının 14 Ekiminde Teksas’ın Denisan şehrinde doğdu. David ve annesi İda Elizabeth Stover Eisenhower’in yedi oğlundan üçüncüsüydü. Küçük yaştayken yerleştikleri Abilene’nin küçük bir şehir oluşu, gelirlerinin azlığı, ana ve babasının dindarlığı, Eisenhower’in kişiliğini büyük çapta etkilemiştir. Bütün âile birlikte çalışır, sebze ve meyvelerini bile kendileri yetiştirirdi. Bu şartlar içinde okula başlayan Dwight dersleri yanında sporu da birlikte yürüttü, okuldan sonra bir yıl çalıştı. 1911 yılında ABD’nin subay yetiştiren okulu West Point Askerî Akademisinin imtihanlarını kazandı. Akademiden sonra 1915’te Fort Sam Houston’a atandı.

Birinci Dünyâ Savaşı, Eisenhower için askerî kâbiliyetini ispatladığı bir dönem oldu. Daha o yıllar, zırhlı birliklerin geleceğin harplerinde önemli roller oynayacağı düşüncesini savunuyordu. Ford Leavanworth’daki tank okuluna gönderildi. Oradan da 1918’de Geftysburg’daki tank eğitim merkezi kumandanlığına atandı. Tam Avrupa’da görev alacağı zaman, harp sona erdi.

İki dünyâ savaşı arası, hareketli Eisenhower için oldukça durgun ve tereddütlü yıllar oldu. Ordudan ayrılma teşebbüslerinden, Komutanı General Fox Conner tarafından caydırıldı. Generalin etkisiyle Yüksek Komuta Okuluna girdi. Okulu birincilikle bitirerek dikkat çekti. Fransa’daki Amerikan Savaş Alanları adlı eseriyle geniş bir ün sağladı. 1930’daki iktisâdî krizde başkentte savaş bakanlığında sanâyileşme plânları üzerinde çalışıyordu. 1933’te İkinci Dünyâ Savaşının ünlü kumandanlarından General Mac Arthur’un Kurmay subaylığına atandı.

Polonya’nın işgâli olayı, Eisenhower’in kafasındaki, Amerika’nın er geç bu savaşa gireceği fikrini iyice perçinleştirdi.

Üçüncü Ordu’nun Louisiana’da yaptığı bu manevranın kurmay subayı olarak gazetecilerin dikkatini çekti. Hakkında yazılanlar, onun Genel Kurmay Başkanı George Marshall tarafından tuğgeneralliğe terfi ettirilmesinde etkili oldu.

Pearl Harbour baskınından sonra tekrar Washington’a çağrıldı. Savaşın genel plânlamasında çalıştı. Londra’ya giderek, İngiliz ve Fransız komutanlarıyla görüştü. Dönüşte, Avrupa’ya ortak bir komuta altında yapılacak çıkarmanın başarılı olacağını söyledi. Bunun üzerine 1942’de Avrupa Müttefik Kuvvetleri Başkomutanlığına atandı.

Avrupa’daki savaşın kazanılmasında, Kuzey Afrika ve İtalya harekâtlarının başarısında önemli roller oynadı. En büyük başarısı 6 Haziran 1944 Normandiya çıkarmasıdır.

Savaş bittiğinde Eisenhower beş yıldızlı general üniformasıyla ülkesine döndü. Böylece batı dünyasında ve memleketinde ünlü kişilerden oldu.

Savaştan sonra hızlanan ABD’deki siyâsî yarışa katıldı. NATO Kuvvetleri Başkomutanı bulunduğu sırada görevinden istifâ etti. Cumhûriyetçi Partiden başkanlığa adaylığını koydu ve 1952’de başkan seçildi.

İki dönem başkanlık yapan Eisenhower, görevini 1960 yılında John F. Kennedy’e devretti. Çiftliğine çekildi, 79 yaşında 1969 yılında ölünceye kadar orada kaldı.

EJDERHÂ (Ejder)

Alm. Drache m, Fr. Dragon m, İng. Dragon. Türlü biçimlerde tasarlanan korkunç bir masal canavarı. Çin’de çizilen birçok motifleri vardır. Farsçada “büyük yılan” anlamında kullanılan bu kelime, dilimize “korkunç canavar” mânâsında geçmiştir. Milletlerin mitolojisinde yer alan ejderhâların ortak motifi; aslan pençeli, yılan kuyruklu, pullu derili, kanatlı ve ateş saçan burun delikli olacak şekildedir. Yedi başlı olanları vardır. Saldırırken alev püskürürler. Efsânelerde hazineleri bekler, insanları esir ederler. Bu korkunç canavarlar her defâsında bir masal kahramanı tarafından öldürülür, böylece zulümleri son bulur.

EK ÜCRET

Alm. Johnne benleistungen, Fr. Suppléments de salaire, İng. Fringe benefits. Üretime emeğiyle iştirak edenlerin, emeğinin karşılığına sağlanan her türlü ek menfaatler.

On dokuzuncu asrın sonlarına kadar işçiye ödenen ücret emeğinin karşılığı olarak işverenin ödediği meblağ şeklindeydi. Halbuki günümüzde bu düşünce oldukça değişmiştir. Memleketimizde bilhassa 1950 yılından sonra, işçilerin sosyal alanda aldıkları pekçok hak ile eskisinden çok farklı duruma gelmiştir. Ücret sâdece emek karşılığı olmayıp, ücrete eklenen çeşitli menfaatler şeklini almıştır. İşçi emeğinin karşılığı olan asıl ücrete yapılan ilâvelerin kaynakları değişiktir. Bunların bazısı işverenin kendiliğinden işçilere sağladığı aynî ve nakdî menfaatlerdir. Bunların dışında işçiye kârdan pay ayırmak, işçiler için sosyal tesisler kurmak, ikrâmiye, yemek, yakacak parası, giyecek parası vermek gibi hususlar sayılabilir. Bunlar işletmenin verimliliğine bağlı olarak artan ve ücrete eklenen menfaatler olarak ortaya çıkmaktadırlar.

EKBER ŞAH (Ebü'l-Feth Celâleddîn)

Bâbürlü Türk İmparatorluğunun üçüncü hükümdârı. Bâbür Şahın torunu ve Hümâyûn ile Hâmide Banu’nun oğludur. Hümâyûn’un, Sir Han ile mücâdelesi esnâsında uğradığı ağır bir mağlûbiyet üzerine, âilesi ile birlikte iltica ettiği Ömerkot’ta 1542’de dünyâya geldi.

Daha küçük yaşından îtibâren babasının yanında önemli hizmetler gören Ekber’in ilk başarısı 1555’te Serhend’e saldıran İskender Şahı mağlub etmesidir. Komutanlar arasında zafer şerefini paylaşamamaktan doğan ihtilâf, Hümâyûn tarafından oğlu Ekber’e gönderilen ve kumandan olarak tebriklerini bildiren nâme ile bertaraf edilmiştir. Ekber bundan sonra 1555 Temmuzunda idârî işlerine atabeyi Bayram Han tarafından bakılmak üzere, Pencap vâliliğine tâyin edildi. Babası Hümâyûn’un bir kazâ netîcesinde ölmesi üzerine, tahta dâvet edildi. O gelinceye kadar, bu sırada orada bulunan Seydi Ali Reis’in tavsiyesi üzerine, Osmanlı töresine uygun olarak, Hümâyûn’un ölümü gizlendi ve Şubat 1556’da Ekber, Hind-Türk İmparatoru îlân edildi.

Ekber 14 yaşında devletin başına geçtiği zaman, babasından kendisine miras kalan ülke, Bayram Hanın küçük ordusunun hâkim olduğu Pencap’ın bir kısmı ile Ganj ötesindeki Katehr eyâletinden ibâretti. Delhi ile Agra, babasının ölümü ile düşmanların eline geçmişti.

Saltanatının ilk yedi senesinde harplerle meşgûl olan Ekber, ilk iş olarak Delhi ile Agra etrâfındaki memleketlerde hâkimiyetini tesis etti. 1567’de Racputların kalesi Çitor’u zapt ve Ecmir’i fethetti. 1572’de Gücerât’a yürüyerek müstakil Ahmedâbâd sultânlarının sonuncusunu mağlub edip bu ülkeyi, hükümdâr nâibi tarafından idâre edilen mümtâz bir eyâlet (subah) hâline getirdi. Ganj Vâdisi de imparatorluk hudutları içine alındı. Ayrıca 1578’de Orisa, 1581’de Kâbil, 1587’de Keşmir, 1592’de Sind ve 1594’de Kandehar alındı. Bundan sonra ordularını Dekken’in Müslüman hükümdârları üzerine tevcih ederek Berar’ı ellerinden aldı.

Ekber’in askerî ve siyâsî faaliyetleri yanında özelliklerinden biri de teşkilâtçı oluşudur. Geniş ölçüde ıslâhâta 1573’te başladı. O yıl “damgalama nizâmı” konarak, bütün zeâmetler hükümdâra bağlı devlet mülkü hâline getirildiği gibi, devlet memurlarının mertebe ve dereceleri de tesbit edildi. Zeâmet usûlünde de yeni tedbirler alındı. Erinden en kuvvetli komutanına kadar herkese devlet hazînesinden maaş bağlandı. Arâzi gelirlerini kontrol için “kurubî” denilen tahsildârlar teşkilâtı kuruldu.

Ekber’in en zararlı icrââtlarından birisi, “Dîn-i İlâhî” adıyla yeni, bozuk bir din kurmasıdır. Şeyh Mübârek’in riyâkârâne telkin ve teşvikleri altında derecesinin hükümdârlıktan yüksek olduğuna inanan Ekber, 1582 senesi yağmur mevsiminde bütün vâlilerin sarayda bulunmalarını fırsat bilerek dînini resmen îlân etti. İşte bu târihten îtibâren ölümüne kadar imparatorluk bünyesinde ve özellikle sarayda Ehl-i sünnet âlimlerine îtibâr azaldı ve Ekber’in dînine temâyülü olanlar baştâcı yapıldı. Mecûsî, Brehmen ve Hıristiyanlara hürriyetler tanırken, Müslümanlara çeşitli eziyet ve işkenceler yapılmaya başlandı. Büyük İslâm âlimi İmâm-ı Rabbânî hapse atıldı ve işkencelere mâruz kaldı. Ehl-i sünnet âlimlerinin lâyık oldukları değere kavuşmaları, Ekber’den sonra tahta çıkan oğlu Cihângîr zamânında olacaktır. Ekber’in bu dîni ülke çapında pek taraftar bulamadı. Yakın adamlarından târihçi Ebü’l-Fazl’ın öldürülmesi ile bu din zayıflamaya başladı, Ekber’in ölümünden sonra ise tamâmen terk edildi.

Ekim 1603’te şiddetli bir dizanteri hastalığına yakalanan Ekber, 25-26 Ekim 1603 gecesi öldü. Cenâzesi İslâmî usûllere göre kaldırıldı. Cesedi, saraydan 10 km uzaklıktaki o zamanlar Behiştâbâd denilen ve daha sonra İskender adı verilen bahçeye gömüldü. Halefleri tarafından üzerine büyük bir türbe yaptırıldı.

EKG

(Bkz. Elektrokardiyografi)

EKİDİNE

(Bkz. Karıncayiyenler)

EKLEM İLTİHABI ve HASTALIKLARI

Vücûdun eklem bölgelerinde görülen hastalıklar.

1940’lı yıllarda birkaç çeşit olduğu bilinen eklem hastalıklarının bugün yüzü geçkin çeşidi târif edilmiştir. 50 sene önce gut (nekriz) hastalığı için kolşisin ve artritler için aspirin ilâç olarak listeyi tamamlarken, 1940’ların sonunda kortizon ve probenesid artritik hastalıkların tedâvilerine olan ilginin artmasına yol açmışlardır.Kortizon artritlerin en meşhuru romatoid artritin tedâvisinde tavsiye olunmaya başlanmış, probenesid ise penisilinin itrahını geçiktirmek maksadıyla kullanılırken gut sebebi ürik asidin itrahını arttırdığı tesbit edilmiştir ve nekrisin kıymetli ilâcı hâline gelmiştir. Bilâhare fenil bütazon ve indometazin giliştirilmiş aspirin grubu ilâçlar olarak bulunmuşlar ve bu grub nonsteroidal antieflamatuar droglar (NSAID) olarak târif olunmuşlardır. Akut nekristen, akut kondro kalsinosise birçok artritte kullanılırlar. Diğer NSAID ilâçlar meselâ naproksen, tolmetin fenoprofen, ibuprofen, vesulindak bunları tâkib etmişlerdir.Herbiri romatoit artrit olan asteoartroz olsun muhtelif bağdokusu hastalıklarında, yâni kısaca eklem hastalıklarında ayrı tesirlilik sâhibi ilâçlardır.

Bu arada eskiden kabul görmüş altın tuzları, arı ve yılan zehirleri ve klorokin (sıtma ilâç) yeni formüllerle uygulamada kabul görmüşlerdir.

Son 20 yılda kortizon romatoid artritte eski kabulünü kaybetmiştir. Sâdece intraartiküler (eklem içi) enjeksiyonda kullanılır.

Ancak kortizon diğer birçok bağdokusu hastalıklarına âit şiddetli belirti ve rahatsızlıkların bastırılmasında yüksek doz kullanılır.

Bu arada eklem hastalıklarının immün sistem (bağışıklık sistemi) bozuklukları ile ilgisi ortaya çıkmış ve derin olarak anlaşılmıştır. Bu sistemin aşırılıklarının baskılanmasında birçok immünsupressif ilâç; sikloposfancid, azothiopürin, metotrepata ve D-penisillamine eklem hastalıkları için de kullanılmaktadırlar.

En son olarak levamisole ki (aynı zamanda); bir barsak paraziti ilâcıdır; bağışıklık sistemini uyarıcı etkilerinden faydalanmak üzere eklem hastalıklarında kullanılmaktadır.

Eklem rahatsızlıklarının tedâvisinde teşhis ne olursa olsun özel veya genel bir ilâca ilâveten medikal ve cerrâhî uygulamalar da yardımcı olabilir. Bunlar eklem, tendon (kiriş) ve kas gerginliğini azaltıcı tedbirlerdir. Bu destekler arasında dinlendirme, sıcak, atelleme, ekzersiz, aktif ve pasif hareketler, masaj, traksiyon (çekme), hidroterapi (su ile tedâviler), yürüme destekleri, ultrason, psikoterapi, akupunktur, rekonatrüktif ortopedik cerrâhî vb.’dir.

Hafif iltihablı bir görüntü veya enflamasyonsuz bir artrit dahi sistemik hepus eritamatosus, akut romatizmal ateş veya bir akciğer kanserinden kaynaklı lüpertrofik pulmoner osteoartropati belirtisi olabilir.

Eklem hastalığı olarak hastayı yanıltabilen durumlar da vardır.

Meselâ flebit, arterioskleroez gibi damar hastalıkları, selolit ödem gibi cilt hastalıkları, nöropati ki sinir bozukluğu olup, şeker hastalığı, kurşun zehirlenmesi gibi birçok sebebi olabilir; damar tıkanıklıkları sendromları, parkinson hastalığındaki eklem sertliği, myosit vb.

Bunların tefriki ehlinin tecrübesi ile olabilir.

Eklem dışı belirtiler eklem hastalıklarının tanınmasında faydalı olabilir.Nekrizin tofüsleri (cilt altında ürat kristalleri depoları), romatoit artritteki nodüller ve eklem iltihabı yapan belsoğukluğu mikrobuna âit döküntüsü gibi.

Eklem hastalığı ile aynı anda eklem çevresi hastalıkları da olur. Bunların varlığı da teşhisi kolaylaştırır.Kiriş iltihabları, belsoğukluğunda olabilir, romatoit artrit ve diğer sistemik, yâni cümle bedeni tehdid eden hastalık mekanizmalarında da görülebilir. Diz arkası çukuru kistleri diz iltihablarının belirtisidir. Damar basıncı yapabilirler. Orak hücre kan hastalığında ve akciğer kanserinde eklem içine sıvı toplanabilir.

Birçok kereler eklem hastalığı geçicidir, listelerde isim almış hastalık târiflerine uymayabilir ve teşhis edilemeden gelir gider. Nihâî bir teşhis bir hastalık ismi için zorlanılmamalıdır. Geçici bir teşhis ile tedâvi yapılabilir. Bu hal biraz da eklem hastalıkları grubuna mahsustur. Bu arada diğer şüpheli teşhisler de araştırılır. Beden ilminin büyük kısmı hâlâ bir muammadır. Atipik ve varılamamış teşhislerde daha ziyâde sistemik hastalıklar akla gelmelidir.

Bâzı durumlar ânında müdâhale isterler. Kanlı eklem sıvısı kırık ve kanser ile ilgili olabilir. Yoğun cerahat mikrobik olduğunu düşündürür ve hemen antibiotik ister ve cerahat akıtılmalıdır.

Eklemin görüntüsü (şiş mi, kırmızı mı, deforme mi), ellenmesi (sıcak mı, gergin mi), hareketleri (her eklem için normal olarak tesbit edilen hareket mahdudiyet sınırlarının değişiklikleri) teşhise götürür.