EFE

Özellikle Batı Anadolu köy yiğidi,zeybek topluluklarının başkanına verilen isim.

Halk arasında “ağabey” anlamında kullanılır. Osmanlıların son zamanlarında, devlet otoritesine karşı kendilerini dağların hâkimi îlân eden çete başları için de “efe” kelimesi kullanılmıştır. Ekserisi kânun kaçaklarından meydana gelip, dağlara çıkan zeybekler, aralarında yiğitlik, mertlik, cesâret göstereni başkan seçerek, ona efe derler ve tâbi olurlardı. İstiklâl Savaşı zamânında Yörük Ali, Demirci MehmedEfe gibi efeler, düşmanla çete savaşları yaparak çok faydalı olmuşlardır.

Efelerin hiç tâviz vermeden kendi aralarında geçerli, uyulması gereken kânunları vardı. Adı, sanı, ünü ne olursa olsun hiçbir efe bu kânunların dışına çıkamazdı.Özel giyimleri ve kullandıkları silahlarla çevrenin dikkatini çekerlerdi. Ayrıca Doğu Anadolu’da bilhassa Erzurum ve çevresinde irşâd eden mürşid de bu adla anılmıştır. Arvaslı Mehmed Efe gibi.

EFEDRİN

Alm. Ephedrin (n), Fr. Ephédrine (f) İng. Ephedrine, Tıpta geniş kullanma alanı olan alkaloit türünden bir ilâç. Kimyasal olarak formülü C10H15NO olup, esas alkaloittir.

Efedra vulgaris isminde tropikal bir çalıda bulunur.İlk defa Çin’de elde edilmiş ve Uzakdoğu’da asırlar boyu kullanılmıştır. 1920’lerde batıda kullanılmaya başlanmıştır. Bu ilâç aynı zamanda sentetik olarak da hazırlanır. Farmakolojide efedrinin fonksiyonu adrenalininki gibidir. Efedrin merkezi sinir sistemini uyarır ve yeterli dozda küçük kan damarlarını kasar, kan basıncını yükseltir, kalp hızını düzenler.Aynı zamanda bronşları ve göz bebeklerini genişletir. Değişik fizyolojik etkilerinden dolayı çok sayıda terapatik (tedâvi ile ilgili) uygulama alanı vardır. Efedrin bronşiyal astım tedâvisinde kasılı bronşları gevşetmek için ve bâzı allerjilerde burundaki kanlanmayı giderici olarak kullanılır. Aynı zamanda düşük kan basıncını yükseltmek için ve merkezî sinir sistemini etkileyen zehirlere karşı bir panzehirdir. Göz doktorları göz muayenesinde gözbebeğini genişletmek maksadıyla kullanırlar. Bunun istenmeyen yan etkisi; özellikle yüksek dozlarda rahatsızlık vermesi, aynı zamanda huzursuzluk, çarpıntı ve uykusuzluğa yol açmasıdır. Efedrin asimetrik karbon atomu bulundurur. Dört stereizomerik hâli vardır.

EFEKTİF

Alm. Effektiv (m), Fr. Effectif, İng. Effective. Bankacılıkta, çek ve benzeri senetler dışında kâğıt ve madenî para. Türkçede genellikle kambiyo işlemlerinde kullanılmaktadır. Döviz ihtiyacı olan birisi çek ve poliçe yerine bunu banknot olarak alırsa döviz efektiftir.

Efektif sözü sermâye ile kullanıldığında fiilen ödenmiş ve işte kullanılan döner sermâye miktârı göz önüne alınır. Halk dilinde “nakit para” karşılığı olarak kullanılır.

Efektif fiyat: Alıcı tarafından alış-veriş esnâsında bil fiil ödenen bedel olarak isimlendirilir. Üreticinin malını piyasaya sürerken umduğu fiyat virtüel fiyattır. Malın el değiştirmesi sırasında alıcının ödediği fiyat ise efektif fiyattır.

Efektif talep: Taleb kişinin istek ve ihtiyaçlarını karşılama arzusu olarak târif edilirse bu arzunun satın alma gücü ile desteklenmesi, yâni fiiliyât hâline gelmesine de efektif talep denir.

EFEMERİD (Ephemeroidea)

Alm. Ephemeroptera (pl), Fr. Ephéméroptéres(m.pl.), İng. Ephemeroptera. Bir böcek takımı. Mayıs sinekleri olarak da bilinirler.Çok yumuşak vücutlu, ufak veya orta boyda böceklerdir. 800 kadar türü bilinmektedir. Boyları 20-25 mm kadar olabilir.Vücutlarının sonunda kıl gibi 2-3 uzantı bulunur. Bâzılarının rengi kar gibi beyazdır.İri, hareketli başlarının yan tarafındaki petek gözler çok büyüktür.Alınlarında da 2-3 adet nokta göz bulunur. Antenler kısa ve kıl gibi incedir. Uzun olan ön bacaklar yardımcı duyarga vazifesi de görür. Kanatları çok damarlıdır. Öndekiler büyük ve üçgen şeklindedir. Arka kanatlar küçük ve yuvarlakçadır. Bâzılarında ise hiç bulunmaz.

Larvaları tatlı sularda avcılıkla geçinir. Bitkisel besin de yerler. Duyarga, bacaklar, kuyruk uzantıları ve trakeli dış solungaçları saçaklıdır.Larvalar suda yüzerken alabalık ve diğer tatlı su balıkları tarafından büyük iştahla avlanırlar.Ömürleri 1-2 yıl kadardır. Erginlerinin ömrü ise 1-2 gün veya bir hafta sürer.Suda yüzen nemf, son deri değişiminde bir bitkiye tırmanır. Deri ensesinden çatlar, içinden kanatlı böcek sıyrılarak çıkar.Çıkan böcek yarı ergindir. Birkaç saat içinde son bir gömlek daha değiştirerek tam erginleşir. Ağız parçaları körelmiş olduğundan beslenemez. Yalnız su içerler.

Bütün gâyeleri üremektir. Erkek ve dişiler birbirine tutunarak yaz akşamları sürüler hâlinde su kenarında uçuşurlar. Buna “mayıs sineklerinin zifaf dansı” denir. Uçarken çiftleşir, yumurtalarını suya bırakırlar.Her dişi 5000 kadar yumurta yapar.

İyi uçamadıklarından göl ve nehir sularına düşüp, balıklara yem olur veya caddelerde ezilirler.Nehir yakınlarındaki şehir ve kasabalarda bulut hâlinde uçtuklarından akşam trafiğinde tehlikeli olurlar. Erginlerin ömrü 1-2 gün olduğundan bunlara “bir günlükler” de denir. Ephemera vulgata (Bir gün sineği), durgun suların yakınında bulunur. Uzunluğu 16 mm kadardır. Erkeğinin vücudunun sonunda kıla benzer üç adet uzantı bulunur.

EFENDİ

Okuyup yazması olanlara verilen ünvan.Okumuş, molla, hoca, çelebi, seyyid mânâlarında da kullanılırdı. Efendi tâbiri Selçuklular zamanında kullanılmaya başlanmış, daha ziyâde Osmanlılarda 15. yüzyıl ortalarından îtibâren tahsil, terbiye görmüş kimselere mahsus bir lakab olarak kullanılmıştır.Zamanla bu mânâda kullanılan çelebi kelimesinin yerini almıştır. Devletin ileri gelen memurlarından bâzılarına efendi demek âdet hâline gelmişti. On dokuzuncu yüzyılda bu kelime daha geniş mânâda kullanılmaya başlanmıştır. Bu devirde şehzâdelere de efendi denmiştir. Peygamberimiz için de hâlâ günümüzde kullanılmaktadır.Kadınlar da, kocalarına hitap ederken efendi tâbiri kullanırlar.

Saraydaki Sultan hanımlara kadın efendi ünvanının, kibar muhitlerde hanımefendi, beyefendi, tâbirlerinin kullanılması, 19. asrın ikinci yarısından sonra rastlanır. Şeyhülislâmlara efendi dendiği gibi, orduda binbaşıya kadar rütbe sâhiplerine de resmen efendi ünvânı verilirdi. Tanzimâttan sonra efendi ünvânı, resmî muâmelâtta yalnız okur yazarlar ve mektep talebeleri için kullanılmıştır. Bugün de halk arasında tahsil terbiye görmüş, terbiyeli kibar mânâsında kullanılmak adet olmuştur.

Efendi, ağa, bey, paşa tâbirlerinin resmî ünvan olarak devlet ile fertlerin münâsebetine âit işlerde kullanılması 1934’te çıkan kânunla yasak edilmiştir.

EFENDİ KAPISI

Alm. Sekretariat(n), der Janits charen hist. Fr. Secrétariat (m) des Janissaires, İng. Secretariat of the Janissaries. Yeniçeri kâtibinin dâiresine verilen ad.Yeniçeri kâtibine “Yeniçeri Efendisi” de denildiği için dâiresine Efendi Kapısı ismi verilmiştir.Yeniçeri kâtibi “Kütük” ve “Esâme” denilen ana defterini bizzat tutmakla görevliydi. Buna kimse kalem karıştıramazdı. Kalem heyeti ancak maaş defterinin düzenlenmesinde ve yazılacak işlerde yardım ederdi.Ulûfe defteri üç ayda bir hazırlanırdı ve işi biten eski evraklar dış hazinede muhâfaza edilirdi.

Bu tâbir âzâd edilen köle ve câriyelerin eski sâhiplerinin evleri için de kullanılırdı. Ayrıca yüksek mevki sâhibi kimselerin evlerine de efendi kapısı denilirdi.

EFLAK

Alm. Walachei (f), Fr.Valacheie  (f), İng. Walachia. Eski Romanya’nın bir eyâleti. Eflak, eski Tuna Prensliği adıyla, Boğdan ile birlikte Romanya Krallığını meydana getirmişti. Bugün Eflak, Olt Nehrinin doğusunda Multenia, batısında Oltenia olmak üzere iki bölgeden meydana gelir.

Oltenia 9305 mil karelik yüzölçüme sâhiptir ve Küçük Eflak olarak da bilinir. 20.270 mil karelik daha geniş bir sahaya sâhip olan Multenia’ya Büyük Eflak denir.

Oltenia, kuzey ve batıda Karpat Dağları, doğuda Oltu Nehri arasında Tuna’ya kadar süren verimli ovalara, mer’alara, zengin ormanlara sâhiptir. Bu yüzden nüfus yoğunluğu fazladır.Multenia diğer yerlere nazaran ekonomik bakımdan daha gelişmiştir. Sâhip olduğu verimli topraklarda mısır, buğday ve yem bol miktarda yetiştirilir. Multenia bölgesinin en büyük şehri olan Bükreş, aynı zamanda Romanya’nın başkentidir.Ploesti ve Campino petrol yatakları bu bölgededir.

Târihi

Eflak’a önceleri Trakların bir kolu olan Daklar yerleşmiş sonraları İskitler ve Kelstein ve M.Ö. birinci yüzyılda da Romalıların eline geçti. Bu arada Got, Gepid ve İslavların istilalarına uğradı. Böylece Dak-Roma etnik temeline sâhip Rumen milleti doğdu. Lâtin asıllı bir dil konuşan Rumenler, istilâlar sebebiyle Islav dil ve kültüründen de etkilendiler.Hunlar, Bulgarlar,Macarlar, Kumanlar ve Peçenekler ile olan münâsebetleri kültürlerine de tesir etti. Geçici olarakMacar Krallığını dahi ortadan kaldıran Moğol istilâsı, aynı yıl Eflak’ı yakıp yıktı. Bu sırada Altınordu’nun başında Batu Han bulunuyordu. Daha sonra Macarlar bölgeye tekrar hâkim oldular.1247 yılında Avrupa feodalitesi örfüne uygun olarak ve Macar Krallığına bağlı olarak iki voyvoda, ilk Rumen siyâsî teşkilâtını kurdular.Kuman asıllı voyvoda Basaraba 1310’da Eflak’a tam olarak hâkim oldu. 1330’da Macar Kralı Robert Kâroly’yi Posoda’da ağır bir yenilgiye uğrattı. Kıpçakların bir kısım ülkesini ve İbrail kesimlerini eline geçirdi. 1340’ta Aydınoğlu Umur Bey, 1368’de de Osmanlı tehlikeleriyle karşılaştılar.

Murad Hüdavendigâr, Tırnova Bulgar Çarı Şişman’ı kendisine bağlayıp Vidin üzerine kuvvet gönderdi. Fakat Eflak Voyvodası Vlaicu 1373’te anlaşma yaptı. Böylece Osmanlı nüfûzuna girmiş oldular. Kosova Savaşında SırpKnezi Lazar’a yardım ettiğinden dolayı Voyvoda Mircae Cel Batron (1386-1418) Yıldırım Bâyezîd tarafından cezâlandırıldı ve Osmanlı akıncıları Eflak’a akınlar yaptı. Bir müddet sonra Mircae 3000 düka altın vergi vermeyi kabul ederek boyun eğdi. Oğlu Mihail(1418-1420) zamanında voyvodalığın Osmanlılara bağlılığı daha da arttı. Böylece Osmanlılarla olan temâs, Macaristan’ın devamlı baskısı ve iki soylu âile arasında sürtüşmeler de bunlara eklenince 15. yüzyılda Eflak zayıfladı.Varna Savaşında,Vlad Dracul (1436-1466) önceleri Hıristiyan devletlerine yardım ettiyse de, durumun Osmanlılar lehine geliştiğini görünce, İkinci Murad Hana boyun eğdi. Fakat Macar Kralı Hünyadi tarafından öldürüldü.

Üçüncü Vlad, yâni Kazıklı Voyvoda 1461 yılında Saksonyalıları yenerek Erdel’i aldı. Hîle ile tutsak düşürdüğü Niğbolu Vâlisi Hamza Beyi kazığa vurdurdu.Tuna’yı aştı. Dobruca ve Rumeli’nin bir kısmını eline geçirdi. Fakat, Fatih Sultan Mehmed’in Eflak Seferi sırasında tutuklandı. Yerine kardeşi Radu Cel Frumas getirildi. Bu arada Boğdan voyvodalarının Eflak işlerine karıştıkları görüldü.

On altıncı yüzyılda Eflak’ı ilgilendiren en önemli olaylardan biri de Eflak’ın Braila Umanı civârındaki arâziden ayrılarak Osmanlı devletine katılmasıdır.Voyvodalardan biri İstanbul’a hediye olarak koyun gönderdiği için Çoban (Ciobanul)adıyla anıldı.Yine aynı yıllarda Voyvoda İkinci Mihnea, Müslümanlığı kabul etmişti. Fakat 16. yüzyılın sonlarına doğru Voyvoda Mihaia Viteazul, Eflak’ı bağımsızlık arzularıyla tekrar savaşa soktu.Avusturya tarafını tuttu. 1594’te de Osmanlıya karşı isyan etti. Borçlarını tahsil edecek iki bin kişilik Rum ve Türk heyetini Bükreş’te öldürdü. Bunun üzerine Koca Sinan Paşa isyanı bastırdı (1596). Avusturya İmparatoru İkinci Rudolf’tan para desteği görünce tekrar isyân etti. Boğdan ve Erdel’i aldı (1600). Fakat Avusturya’nın buna karşı çıkmasına rağmen, öldürüldü.

Bundan sonra Eflak tekrar sâkinleşti. Türk yardımı büyük ölçüde kendini gösterdi.Abaza Paşanın desteğiyle Voyvoda Matei Basarab memleketini kalkındırdı. Şerban Contacuzino (1679-1688)İkinci Viyana kuşatmasında bulundu. Fakat voyvodalar tekrar işi bozunca Osmanlılar artık voyvodalığı tâyine bağladı. 1716’da Fenerli Rum Beyi Nicolae Kavrocordato voyvodalığa tâyin oldu. Memlekette okul ve hastahâneler açıldı.Voyvodalar üç yılda bir değişmeye başladı ve vâli adını aldılar.

Bu sıralarda kısa aralıklarla Rus ve Avusturya işgalleri görüldü.Küçük Kaynarca Antlaşmasında Eflak’a âit hükümler bulunmaktaydı. Eflak’ta Rus konsoloslukları açıldı. Prenslik hâline dönüştü ve bu prensler 7 yılda bir değiştirildi. 1828’de Rusya hâmi devlet olarak kabul edildi.

Eflak’ın bağımsızlık isyanlarından biri de 1848 yılında oldu. Süleyman Paşa ve Fuat Paşa isyanı bastırmak için görevlendirildi. 1849’da Baltalimanı ve 1856 Paris Antlaşmalarıyla Rus himâyeliği kaldırılarak Bâbıâlî hâkimiyeti kabul edildi.Aynı zamanda Boğdan da Osmanlı yönetimine girdi. Eflak-Boğdan, diğer adıyla Memleketeyn’de yeni reformlar yapıldı. 1859’da Eflak milletvekilleri Alexander Cuza’yı başkan seçtiler. Cuza Sultan Abdülazîz Han tarafından da Memleketeyn’in prensi olarak âlân edildi. Böylece Romanya’nın doğuşu başladı. 1881’de Hohenzollem-Sigmingsen sülâlesinden Carol başkan seçildi ve “kral” ünvânını aldı. Romanya hem Birinci, hem de İkinci Dünyâ Harbine katılınca, Eflak birçok savaşların, üzerinde cereyan ettiği bir ülke hâline geldi.

EFLÂKÎ (AhmedÂrifî); Anadolu’da yetişen âlimlerin büyüklerinden. Doğum târihi ve yeri bilinmemektedir. Eflâkî gençliğinde iyi bir tahsil gördü. İlim için pekçok seyâhatlar yaptı. Zamânının birçok ilim dalında mütehassıs oldu. Moğol hükümdârlarından Keyhatu’nun 1291 (H.690)de Konya’ya geldiği sırada, Eflâkî de birlikteydi.Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin oğlu ve evliyânın büyüklerinden olan Sultân Veled’i (rahmetullahi aleyh)ziyâret edip, duâsını aldı.Sultân Veled’in oğlu Ulu Ârif Çelebi’nin talebesi oldu. Böylece onun mânevî terbiye ve himâyesine girdi.Ömrünün sonuna kadar sâdık bir talebe olarak hizmetinde bulundu ve hocasına nisbetle  “Ârifî” lakabını aldı. Hocası ile birlikte bütün Anadolu’yu gezip ilim ve edep yaydılar. Dünyâ malına hiç kıymet vermezdi. Babası vefât ettiğinde büyük bir servet bıraktığını haber verdikleri zaman, hiç aldırmadı ve mîrâs peşine düşmedi.

Eflâkî, 1316 senesinde hocası Ârif Çelebi ile Birlikte Konya’dan Âzerbaycan’daki Sultâniye şehrine gidip, İlhanlı Devleti hükümdârlarından Olcaytu Hüdâbende’yi ziyâret etti. Bu seyâhatleri esnâsında; Kayseri, Sivas,Bayburt,Ahlat,Tebriz ve Lâdik şehirlerine uğradı. Hocası ile Kütahya’ya gitti.Ârif Çelebi, vefât etmeden önce, kendisine mânevî ilimlerde olgunlaştığına dâir icâzet (diploma) verdi. Baba ve dedelerine dâir yazmaya başladığı Menâkıb-ül-Ârifîn’i tamamlamasını tavsiye etti. Eflâkî de hocasının bu emrini yerine getirerek eserini 1353 senesinde tamamladı.

1360 (H.761) senesi Receb’in son Pazartesi günü Konya’da vefât etti ve Mevlâna Türbesi civârına defnedildi.Mezar taşındaki kitâbede; “Bâkî olan ancak Allahü teâlâdır.Rahmet-i Rahmâna kavuşmuş olan, asrının önde gelenlerinden derin âlim Eflâkî, dâr-ı fenâdan dâr-ı bekâya irtihâl etti.Allahü teâlâ onu sonsuz mağfiretine nâil kılsın.” yazılıdır.

Eflâkî, Bedreddîn-i Tebrîzî’den ders aldı.İlm-i nücûmda (astronomi) meşhur oldu. Bu sebeple Eflâkî mahlasıyla tanındı.

Menâkıb-ül-Ârifîn’de evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî rahmetullahi aleyh ve talebelerinin hayat ve menkıbeleri anlatılmakta olup, bu hususta en eski ve mühim kaynaktır. Eser Anadolu târihinin bilhassa 13 ve 14. yüzyıllardaki toplum durumu ile dînî ve medenî hayâtına yer vermesi bakımından mühim bir kaynaktır. Bu sebeple çeşitli dillere tercümesi yapılmıştır.

EFLÂTUN

Alm. Plato, Fr. Platon, İng. Plato. Yunanlı filozof (M.Ö.429-347). Asıl adı Platon olup İslâm dünyâsında Eflâtun ismi ile bilinir. Eski Yunan felsefecilerindendir. Sokratın talebesi, Aristonun ise hocasıdır. Tenâsühe, yâni insan öldükten sonra rûhunun başka insana geçtiğine inanırdı. Trinite denilen teslis inancını, yâni üç tanrı fikrini ilk olarak ortaya çıkaran budur. Îsâ aleyhisselâm zamanında yaşadığı Burhân-ı Kâtı’da yazılıdır. Seksen iki yaşında öldü.

Babası Ariston çağının ileri gelenlerindendi.  Anası Periktion’un soyunun, Atinalı meşhur kânuncu Solon’un yakını ve arkadaşı Dropites’e uzandığı söylenir. Annesi kocasının ölümünden sonra, öz dayısı veya amcası olan Pyrilampos ile evlendi. Pyrilampos aynı zamanda Perikles’in yakın arkadaşlarından olduğundan, Eflâtun, Yunan kamu hizmeti geleneğinin etkisi altında Perikles demokrasisi ülküsüyle yetişmiş, gençliğinde şiir ve trajediler yazmıştır.

20 yaşlarındayken Sokrates ile tanışarak 8 yıl boyunca ona talebelik yaptı. Bu süre içinde her geçen gün felsefî problemlerle daha fazla haşır neşir oldu ve çocukluğundan beri politikaya karşı duyduğu derin alâka gelişerek gittikçe şiddetlendi. Sokrates’i kendisinin arkadaşı ve zamanının en âdil adamı olarak tanıtır.

Büyük Peleponnes Savaşını müteakip iktidârı ele geçiren diktatör veya demokrat hükümetlerin icraatları Eflâtun’u kendilerinden soğuttu. Hocası Sokrates’in yargılanarak öldürülmesiyle isteklerinin, partilerin oligarşik olsun, demokratik olsun, hiçbirisi tarafından yerine getirilmeyeceğini anlayarak, Sokrates’in kendisine anlattıklarını ve düşüncelerini yazmaya başladı. Bir müddet sonra politikadan büsbütün vazgeçerek, Sokrates’ten öğrendiklerini gençlere öğretmek için bir okul açmaya karar verdi. Akademi adını taşıyan bu okul, birçok Yunanlı gençler, bu arada asilzadeler ve komşu devletlerin veliahtlarının da ilgisini çekti. Öğrencileri arasında Aristo da bulunuyordu.

Eski Yunan filozoflarının en meşhurlarından olan Eflâtun’un ahlâk anlayışı, bütün insanların kendiliğinden iyiliği aradıkları temel fikrine dayanırdı. Ona göre en kusurlu davranışlar istenmeyerek yapılır ve fazîlet (erdem) denilen şey, bilgidir. Bedenden önemli olduğunu söylediği ruhun; bilgelik, adâlet, cesâret ve ılımlılık adı altında dört fazîleti olduğuna inanır. Ayrıca insan, tabiatı icabı sosyal bir varlıktır. Akıl karışıklığı, bir toplumun içine düşebileceği en ciddî hastalıktır ve bu topluma hâkim ortak bir gâyenin olmayışından doğar.  Ona göre insanların sosyal mevkilere geçmesi bilgi-beceri ve kâbiliyetine göre olmalıdır.

Aklı insandaki en üstün tabiî unsur olarak anlayan ve kabul eden Eflâtun, bilgiyi de düşünceler yoluyla elde edilen değişmez, görünmez ve âlemşümul (evrensel) şeyler olarak görür. Aklın da bir yönüyle bağlı olduğu duygular ve zanlar, diyalektik olarak târif ettiği bir vetire içinde bilgiye dönüşür.

Eflâtun felsefesine kısaca “Platonizm” adı verilir. Öğretimi eski, orta ve yeni akademi olmak üzere üçe ayırır. Eserlerinde rahat bir dil, yer yer alaycı şüphecilik sergileyen bir üslup ve çok usta dil oyunlarına rastlanır. Dikkat çekici bir incelik ve kendisini fark ettiren bir zekâ, üslûbunun diğer özellikleridir.

Eflâtun’un düşünceleri asırlar boyu, batı filozofyasının temelini teşkil etmiştir. Batı âleminde günümüze gelinceye kadar yetişen birçok filozof az veya çok ölçüde, Eflâtun’un tesiri altında kalmış, bâzıları tam  izinde giderken bir kısmı da bir yerden sonra onun yolundan ayrılarak zaman zaman tam muhâlifi olmuşlardır. Bu filozoflar arasında idealistlerden marksistlere kadar birçok isim sayılabilir.

Eski Yunan ve Lâtin eserlerinin tercüme edilerek incelenmeye başlandığı asırlarda (Emevîler ve Abbâsîler zamânında)İslâm âlemi tarafından da tanınan Eflâtun ve fikirleri, Müslümanlardan bâzılarının îmâna ve îtikâda âit bilgilerini bulandırmaya başlayınca, eserleri büyük İslâm âlimleri tarafından didik didik edilircesine incelenmiş ve düştüğü yanlışlıklar ile bozuk anlayış ve izahları hem akıl, hem de nakil yoluyla çok uzun ve teferruâtlı olarak ortaya konmuştur. Îmân edilecek şeylerde vahiy ve nakil esasını bırakarak yalnız başına aklı rehber edinmek isteyenlere ve onların dillerine doladığı Eflâtun ve öteki Yunan filozoflarına verilen cevaplar, kısa zamanda bunların tuttukları yolun inkâr ve küfür bataklıklarında neticelendiğini açık seçik meydana koyunca, İslâm dünyâsının ilim çevrelerinde ve tefekkürden haz duyan kitleler yanında, Eflâtun’un fikirleri îtibârını kaybetmiştir. Böylece eski Yunan filozofları, Müslümanlar için peşlerinden gidilecek rehber değil, Eski Yunan’ın îmân, fikir ve ahlâk zaafiyetini gösteren sıradan müellifler, yazarlar durumunda kalmıştır. Bu neticenin ortaya çıkmasında başta, İmâm-ı Gazâli ve sonraki asırlarda İmâm-ı Rabbânî olmak üzere Ehl-i sünnet îtikâdında olan büyük âlimlerin hayret uyandırıcı gayret, çalışma ve ilmî yüksekliklerinin çok büyük payı olmuştur.

Bu âlimlerin kitaplarında, Eflâtun ve öteki Yunan filozoflarının dinsizliği, bozuk inançları, sapıklıkları uzun uzun anlatılmaktadır. Bu filozoflar, âlemin bir yaratıcısı olduğunu söylemişlerse de, hak dinlerin bildirdiği şekilde Allahü teâlâya inanmamışlardır. Bunlar ve bu yaratıcıya “tabiat kuvvetleri” adını takanlar İslâm âlimlerince şiddetle reddedilerek, yanlışları ispat edilmiş ve bu inançlarının, onları îmânsızlıktan kurtarmadığı delilleriyle yazılmıştır. Çünkü bunlar, peygamberlere ve onların bildirdiklerine değil, kendi akıllarına güvenerek akıl ve hisleriyle anladıkları veya hayallerine gelen şeylere inanmaktadırlar. Böyle inanmak ise hiçbir ilâhî dinde makbul değildir, îmânsızlıktır. İslâm âleminin meşhur ve büyük kitaplarında Eflâtun ve talebelerinin âile, cemiyet, din, devlet ve peygamber hakkında söyledikleri şeylerin delillerinin çürüklüğü ve gülünçlüğü de açık ifâdelerle ortaya konmuştur. Bâzı kıymetli bilgilerin ise eski peygamberlerin kitaplarından ve dinlerinden alınmış olduğuna işâret edilmiştir.

Gene bu âlimlerin kitaplarında, mîlâdî takvimin başlangıcı kabul edilen “Mîlâd”, yâni Îsa aleyhisselâmın doğumu kabul edilen târihin hatâlı olduğu yazılıdır. Îsâ aleyhisselâm gizli dünyâya gelip, az bir zaman kalarak göğe çıkarıldığından ve kendisine yalnızca 12 havârî inanıp, Îsevîler az ve asırlarca gizli yaşadığından, doğum târihi tam ve doğru olarak tesbit edilemediğine dâir ciddî bilgiler ve mühim açıklamalar vardır. Bu bilgilere göre gerçek mîlâd (yâni noel gecesi) bilinenden 384 sene kadar önce vukû bulmuştur. Bu târih ise, Eflâtun’un yaşadığı belirtilen yıllara rastlar. İmâm-ı Rabbânî’nin Mektûbât isimli kitabında, Eflâtun’un Hazret-i İsa zamanında yaşadığı ve bu büyük peygamberin sözlerini işitince; “Biz, temiz, olgun, ilerici insanlarız. Bize doğru yol gösterecek kimseye ihtiyâcımız yoktur.” diyerek inanmadığı ve ölüleri dirilten, körlerin gözünü açan, abraşları iyi eden, o zamanki fennin, tekniğin, tecrübelerin yapamayarak âciz kaldığı şeyleri yapan bir insanı, hiç değilse aklın îcâbı olarak görmek, konuşmak, hâlini araştırmak lüzumunu bile duymayarak peşin peşin reddettiği yazılıdır. Bu durum Eflâtun’un inatçılığı ve kendi aklına tapıcılığı olarak değerlendirilmektedir.İbn-i Asâkir’in, Şâbî’den verdiği habere göre, İsa aleyhisselâm ile Muhammedaleyhisselâm arasında 963 sene fark vardır.

Eflâtun’un günümüze ulaşan eserleri, 34 dialog, 13 mektup ve Sokrates’in savunmasından ibârettir. Bu eserlerin bir kısmı devlet, kânunlar, politikacı, safsatacılar, kutluluk üzerine, güzellik üzerine, yalan üzerine, zekâ üzerine, atlantis, cesurluk, arkadaşlık üzerine, bilim üzerine isimleri altında yayınlanmış ve tanınmıştır.

EFLÂTUN CEM GÜNEY

Türk masal yazarı ve folklorcusu. 1896’da Hekimhan’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Sivas’ta yaptı. 1918’de SivasSultânîsini bitirdi.Aynı sene Konya Öksüzler Yurdunda Türkçe öğretmenliğine başladı. Bu yurdun kapanmasıyla öğretmenliğini 1921’den sonra Eskişehir,Kayseri ve Sivas sultânilerinde sürdürdü.Ayrıca Samsun,Afyon, Kütahya liselerinde çalıştı. On yıldan fazla öğretmenlik yaptığı Kütahya’dan Haydarpaşa Lisesine tâyin edildi (1943). Bu okulda yaklaşık sekiz yıl çalıştıktan sonra, Topkapı Sarayı Müze Müdürlüğüne tâyin edildi (1950). Daha sonra İstanbul Millî Eğitim Müdür Muâvini sıfatıyla Halk Eğitim teşkilâtında çalışmaya başladı (1956). 1961 yılında HalkEğitim Başkanı iken yaş haddinden emekliye ayrıldı. 1981 yılının Ocak ayında öldü.

İlk yazdığı eserler dışında 50 yaşından sonra folklor çalışmalarına hız verdi. Halk şâirlerimiz üzerine incelemeleri genişletti. İstiklâl, İrşâd, Mîsâk-ı Millî, Halk Bilgisi ve Türk Folkloru gibi çeşitli dergilerde yazılar neşretti. Halk hikâye ve masallarına, efsânelerine, asıllarına uygun olarak, bir edebî nitelik kazandırmıştır.Türk folklor ürünlerini sâdece sözden yazıya geçmekle ve derlemekle kalmadı, onları değerlendirdi. Masal yazarı olarak ün yapmıştır.

Açıl Sofram Açıl adlı eserinde topladığı masalları, 1956’da Danimarka’daki Hans Christian AndersenMedal Kurumu tarafından 11 eser arasında en mükemmeli olarak kabul edilmiş, Andersen Pâyesi Şeref Diploması ve Dünyâ Çocuk Edebiyâtı sertifikası verilmiştir. 1960 yılında Dede Korkut Masalları ile aynı armağanı ikinci defâ aldı.

Eserleri:

MâtemSesleri (şiir, 1920),Erzurumlu Emrah (1928), Dumlupınar’a Doğru (1944), Dertli Kaval (1945), Nar Tanesi (1946), Akıl Kutusu, Halk Şiiri Antolojisi (1947), Sabırtaşı (1947), Altın Heybe, Kül Kedisi, FelekSillesi (1948), Açıl Sofram Açıl, Cengoloz Baba (1949), Halk Türküleri (1953), Bir Varmış Bir Yokmuş (1956), Nasreddin Hoca Fıkraları, Evvel Zaman İçinde (1957), Dede Korkut Masalları (1958), Kerem ile Aslı (1959),Folklor ve Eğitim, Gökten bir Elma Düştü (1960), Az Gittim Uz Gittim, Ocak Başında (1961), Hasırcı Baba, Keloğlan, Sabır Taşı (1969), Yedi Köyün Yüz Karası, Zindandan Gelen Mektup (1970)Altın Gergef, Saraydan Uçan Kız, Alişle Mâviş, Folklor ve Halk Edebiyâtı (1971)

EFSÂNE

Alm. Mythe (f), Fr.Mythe (f), légende (f), İng. Myth. Bir tabiat olayını, bir varlığın meydana gelişini, tabiat elemanlarından birinde olan bir değişikliği, olağanüstü hakikat ve akıldışı açıklamalarla anlatan hikâye. Efsânenin temeli olan olay, halkın hayâlinde şekil değiştirerek ağızdan ağıza, nesilden nesile geçer. Her milletin kendi dilinde birçok efsânesi vardır. Bunlardan bâzıları birçok millet tarafından benimsenmiş ve aynı efsâne başka isimlerle birçok dilde yerleşmiştir.

Efsân ve fesâne şekillerinde de görülen kelime aslen Farsçadır.Hikâye ve sergüzeşt mânâsına gelmektedir.Geçmiş halleri nakil ve anlatmak için kullanılmıştır. Zamanla hakîkatlar görünmez olmuş, halk, “mesel” muharrefi olarak “masal” şeklinde söylemiştir. Kelime; meşhur ve şâyi mânâlarına da kullanılmıştır. Bu yönüyle dillerde destân olmuş mânâsına gelmiştir. Gerçekte efsâne asılsız, boş mesel; kıssa ve hikâye demektir.

Bu şekilde sözlü (şifâhî) gelenekteki masallara Osmanlı Türkçesinde Arapça “ustûre” kelimesinin çokluk şekli olan “esâtîr” denmiştir.Grekçe (Yunanca)de “mitos, mit” kelimeleri zamanla dilimize girmiş, kelime “mythe” şekliye batı dillerine de geçmiştir. Türkçede, Fransızcadan geçen “legende” kelimesinin yer yer kullanıldığı görülmüştür.

Başladığı târih belli olmamakla birlikte bir efsânenin, bir masalın veya bir destânın çeşitli değişikliklere uğratılarak zamanımızda ayrı ayrı deyişlerle yaşadığı bir gerçektir. Bu söyleyiş şekillerindeki farklılığı ana mevzûu kaybetmemekle birlikte efsânelerde de görmek mümkündür. Efsâneler daha ziyâde inançla ilgili hususlarda ortaya çıkmış, hemen her yer üzerine söylenmiş; kâinâttaki varlıkların ve hâdiselerin oluş şekillerini, hakîkat olsun veyâ olmasın, bir sebebe bağlayarak izâhâ çalışan halk edebiyâtı mahsulleridir.Kaynaklarını târihe, dîne, menkıbelere dayandırmakla birlikte, masalları da beslenme sahasına alan efsânelerin, hakîkat olsun veya olmasın, inanç yönü asıl ağırlığı teşkil eder. Fakat efsânelerde verilen inançla ilgili meseleler; insanlığın asıl doğru inancı çerçevesinde olduğu gibi, mahallî ve millî inançların, hurâfelerin de tesirinde kaldığı görülür.İnanma insanoğlunun yaratılışında olduğu için, aynı inançla ilgili husûslara dünyânın çeşitli yerlerinde rastlanmaktadır. Efsâneler, masallar gibi; şimdiki romanın ve çeşitli edebî türlerin halk arasında bulunmadığı zamanlara âit şifâhî türdeki sözlü mahsullerdir.Anlatılan hâdiseler insanoğlunu belirli bir yere bağlamakla birlikte mekânla ilgili isimlerin de verilmesine sebeb olmuştur.

Varlıkların yaratılışında ve hâdiselerin ortaya çıkmasında efsâneler:Teogoni (çok tanrıcılık), kozmogoni (kâinâtın nasıl meydana geldiği), antropogoni(insanın nasıl yaratıldığı), eskatoloji (insan ve dünyânın geleceği) olmak üzere dört kolda toplanmaktadır.

EGE BÖLGESİ

Türkiye’nin yedi iklim bölgesinden biri. Ege bölgesi, Anadolu Yarımadasının batısında Ege Denizi sâhili ile bu deniz ikliminin hissedildiği iç kısımlardan meydana gelir. Bölge, Ege Denizi kıyı kesimi ve İçbatı Anadolu olarak ikiye ayrılır. Yüzölçümü yaklaşık 85.000 km2 olup, Türkiye topraklarının % 11’ini kaplar.İzmir, Manisa, Aydın, Uşak, Kütahya illerinin tamamı, Muğla, Denizli, Afyon illerinin büyük kısmı ile Balıkesir, Bursa illerinin bâzı bölümleri bu bölge içerisindedir.

Fizikî Yapı

Ege Denizi kıyı şeridi, kuzeyden güneye girintiler, çıkıntılar hâlinde, sayısız koylar ve burunların tabiî güzellikleriyle süslü eşsiz bir sâhildir. Bu bölgede dağlar denize dik geldiğinden bölge, doğu-batı doğrultusunda uzanan bir seri dağ sıraları ile vâdilerden meydana gelir. Dağlar fazla yüksek değildir. Sâhil kesiminde; Madra Dağı (1344 m), Bozdağ (2160 m), Aydın Dağları (1675 m), Baba Dağı (2300 m),Honaz Dağı (25761 m), İçbatı Anadolu kesiminde; Murat Dağı (2190 m),Alaçam-Akdağ (2089 m), Emir Dağı (2307 m), Domaniç Dağı (1910 m). Edremit Ovası, Bakırçay Ovası, Gediz Ovası, Büyük ve Küçük Menderes bölgenin önemli ovalarıdır.

İklim

Bölgede yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağışlı Akdeniz iklimi hâkimdir. Dağlar denize dik olduğundan, deniz iklimi bütün bölgede hissedilir.İçbatı Anadolu’da nisbeten karasal iklim hüküm sürer.Sıcaklık kuzeyden güneye doğru gidildikçe artar.Yağışlar yazın yüzde 2 ile 10, kışın yüzde 10 ile 50 civârındadır. Kar yağışı sâhilde oldukça seyrek, iç kesimlerde yoğundur.

Bitki Örtüsü

Alçak kesimlerde maki toplulukları hâlindedir. Kuzeyde nisbeten Karadeniz bitki örtüsüne rastlanır. Doğuya doğru gidildikçe karasal iklim şartları ölçüsünde karakteristik step bitki örtüsü hâkim olur.

Akarsular ve gölleri: Akarsular kıyıya dik uzanan vâdiler boyuncadır. Bakırçay, Gediz, Küçük ve Büyük Menderes ırmakları Ege Denizine dökülür. Bölgenin bâzı bölümlerini sulayan Emet Çayı ve Kocaçay, Marmara Denizine, Porsuk Çayı ise Karadeniz’e dökülür. Bellibaşlı üç göl mevcuttur. Bafa Gölü, Simav Gölü ve Marmara Gölü.

Nüfus ve Yerleşme

Türkiye nüfusunun yüzde 14’ü bu bölgede yaşamaktadır. Kilometrekareye düşen nüfus sayısı 51 olup, Türkiye ortalamasından yüksektir. Nüfûsun yoğun olduğu şehirler, başta İzmir olmak üzere sırasıyla Manisa, Denizli, Kütahya, Akhisar, Afyon, Aydın’dır.

Ekonomi

Türkiye’nin iktisâden İstanbul’dan sonra ikinci sırayı alan şehri İzmir, bu bölgededir. Nüfûsun yarıdan fazlası kırsal alanda yaşamakla birlikte sanayi ve ticâret bakımından oldukça gelişmiştir. Ege bölgesinde birçok tarım ürünü yetiştirilir. BunlardanAkdeniz iklimi tarım ürünleri başta gelmektedir.İç kesimlerde tahıl zirâatı ile hayvancılık artış gösterir. Bölge tarımının % 70’ini tahıl, % 9’unu sebzeler, % 21’ini sanâyi bitkileri meydana getirir. Tahıl üretiminde buğday başta gelir. Sebze ekimi oldukça gelişmiştir. Sanâyi bitkilerinden tütün ilk sıradadır. Türkiye üretiminin % 60’ı bu bölgededir.İkinci sırayı pamuk işgal eder.Tütün ile pamuktan sonra, haşhaş, susam, ayçiçeği, yerfıstığı, anason, şekerpancarı gelmektedir.

Bölgede yetiştirilen incir, üzüm meşhurdur. Zeytin de oldukça yaygındır.

EGE DENİZİ

Alm. Agäsche Meer, Fr. La mer Egée (f), İng. Aegean Sea. Akdeniz’in bir kolu. Kuzeyinde Trakya, doğusunda Anadolu, güneyinde Girit Adası ve Akdeniz, batısında BalkanYarımadası ile kuşatılmıştır. Yüzölçümü 214.000 km2 dir. Büyüklü küçüklü pekçok ada topluluklarının bulunması sebebiyle önceleri Adalar Denizi (Arşipelago) olarak adlandırılmıştır.Güneybatı Anadolu’ya uzanan bir deniz dibi eşiği ile Akdeniz’den ayrılmıştır. Çanakkale Boğazı ile Marmara’ya, buradan da İstanbul Boğazı yoluyla, Karadeniz’e bağlantısı vardır. Ege Denizinin kuzey uzunluğu 600 km’den fazla, eni ortalama 300 km kadardır. 41°-35° kuzey enlemleri ile 23°-27/28° doğu boylamları arasında yer alır.

Ege Denizi, Kyklades Adaları veya Kikladlar ile iki çanağa ayrılmış gibidir. Güneydeki çanak 2500 m olup, daha derindir.Kuzeydeki çanak ise 1250 metredir.Girintili çıkıntılı kıyılarıyla hemen göze çarpan bu denizdeki körfezler şöylece sıralanabilir:Anadolu kıyalarında Datça ve Bodrum yarımadaları arasında İstanköy(Kerme)Körfezi, daha kuzeyde Mandalya ve Kuşadası körfezleri, Urla Yarımadası ve İzmirKörfezi, Candarlı, Dikili ve Edremit körfezleri, Balkan Yarımadası kıyılarında,Gelibolu Yarımadası, Saros ve Karaağaç körfezleri,Orfani ve Selânik körfezleri arasında Khalkidike Yarımadası, (güneydoğuya doğru Aynaroz,Lougos ve Kesendire kollarına bölünür); asıl Yunanistan kesiminde Pelion Yarımadasının kapattığı Lamia Körfezi, Petalion ve Egine körfezleri arasında Argolis Yarımadası.

Ege adaları, çoğunlukla bir yay biçiminde sıralanırlar veya belli kesimlerde kümelenerek dizilirler. Bu adalar Kuzey Sporadlar (Taşoz, Semandirek, Limni), Kiklodlar, Doğu Sporadlar (Midilli, Sakız, Sisam), Nigarya ve Oniki Adalar’dır.

Batı ve özellikle Güneybatı Anadolu kıyılarında büyüklü küçüklü pekçok akarsular vardır. Bunların ağızlarında türlü biçimlerde deltalar meydana gelmiş, kimisi kısa süreler içinde gelişmiş, böylece eski körfez ve koylar yavaş yavaş dolmuş, kimisinin de önleri kıyı dilleriyle çevrilmiş, gerisinde gölcük ve bataklıklar meydana gelmiştir. Bu sebeple belki birkaç bin yıl öncesine kadar liman durumunda olan yerleşme merkezleri zamanla kilometrelerce içerde kalmıştır. Anadolu’daki Büyük Menderes, Küçük Menderes, Gediz, Bakırçay ırmaklarıyla Trakya’da Meriç, Yunan Makedonyası’nda Vardar ırmakları, bu dolma hâdisesinin izlerini taşır. Bu bölgeler yeşillik olduğundan çok turist çekmektedir. Son yıllarda Ege Denizinin derinliği üzerinde bâzı yeni bilgiler elde edilmiştir.Mesela,Ege Denizinin en derin kesimi olan Girit Denizinde en fazla derinliğin 2524 m olduğu ileri sürülürken, yeni iskandillerle bu kesimde, 2000 m’yi geçen 7 çukur tesbit edilmiştir. Bunların birisinin derinliği Girit’in kuzeydoğusunda 3150 m, bir başka çukur da 2962 m olarak ölçülmüştür. Asıl Ege Denizi alanında ise en fazla derinlik, 1500 m’ ye varmamaktadır. Limni Adası kuzeyinde Saroz Körfezinde başlayan oluğu, güneybatıya doğru azalan çukur içinde 1441 m derinlik bulunmuştur. Eğriboz Adası kuzeyinde 1244 m, Sakız Adası batısında 1262 m derinlik tesbit edilmiştir. Anadolu kıyısı 200 m’yi bulan bir sahanlık teşkil eder.

Ege Denizi alanı, üçüncü zaman ortalarında meydana geldiği sanılan yer hareketleriyle, Alp kıvrımlarının kuzeyden ve güneyden kuşattığı eski yapılı bir kara alanı durumundaydı. Üçüncü zamanın ikinci yarısında (Neojen)bu kara parçasının yüzey şekilleri Anadolu ve BalkanYarımadalarında olduğu gibi, aşınmış ve Peneplen hâline gelerek üzeri yer yer tatlı su gölleriyle kaplanmıştı. Üçücü zamanın sonuna doğru,Egeid adı verilen bu alan, yer yer alçalıp yükselmelere, yer yer kırılıp çökmelere uğradı. O zaman Girit’in güneyindeki BüyükDeniz(eski Akdeniz) yavaş yavaş kuzeye doğru yayılarakEge sahasını kendine kattı. Hatta eski bir vâdi olan Çanakkale BoğazındanMarmara ve oradan da eski bir göl olan Karadeniz ile birleşti. Bu hareketler aslında tek taraflı ve bir defalık olmadığı, mesela 4. zaman içinde Karadeniz Gölünün taşan tatlı sularının Ege Denizi alanına doğru yayıldığı bilinmektedir. Bugünkü Ege adaları ve yarımadaları Egeidkarasının sular üstünde kalan parçalarından başka birşey değildir.Anadolu kıyısına yakın adaların yerleştiği kara sahanlıkları da yakın yer hareketlerinin sonucunda su altında kalmış ve derin çıkmalara doğru meyillenmiş eski kara yüzleridir.

Ege Denizi; orta kuşağın 35-41 enlemleri arası kışları yağmurlu geçenAkdeniz ikliminin tipik temsilcilerindendir. Bütün kıyılarda Akdeniz ikliminin tanıtıcı bitkisi olan zeytin ağacına rastlanır. Balkanlardan gelen bazı soğuk hava akımları sebebiyle turunçgiller güneye doğru daha çok bulunur. Eteziyen adı verilen mevsimlik rüzgârlar, yazın kuzey istikametinde ve düzgün eser.

Eski eserler çoktur.Ada sıklığı, tabiî limanların çokluğu sebebiyle gemicilik eskiden pek elişmişti. Suyu Akdeniz kadar tuzludur (% 37-39). Bu nisbet Çanakkale’ye doğru azalır (% 30-32). Suyu ılık olup, sıcaklığı yazın ortalama 25°, kışınkuzey kesimde 10°ye yakındır.Akıntılar umûmiyetle saat yelkovanının tersi istikâmetindedir.

Belli başlı limanları arasında Yunanistan’da Pire, Selânik, Türkiye’de İzmir sayılabilir.

EGE MEDENİYETİ

Alm. Ägäische Zivilisation (f),Fr. Civilisation (f) égéenne, İng. Aegean civilisation. Anadolu’nun batı kıyıları, Girit,Ege adaları ve Yunanistan’da M.Ö. 3000 ile 2000 yılları arasında gelişmiş bulunan medeniyet. Geniş bölgeye yayılan bu insanların ortaya koyduğu medeniyette mahallî ayrılıklar bulunmakta ise de bir bütün olarak değerlendirilir. Bunların Anadolu’dan batıya göçtükleri tahmin edilmektedir.

Ege Medeniyetinin gelişmesini dörde ayırmak mümkündür:

Girit Medeniyeti

İlkMinos devri (M.Ö. 2600-2000 yılları arasında): Bu devirde Doğu Girit’te küçük liman şehirleri kurulmuştu. İç kısımlarda ise bâzı duvar kalıntılarına rastlanmıştır.Yapılan kazılarda çok renkli ve değerli taşlardan çömlekler, çeşitli motiflerle süslü mühürler, çeşitli biçimde altın işlemeler ortaya çıkarılmıştır.

Orta Minos devri (M.Ö. 2000-1550 yılları arasında): Knossos ve Phaistos saraylarının en eski kısımları bu devre aittir. Sarayların duvarları alçı ile sıvanmış düz renge boyanmıştı. Bu devrin, Kamares seramikleri, toprak kaplardan en önemlileridir. Mühürler toprak tabletlerde rastlanan eşyâlardandır.

İleri Minos devri (M.Ö. 1550-1150): Bu devir Girit sanatının en yüksek devridir.Meşhur saraylardan Knossos, Phaistos, Hagia Triada ve Mallia yontulmuş taşlardan yapılmış, harç olarak da balçık kullanılmıştır. Fildişi, bronz ve pişmiş topraktan yapılan heykelcikler, akropotlar ile dua edenleri göstermektedir.Altın işlemeler, mâdenî âletler bu devir medeniyetini sembolize etmektedir. Bitki motifleri ile, deniz hayvanlarının figürlerine vazolarda çok rastlanmaktadır.Orta Minos devrinde yavaş yavaş görülmeye başlanan resim-yazı gitgide çizgisel yazı şekline çevrilmiştir.

Hellas Medeniyeti

İlk Hellas devri (M.Ö.2600-2000): Bu devirde yerleşme bölgeleri yavaş, yavaş şehirleşmeye başlamıştır. Bu zamanda Girit Medeniyetinin etkisi görülmeyip, bulunan toprak küpler mat renkli olup sırla kaplıdır.Küp ve taşların ağızları çoğunlukla gaga şeklindedir.

Orta Hellas devri (M.Ö. 2000-1550): Bu devir mezar şekilleri ve seramik tipleri bakımından diğer devirden ayrılır. Diğer devirdeki mat çömleklerin yanında cilalı renkli çömleklere de rastlanır.

İleri Hellas Mykenai devri:Minos biçimciliğinin etkisi daha çoktur.Yalnız bunlar o zamânın özelliğine göre işlenmiştir. Mezarları kubbeli olup bu tip örneklerin en eskileri bu devre âittir.Ölülerin tekrar dirileceklerine inandıkları için mezarlara koydukları altın süs eşyaları, bronz ve beyaz mermerden yapılan silahlar, kaplar, vazolar, yapılan kazılar sonu ortaya çıkarılmıştır.

Kyklad Medeniyeti

Sanat bakımından Girit Medeniyetinden çok geridir. Kazılarda bulunanlar bu medeniyetin İlk Minos devrinden eski olmadığını göstermektedir. Daha sonraki zamanlarda Minos ve Mykenai etkisi görülür.

Batı Anadolu Medeniyeti

Yapılan kazılarda bu devre âit başlıca eserlerTroia şehrinde bulunmuştur. Şehir kat, kat olup birinci ve ikinci katlar M.Ö. 3000 yılının ortasından kalmadır. Therme gibi bazı yerlerde de şehirler ortaya çıkarılmıştır. Bu devrin en önemli seramik biçimleri gagalı olanlardır.İç Anadolu’nun bu devre âit kültürleri ile tamasları varsa da Ege ile irtibatları daha fazladır.

Ege havzasında yaşayan bu insanların, putperestçe bir hayat sürdükleri; medeniyetin, insanların ruhlarını rahat ettiren fonksiyonundan mahrum oldukları görülmektedir. Hatta, eski Yunanlılarda Pederâstie’nin (Gulâmperestlik’in) yaygın olduğu bâzı kitaplarda yazılıdır.

EGOİZM (Bencillik)

Alm. Egoismus(m), Fr. Egoisme (m), İng. Egoism. Psikoanaliz teorisine göre “ben” veya Lâtince “ego”, zihnin dış dünyâ ile temasta bulunan kısmı. Herşeyi kendine mal eden, yalnız kendi çıkar ve menfaatini gözetip düşünen kimseler için kullanılır. Günümüzde buna, kendini düşünme olarak mânâ verilmektedir.

Genel olarak bencillik kötü bir sıfat olarak düşünülmekteyse de, eski Yunan’dan başlayarak bunu müdâfaa eden bir grup ve felsefik ekol dâimâ mevcud olmuştur.Meselâ, eski Yunan felsefecilerinin bâzıları ve onların yolunda gidenler, herkesin kendimutluluğunu aramasını öngörmüş ve bu sûretle cemiyetin daha fazla refaha kavuşacağını iddiâ etmiştir.

Egoizmi tamâmen saf bir şekilde ancak ilkel kavimler ile çocuklarda görmek mümkündür. Diğer bütün hâllerde bencillik toplumun veya kişinin başka düşünce, duygu ve isteklerinin etkisi altında ve bunlarla perdelenerek ortaya çıkar. Bu sebeple, bencilliğin bir çeşidi biyolojik istek ve arzuları tatmin etmek şekliyle görülürken, başka çeşitleri daha dolaylı yollar ve görüşlerle zuhur eder.Meselâ,toplumda daha iyi bir mevki elde etmek isteğini tatmin etmek için takınılan tavır ve davranışlardan bâzıları bu gruptandır.

Egoizm, her dinde ve inanç sisteminde kötülenmiştir. Bilhassa İslâm dîninde üzerinde çok durulmuş ve insanlar egoist olmamaları için îkâz edilmişlerdir.İslâm dîninde insan, insanın yapısı, ihtiyaçlarının temini, arzu ve isteklerin tatmini, beşerî münâsebetlerin ve cemiyet hayâtının organizasyonuna âit bildirilenler, dînin temel hükümlerinden olan emirler ve yasaklar, egoizme fırsat vermeyecek bir mükemmellik gösterir. Bu bildirilenler ve hükümler, medenî bir hayat yaşamak için birbirlerine muhtaç olarak ve çeşitli ihtiyaçlar içinde yaratılmış olan insanı kendi hakkına râzı ve diğer insanların haklarına saygılı olmaya sevk eder. Böylece her hususta âdil olmak ve adâletten ayrılmamak düstûruna sâhib olan bir insan ve cemiyette egoizm kendiliğinden yok edilmiş olur. Bundan başka ve daha fazla olarak her insanın hak sâhipleri ve muhtaçlara haklarından biraz daha fazlasını vermesi tavsiye ve telkin edilir. Böyle yaparlarsa kendilerine ihsân sâhibi ve yaptıklarına da ihsân adı verilerek Allahü teâlâ tarafından beğenildikleri bildirilir. Bütün bunlardan daha ileri olarak kendi ihtiyâcı olan şeyi muhtaç olan din kardeşine vermeye de “îsâr” denilir. Îsâr sâhipleri yüksek bir ahlâk ve faziletin timsâli olarak gösterilir.

İslâm dîninin temel kitaplarında ve ahlâk kitaplarında yer alan egoizmi yasaklayan hadîs-i şerîflerden bâzıları şunlardır:

Din kardeşini sıkıntıdan kurtarana hac ve umre sevâbı verilir

Kendi için istediğini din kardeşi için de istemeyen kimsenin îmânı kâmil olmaz.

Müslümanlara yardım etmeyen, onların iyilikleri ve rahatları için çalışmayan, onlardan değildir...

Senden uzaklaşana yaklaş!Senden esirgeyene ihsân et! Sana zulmedenleri affet! 

Evinizde pişen yemekten, komşunuzun hakkını veriniz!

Sıkıntıya düşen komşusuna yardım eden, sıkıntısını gideren kimseye,Allahü teâlâ kıyâmet günü kıymetli elbise giydirecektir.

İnsanların en iyisi insanlara hizmet edendir.

EGZOZ SİSTEMİ

Alm. Auspuffsysteme (f), Fr. Echappement (m), Ejéction (f), İng. Exhaust. İçten yanmalı motorlarda yanma sonucu meydana gelen gazın dışarı atıldığı sistem.

Yakıt ve hava karışımı, motorda yandıktan sonra genleşir ve pistonları çalıştırarak bundan, faydalı güç elde edilir. Meydana gelmiş olan sıcak gazlar egzoz sisteminin borularıyla dışarı atılır. Bu gazların sıcaklığı 1600°C, basınç ise 7 bar (Atm) civârındadır.

Motorda faydalı güç elde edildikten sonra meydan gelen zehirli ve sıcak olan gazları, aracı kullananlara ve dışarda bulunan insanlara en az zararlı bir şekilde dışarı atmak lazımdır.

Egzoz sistemi motora bağlı olan ve birçok borudan teşekkül eden bir manifoldla başlar, daha sonra manifolda bağlı bir çelik boruyla susturucuya iletilir, son olarak da susturucunun diğer ucundan çıkan kısa bir boru vardır.Araçlarda meydana gelen gürültüyü asgariye indirmek için manifoldun yakınına bir de genleşme odası tâbir edilen ön susturucu daha konulur.

Bütün bu sistemlerde gürültünün dışarıya sızmaması için gerek manifoldun motora, gerekse çelik boruya bağlandığı yerlere sızdırmazlık contaları konur. Bu sistemlerde susturucu yere çok daha yakın olduğu için en fazla aşınan ve arızalanan bir kısımdır. Bunu asgariye indirmek için çeşitli malzemeler üzerinde araştırma yapılmış, bunlardan paslanmaz çelik ve alüminyumlu kaplama elemanlarının pahalı olmasına rağmen en uygun oldukları anlaşılmıştır. Egzoz gazları hava ile soğutulan motorlarda aracın ısıtılmasında kullanılır.

Egzoz manifoldu dökme demirden yapılmış bir bloktur. Manifold borularının boyu ve biçimi motorun geri basıncını belirleyerek, çalışmasını ve sarfetmiş olduğu yakıt miktarını etkiler. Bu sebepten motorların manifoldlarının çok iyi ayarlı olduğu görülür.

Gazın genleşmesinden meydana gelen genleşme, önce genleşme odasında (bâzı motorlarda yoktur)sonra da susturucunun içinde bulunan delikli borularda gerçekleşir. Susturucuda meydana gelen düşük frekanslı ses dalgaları, gazın genleştiği bölümdeki ses dalgalarını bastıran faz dışı titreşimlerle zayıflar. Susturucularda görünüşte daha iyi bir soğurmanın (absorbsiyonun) yapılması maksadıyla delikli boruların çevresinde cam yünü gibi maddeler sarılır.