EDEBÎ TÜRLER

Şekil ve muhtevâ (biçim ve öz) bakımından ortak kâidelere göre yazılmış veya söylenmiş eserlerin sınıflandırılmasında kullanılan bir tâbir. “Tür” fen bilimlerinde ve en çok biyolojide kullanılan bir kelimedir. Eskiden bunun yerine “nev” kelimesi kullanılırdı. Edebiyâta bu bilimlerden geçmiş ve edebî eserlerin kümelendirilmesinde kullanılmaktadır. Edebî türleri iki isim altında tasnif etmek mümkündür:

1. Sözlü edebiyât türleri: Bu kısımda masal, destan, konferans, atasözü ve bâzı tiyatro çeşitleri sayılabilir.Nazım ve nesir hâlinde olabilirler.

2. Yazılı edebiyât türleri:

a) Nazım türleri: Şiir,

b) Nesir türleri: Tiyatro, roman, hikâye, edebî  târih, biyografya, hâtıra, seyâhat yazısı, tenkid, mektup, makâle, fıkra, deneme, sohbet,  hitâbet bu kısımdadır.

Şiir:

Edebiyâtçıların ortak ve kesin bir târif üzerinde anlaşamadıkları şiir, dilin ve nazmın şahsî ve üstün bir zevkle kullanılmasından meydana gelen bir sanat eseridir. Dış görünüş olarak, mısralardan ve mısra kümelerinden meydana gelir. Şiir üzerine, çok şey söylenmiştir. Bunların hepsi şiirin bir tarafını ele alan ve ön plâna çıkaran sözlerdir.Ama hiçbiri tek başına şiiri tamâmıyla kavrayan ve açıklayan ifâdeler olamamıştır. Misal olarak:

“Şiir, nesre çevrilmesi mümkün olmayan nazımdır.”

Ahmed Hâşim

“Şiirin kötüsü veya orta hallisi için kurallar, ustalıklar bir ölçü olabilir.Ama iyisi, yükseği, hârikulâdesi aklın kurallarını aşar.”

Montaiqne

“Şiir, hem at, hem dizgindir(ilham ve ustalık); atsız dizgin, dizginsiz at değildir.”

Tristan Deréme

“Şiirin ilkesi, insanın üstün bir güzelliği özlemesidir. Bu ilke, bir çoşkunlukta, bir ruh taşkınlığında kendini gösterir. Bu coşkunluk, aklın yoğurduğu hakikatın dışındadır.”

Baudlaire

“Şiir, öyle ayrı bir dildir ki, başka hiçbir dile tercüme olunmaz. Hattâ yazılmış göründüğü dile bile...”

Jean Cocteau

“Şiirde güzellikten başka gâye aramam.”

CenapŞahâbettin

“Şiir, nesirden bambaşka bir hüviyettedir. Şiir duygusunu lisan hâline getirinceye kadar yoğurmak, onu çok toplu bir madde hâline sokmak, o kadar ki, mısra güyâ hissin ta kendisi imiş gibi okuyucuya samîmî bir vehim vermek. İşte bunu özlüyorum.”

Yahya Kemal

“Şiir, kelimelerle güzel şekiller kurmak sanatıdır.”

Câhit Sıtkı

Her güzel şiirde yüce hayaller, sağlam fikirler, derin duygu ve düşüncelerin yanısıra bütün bunların mümtâz bir söyleyişle dile getirilmesi demek olan şi’riyet de bulunur. Şi’riyet; nesirde üslup ne ise, şiirde odur. Şiir gücü de denilebilir. Bu, açıkça îzâh ve tam târif edilemez. Bir şiir okunurken hissedilir.

Şiirin bir dış görünüşü, bir de özü vardır. Dış görünüşe biçim, öz’e muhtevâ denir. Bu bakımdan bir şiir biçim ve muhtevâsı olmak üzere iki bakımdan incelenir.

Biçim bakımından incelemede:

a) Nazım şekli (Bkz. Nazım Şekilleri), b)Kâfiye (Bkz. Kâfiye), c) Vezin (Bkz.Vezin, Aruz), d) Dil hususları incelenir.

Muhtevâ bakımından ise: a)İç ahenk(şiirin her mısraındaki seslerin uyumu, harf tekrarları, benzer sesler ile vezin ve kâfiyelerin kullanılışındaki ustalık), b)Mecâzlar, c)Tema (bir şiirdeki temel duygu ve düşünce öğeleri; konu) incelenir. (Bkz. Türk Edebiyâtı)

Bütün edebî yazılar gibi şiirler de, konularına göre dört grupta toplanır.

Lirik şiirler:Fikirden ziyâde duyguya hitâbeden ve estetik heyecan uyandıran şiirlerdir.Lirik şiirlerde bir içlilik ve bir çoşkunluk vardır.

Epik şiirler:Konusu savaş, kahramanlık, yiğitlik, vatan sevgisi olan şiirlerdir. Hamâsî, kahramanlık, destânî şiirler de denir. Yahya Kemâl Beyatlı’nın Akıncı şiiri buna güzel bir örnektir.

Didaktik şiirler:Birşey öğretmek, bir bilgi vermek maksadıyla yazılmış şiirlerdir.

Pastoral şiirler:Kır ve çoban hayâtıyla çıplak tabiat güzelliklerini göstermek ve içimizde bunlara karşı bir sevgi uyandırmak maksadıyla yazılmış şiirlerdir.

Satirik şiirler:Hayatın gülünç taraflarını ortaya koymak için yazılmış şiirlerdir.

Tiyatro (Bkz. Tiyatro)

Roman (Bkz. Roman)

Hikâye (Bkz. Hikâye)

Edebî Târih:

On dokuzuncu yüzyıl başlarına kadar dünyânın her yerinde edebî üslûpla vak’alar, rivâyetler, yorumlar, hikâyeler karmaşığı olarak yazılmış târihlerdir.Örnekleri batıda, doğuda ve bizde çok görülür. Bu eserler târih olaylarını konu edinir ve anlatılan olaylarda kesinlik ve objektiflikten ziyâde üslûp güzelliği, yeni buluşlar ve ilgi çekici yanlar aranır. Târihî gerçeğin arasına yazarların kendi görüş ve mizaçları da karışır.

Olaylardan ibret dersleri çıkarmak, geçmişi anlatmakla birlikte okuyanların ahlâk ve eğitimlerini de gözetmek bu eserlerin vazgeçilmez niteliğidir.Türk edebiyâtında edebî târihe büyük önem verilmiştir. Âşıkpaşazâde, Koçi Bey, Nâimâ,AhmedCevdet Paşa gibi Osmanlı edebî târih yazarlarının yanısıra Mehmed Murâd Bey,AhmedRefik,Halûk Şehsuvaroğlu, İ. Hâmi Dânişmend, YılmazÖztuna gibi Tanzimâttan günümüze kadar çeşitli isimler yetişmiştir.

Hâtırâ:

Tanınmış kişilerin ömürleri içinde olup biten vak’aları, bilhassa görüp şâhidi oldukları durumları güzel bir üslûpla yazmalarıdır. Hâtıra, bir bakıma bunu yazanın şahsî târihi demektir.

Hâtıra, yazarının mesleğine, huyuna ve mizacına, eğilimlerine göre edebî, askerî ve sosyal bir muhtevâ taşıyabilir.Herkesin bildiği bir olaya veya olaylara büsbütün değişik şahsî bir açıdan bakılması hâtıraların belgelik değerini artırır.Mühim bir kimsenin kaleminden çıkan hâtıraların sanat, edebiyât, iktisat-siyâsî-askerî târihlere büyük yardımları olmaktadır.

Hâtıra eserinde, yazar tarafsız veya taraf tutucu olabilir. Bunlar, hâtıra için kusur değildir. Tam objektifliğin mümkün olmayacağı hâtıra eserlerinde asıl önemli olan dürüstlük ve samimiyettir.Ayrıca gerçeği boğacak derecede hissî ve mübâlağalı davranmamak, konunun okuyucuların merakını karşılayacak nitelikte olması da aranan diğer hususlardır.

Türk edebiyâtında görülen ilk hâtıra Orhun Âbideleri’dir.Osmanlılarda ise, İkinci Bâyezîd devrinde Sevâdî’nin Şehzâde Ahmed ve çocukları ile kendi hayâtını anlattığı Hâlnâme’si bu türün manzûm ilk örneği olarak görünür. Ayrıca; BâbürŞahın Bâbürnâme’si ile Evliyâ Çelebi’nin Seyâhâtnâme’si hâtıra türü özellikleri de bünyelerinde taşıyan en eski örneklerdendir. Barbaros Hayreddîn Paşa’nın Hâtıraları ise tam bir hâtıra türü eserdir.

Tanzimât döneminde Âkif Paşanın Tabsıra, Ziyâ Paşanın Defter-i A’mâl, Muallim Nâci’nin Ömer’in Çocukluğu adlı eserleri bu türde yazılmıştır. İkinci Abdülhamîd Han’ın Hâtıraları ise bu türün en ciddî ve dikkate değer örneklerindendir.Ayrıca, HüseyinCâhid Yalçın’ın Edebî Hâtıralar, Yâkup Kadri Karaosmanoğlu’nun Zoraki Diplomat, Refik HalidKaray’ın Üç Nesil,Üç Hayat veHâlidZiyâ Uşaklıgil’in KırkYıl ile Saray ve Ötesi adlı eserleri bu tür içinde yer alır.

Seyâhat:

Bir yazarın yurt içinde veya yurt dışında gezip gördüğü yerleri güzel ve canlı bir üslupla anlattığı edebî eserlere denir.

İnsanlar eski çağlardan beri keşif, askerlik, ticâret, diplomasi ve merak sebebiyle seyâhatlar yapmışlardır. Eli kalem tutanların yazdıkları eserler veya tuttukları notlar, bu türün ilk örnekleri olmuştur. Bu eserler zaman geçtikçe ilmî ve târihî belge vasfı da kazanabilirler.

Seyâhat türüne giren eserlerde gezilen yerlerin dış görünüşleri, içe âit özellikleri, insanlarının giyim-kuşam, inanç, örf-âdet ve gelenekleri, ahlâk ve hukuk düzenleri, refah durumları ve meşgâleleri gibi şeyler ön plânda yer alır. Ayrıca o yere mahsus alâka çekici şeyler, yazarın dikkatli bakışları ve güzel üslûbu içinde okuyucuya duyurulur.

İyi bir seyâhat yazarı, gezip dolaştığı yerlerdeki halkın dili, dîni, töresi, felsefe ve meyillerinin yanısıra yetecek kadar iktisat, hukuk, târih, politika vs. de bilmelidir. Böylece gezilen yerlerin özelliklerini kendi ülkesi ve beynelmilel ölçülerle karşılaştırma ve hüküm verme imkânına kavuşur.

Seyâhat yazılarının hemen hepsinde biraz şiirimsi bir üslûp ve hissiyât bulunur. Bunlar, esere biraz sübjektifliğin yanısıra câzibe ve lezzet kazandırır.Ancak aşırı olması, o eseri değersiz kılar.Seyâhat yazılarında hiç tahammül edilmeyen şey, olmayan ve yalan şeylere yer verilmesidir.

Türk edebiyâtında Bâbür Şâh’ın Bâbürnâme’si, Evliyâ Çelebi’nin Seyâhatnâme’si ve Seydi Ali Reis’in Mir’at-ül Memâlik’i bu türün önde gelen eserlerindendir. Ayrıca dış ülkelere giden sefirlerin yazdığı Sefâretnâmeler de bu türe girer.Tanzimât’tan sonra yazarlarda gezdikleri yerlere âit gezi notları tutma merâkı artınca bu türün örnekleri de çoğaldı. Ahmed Midhat Efendinin Avrupa’da bir Cevelan, Direktör Rıza Beyin Seyâhat Burmalı, Mehmed Akif’in Berlin Hâtıraları, Cenab Şahâbeddin’in Hac Yolunda, Afak-ı Irak, Avrupa Mektupları, Fâlih Rıfkı Atay’ın Denizaşırı, Taymis Kıyıları, Yolcu Defteri, Samet Ağaoğlu’nun Sovyet Rusya İmparatorluğu, Bediî Fâik’in Sam Amca’nın Evinde isimli eserleri tanınmış seyâhatnâmelerdendir.

Mektup:

Bir haberi, dileği, isteği ve duyguyu, bir düşünceyi ve bir fikri yanımızda olmayan birine iletmek maksadıyla yazılan ve belli kimselere hitâb eden özel yazıya denir. Dînî mektuplar, iş mektupları, özel mektuplar, felsefî mektuplar gibi çeşitleri vardır. Bunlardan sanat değeri taşıyanları edebî mektup türüne girer.

Edebî mektupların da zaman geçtikçe ilmî, târihî ve sanat değerleri artar.Kişilerin gerçek inançları, ahlâk ve huyları, mîzaçları yazdıkları mektuplardan çok açık seçik bir şekilde anlaşılabilir.

Hazret-i Muhammed’in (sallallahü aleyhi vesellem), başta Rum İmparatoru Herakliüs olmak üzere zamânın çeşitli devlet adamlarına gönderdiği İslâmiyeti tebliğ eden mektupları bu türün belâgat ve fesâhat bakımından da en zirve örnekleridir. Daha sonraları yaşamış çeşitli İslâm âlimlerinin mektupları da taşıdıkları dînî, ilmî, fikrî ve edebî değer bakımından çok kıymetlidir.İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin mektuplarının toplandığı Mektûbât eseri bu türde bir benzeri yazılamamış şâheserlerdendir.

Ayrıca Fuzûlî’nin Şikâyetnâme’si de eski Türk edebiyâtının mektup türüne bir örnektir. Bâzı şâir ve yazarların mektupları “münşeât” adı altında toplanmıştır.Kânûnî Sultan Süleymân ile oğlu Bâyezîd,Cem Sultan ile İkinci Bâyezîd arasında vukû bulmuş manzum mektuplar da vardır.Tanzimâttan sonra Şinâsî, NâmıkKemâl, AbdülhakHâmid,Mehmed Âkif ve AhmedHamdi Tanpınar’ın yazdığı mektuplar da kitaplar hâlinde yayınlanmıştır.

Avrupa’da İngiliz LadyMontagu’nün Şark Mektupları, MacarK. Mikes’in Türkiye Mektupları ve H. VonMoltke’nin Türkiye Mektupları meşhur olmuştur.

Biyografya veya Biyografi:

Çeşitli sâhalarda tanınmış kimselerin hayatlarını anlatan tercüme-i hal kitaplarıdır. Bunların üslûp ve diğer özellikleri ile sanat değeri taşıyanları edebî eser sayılır.

Biyografisi yazılan, yâni hayâtına yer verilen kişi din, ilim, sanat, edebiyât, politika ve diğer sahalarda tanınmış olmalıdır. Böyle bir kişinin yetişmesinde, mücâdelelerinde, başarılarında ve hayâtının önemli devrelerinde kendisine tesir eden maddî ve mânevî çevre ile şartları, konu edilen hallerinin sebeb ve netîceleri dikkat ve titizlikle araştırılarak, bir insicam içinde yazılır. Bu iş, biyografisi yazılan kişinin bizzât kendisi tarafından yapılırsa böyle yazıya veya esere otobiyografi denir.

Türk edebiyâtında en eski biyografyalar evliyâ ve şuârâ tezkireleri ile menâkıpnâmelerdir. Tanzimâttan sonra Fâtih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim, Selahaddîn-i Eyyûbî hakkında yazılan eserler de birer biyografyadır. Ahmed Cevdet Paşanın Kısas-ül Enbiyâ’sı ise bu türün şâheserlerindendir.

Ayrıca Süleymân Nâzif, Fuad Köprülü, MidhadCemâl,NihadSâmi Banarlı, Yâkub Kadri gibi yazarlar da bu türde çeşitli meşhurları konu alan eserler vermişlerdir.

Tenkid (Eleştiri):

Bir edebî eserin başarı veya başarısızlığını muhâkeme eden eserlere denir.

Tenkid yapacak kişi her şeyden önce bilgili, okumaya düşkün, okuduğunun iyi-kötü, değerli-değersiz yönlerini seçebilen bir kapasite sâhibi ve anladıklarını yazıya dökebilen usta bir sanatkâr olmaya mecburdur. Bu şartlar olmadan yapılan tenkid kıymetsizdir.

Tenkid türünde ele alınan bir eserin edebî, estetik, târihî, dînî, içtimâî bakımından çeşitli özellikleri incelenebilir.Tenkid yazarının objektif olması her zaman istenir. Fakat çeşitli maksatlar ve bilhassa ideolojik sebeplerle subjektifliğe kaçıldığı da sık sık görülür.

İyi bir tenkidci, sanatkâra eserinde yapabildikleri ile yapamadıklarını göstererek ona faydalı olduğu gibi okuyucuya da o eseri çeşitli bakımlardan tanıtarak uyarır.Hatâları ve aksayan tarafları, sebep ve delilleri ve olması gerekenleri ortaya koyar. Eserin dil, üslup ve diğer sanat özelliklerini iyi ve kötü yanlarıyla inceler.

Eski Türk edebiyâtında şuarâ tezkirelerinde tenkid türü misallerine rastlanır. Tanzimâttan sonra yetişen şâir ve yazarların en çok özendikleri ve fakat başarılı örnekleri çok az verebildikleri bir tür olmuştur. Şinâsî, Nâmık Kemâl, Recâizâde, Muallim Nâci, Hüseyin Câhid, Cenâb Şahâbeddin, Yâkub Kadri, Ali Cenab, Mehmed Kaplan, Hüseyin Cöntürk bu türle birlikte hatırlanan isimlerdir.

Avrupa’da Boileau, Sainte Beuve,H.Taine edebî tenkid yazılarıyla meşhur olmuşlardır.

Deneme:

Yazarın kendi seçtiği bir konu üzerinde şahsî görüşlerini serbest bir şekilde derinleştirerek yazdığı bir türdür. Bu yazılar; dînin, ilmin, ahlâkın ve felsefik sistemlerin düsturlarına önem vermeden yazıldığı için kıymetleri çoğunlukla şahsî plânda kalır ve umûma mâl olmaz.

Deneme türünde öğretici edâsına bürünmeden öğretmek, kesin sonuçlara varmadan tenkid etmek, ispata kalkışmadan ve belgelere başvurmadan netîcelere varmak yolu tutulur. Bütün bunlar eserin tamâmıyla şahsî olmasını sağladığı gibi sistemli inanç, idrak ve düşünceler yanında bu eserleri değersiz kılar.

Bu türün sınırlarını çizmek zordur.Çok defâ şekil bakımından tenkid ve sohbetle konu olarak da felsefe ve ilimle karışır.

Bu türün dünyâdaki en meşhur ismi Montaigne’dir. Türk edebiyâtında Ahmed Hâşim, NurullahAtaç, Suud Kemâl Yetkin,Mehmed Kaplan, Sezâi Karakoç bu türde eser veren isimlerdendir.

Makâle:

Her konuda bir görüşü savunmak, bir fikri ispatlamak veya bilgi vermek maksadıyla yazılan yazılara denir.

Makâle, bir gazete yazısıdır. Bir gazetenin görüş açısını temsil eden yazılara başmakâle adı verilir. Başyazı tâbiri de kullanılmaktadır.Ancak bâzı dergi ve kitaplarda da belli bir konuyu derinlemesine inceleyen uzun makâlelere rastlanabilir. Konu tahdidi olmayan makâlede aranan şeyler; güzel bir üslûp, ciddî ve hüküm bildiren kesin ifâdeler, iyi seçilmiş seviyeli kelime ve deyimler, hükmü ispat etmeye yarayan doğru bilgi ve deliller olarak sıralanabilir.

Bir makale, giriş, gelişme ve sonuç bölümü olmak üzere üç bölümden meydana gelir. Umûmiyetle bunlardan giriş bölümünde ele alınan konu ortaya konur, gelişme kısmında konu açılır, çeşitli delil ve misallerle beslenir ve sonuç kısmında önceki anlatılanların üstüne oturacak bir hüküm verilir. Bâzı makâlelerde önce hükmün verilip sonra açıklama ve ispatlar yapıldığı da olur.

Türk edebiyâtına bu tür Tanzimâttan sonra girmiştir. Meşhur makâle yazarları arasında Nâmık Kemâl, Ziyâ Paşa,Osman Turan,Nihad Sâmi Banarlı, Ali Fuat Başgil,SamedAğaoğlu, Yalçın Özer isimleri hatırlanabilir.

Fıkra:

Günlük olay ve memleket meselelerini belli bir görüş açısından ele alan kısa yazılara “fıkra” denir.Gazete ve dergilerde yer alır. Bu tür, bir ihtisas istemez. Yazar akla gelen her konuda derine inmeden, îzahlara başvurmadan, ispata kalkışmadan, ilgi çekici, kıvrak bir üslûp ve çok samîmi bir hitap tarzı içinde yazabilir.

Batıda bu tür yazılara “kronik” adı verilir.

Türk edebiyâtında 1908’den sonra görülmeye başlamıştır. AhmedRâsim, CenabŞahâbeddin,Peyâmi Safa, OsmanYükselSerdengeçti,Necib Fazıl Kısakürek, Mustafa Necâti Özfatura, Târık Buğra,Bediî Fâik, Ahmed Kabaklı, Vecihi Ünal,MehmedŞevketEygi, bu türün önde gelen isimlerindendir.

Sohbet:

Yazarın aktüaliteye bağlı düşüncelerini okuyucu ile karşı karşıyaymış gibi bir üslûpla yazdığı yazılardır.Her konuda yazılabilir.Cümleler günlük konuşmadaki şekli ve kuruluşu ile yer alır. Nükteli sözler ve atasözleri yâni darb-ı mesellere çok sık yer verilir.Okuyucuyu sıkmayacak uzunlukta olması istenir.Gazete ve dergilerde yayınlanır.

Hitâbet (Nutuk):

Bir hatip tarafından, açık meydanlarda veya kapalı salonlarda belli bir maksatla toplanmış halka yüksek bir belâgat ve fesâhat içinde söylenen sözlere denir. Bunlar önceden veya sonradan yazıya geçirilir. Hatip, bu sözleri söyleyen demektir.Cumâ günleri İmâmın minberden söylediği sözlere de “hutbe” denir.

Hitâbet, dînî, askerî, siyâsî, ilmî olabilir.Hatip söyleyeceği sözlerin taşıdığı fikre kesin inanmış olmalıdır. Bunlar dinleyenlerin vicdanlarına tesir etmeli, duygularını kabartmalıdır.Konu dinleyicilerin hepsini ilgilendirmelidir. Anlatım; kesin ve açık olmalıdır. Lüzumsuz edebî sanatlara yer verilmemelidir. Mümkün olan en az kelime kadrosu ve cümle sayısı içinde anlatılmak istenen her şey anlatılmalıdır.

Hitâbet türünün bütün dünyâdaki en muhteşem örneği Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vedâ hutbesidir. Bu hutbede bütün İslâmiyet veciz bir şekilde ifâde edilmiş ve Müslümanların kıyâmete kadar yapacakları şeyler üstün bir lisanla sıralanmıştır. (Bkz.Vedâ Hutbesi)

Askerî sâhada YavuzSultanSelim Hanın Çaldıran Seferi esnâsında, Alparslan’ın Malazgirt Harbi öncesinde yaptıkları çok kısa ve veciz konuşmalar gene bu türün zirve örneklerindendir.

Edebî sâhada da HamdullahSubhi Tanrıöver ve Necib Fâzıl Kısakürek hitâbeleriyle meşhur olmuşlardır.

Bunların dışında halk edebiyâtı içinde görülen başka edebî türler de vardır. (Bkz.Halk Edebiyâtı)

EDEBİYÂT

Alm. Literatur (f), Fr.Littérature (f), İng. Literature. Düşünce, duygu ve hayallerin sözlü veya yazılı olarak güzel ve tesirli biçimde anlatılması sanatı.

Arapça olan “edebiyât” kelimesi “edeb” sülâsi mastarının ismi mensûbunun çoğuludur.Yâni kelime “edebî”nin “-ât” eki ile yapılmış cem-i müennes sâlim şeklidir. Arapçada “edb” kelimesi “dâvet, husûsî olarak yemeğe dâvet” mânâsını taşımaktadır. “Edeb”e çeşitli yazarlar farklı veya birbirine yakın mânâlar vermişlerdir. Ebû Zeydü’l-Ensârî kelimenin “güzel bir nefis riyâzâtı ve herhangi bir fazilet” mânâsına geldiğini kaydederken, Seyyid Şerif Cürcânî de “herhangi bir yanlışı düzeltmeye yarayan bilgi” olarak târif etmiştir.

Meşhur İtalyan müsteşriki C. Nallino kelimenin Câhiliye Devrinden hicrî ikinci asra kadar güzel ahlâk ve âdeti ifâde ettiğini, üçüncü yüzyılda din ilimleri ile âlet ilimlerinin ayrılması ile “edeb”in âlete âit ilimler arasında yer aldığını ifâde etmektedir.

Emevîlerin son devirlerinde halifeler çocuklarının yetiştirilmesi için müeddibler (terbiyeci) tâyin etmişlerdir. Zamanla Abbâsî halîfeleri ile onların vezirlerine geçen ve tâyin edilen müeddibler çocuklara şiir, târih ve din bilgisi öğretmekteydiler. Kelime “littérature” mânâsını çok sonraları kazanmıştır.

Kelime Türkçede de sıra ile; ahlâkî bir mânâ, dile âit ilimler, güzel yazma sanatı ve onun öğretimi, edebî yazılar, herhangi bir mevzû ile ilgili yayınlar ve lüzûmsuz yere sözü uzatmak, edâda sanata yer vermek mânâlarında kullanılmıştır.

Kâtib Çelebi, sözde ve yazıda hatâya düşmekten kurtaran ilme edeb ilmi (ilmü’l-edeb) derken, ŞemseddînSâmî edebiyâtı, bir lisânın doğru ve yanlışsız söylenmesiyle okunup yazılması olarak ele alır. Muallim Nâcî ise, edeb sözünün içinde bulundurduğu yüksek ve lafızla ilgili mânâları, insanın vicdânına işleyecek derecede tesirli olan belîğ sözlere edebiyât demektedir.

Bütün bu görüşler edebiyâtı ahlâka bağlayan terbiye vâsıtası sayan görüşlerdir. Bunlardan farklı görüşler de vardır.Kimisine göre edebiyât, hakîkatın dilidir.Kimisi şiir ve hayâl  sanatı olarak târif ederken, bâzısı mânevî hayatın yükselmesi için vâsıta bilmişler ve güzel sanatların bir kolu saymışlardır.

Gerçekte edebiyât; malzemesi dil olan bir güzel sanattır. Fakat her edebiyât kendi devrinin düşünce, hayal, duygu ve zevklerine yer vermektedir. Bu durumda edebiyâtın doğduğu milletin değerlerine bağlılığı olduğu gibi kaynak olarak kullandığı değerleri de vardır. Böylece ortaya konan eserleri edebî yönden; alelâde eserler, sanat değeri taşıyan eserler ve şâheserler olarak üç grupta toplamaktayız.

Edebiyât, insanoğlu ile birlikte vardır ve ilk şiir mersiye şeklinde Hâbil’in ölümü üzerine hazret-i Âdem tarafından söylenmiştir. Fakat bu eserlerin bir kısmı dilden dile söylene söylene gelirken, bir kısmı da yazıya geçirilmiştir. Böylece şifâhî (sözlü) ve yazılı edebiyâtlar ortaya çıkmıştır.

Sözlü (şifâhî) edebiyât: Eski ve büyük milletler destanlara sâhiptirler. Başından büyük mâcerâlar geçmemiş, târihte önemli roller oynamamış, büyük işler yapmamış milletlerin destanları yoktur.İşte târihin başlangıcı sırasında veya târihten önce milletlerin karşılaştıkları hâdiseler, onlara karşı aldıkları tavır ve vaziyetler destanların, dînî ve kahramanlık efsânelerinin ve hikâyelerin doğmasına sebeb olmuş ve sözlü edebiyât ortaya çıkmıştır. Bunların bir kısmı yazıya geçirilmiş, bir kısmı ise târih içinde unutulmuştur. Bugün de sözlü edebiyâtımız yazılı edebiyatın yanında varlığını sürdürmektedir.

Yazılı edebiyât: Metinlerin yazıya geçirilmesi ile başlamıştır. Yazılı edebiyâta sâhiplik yönünden eskilik gösteren pek az millet vardır. Bunlar; doğuda, Türk,Arap, Çin, Hind, Fars; batıda Lâtin ve Grek (Yunan)tir. Batı edebiyâtlarından Fransız edebiyâtı 11., İspanyol edebiyâtı 12., İtalyan ve Alman edebiyâtları 13., İngiliz edebiyâtı ise 14. yüzyılda yazılı olarak ortaya çıkmışlardır. Türk edebiyâtında ise BüyükHun İmparatorluğundan kalma bâzı metinler bir tarafa bırakılırsa asıl yazılı metinler 8. yüzyılda görülmektedir. Bu durumda yazılı edebiyâtımızın bugünkü Avrupa milletlerinden en azından üç beş asırlık bir zaman öncesinde varlığı görülmektedir.

Yazılı eserler sözlü edebiyâttan daha iyi muhâfaza olunmuştur. Fakat yazılı edebiyât sözlü edebiyât gibi doğrudan doğruya dinleyiciye hitâb etmediği için, halktan uzaklaşmış, yapmacık bir hâl almıştır.

Edebiyât güzel sanatların bir şûbesidir. Her güzel sanat şûbesinin bir gâyesi vardır.İnsanda güzellik duygularını uyandırmak için her sanat şûbesinin faydalandığı malzeme farklıdır.

Resmin malzemesi çizgi ve renktir.Mîmâride taş, toprak gibi hacim malzemesine ihtiyaç vardır. Edebiyâtın malzemesini de dil (lisan) teşkil eder.

Edebiyâtın konusu:Edebiyâtın konusu çok geniştir. Dünyâda görülen ve yaşanan her şey edebiyâtın konusu içine girer. Fakat edebiyâtı sanat hâline getiren konu değil, konuyu ele alış, işleyiş, söyleyiş tarzıdır. İnsanlara utanç veren iğrenç ve pis şeyler, küfür ve hakâret eden ifâdeler, güzellik duygusunu incittikleri için edebiyât sâhasına girmezler. Edebiyât terbiye dışına çıktı mı, güzel olma özelliğini kaybeder. Kışkırtma maksadını güden eserler de edebiyât sâhasına sokulmaz

Edebiyâtın faydası:Edebiyât, insanları iyiye, doğruya, güzele yöneltmek için ahlâkî bir gâye taşıdığı zaman büyük faydalar temin eder.

Edebiyât; insanların hayâtını, duygu, düşünce ve hayallerini anlatır. Bu sûretle ufku genişletir. Edebî eserler insanlarda uyuyan duyguları uyandırır ve besler.Onlar aracılığı ile geçmişte veya uzaklarda yaşayan İnsanları tanır ve dost olurlar. Edebiyât, insanlara hayâtı, dünyâyı ve insanları sevdirir. İnsanların çoğu duygu ve düşüncelerini anlatamazlar. Büyük yazarların eserleri, onlara hem nasıl yaşanılacağını, hem de nasıl konuşulacağını öğretir.Güzel eserler, bizim duygu, düşünce ve hayâllerimize çeki düzen verirler, kendi kendimize yapamadığımız meseleleri çözerler.

Edebî eserler:Malzemesi dil olan ve sanat maksadı ile meydana getirilerek insanın hayâl gücüne seslenen ve duygularını harekete getirerek heyecan ve zevk veren eserlerdir.

Bir ticâret kitabı, tıp kitabı, matematik kitabı, hayâl gücüne tesir etmez. Rûhî reaksiyonlar ve güzellik duyguları vermez. Fakat edebî eserlerde, çekici, nükteli, ahenkli, duygu ve hayâl uyandırıcı bir taraf vardır.İyi yazılmış şiir, roman ve tiyatro eserleri tıpkı resim, mîmârî gibi güzellik duygusu uyandırırlar, bu güzellik duygusu konudan değil, onun ele alış ve anlatış biçimden ileri gelir.

Edebiyât târihi:Bir milletin târihi içinde vücut bulan edebî eserlerde, onları meydana getiren yazar ve şâirleri, târih sırasına göre inceleyen, değerlendiren bilim koluna denir.

Edebiyât târihinin asıl konusu eserler ve kişilerdir.Ancak yazarları yetiştiren şartlar; zaman, çevre, iktisâdî, siyâsî, târihî ve kültürel olaylardır. Bunlar dolaylı olarak edebiyât târihini ilgilendirirler. Edebiyât târihçileri, yazar ve şâirlerin sosyolojik, estetik, psikolojik yapıları üzerinde dururlar.Ortaya konulan eserlerle yazarların ve devrin diğer şartlarının bağlantılarını araştırırlar.

EDEBİYÂT-I CEDÎDE

Yeni edebiyat. Tanzimâttan sonra belirmeye başlayan ve divan edebiyâtına karşı olan Avrupa tesiri altındaki edebiyâtı nitelemek için kullanılmış bir sözdür.Ayrıca roman, tiyatro, makale gibi yeni türler de bu söz ile ifâde edilmek istenmiştir.

1896 yılında Servet-i Fünun dergisinde yazı yazarak temelli bir batıcılık yolunu tutanlar da kendi yazıları için bu sözü kullanmaya başlamışlar ve nihâyet bunu kendilerine ad yapmışlardır. Kitaplarını “Edebiyât-ı Cedîde Kütüphânesi” adı altında yayınlamışlardır.

Edebiyât-ı Cedîdeciler roman ve nazım sahalarında bâzı yenilikler yapmak istemişler, roman dili ve tekniği üstünde ısrarla durmuşlardır. Nazmı da doğu havasından çıkarıp tam batılılaştırmak yolunu tutmuşlardır.

Edebiyât-ı Cedîdecilerin başlıcaları:Tevfik Fikret, Hâlid Ziyâ Uşaklıgil, Cenab Şahâbeddin, Mehmed Rauf, Hüseyin Câhid Yalçın, Hüseyin Suat Yalçın, Hüseyin Siret Özsever, Celâl Şâkir Erozan’dır. (Bkz. Servet-i Fünûn)

EDHEM PAŞA (Gâzi, İbrâhim)

Osmanlı müşiri ve 1896 Yunan Harbi başkumandanı. 1844’te İstanbul’da doğdu. Harbiyeyi bitirdi.

Yarbayken 1876 Rus Harbine iştirak etti. Bâzı hücümlarda yararlılığı görülerek miralaylığa (albay) yükseltildi. Düşman muhasarası altında kalan Plevne’ye erzak yetiştirmekle görevlendirildi. Dubnik Muhârebesinde başından yararlanmakla berâber muhâsarayı yararak Plevne’ye girmeye muvaffak oldu. Bu başarısı üzerine ferikliğe yükseltildi. 1895’te müşir oldu. 18 Nisan 1897’de başlayan Yunan Harbine Sultan Abdülhamîd Han tarafından başkumandan tâyin edildi. Abdülhamîd Han, büyük devletlerden her an gelebilecek bir müdâhaleye fırsat vermemek için Edhem Paşadan yıldırım harbi yapmasını istedi. Bu direktifle harekete geçen Edhem Paşa savaşın hemen başında Milano Muhârebesini kazandıktan sonra 25 Nisan’da Yenişehir’i, 26 Nisan’da Tırhala’yı zaptetti. Bu muhârebeler sırasında çok sayıda mühimmat ve cephâne ele geçirildi. Yunan Prensi Konstantin, Dömeke’ye çekilerek savunma hattı kurmaya çalıştı ise de, Edhem Paşanın sevk ve idâresi altında Yunan ordusuna kesin bir darbe daha vuruldu. Dömeke kasabası 17 Mayıs’ta düştü. Osmanlı ordusu, Alman kurmaylarının “altı ayda geçilemez” diye rapor verdikleri Termopil Geçidini yirmi dört saatte aşarak Atina yolunu açtı.

Bu durum Atina’da büyük kargaşalığa sebeb oldu.Kabîne istifâ etti.Rus Çarı,Abdülhamîd Hana başvurarak savaşın durdurulmasını istedi. Yeni kabîne sulhü sağlamaları için büyük devletlere başvurdu. Avrupalı devletlerin de müdâhale etmeleri üzerine İkinci Abdülhamîd Han, 20 Mayıs 1898’de mütârekeyi kabul ederek Edhem Paşaya ateşkes için emir verdi.

Yunan Harbinde gösterdiği üstün başarı dolayısıyla Edhem Paşaya “Gâzi” ünvanı verildi. Meşrûtiyetin ilânından sonra (1908) Âyân âzâlığına getirildi. 1909’da Harbiye Nâzırı oldu. Ancak sıhhati bozulduğundan Mısır’a gitti ve çok geçmeden de orada vefât etti (1909). Cenâzesi İstanbul’a getirilerek Eyüp Sultan Kabristanlığına defnedildi.

EDHEM PAŞA (İbrâhim)

Sultan İkinci Abdülhamîd Han devri sadrâzamlarından. Devlet ve ilim adamı. 1818 yılında Sakız’da doğdu. Koca Hüsrev Paşa tarafından yetiştirildi.

Öğrenim için Fransa’ya giden ilk öğrenci grubu içerisinde bulundu (1830). 1839’da Paris Mâden Okulunu bitirerek diploma aldı. Avrupa mâden bölgelerinde uzun bir tetkik seyâhatinden sonra Türkiye’nin ilk mâden mühendisi olarak İstanbul’a döndü.

Önce Sarıyer bakır mâdeninde, sonra Gümüşhacıköy mâden müdürlüğünde çalıştı. 1845’te Keban ve Ergani mâdenleri başmühendisliğine tâyin edildi. 1847’de saray hizmetine alındı. Bu sırada Sultan Abdülmecîd Hana Fransızca vesâir ilimler okuttu. Encümen-i dâniş ve Tanzimât meclisi üyeliklerinde bulundu. 1856’da vezir rütbesiyle Hâriciye Nâzırı oldu ise de beş altı ay sonra çekildi. Daha sonra Ticâret Nâzırlığı (1858) Meclis-i Vâlâ-yı Ahkam-ı Adliye üyeliği (1862), Adliye Nâzırlığı (1870), Berlin elçiliği (1876) görevlerinde bulundu. 1877’de Midhat Paşanın yerine sadrâzamlığa getirildi. 1878’de bu görevden alınarak Viyana elçiliğine, 1883’te ise Dâhiliye Nâzırlığına tâyin oldu. 1893’te İstanbul’da vefât etti.

Değerli bir ilim ve devlet adamı olan Edhem Paşa Jöntürk hareketine karşıydı. Bu faaliyetlerin devleti felâkete götüreceği endişesiyle dâimâ pâdişâhın yanında yer aldı. Devletine ilmî hizmetleriyle faydalı oldu. Jeolojinin bilim dalı olarak yerleşmesine katkıda bulundu. Dârülfünûn’un biyoloji dersleri için mühim kolleksiyonlar hediye etti.

EDİB AHMED YÜKNEKÎ

Karahanlılar zamânında yetişen büyük Türk edibi. Türkistan’da Yüknek’te doğdu. Hayâtı hakkında kaynaklarda fazla bir bilgi yoktur. On birinci asrın sonlarıyla on ikinci asrın başlarında yaşamıştır. Arabî ve Farisiyi öğrenmiş, tefsir, hadis, fıkıh gibi İslâmî ilimleri tahsil etmiş, takvâ sâhibi, âlim, fâzıl bir zâttır. Eski kaynaklar, Edib Ahmed’e dâir menkıbevî bilgiler vermektedir.

Ali Şîr Nevâî, Nesâim-ül Mehabbe’sinde; “Edib Ahmed, aslen Türktür, Türkler arasında bir çok menkıbesi anlatılır. Edib Ahmed’in doğuştan kör olup, çok zekî, dindâr ve kâbiliyetli bir insan olduğu rivâyet edilir.” demektedir.

Atabet-ül-Hakâyık’ın sonunda; “Adım, Edib Ahmed’dir.Sözüm, edeb ve öğüttür. Bu kitâbı; kendim gidersem, sözüm kalsın diye yazdım. Ey benden sonra gelen! Bunu okursan beni duâdan unatma!” diyerek, kendinden bahsetmiştir.

EdibAhmed’in, zamânımıza birkaç yazma nüshası ulaşan tek eserinin adı Atabet-ül-Hakâyık’tır. Hakîkatlerin eşiği mânâsına gelen bu eser, Türk ve Acem ülkeleri meliği Dâd Sipehsâlar Muhammed Beye sunulmuştur. Eser, Kutadgu Bilig gibi, Şehnâme vezniyle, yâni aruzun, “Feûlun feûlün feûlün feûl’” kalıbıyla yazılmıştır. Eserin başında bir tahmîd, bir nât manzûmesi, dört halîfenin medhi hakında üçüncü bir manzûme vardır. Bunlar aynı vezinle ve gazel şeklinde söylenmiştir. Bunlardan sonra, Dâd Sipehsâlar Muhammed Bey hakkında bir medhiye vardır.On dört bölümlük bir manzumenin arkasında, eserin yazılış sebebini anlatan yine gazel şeklinde altı beyitlik ayrı bir manzûme bulunmaktadır. Bunlardan sonra, eserin baştan sona dörtlüklerle söylenmiş, esas metni yer alır. Esas metinde yüz iki dörtlük bulunmaktadır. Bunlarda ilmin faydası ve bilgisizliğin zararı, dilin muhâfazası, dünyânın kötülüğü, tevâzû ve kibir, cömertlik ve hasislik, harislik, kerem, hilm ve diğer iyilikler anlatılmış ayrıca, zamânın bozukluğundan şikâyet ve kendi özrüne yer vermiştir.

Atabet-ül-Hakâyık’ın tamâmı 512 mısradır. Bu bakımdan Kutadgu Bilig’den bir hayli küçüktür. Fakat İslâmî Türk edebiyâtında elde bulunan ikinci eser olması bakımından dil târihi ve edebiyât açısından kıymeti fazladır. Kutadgu Bilig, beyitler hâlinde ve mesnevî tarzında yazılmasına rağmen, Atâbet-ül-Hakâyık dörtlüklerle yazılmıştır. Vezin ve kâfiye yönünden pek sağlam değildir.Yer yer aksaklıklara rastlanır. Tam ve yarım kâfiyelerin yanında, bâzan redifle yetinildiği de görülür.

Atabet-ül-Hakâyık, bir ahlâk ve öğüt kitabı olduğu için, tamâmen hikmet tarzında yazılmıştır. Eserden, Edib Ahmed’in İslâmî ilimlere hakkıyla vâkıf olduğu anlaşılmaktadır.

Atabet-ül-Hakâyık’ın sonunda, Edib Ahmed’e âit olmayan üç bölüm vardır. Birincisinin, kim tarafından yazıldığı belli değildir.İkinci ek,Seyfî mahlası ile şiirler yazan Seyfeddîn Barlas’a âittir.Üçüncüsü ise, Timur Han zamânında yaşamış, edebiyâtla ilgilenen devlet adamlarından olan Arslan Hoca tarafından yapılmıştır.

Eser 1906 senesinde, İstanbul Dârülfünûn lisâniyat târihi müderrisi Necib Âsım Bey tarafından Ayasofya Kütüphânesinde bulunmuş ve 1918 senesinde Hibetü’l-Hakâyık adıyla, İstanbul’da neşredilmiştir. Atabet-ül-Hakâyık’ın, mukâyeseli ve en mükemmel neşrini, Reşîd Rahmetî Arat yapmıştır. Arat; Semerkand, Ayasofya, Topkapı Sarayı nüshaları başta olmak üzere, eserle ilgili bulduğu parçaları zikretmiş ve tenkidli neşrini yapmıştır. 1951 yılında Türk Dil Kurumu yayınları arasında çıkan eserde, uzun ve geniş bir araştırmanın yanı sıra, eser üzerinde inceleme, tenkidli metin ve günümüz Türkçesine çevrilmiş şeklini neşreden Arat, eserin indeksini yapmış ve Uygur harfi nüshalarının basımını da vermiştir.

EDİLLE-İ ŞER'İYYE

(Bkz. Ahkâm-ı Şer’iyye)