ECZÂCILIK

Alm. Apothekerwissenschaft, Fr. Pharmacie (f), İng. Pharmacy. İlâçların toplanması, hazırlanması, standart hâle getirilmesi ile uğraşan sanat ve tatbikî bilim dalı. Eczâcılığın alanına, ilâç olarak kullanılan bitkilerin elde edilmesi ve tıbbî değeri olan kimyevî maddelerin sentezi girmektedir.Ayrıca tıpta kullanılan ajanların analizi ve standartlaştırılması da eczâcılığın konusudur. Eczâcı ilâçların tablet, kapsül ve ampul gibi çeşitli dozaj ve tiplerde üretiminden sorumludur. Farmakoloji; ilaçlar hakkındaki bütün bilgileri, (hastalıklardaki etki mekanizmaları dâhil) ihtivâ eden bir bilim dalıdır. Eczâcılığın öğrenilmesi için Galenik Farmasi, Farmakoloji, Farmasötik Kimya, Farmakognazi, Sentetik İlâç Kimyâsı, Toksikoloji gibi bilim dallarının bilinmesi gereklidir.

Eczâcılığın târihi: Eczâcılık ilk insan ve ilk peygamber olan Âdem aleyhisselamla başlar.Ona kitab gönderilerek, fizik, kimya, tıp, eczâcılık, matematik bilgileri öğretildi. Başlangıçta eczâcılık hekimlikten ayrı değildi. Bu konudaki ilk bilgiler, M.Ö. 2500 yıl öncesine kadar gitmektedir. Eczâcılıkla ilgili eski belgelerden en iyi bilineni Alman George Ebers tarafından okunan Papyrus Ebers’tir. Papirüs üzerine yazılı bu belgeden aşağı-yukarı M.Ö.1550’de, eski Mısırlıların zamanımızda bilinen tabiî kaynaklı birçok ilâcı bildiğini öğrenmekteyiz. Papyrus Ebers’te 800 formül ve 700 ayrı ilâçtan söz edilmiştir.

İslâm âleminde de, başlangıçta eczâcılık, hekimlikten ayrı değildi. Tabib ile eczâcı aynı kişi idi. Eczâcılık, botanik, zooloji, minaroloji ve kimyâ ilmi ile birleşikti. İlâçlar da bitkisel, hayvansal ve mâdensel idi. Daha sonra terkip yapma mecburiyeti hâsıl olunca, kimyâsal yapılarını bilmeye ihtiyaç oldu.

Müslüman eczâcılar şifâlı otlardan yaptıkları çeşitli ilâçları, önce hayvanlarda tecrübe ediyor, daha sonra da insanlarda kullanıyorlardı. İlâçların hazırlanmasını, Avrupa’ya, Müslümanlar öğretti.

Müslüman tabiblerin büyüklerinden olan Râzî, yaptığı ilâçları önce hayvanlar üzerinde tecrübe eder, neticesini inceledikten ve faydalı olduğunu gördükten sonra bu ilâcı insanlara tatbik ederdi. Bir defâsında saf civanın canlılar üzerindeki tesirini görmek ve incelemek için maymuna saf civa içirdi. Maymun sağa sola hareket etmeye, dişlerini birbirine vurmaya ve ön ayakları ile ağrıyan belini tutmaya başladı. Bir müddet sonra ağrıdan kıvranan hayvancağız, rahatladı ve eski hâline geldi. Bu tecrübeden, saf civanın, tam olarak vücuda zararlı olmadığı neticesini çıkardı. Vücüdun bağırsak bölgesinde acılara, elemlere sebeb olsa da, hareket edince saf civanın dışarı atıldığı ve bedenin tekrar eski hâline döndüğü bu tecrübeyle anlaşılmış oldu.

Müslüman tabipler, yeni bir ilâcın kullanılması için yedi şart ileri sürmüşlerdir.

1. İlâç yapılınca, dış tesirlerden, soğuk ve sıcaktan uzak olmak, korunmak.

2. Yapılan ilâç, hangi hastalık için yapılmışsa sadece o hastalığa kulanılmak. Başka hastalıklar için kullanmamak.

3. İlâç, tecrübe edilen hastalığın zıddı olan hastalık üzerinde de denenmelidir. Bâzan bir hastalığa doğrudan faydalı olan bir ilâç, başka bir hastalığa dolaylı bir şekilde faydalı olabilmektedir.

4. İlâçtaki kuvvet (tesir) hastalığın kuvvet derecesine denk olmalı.

5. İlâcın tesir etmeye başladığı müddet, tâkip edilmeli ve ne kadar zamanda tesir ettiği tesbit edilerek bilinmelidir.

6. İlâcın, hasta üzerindeki etkileri devamlı takip edilmeli, gözlenmelidir.

7. İlâcın denenmesi, en son insan bedeninde olmalıdır.

Tıb ilmine yaptığı hizmetlerle tanınan İbn-i Sînâ, ilâç üzerinde de araştırmalarda bulunmuştur. Yukardaki yedi şarta ilaveten, ilâçların özelliklerini bilmek bakımından bâzı şartlar da kendisi koymuştur. İlâcın rengi, tadı, kokusu, olumlu-olumsuz tesirlerinin bilinmesi gibi hususları açıklamıştır.

İlk defâ tıbbî müstahzar hazırlayan Müslüman eczâcılardır. Çeşitli macunlar, merhemler, yağlar, şuruplar, bantlar, saf sular (oksijen), tamponlar bunlardan bâzılarıdır. İlk defa lahanadan tatlı şurubu yapanlar da Müslüman eczâcılardır. Sinameki, kâfur, misk, Arapların keşfedip kullandığı ilâçlardandır. El-Bîrûnî’nin Kitâb-üs Saydala isimli kitabında 850 ilâç, Yunanca ve benzeri dillerdeki isimleri ile beraber yazılıdır. Meşhur tıp âlimlerinden Dâvûd-i Antâkî, Tezkiresi’nde eczâcılık hakkında şöyle demektedir:

“İslâm âlimleri, eczâcılık ilminde de çok derinleşmişlerdi. İlâç yapılacak her türlü maddeyi tesbit etmişler, bunların tıbbî faydalarını araştırıp bularak ilâç yapılış usûllerini de belirlemişlerdi.”

Dâvûd-i Antakî de eczâcılık sahasında otlardan, hayvanlardan ve kimyevî maddelerin her çeşidinden istifâde ederek önemli tesbitlerde bulundu. Endülüs’te yetişen eczâcı ve tıp âlimi olan Gâfikî’nin de, ilâçlar ile ilâç yapılacak maddeler üzerindeki tedkikleri, araştırmaları olmuştur. Yine Endülüs’te yetişen botanik âlimi ve eczâcı olan İbn-i Baytar’ın, bitkiler üzerindeki incelemeleri ve ilâçları mukayese çalışmaları dikkat çekicidir. Fâtih Sultan Mehmed zamânında yaşayan Altuncuzâde, otlardan ilâç yapmada eşsiz maharet sâhibiydi. Devamlı çalışarak ilâç îmâlini ilerletmiştir. Altuncuzâde’nin, ağır hastaları, fevkalâde ilâç ve tedâvi usûlleri tatbik ederek, sıhhate kavuşturduğu bilinmektedir.

Kimyânın kurucusu olan Câbir, daha 7. yüzyılda Zekeriya Râzi ile birlikte ilâç yapımında tabiî arsenik, demir ve bakır sülfürlerini kullandı. İlk resmî ilâç rehberi ise, Arapça olarak yazılmış olan Akrabadin’dir (850).

Lâtin eczâcılığında en çok adı geçenler; Hipokrat (M.Ö. 460-370), Dioskerides(M.S.1. yüzyıl),Galen(M.S.130-200,) ve Paracelsus’tur (M.S.1493-1541). Bunlardan Galen (Calinos)Anadolulu bir eczâcı-doktordu. Tıbbî yazılarında reçeteler vermiş, ilâçların nasıl yapılacağını açıklamıştır. Eczâcılıkta önemli buluşları olan ilim adamları arasında Paracelsus ve Scheele(18.yy) başta gelir.

On dokuzuncu yüzyıl başında Lavoisier ve öğrencileri eczâcılıkta yeni bir ekol getirdiler.Kimyâ eczâcılığı geliştirildi. Alkoloitlerin daha sonra glikozitlerin bulunması tedâvide yeni bir çığır açtı. On dokuzuncu yüzyıl sonunda eczâcılığa sterilizasyon metodu, sonra serum ve aşıları kazandıran Pasteur’un çalışmaları bu mesleğin gelişmesinde çok yardımcı oldu.

On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda hammaddelerden tesirli maddelerin çıkarılması ve ayrılması konsantre ilâç şekillerinin kullanılmasına yol açtı.

Nihâyet 20. yüzyıl başlangıcından itibâren özellikle Fourneau ve okulunun çalışmaları sâyesinde, kimyevî eczâcılık büyük ölçüde gelişti. Birçok yeni maddelerin sentezi yapıldı.Hipnotikler, antihistaminikler, müsekkinler gibi yeni bir takım ilâç grupları ortaya çıktı. Bundan başka, biyokimyânın bulmuş olduğu antibiyotik ilâçların da bu gelişmede büyük rolü oldu.Gerek hammaddeler, gerekse bunlardan elde edilen maddelerin,(yâni hastanın alacağı şekildeki ilâçların) kontrolüne imkân veren metodlar eczâcılığın büyük ölçüde gelişmesini sağladı. İlâçların kontrolü ve muâyenesi, fizik-kimya, biyokimyâ ve fizyoloji gibi ilim dallarının yardımını gerektirir.

Eczâcılık öğretimi:Türkiye’de eczâcılık öğretimi 1834 yılında,Dr.C.A. Bernord’ın müdürlüğünü yaptığı, Mekteb-i Tıbbiyede “Eczâcı Sınıfı”nın açılması ile başladı. İlk askerî eczâcı, 1840 yılında okuldan mezun oldu. 1867 yılında Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye’nin açılmasıyla ilk sivil eczâcı 1872 yılında yetişti.

Hekimlikten yavaş yavaş kopmuş olan eczâcılık, ticârî ve sınâî bir görünüşü olmakla beraber, her şeyden önce serbest ve ilmî bir meslektir. Bir serbest meslek erbâbı olarak eczâcının, halka teknik yeteneğini kabul ettirir bir diplomaya sâhip olması gerekir.

Hastâne eczâcılığı, hastânelerde ilâçların alımı, ilâç yapımı ve hastalara ilâçların dağıtımıyla görevlidir. Bu eczâne halka açık değildir.

Türkiye’de eczâcılık 3 devreye ayrılır:

1. Cumhûriyete kadar olan dönemde dünyâda olduğu gibi hekimlikle eczâcılığın genellikle aynı şahısta toplanmasıyla başladı. Hekim hem hastayı muâyene eder, hem ilâcını yapıp verirdi.Meslek, genellikle babadan oğula geçer veya çıraklıktan yetişerek öğrenilirdi.

2. Bu devre Cumhûriyetin kuruluşundan ikinci Dünyâ Savaşına kadar olan dönemdir. Bu dönemde hazır ilâç (ithal) satışı, 1924 yılında çıkan bir kararnâmeyle Sağlık Bakanlığının iznine bağlandı.Ayrıca, yalnız eczâcıların eczâne açmaları sağlandı. Eczâne sayısı tahdid edildi.Çoğu ilâçlar eczânelerde hazırlandı.

3. İkinci Dünyâ Savaşı sonrasından itibâren Avrupa ülkelerindeki savaş sonu ihtiyaçları yüzünden ilâç ithâli azalınca, yerli sanayi artan tüketimi karşılamak için, üretimini arttırdı. 1950’de geniş çapta liberasyona gidilince hem yabancı ilâç ithali artmış, hem ilâç hammaddesi ithâli kolaylaşmıştı. Böylece ilâç tüketimi fazlalaştı. Zamanla liberasyon azalınca, yerli laboratuvarların satışı arttı. Yabancı sermaye, önce ithâl edilen malın temsilcisi olarak, sonra laboratuvarlar hâlinde yabancı sermâyeyi teşvik kanunundan faydalanıp, Türkiye’ye girdi.

İlâç sanâyimizin genel karakteri, hammaddeyi ithâl edip, ilâç yapma şeklindedir.Yurdumuzda hammadde îmâli çok düşük nisbettedir.

EDEBÂLÎ (Üdebâlî)

Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında yaşamış büyük İslâm âlimi,Osman Gâzinin kayınpederi ve hocası. Şeyh Edebâlî ismiyle meşhur oldu. Karamanoğulları topraklarında doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1326 (H.726) târihinde, Bilecik’te vefât etti.

Edebâlî ilk tahsilini memleketinde yaptıktan sonra Şam’a gitti.Pekçok âlimden fıkıh, tefsir, hadis ve diğer ilimleri tahsil edip, üstün derecelere yükseldi.Tasavvuf yoluna girip mânevî olgunluğa kavuştu.İnsanlara doğru yolu anlatıp, hak dîne kavuşturmak için memleketine döndü. Bir rivâyette Baba İlyâs Horasânî’nin halîfelerinin ileri gelenlerindendi. Eskişehir yakınlarında İtburnu denilen bir köyde ikâmet eder, ilim öğretmekle meşgul olurdu. İslâm dünyâsında eskiden beri mevcud olan fütüvvet ehli ve Anadolu’da mühim bir yeri olan ahîlerle irtibâtı vardı.Anadolu Selçuklu Devleti sultânı tarafından devletin Batı Anadolu sınırlarındaki Söğüt yöresine yerleştirilen Kayı Boyu mensuplarının reîsi Ertuğrul Beyin oğlu Osman Bey, kendisini, ilim ve feyzinden istifâde için sık sık ziyâret ederdi.

Edebâlî hazretleri, kendi parasıyla Bilecik’te bir dergâh yaptırarak, gelen geçenlere, fakir ve muhtaçlara ikrâmda bulundu.Osman Bey de bir çok defâ burada misâfir kaldı.Hattâ bir gece dergâhta yatarken rüyâsında Şeyh Edebâlî hazretlerinin göğsünden bir ayın çıkıp kendi göğsüne girdiğini ve göğsünden bir büyük ağaç bitip dallarının âlemi kapladığını, altından birçok nehirlerin çıkıp insanların bu sulardan istifâde ettiğini görmüştü. Sabah olup rüyâyı anlatınca, Edebâlî hazretleri, bu güzel rüyâyı şöyle tâbir etti:

“Sen, Ertuğrul Gâzî oğlu Osman, babandan sonra bey olacaksın.Kızım Mal Hâtunla evleneceksin. Benden çıkıp sana gelen nûr budur. Sizin asil ve temiz soyunuzdan nice pâdişâhlar gelecek, onlar nice devletleri bir çatı altında toplayacaklar,Allahü teâlâ nice insanın huzûr ve saâdete kavuşmasına, İslâm dîni ile şereflenmesine senin soyunu vesîle edecektir.’’

Sonra Osman Beyi tebrik etti.Gözünün nûru kızını bu mübârek insana nikâh etti.

1326 (H. 726) senesinde 125 yaşlarında Bilecik’te vefât etti. Dergâhının yanında defnedildi. Eskişehir’de de adına bir türbe yapıldı.Vefâtından bir ay sonra kızı, dört ay sonra da dâmâdı Osman Gâzi vefât etti.

Edebâlî, dâmâdı Osman Bey tarafından kurulan Osmanlı Devletine mânevî güç verdi. Sultan Osman’ın hürmet ettiği, her hususta istişârede bulunup danıştığı en yakın yardımcılarından oldu. Âlimlere ve evliyâya yakın olmanın ehemmiyetini gâyet iyi bilen Osman Gâzi, kendisinden sonra gelecek Osmanlı sultanlarına bıraktığı vasiyetnâmesinde İslâm âlimlerine hürmet edilmesini, onlara her türlü kolaylığın gösterilmesini ve her işte kendilerine danışılmasını tavsiye ederek, cihânın en büyük devleti olmanın yolunu gösterdi.

EDEBÎ AKIMLAR

Belirli bir çağda, ortak bir estetik, düşünce ve sanat gâyesi etrâfında toplanan yazar ve şâirlerin üslûp, duygu ve fikir bakımlarından birbirlerine benzeyen eserler vermeleriyle ortaya çıkan edebî anlayışlar. Edebiyât mektepleri, edebî cereyanlar, edebî ekoller veya edebî meslekler adıyla da anılırlar.

Bir edebî akım, çok defâ biraz yeni çeşni getirmek ve değişiklik ihtiyaç ve arzusundan doğar.Sonradan gelen nesillerin duygu, düşünce ve isteklerinin değiştiği tezi, üslûp ve estetikteki bu değişikliklere sebep olarak gösterilir.Ayrıca bir zaman bölümünde hayranlık uyandıran eserlerin daha sonraları beğenilmemesi veya bıkkınlık vermesinin yanısıra yeni yetişen sanatkârların taklitten kaçınmak ve yeni ufuklar aramak gayretleri de edebî akımların ortaya çıkışında mühim rol oynar.

Böylece iyice köklenmiş bir edebiyât ve sanat anlayışını yıkacak görüşler ve kendi ideallerine uygun eserlerle ortaya çıkan edebiyâtçılar yeni bir çığır açarlar. Bunların başında çok defâ birkaç üstün sanatkâr bulunur. Diğerleri bunların açtığı çığırda yürüyerek bir edebiyât kuşağı meydana getirirler. Edebî akımların hemen hepsi birbirlerine bir etki-tepki zinciri içinde doğmuş ve gelişmişlerdir. Bu arada toplumdaki siyâsî ve sosyal değişmeler, ilmî inkişaflar, felsefik düşünce ve görüşler, resim, mîmârî, mûsikî gibi sanat dallarındaki ilerlemeler ve yenilikler de edebî akımların doğmasına sebep olmuşlardır. Dünyâda edebî akımların tam mânâsıyla 17. yüzyılda Avrupa’da ve bilhassa Faransa’da doğduğu ve geliştiği kabul edilir. Edebî akımlar arasında; Hümanizm (Ümanizm), Klasizm (Klasisizm) Romantizm, Realizm, Natüralizm, Parnasizm, Sembolizm, Sürrealizm, Ekzistensializm kendilerini kabul ettirip en çok bilinenleridir.

Hümanizm: Felsefe lisanında ve günlük konuşma dilinde “insancıllık” olarak kullanılır. Edebî akım olarak ise edebiyatta rönesans (yeniden doğuş) mânâsını almıştır. Bu akım 14. yüzyıl ile 16. yüzyıl sonları arasında Avrupa’da eski Yunan ve Lâtin edebiyâtlarını yeni bir sevgi ile ihyâ etmek gâyesiyle benimsenmiştir. Daha 14. yüzyılda İtalya’da doğmaya başlamıştır. Bu asırlarda yaşayan bâzı ilim ve edebiyât adamlarının kilise ve devlet baskılarına karşı hür düşünce arzusu ve klasik Yunan-Lâtin eserlerine hayranlık duymaları bu akımın başlıca doğuş sebebidir.Hümanist akım temsilcileri samîmî bir şekilde Grek-Lâtin kültür ve edebiyâtlarına yönelerek onlardaki zevk anlayışı, üslup ve estetik yönleri aynen benimsemişlerdir. Bunda papazlar elinde bozulmuş olan Hıristiyanlığın ve kilisenin tesiri çoktur. O kadar ki; bu akımın temsilcilerinin asıl maksatlarının, “Hıristiyan rûhunu, Hıristiyanca düşünüş ve davranışları ortadan kaldırmak.” olduğu söylenmiştir.

Hümanist akım düşünce ve sanatta eski Yunan filozofları ve edebiyâtçılarına yönelerek çok tanrılı devir (paganizm) hayranlığını esas aldı. Eski Yunan eserleri taklid edildi. Yunan mitolojisi edebî eserlere konu yapıldı. Şekil ve üslûb üzerinde ciddiyetle duruldu. Bu kaygı hümanist akımın belli başlı özelliklerindendir.

Hümanizm Avrupa’yı ilgilendiren ve Avrupalı olmak iddiâsındaki bir akımdır. Bu akımın temsilcileri ortaçağ Avrupası’ndaki kilise ve feodalite hâkimiyetine dayanan ve pekçok saçma, zâlim, ilerlemeye mâni değer hükümleriyle dolu cemiyet hayâtını yıkmak, karanlığı delmek, aydınlığa çıkmak iddiasında oldular. Fakat daha iptidâî bir hayat tarzı ve dünyâ görüşü üstüne kurulu olan eski Yunan ve Latin’in çok tanrılı (putperest) inancının yaşandığı Grek ve Latin kültürüne sarıldılar.

Bu akımın en önde gelen temsilcileri arasında İtalyanlardan Dante (1265-1321), Petrarca (1304-1371 ve Boccocio (1313-1373); Fransızlardan da Rabelais (1490-1553), Montaigne (1553-1592) ve Ronsard (1524-1585) sayılır.

Hümanist akım klasisizme kadar sürmüştür. (Bkz. Hümanizm)

Klâsisizm: Hümanizmin daha şuurlu ve kâidelere sıkı sıkıya bağlı bir devâmı olarak kabul edilir.On yedinci yüzyılın ikinci yarısında Fransa’da gelişerek 17 ve 18. yüzyıllarda bütün Avrupa’ya yayılmıştır. Klâs, “sınıf” anlamına geldiği için, mekteple ilgili şeyler de bu sözle nitelenmiştir ve muhakkak kalburüstü, belirli yüksek bir sınıf bu kelime ile söylenmiştir.

Klâsizm; sanatta mükemmeli, geneli ve kalıcıyı hedef alan bir akımdır. Bu akımın temsilcileri yazarlığın zor bir meslek olduğuna, şâheserin yorucu ve sürekli bir çalışma ile meydana gelebileceğine, sanatta mutlaka uyulması gereken kâideler bulunduğuna inanmışlar ve yüksek bir ahlâk anlayışına dayanmayan sanatın boş ve zararlı olduğunu kabul etmişlerdir. Bir eser için klâsik olmakta en mühim şey, şekil ve muhtevâ arasındaki güzelliği sağlayan dengedir. Bu durumda klâsik edebiyât milletlerin yükselme devri edebiyâtıdır.

Klâsizmde karakterler değil, tipler esas alındı. Sanatkârlar, insanın dış portresine önem vermemişler, herkeste var olabilecek olan değişmez ve gerçek davranışları bir tip hâline getirmişlerdir. Kahramanları, ideal insanlardan ve onların ideal durum ve davranışlarından seçilmiş bu akım, akıl ve mantığı diğer unsurların üstünde tutmuştur.Acâyip, gülünç ve kaba nesne ve olaylara eserlerinde yer vermeyerek üstün ve mükemmel olana yöneldiler.

Kıyâfet, çevre, yerli hayat, târih, töre ve âdet gibi kavramları hiçe saydıkları için millîlikten uzak, beşerî olmaya dönük bir edebiyât kurdular. Bu bakımdan insanların ferdî özelliklerinden ziyâde, bütün insanlardaki ortak konular üzerinde durdular. Bol ayrıntılara dayanan dış hayat, günlük yaşayış ve yerli insan bir tarafa bırakılınca, insanların iç hayâtı ve ruh dünyâsı tüme varmak, genele ulaşmak gayretiyle bilhassa incelenerek bir tahlil edebiyâtı yapıldı.

Klâsisizmin bu anlayışı, kullanılan dilin de ince ve süzme bir dil olmasını sağladı. Kullanılan kelimelerde kabalık ve bayağılıktan kaçılarak açık ve sâde bir lisana ulaşıldı.

Klâsisizm akımı, en büyük hamleyi tiyatro eserlerinde yaptı. Bu edebî akıma bağlı olarak yazılan trajedi ve komediler çok çabuk tutundu ve yayıldı. Tiyatronun yanısıra bu akım içinde fabl, deneme, roman, hitâbet, mektup gibi türlerde de ünlü eserler verildi.

Klâsik edebiyât mutlak sûrette rönesanstan doğmuştur. Estetiğini eski Yunan şâheserlerinden alan bu edebiyât ortaçağ skolastik zihniyetine karşıdır. Bu edebiyât lirik değildir. Bu mesleğin en mükemmel ve üstün özellikleri Fransız edebiyâtında görülmüştür. Bu sebeple bu akımın önde gelen temsilcileri arasında Corneille, Racine (trajedi, tiyatro), Moliere (komedi tiyatro) La Fontaine (fabl), Pascal (deneme), La Bruyere (roman), Madame de La Fayette (hitâbet) ile Madame de Sevigne’yi (mektup) saymak gerekir.

Klâsisizm, Türk edebiyâtında bir akım olarak benimsenmemiştir. Ancak, Şinâsî gibi bâzı Tanzimât yazar ve şâirlerinde tesirleri görülmüştür.

Romantizm: Bu akım, iki yüzyıl boyunca tesirli olan klâsizme tepki olarak ortaya çıktı. Romantizmin temsilcileri, klâsisizmi, sanatçıları dar sınırlar içine hapsederek düşünce ufkunu daraltıcı, buluş gücünü frenleyici olmakla suçlayarak onun bütün kânun ve düsturlarını hiçe saydılar. Aksine, bütün duygu, düşünce, seziş, davranış ve arzulara açılma yolunu tuttular.Kişilik ve sanatkâr hürriyeti, her şeyin üstünde tutuldu. Bu bakımdan, sanatkârları arasında çok büyük farklar olduğundan bu akım belli başlı prensiplerle îzâh edilemez.Ortak özellik, klâsik kâidelere toptan karşı çıkmaktır.

Romantizmin doğuşu ve 1815’ten sonra bütün Avrupa’yı kaplayarak hızla yayılmasında devrin siyâsî ve sosyal hâdiselerinin büyük tesiri olmuştur. 1789 Fransız İhtilâli, Avrupa krallık idâreleriyle birlikte “efendi-köle” esâsına dayalı sosyal hayâtı da değiştirdi. Hürriyet, eşitlik, adâlet, kardeşlik fikirleri yayıldığı her yerde ihtilaller ve isyanlar doğurdu. Sosyal patlama ve çalkantılar, herkeste bir öç alma duygusu uyandırdı. Bir taraftan halk yüceltilirken, diğer yönden fertlerin sınırsız hürriyeti konu edildi.Montesqieu, Voltaire, Jean Jacques Rousseau gibi filozofların öncülüğünde başlıyan bu felsefik akım, yalnız toplum kurallarını değil, edebiyât kurallarını da yıktı ve günümüzde de fert ve cemiyet hayâtında çeşitli örnekleri görülen kuralsızlık ve disiplinsizlik çığırını açmış oldu.

Romantizm; klâsisizme bir tepki akımı olduğu için edebî husûsiyetleri de klâsisizmin husûsiyetleriyle taban tabana zıttır. Bu husûsiyetler kısaca şöyle karşılaştırılabilir:

Klâsikler; akıl ve mantığı baştacı etmişken, romantikler duygu, sevgi ve ilhamlara yönelmişlerdir.Romantik şiir, ölçü, nizam ve açıklık demek değildir.Coşkunluk ve içtenliktir. Şâir, hiçbir sınır tanımadan, usûl ve kâidelere bağlanmadan içinden geldiği gibi yazmalıdır.Zamânı, tabiatı ve kendini aşmaya çalışmalıdır.Gerekirse şuur altı istek ve duyuşları da ifâde etmelidir.

Klâsikler; ihtirasları yasaklamış, zaafları ayıplamış, irâdeyi yüceltmişken; Romantikler samîmiyeti tercih etmiş, sanatçının ihtiraslarının sonsuz olmasını istemişlerdir.Romantiklere göre; büyük eserler, ancak böyle doğar.

Klâsikler; tabiatı taklit etmek gerektiğini söylemişlerdir.Romantikler ise tasvir etme yolunu tutmuşlardır. Romantiklere göre, yalnız görüneni değil, görünmeyeni de tasvir etmek şarttır. Sanat taklit değil, bir meydana getirme işidir.Hayal gücü nesnelerin rûhunu kavramaya yarar.Sanatkâr, bu gücü ile dış âlemi kadar, iç âlemi de konu edinmelidir. Romantiklere göre gerçek; mutlak değişmez bir şey değil, sanatçının bakış tarzına ve ilhâmına göre başkalaşan bir şeydir.

Klâsikler; yalnız seçkin insanı yaşatır ve konu edinirken, romantikler bilhassa acâip, gülünç, kaba, çirkin ve kuraldışı insan ve nesnelere büyük yer verdiler. Bu sakat ve anormal, vahşî, hastalıklı, düşkün veya üstün insanlar romantik eserlerde bol bol yer aldı. Romantik eserlerin kahramanları ya çok iyi veya çok kötü tipler oldu. Ortada olanlara hemen hiç yer verilmedi.

Klasikler; her zamanda ve her ülkede yaşayabilecek ideal insan tipini ele alırken; Romantikler yerli ve millî kişileri anlattılar. Böylece genel karakterler değil, özelliği olan kişiler üzerinde durdular. Bu kişiler, ihtiras ve didişme içinde ömür sürerler. Romantikler böylece klâsiklerin eski Yunan cemiyetinden ilhamla canlandırdıkları ideal insan tipine şiddetle karşı çıkarken “beşerî tip”in olamayacağını söylemekle de çok büyük bir yanlışlık yaptılar. Böylece zamânı, tabiatı ve hattâ kendilerini aşma iddiaları ile tenâkuza düştüler.

Klâsikler; beşerî olabilmek kaygısıyle ve Grek ve Lâtin târihlerine, o çağların destan ve mitologyalarına, çok tanrılı ve putperest devri kültürüne ve sanat eserlerine bağlı ve hayran kalırken, Romantikler mensub oldukları milletin efsâne, destan, folklor verimlerine sarıldılar.Hıristiyanlığı halkın benimsediği şekliyle kabullenerek metafizik duygu ve düşüncelere eserlerinde yer verdiler.Romantiklerin asıl gücü şiirde görülmüştür. Bu akımın belli başlı sanatkârları arasında şiir, roman ve dramları ile Victor Hugo (1802-1885), lirik şiir ve romanda Alfred de Musset (1810-1857), kır hayatı romanları ile George Sand (1804-1876), felsefik şiirleri ile Alfred de Vigny (1797-1863) ve târihî mâcerâ romanları ile Alexandre Dumas (1804-1870) sayılabilir. Zâten Victor Hugo Cromwell mukaddimesi ile bu ekolün teorisini îzâh etmiş ve 1827’ye doğru bu zümrenin öncülüğünü yapmıştır.

Romantizm; Türk edebiyâtına en fazla etki yapan edebî akım olarak bilinir. 1860’tan sonra Fransız edebiyâtını örnek tutan Tanzimât şâir ve yazarları, bu akımı, geniş hayâllerine, sosyal ve siyâsî düşünce ve emellerine uygun bularak olduğu gibi aldılar ve yaşattılar. Başta Nâmık Kemâl ve AhmedMithat olmak üzere,AbdülhakHâmit ve Recâizâde Ekrem de başka başka yönlerden romantizmi benimsediler. Sonraki yıllarda Hâlid Ziyâ, Hâlide Edib ve Yâkub Kadri de realizm tarafdârı olmalarına rağmen bu akımın tesirinde kaldılar.

Realizm: Edebî eserlerde; kaba-zarif, iyi-kötü, güzel-çirkin ayrımı yapmaksızın çevreyi, eşyâyı, toplumu ve insanı anlatmayı hedef almış bir akımdır. Dış görünüşün yanı sıra iç âleme de eğilen bu akım taraftarları tabiatı, toplumu ve olayları hiçbir seçime tâbi tutmaksızın yazmayı prensip edinmişlerdir.

1850-1880 yılları arasında Fransa’da Romantizme tepki şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu geçişi 1799-1850 yılları arasında yaşayan ve eserlerinin hepsine birden “beşerî komedi” adı verilen Balzac sağlamıştır. Emile Zola ise bu akımın temsilcisi sayıldı. Ayrıca edebiyâtta realizmin ortaya çıkmasında 19. yüzyılın ikinci yarısında tecrübî bilgilerin (fen bilgilerinin) hızla gelişmesinin büyük rolü olmuştur. Biyoloji, tıp, fizik, kimyâ gibi ilimlerin yanısıra sanâyileşme buhranları, liberalist ve sosyalist görüşlerin kıyasıya çarpışması, ilmin endüstriye tatbikinden doğan sayısız meseleler edebiyât alanında da yer alarak realist akımı doğurdu. Romantiklerin mânâ ve rûha verdikleri değere karşılık 1850’de yetişen nesiller; herşeyi madde ve gövdeden ibâret görmeye başladılar. Sanatta fen bilgilerinin metodlarını uygulamaya çalışarak insanları ve olayları laboratuvara sokmaya ve orada gördüklerini yazmaya çalıştılar.

Realizm, bilhassa roman ve hikâye türünde görülen bir akım olmuştur. Bu akımın temsilcileri; tabiatı, insanları, olayları gözlemeye büyük önem vermişler, ele aldıkları konu hakkında çeşitli vesîkalar toplamak için gezip görmeye, araştırma yapmaya ve hiçbir detayı unutmamaya dikkat etmişlerdir. Vak’aları gerçek olup, kişileri sâhiden yaşamıştır.Ayrıca töre ve âdetler, orta halli sıradan kişiler ve mühim olmayan insan zümreleri vazgeçmedikleri hususlardır.His, fikir, yiğitlik, mertlik gibi vasıfların tasvirinde üstüne çıkmazlar.

Realistler, romanlarını vesikaya dayandırmak üstünde titizlikle durmuşlar, bâzıları okuyucularından özel hâtıra defterlerini veya îtiraflarını istemişlerdir.

Eserlerinde insanın yapısını derinden etkilediğine inandıkları çevre tasvirlerine, soy, servet, mevki, âile, vücut yapısı gibi âmillere uzun yer vermişlerdir.Konularını hergün görülebilen basit olaylardan seçmişlerdir.Yazar, olayın gidişine müdâhale etmez, yön vermeye kalkmaz.Realist bir roman hayâtın herhangi bir safhasından başlayıp çok mesut olmayan bir sonla biter.

Realistler, “sanat, sanat içindir.” prensibine sıkı sıkıya sarılmışlar, roman yazarlarının eserlerindeki kişileri beğenmeye, kınamaya, onlara istediği olayları yaşatmaya hakkı olmadığını savunmuşlardır.Herhangi bir ahlâk kaygısı gütmezler. Eserlerinde her türlü ahlâksızlığa yer verebilmişlerdir. Realistlerin en fazla değer verdikleri şeylerden biri de dil ve üsluptur.Onlara göre güzel ve doğru fikirler ancak güzel, düzgün ve doğru cümleler içinde sunulabilir. Bir eserde öz ile biçim, beden ile ruh gibidir.Her ikisi mükemmel olmadıkça eser değersizdir. Fikre tam uygun kelimeler seçilmeli ve üslupta yerli yerine oturmalıdır. Bu yönleri yâni üslupta mükemmelliğe yer vermeleri bakımından klâsiklere benzerler.

Şiir ve tiyatroda tutunamayan realizm roman ve hikâye akımı olarak tanınır.Çağdaş romanın kurucuları arasında sayılan ve önde gelen temsilcileri olarak Honores de Balzac (1779-1850), Stendhal (1783-1842), Gustave Flaubert (1821-1880), Goncurt Kardeşler, Guy de Moupossont ve Alphonse Daudet (1840-1897) isimleri hatırlanabilir.

Türk Edebiyâtında tam realist roman ve romancı yoktur.Ancak çeşitli derecelerde Nâmık Kemâl, Ahmed Mithad,Sâmi Paşazâde Sezâi, Beşir Fuat, Hüseyin Cahit Yalçın, Hâlit Ziyâ, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ahmed Râsim bu akımın ileri gelen isimleridir. Orhan Kemâl, Kemâl Tâhir gibi romancılarda ise sosyal realizm adı verilen daha farklı bir realizm anlayışı hâkimdir.

Natüralizm: Realist akımın daha köklü bir devâmı sayılan bu akım tabiatı ve tabiat bilimlerine tam bağlılığı prensip alır. Bu akımın temsilcileri insanların hayâtında da tıpkı tabiat olaylarında olduğu gibi belli sebeplerin aynı şartlar altında belli netîceleri doğuracağı tezinden hareket eder. Bu bakımdan romancının yazacağı kahramanın fizik ve ruh yapısını hazırlayan şartları bir biyoloji âlimi gibi incelemesini isterler. Hayatta tesâdüfe yer yoktur görüşünü savunurlar.

Natüralistlere göre bir roman kahramanının ilk incelenecek şeyi soyaçekimdir.İnsanın et, kemik ve sinirden ibâret olduğuna inanmışlar, ruh denilen mevcut varlığı reddederek eserlerini tamâmen maddî açıdan yazmışlardır. Bu husus, natüralistlerin çıkmaza saplandıkları ve acze düştükleri şeylerin başında gelir. Onlara göre işçinin çocuğu işçi, tüccarın çocuğu tüccar, din adamının çocuğu din adamı ve alkoliğin çocuğu muhakkak alkolik olur.

Natüralistler, sırf maddî varlık saydıkları insanı realistler gibi yalnız gözlemekle kalmayıp ayrıca tecrübeye (deneye) tâbi tutarlar.Onların roman şahıslarını böyle âdetâ deney vâsıtası gibi ele almaları çok tepki toplamıştır.

Natüralistler sanat anlayışlarında da realistlerden ayrıldılar. Bunlara göre sanat toplumunun yaralarını, insanın çirkinliklerini deşip ortaya koyacak tesirli bir vâsıtadır. Eserlerinde o yılların Fransasında yoğun bir şekilde yaşanan köylerden şehire akım, sermâyenin baskısı, nüfus artışı, sefâlet, ahlâksızlık, güvensizlik, kiliseye, devlete, adâlete isyân havasını karamsar bir tarzda işlemişlerdir. Bu devir romanı üzerinde verâset nazariyesinin temsilcisi olan Dr.Loucan (Luka)’nın  mühim bir tesiri vardır.

Roman üslûbunda fazla titiz değildirler. Kahramanlarını sosyal durumlarına göre konuştururlar. Küfür ve bayağı sözlere sık yer verirler. İnsanları yiyip içen ve cinsî arzulara boyun eğen, yalnız maddeden müteşekkil sıradan mahluklar olarak görmeleri birçok yanlışlara düşmelerine ve pek fazla tasvib edilmemelerine sebeb olmuştur.Nitekim bu akım, zaman içinde sosyal gerçekçi adı altında sürdürülmüş, fakat yalnız sosyalist fikir cereyanının hâkim olduğu çevrelerde rağbet görmüştür.Sosyalizmin sarsmaya ve yıkmaya çalıştığı din, devlet, âile, iffet, hayâ, ahlâk töre gibi müesseseler sosyal gerçekçi grubuna dâhil romanlarda çoğu abartmalı ve uydurma olayların perdesi arkasında hücumlara mâruz bırakılır.Müctehcenden çekinmeyen natüralist romanlarda bedbinlik hâkimdir.

Bu akımın öncüsü Emile Zola’dır ve Theréses Raquin’i bu nazariyeye göre yazmıştır.Orhan Kemâl, Kemâl Tâhir, Samim Kocagöz gibi Türk roman yazarları da bu akımın tesiri altında kalmışlardır.

Parnasizm: “Sanat, sanat içindir.” anlayışına dayanarak plâstik güzelliğe önem veren ve dış âlemin tasviriyle egzotik şeylere merak sardıran bu edebî akım (1860-1885) yıllarında Fransız şâirleri arasında revaç bulmuştur.

Parnasizm yalnız şiir akımıdır.Realistlerin prensiplerine bağlı olmakla berâber hayatta insanı tesellî edebilecek tek şeyin güzellik olduğuna inanırlar.Onlara göre; sanat, her zaman değişen felsefî düşünceyi ve buna bağlı ahlâk anlayışı ile karışık hususları gevelemekten vazgeçmezse güzelliğe erişemez. “Güzel”, her zaman “faydalı”ya tercih edilmelidir.

Parnasçılar, romantizme karşı ve pozitivizme bağlıdırlar. Yeni ve özel bir klâsizme dönmek arzuları, Hıristiyan dînine ve millî duygulara önem vermedikleri için, onları eski putperest çağlara, Yunan ve Lâtin mitolojisine götürmüştür.Ayrıca Doğu, Hind ve İskandinav kaynaklı efsâneleri de şiirlerine geçirmeye çalıştılar. Parnasçılar, romantizmin içli şiiri yerine saf şiiri öne sürdüler.Romantik lirizmi, coşkunluğu, hisliliği ve kapalı derin duyguları söylemeyi yasaklayarak akla seslenen, açık ve üslûbuna çok özenilmiş şiiri savundular.

Parnasizm akımının temsilcilerine göre şiir her şeyden önce biçim güzelliği demektir. Şiirde heyecan ve şatafatlı söyleyişten ziyâde ritm ve pitoresk (resme uyumluluk)unsurlarının gözetilmesi gerektiğini belirttiler. Bu bakımdan yazdıkları şiirlerin kelimelerle yapılmış birer tablo gibi olmasına dikkat ettiler. Bunu sağlamak için şiir, vezin ve kafiyeden ibârettir, diyecek kadar ileri görüşler öne sürdüler. Şiirde alliterasyona önem vererek âhengin yerine ritm getirildi ve nazım şekli olarak en çok sone kullanıldı. Dış âlem tasvirine, mânâsına, dil güzelliğine ve kelime seçimine büyük önem verdiler.

1868’de Lemarre adlı bir kitap basıcısı 2 Mart ile 29 Haziran arasında Le Parnas Contemparain adında bir şiir dergisi neşreder. 18 sayısı çıkan bu dergide otuz yedi şâirin şiiri yayınlanır. Bu akım, adını bu derginin isminden alır. Leconte de Lisle (1818-1894), François Coppee (1842-1908), Jose-Maria de Heredia (1842-1905), Sully Prudhomme sayılır. Mallarme, Verlaine ve Baudelaire parnasizmin önde gelen temsilcileri olup, şiirlerini bu dergide yayınlamaya başlamışlardır.

Ayrıca Cenap Şehâbettin ve Tevfik Fikret de bu akımın yerli temsilcileridir.

Sembolizm: Sâdece şiirde görülen bu edebî akım, 1885-1902 yılları arasında Fransa ve Avrupa’da tutunup moda olmuştur. Parnasçılığa karşı çıkan sembolizm rûhumuzla ilgili şeylerin sırlı inceliklerini ifâde etmeye çalışır. Sembolizmin ortaya çıkmasında edebiyâtta pozitivizmi, ilmî görüşü yansıtmak isteyen realizm, natüralizm, parnasizm gibi akımların bezginlik vermesi, kuruluğu ile can sıkıcı olmasının yanısıra Avrupa’yı sarmaya başlayan maddeden mânâya, gövdeden rûha, kalıptan öze akımının da büyük rolü olmuştur.Aklın ve deneyin aslâ giremeyeceği alanların varlığının pozitivizme ve buna bağlı edebiyâta baş kaldıran sanatçıların sayısını giderek arttırması sembolizmin tutunmasını ve yayılmasını kolaylaştırdı.

Sembolizm, şiir konusundaki görüşleri ile az çok romantizme dönüş manzarası gösterir. Fakat o zamâna kadar alışılmış ve kökleşmiş bütün şiir tarzlarına baş kaldırmış olması onu romantizmden ayırır.Sembolistler, şiirde insan tabiatında var olan sırlı duyuşlara, çeşitli sezgilere yer vermeyi esas aldılar. Bunu yaparken vezin, kâfiye, üslup kayıtlarını arka plâna atarak serbest nazım içinde dilbilgisi mantığının ve alışılmış söz diziminin dışına çıkılarak hiç işitilmemiş, bâzen mânâsızlığa kadar varan söz kalıpları kullandılar.

Şiir muhtevâsında parnascılara taban tabana zıt bir tutumla şiiri sanki kelimelerle notalanan kendine has bir mûsikî gibi kabul ettiler. Bunu sağlamak için kelime ve söz arayışları içine girdiler.

Sembolist anlayışta; mecaz, şiirin esas öğesi kabul edildi. Fakat bu mecaz, eski şiirde gözüken ve kolay anlaşılan bir mecaz değildir. Çünkü bunlar, şâirin şiirini yazarken birdenbire hatırladığı ve dış görünüş îtibâriyle asıl konuyla ilgisi olmayan kelimelerdir. Bunların yorumu okuyucuya kalmıştır. Bunun farkında olan bâzı sembolistler şiirlerinin okuyucular tarafından kendilerine açıklanmasını isteyerek, sembolik şiirde telkin edilen hayal alemine ve bunun gerçek âlemle çağrışımlardan öteye geçmeyen ilgisine dikkat çekmek istemişlerdir.

Onların bu anlayışı, kendilerini masalımsı bir zaman ve çevre anlayışı içinde yepyeni temalar aramaya zorlamıştır. Dış âlemde gördüklerini değil, sezdiklerini vermişlerdir. Gerçek manzarayı mümkün olduğu kadar hayal ve sır ile kapamaya çalışmışlardır. Sembolizm, Fransız şiirinin büyük şâirlerini yetiştirdiği gibi, dünyâ şiirine de çok etkili olmuştur. Önde gelen şâirleri arasında Baudlaire (1821-1867), Verlaine (1884-1896), Mallarme (1842-1898) ve Rimbaud (1854-1891) vardır.

Türk Edebiyâtında Sembolizme yakın bir anlayış tasavvuf şiirlerinin hepsinde vardır. Fakat, en çok 17 ve 18. yüzyıllarda dîvân şiirini sarmış Nâilî, Neşâtî, Şeyh Gâlib gibi büyük şâirlerin başarıyla uyguladıkları Sebk-i Hindî tarzının kendine has bir sembolizm olduğu kanaatı yaygındır.

Fransız sembolizminin TürkEdebiyâtındaki tesirleri ise Servet-i Fünûnda ve aynı zamanda CenabŞehâbeddin’de görülür.Ahmed Hâşim bu şiirin bütün kurallarını benimsemiş ve aynen tatbik etmiş önde gelen bir sembolisttir.Ayrıca AhmedHamdi Tanpınar ve Ahmed MuhipDranas da sembolik şâirlerdendir.

Sürrealizm (Gerçeküstücülük):İnsandaki iç ben’in yorumunu, akıl, töre, ahlâk, estetik ve sanatkâr gücünü hiçbir tesir ve denetim olmaksızın vermeye çalışan sanat anlayışıdır.Yirminci yüzyılın başlarından beri türlü adlarla süregelmiş ve devâm etmektedir.Gerçeküstücülük, maddeciliğe, ilimciliğe ve akılcılığa tepki hâlinde doğan ruhçu felsefe akımlarının ve psikoloji buluşlarının edebiyâta yansımasıdır. Fruel (Froyol) felsefesinden etkilenen bu akımla maddeye, ilme ve akla verilen aşırı değer sarsılmış, aklın ve maddenin inkârına kadar varan yeni sanat akımları ortaya çıkmıştır.

Gerçeküstücülük, bir eğilim ve anlayış paralelliği olarak empressiyonizm, kübizm, fütürizm ve dadaizm akımlarında da görülür.

Empresyonizm: Dış dünyâya âit gözlemleri, iç âlemde meydana gelen ruh hâllerine göre yansıtması ve manzaranın sert gerçeğini silik renkler altında gidermesi bakımından gerçeküstü anlayışlara zemin hazırlamış sayılan bir resim ve edebiyât çığrıdır.

Kübizm: 1910 yıllarında resimde ortaya çıkıp şiire geçen bir akımdır. Bu tâbirin ressam Matisse tarafından ortaya atıldığı ileri sürülür.

Bu akıma bağlı ressam ve şâirler geçici bir zamânı değil, kişilerin ve eşyânın edebî özünü, şuuraltının sırlarını yansıtmak istediler.Nesnelerin tabiî düzenini bozarak onları başka başka açılardan göstermek yolunu tuttular.Konuları sırf bir yüzü ile değil, üç buyutu ile derinlemesine ve geometrik biçimler altında çizmek istediler.Meselâ bir adamın yalnız görünüşünü, duruşunu değil, aynı zamanda aklından geçenleri, hayâllerini, arzularını da çizmek yolunu tutmaları bunlara o kişinin çehresine de diledikleri mânâyı verme serbestiyetini kazandırdı. Aynı anlayış şiire de uygulanınca bir anda gelen türlü çeşitli duygu, düşünce ve görünüşler aynı şiirde toplanarak kübizm ekolünde edebî eserler verildi. Eserlerin anlaşılmamasını tabiî sayarak kendilerinin de anlamadıklarını îtirâf eden ve bütün maksatlarının dış gerçek anlayışını sarsmak olduğunu belirten kübizm sanatkârları arasında Salvador Dali, G.Appolinaire,Andre Salmon,Blaise Cendrars,Max Jaboc ve JeanCateau en meşhurlarıdır.

Fütürizm: Kübizmin görüş ve metodlarını benimsiyen bu akım aynı tablo veya şiirde kişinin geçmiş, şimdiki ve gelecek zamâna âit bütün duygularını yansıtmaya çalışır. Topluma ve manzaraya alay edici bir gözle bakar. Bu çığırın en meşhur şâiri İtalyan Marimetti’dir.

Bizde Nâzım Hikmet’in Makinalaşmak manzûmesi buna bir örnektir.

Dadaizm: Birinci Dünyâ Savaşı yıllarında İsviçre’de ortaya çıkmış Fransa ve Amerika’da yankılar bulmuş bir edebiyât akımıdır. Dada ismi, akımın öncülerinin lügate daldırdıkları bir bıçağın “Dada” kelimesine isâbet etmesiyle verilmiştir. Bu akım sanatkârları hiçbir akıma ve hiçbir edebiyât kuralına bağlı olmamayı prensip edindiler. Hayat ve olaylarla, insanlarla alay etmeyi hedef tuttular. Bu akımda reybîlik (şüphecilik) esastır. Bu akımın en mühim temsilcisi Romanyalı Czara’dır.

1922 yılında sönmeye başlayan Dadacıların önde gelen temsilcileri arasında Paul Fluardı, Francis Picabia, Philipe Soupault gibi isimler vardır. Bütün bunlardan sonra gerçeküstücü akımın 1924’te yayınlanan ilkbildirisinde insanı anlayıp anlatmak için yalnız akıl-zekâ, mantık değil, şuuraltı, rüyâ , hayal gücü ve cinsiyetin de ele alınması ve sanat anlayışının buna dayanması gerektiğini açıkladılar.Sanatçı aklın ve deneylerin sınırladığı dar gerçekten kurtulmadıkça asıl gerçeğe, yâni gerçeküstüye (scerreele) ulaşamaz tezini savundular.

Gerçeküstücüler, akıl ve mantığa olduğu kadar töre, âdet, gelenek ve ahlâka da zıt gittiler. Ayrıca şiirin kaynaklarını gözle görülen mantıklı âlemde değil rüyâda, buhranda, cinnette ve uyku hâlinde aradılar. Sanatçıyı da rüyânın ve şuuraltının verileri olarak târif ettikleri ilhâmı kâğıda geçiren bir daktilo makinası gibi gördüler.

Gerçeküstücülerin tablo ve şiirlerinde verdikleri manzara bir esrarkeş ve akıl hastasının gördüklerini anlatması ile çok benzerlik gösterir.Onlar bu hallerini, şuur’u değil, alt şuuru konuşturduklarını iddiâ ederek açıklamak isterler.

Egzistansiyalizm (Varoluşçuluk):Edebiyâtta 1935’lerden beri görülen bir akımdır. Bu akımın edebiyât ve felsefedeki en ünlü lideri Jean-PaulSartre’dir.

Varoluşçu akım yazarlarındanSartre,Kafka, Camus ve Simone de Beauvoir en çok felsefi roman ve tiyatrolar yazdılar. Bu romanlarda bütün kişilerin müşterek özleri değil, bir kişinin kendine mahsus olan, onun varoluşunu sağladığı kabul edilen nitelikler anlatılır. Bunlara göre müşahhas (somut) gerçek, mücerret (soyut) metodla anlaşılamaz. Bunun için mücerret şeyleri müşahhas belgelerle anlatmaya çalışırlar.Kendilerine göre toplumcu bir edebiyât yaptıklarını öne sürerler.Realizme, gerçeküstücülüğe ve romantizme karşıdırlar.

Toplumculuk iddialarına rağmen bu  edebiyât halka hitâb eden bir edebiyât değildir. Bu akımın sanatkârları çok dar bir zümreye seslenen, kapalı, koyu felsefî muhtevâlı, anlaşılması çok güç ve imkânsız eserler vermiştir.