EBÛ ZERR-İL-GIFÂRÎ
Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden, İslâmı kabul edenlerin beşincisidir. İsminin ne olduğunda ihtilâf edildi. Kabul edileni Cündeb bin Cünâde’dir. Ancak İslâm târihinde Ebû Zer künyesiyle meşhur oldu. Lakabı Mesîh-ül-İslâm’dır. Benî Gıfâr kabîlesindendir ve doğum târihi belli değildir. 652 (H.32) senesinde, Medîne civârındaki Rebeze denilen yerde vefât etti.
Ebû Zer, Mekke’nin ticâret yolu üzerinde bulunan Gıfâroğulları yurdunda yaşamaktaydı. Benî Gıfârlar, Arabistan’da bulunan diğer kabîleler gibi câhiliyye devrinin her çeşit kötülüğünü işliyor ve putlara tapıyorlardı.
Ebû Zerr-i Gıfârî de çevresinin tesirinde kalarak onlar gibi hareket ediyordu. Nihâyet bir gün, her şeyin tek bir yaratıcısı olduğuna inanarak, yaptığı işlerden vazgeçti. İnsanlardan uzak bir hayat yaşamaya ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için kendisine yol gösterecek bir rehber aramaya başladı. Üç sene böylece devâm etti. O, bu durumdayken, Resûl-i ekrem efendimize, Allahü teâlâ tarafından peygamberliği bildirilmiş, İslâmın nûru âlemi aydınlatmaya başlamıştı. İslâmın doğuş haberi gün geçtikçe yayılıyor, müşrikler de engellemeye çalışıyorlardı. Nihâyet bu haber Benî Gıfâr yurduna da ulaştı.
Bunu duyan Ebû Zerr-i Gıfârî, gerekli araştırma ve soruşturmayı yaptıktan sonra, Müslüman olmaya karar verip, Mekke yoluna düştü. Mekke’ye varınca, hâlini kimseye anlatmadı. Garip ve yabancıydı. Bu bakımdan kimseye bir şey sormadan varıp Kâbe’nin yanına oturdu. Peygamber efendimizi görmek için fırsat kolluyor, nerede olduğunu öğrenmek için bir işâret arıyordu.
Akşam üstü bir sokak köşesine çekildi. Hazret-i Ali onu gördü. Garib olduğunu anlayarak evine götürdü ve misâfir etti. Fakat bir şey sormadığı için hazret-i Ebû Zer sırrını açmadı. Sabah olunca tekrar Kâbe’ye gitti. Akşama kadar dolaştı yine hiçbir ipucu elde edemedi. Eski yere gelip oturdu. Hazret-i Ali o gece yine oradan geçerken, onu görünce; “Bu biçâre hâlâ gideceği yeri öğrenememiş!” diyerek tekrar götürdü. Sabahleyin yine Beytullah’a, sonra oturduğu köşeye çekildi. Akşam olunca Ali tekrar evine dâvet etti. Nereden ve niçin geldiğini sordu. Hazret-i Ebû Zer; “Eğer bana doğru bilgi vereceğine kat’î söz verirsen söylerim.” dedi. Hazret-i Ali; “Söyle, hâlini kimseye açmam.” deyince, Ebû Zerr-il-Gıfârî; “Bir peygamberin çıktığını işittim. Buraya O’na kavuşmak ve O’nunla görüşmek için geldim.” dedi. Hazret-i Ali; “Sen doğruyu buldun, akıllılık ettin. Şimdi o zâtın yanına gidiyorum. Arkamdan gel. Benim girdiğim eve sen de gir. Eğer yolda sana bir kimsenin zarar vereceğini anlarsam, ayakkabımı düzeltiyormuş gibi davranırım. O zaman beni geçiverirsin.” dedi. Ebû Zerr-il-Gıfârî, hazret-i Ali’nin dediği şekilde davranarak sevgili Peygamberimizin mübârek yüzünü görmekle şereflendi ve hemen; “Esselâmü aleyküm” diyerek selâm verdi. Bu selâm, İslâmda verilen ilk selâm ve Ebû Zerr-il-Gıfârî de ilk selâmlayan kimse oldu. Peygamber efedimiz selâmına cevap verip: “Allah’ın rahmeti üzerine olsun.” buyurduktan sonra; “Sen kimsin?” diye sordu. “Ben, Gıfâr kabîlesindenim.” dedi. “Ne zamandan beri buradasın?” buyurdu. Üç gün üç geceden beri buradayım.” dedi. “Seni kim doyurdu?” buyurunca; “Zemzem’den başka bir yiyecek, içecek bulamadım? Zemzemi içtikçe hiç açlık ve susuzluk duymadım.” dedi. Peygamber efendimiz; “Zemzem mübârektir. Aç olanı doyurur.” buyurdu. Bundan sonra Ebû Zerr-il-Gıfârî; “Bana İslâmı bildir.” dedi. Peygamber efendimiz ona Kelime-i şehâdeti okudu. O da söyleyip, Müslüman oldu.
Ebû Zerr-il-Gıfârî hazretleri Müslüman olduktan sonra, Kâbe yanına gidip, yüksek sesle; “Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlüh” dedi. Bunu işiten müşrikler hemen üzerine hücum ettiler. Taş sopa ve kemik parçaları vurarak çok dövdüler ve kanlar içinde bıraktılar. Bu hâli gören hazret-i Abbâs, onu müşriklerden kurtardı. Ebû Zer, Müslüman olmakla şereflenmenin verdiği şevkle öylesine seviniyor ve coşuyordu ki, ertesi gün yine Kâbe’nin yanında Kelime-i şehâdeti yüksek sesle bağıra bağıra söyledi. Bu sefer de üzerine saldıran müşrikler, öldü zannedinceye kadar dövdüler. Yine Abbâs yetişip, ellerinden kurtardı.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Ebû Zerr-il-Gıfârî’ye kendi memleketine dönmesini ve orada İslâmiyeti yaymasını emir buyurdu. O da bu emir üzerine kendi kabîlesi arasına dönüp, onlara İslâmiyeti, Allah’ın birliğini, Muhammed aleyhisselâmın O’nun Resûlü olduğunu ve bildirdiklerinin hak olduğunu anlattı. Kabîlesinin içinde bulunduğu sapıklığı bir bir sayıp bunların zararlarını ve çirkinliğini gâyet açık bir şekilde dile getirdi. Dinleyenler arasında başta kabîle reisi Haffâf, kendi kardeşi Üneys olmak üzere çoğu Müslüman oldu. Diğerleri ise daha sonra Peygamberimizi görerek Müslümanlığı kabul ettiler.
Ebû Zerr-il Gıfârî, kabîlesi arasında İslâmı yayma hizmetinde olduğundan; Bedr, Uhud ve Hendek savaşlarında bulunamadı. Daha sonra, Medîne’ye geldi ve yerleşti. Peygamber efendimizin yanından hiç ayrılmadı. Önce Resûlullah efendimizin hizmetini görür, sonra mescide gider, başka işle meşgul olmazdı. Öyle ki, Peygamberimizin evindeki bir fert gibi olmuştu. Her hareketinde ve her işinde Resûlullah efendimize uyardı. Bütün zamânını dîni öğrenmeye ayırdı. İlim öğrenmek husûsunda büyük gayret sâhibiydi.
Tebük Seferinde, hazret-i Ebû Zerr’in devesi pek zayıf ve dayanıksız olduğu için geride kalmıştı. Yolun ortasında devesi çöküp kalınca, devesinden indi. Eşyâsını sırtına yükleyerek orduya yetişti. Yalnız başına tenhâ bir yere oturdu. Sevgili Peygamberimiz, Ebû Zer’i böyle tenhâda görünce; “Allahü teâlâ, yalnız başına yürüyen, yalnız başına vefât edecek ve yalnız başına haşr olunacak olan Ebû Zer’e rahmet eylesin.” buyurdular.
Peygamber efendimizin vefâtından sonra bir köşeye çekilip, son derece mahzun ve yalnız bir hayat sürdü. Hazret-i Ebû Bekr devrinde de böyle yaşayıp, onun vefâtından sonra Şam’a yerleşti. Orada kâdılık, yâni hâkimlik yaptı.
Hazret-i Osman’ın halîfeliğine kadar orada kaldı. Sonra Medîne-i münevvereye geldi. Halîfenin izniyle Medîne yakınında Rebeze’ye yerleşti. Buraya bir mescid yaptırdı. Vefât edinceye kadar gelenlere İslâm dînini öğretti. Hadîs-i şerîfler rivâyet eyledi. Kalan ömrünü burada geçirdi ve orada vefât etti. Vefâtı pek garib oldu. Ebû Zer hazretleri vefât ettiğinde bir evi, üç koyunu ve birkaç keçisinden başka malı yoktu.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Ebû Zerr-il-Gıfârî hakkında buyurdu ki:
Benim ümmetimde Ebû Zer, Meryem oğlu Îsâ’nın zühdüne sâhiptir. Bu fıtrat üzere yaratılmıştır.
Îsâ aleyhisselâmın tevâzuuna bakmak kendisini mesrûr eden kimse, Ebû Zer’e nazar eylesin.
Ebû Zer’den daha sâdık bir söz (lehçe) ne yeryüzü tanımıştır, ne de bir yeşillik üzerine gölge salmıştır (yâni onun gibi doğru sözlü bir kimse dünyâya gelmiş değildir).
Hazret-i Ebû Zer buyurdu ki:
Şüphesiz malının iki ortağı vardır: Biri semâvî âfetler, diğeri de vârisler. Şu hâlde, malından nasibi en az olan kimse olmak istemiyorsan ve buna gücün yetiyorsa, Allahü teâlânın yolunda sarf et.
Fakir, yâni ihtiyaç hâli benim için zenginlikten ve hastalık da sıhhatli olmaktan daha sevgilidir.
İnsan ne kadar dünyâ malı toplarsa, o kadar dünyâya düşkün olur.
En garip ve en muhtaç olduğun gün, kabre konduğun gündür.
Ebû Zerr-il-Gıfârî Peygamber efendimizden bizzat işiterek iki yüz seksen bir hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Kendisinden; Enes bin Mâlik, İbn-i Abbâs, Hâlid bin Vehban; Zeyd bin Vehb, Cübeyr bin Nüfeyr, Ahnef (Dehhâk) bin Kays, Abdullah bin Sâmit, Amr bin Meymûn ve daha çok sayıda hadis âlimi, hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir. Ondan rivâyet edilen bu hadîs-i şerîfler, Kütüb-i sitte adlı meşhur altı hadis kitabında yer almıştır. Ebû Zer’in rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:
Akıllı kimse zamânını üçe bölmeli; bir kısmını ibâdetle, bir kısmını nefis muhâsebesiyle, diğerini de öbür işlerini yapmakla geçirmelidir.
Nerede olursan ol takvâ üzerine bulun, Allah’tan kork.
Eğer iyilik yapmaya gücün yetmiyorsa, hiç olmazsa kötülük etme. Bu da nefsin için verilmiş bir sadakadır.
Belh’te 9 ve 10. yüzyıllarda yetişen Müslüman fen âlimlerinden. İsmi Ahmed bin Sehl el-Belhî olup, künyesi Ebû Zeyd’dir. 849 (H.235) senesinde Belh’e bağlı köylerden birisinde doğdu. İlim tahsil etmek için birçok beldeye gitti. Fizik, astronomi, matematik, târih, coğrafya, tıp, edebiyât, fıkıh ve kelâm ilimlerinde mütehassıs oldu. İlim tahsilini tamamladıktan sonra, Belh’e döndüğü sırada ismi her tarafa yayıldı. Belh hâkimi ona vezirlik teklif etti ise de, kabul etmedi. 934 (H.322) senesinde Belh’te vefât etti.
Ebû Zeyd; fizik, astronomi, matematik, târih, coğrafya, tıp, edebiyât, fıkıh ve kelâm ilimleriyle ilgili altmışa yakın eser yazdı. Yazdığı eserlerden sâdece bir tânesi zamânımıza ulaşabilmiştir. Tıp ilmine âit, Mesâlik-ül-Ebdân vel-Enfüs adlı eserinin iki yazma nüshası, İstanbul Süleymâniye Kütüphânesi, Ayasofya bölümü, 3741 numarada kayıtlıdır. Bu nüsha, 1984 senesinde Frankfurt’ta bulunan Goethe Üniversitesine bağlı Arabî İlimler Târihi Enstitüsü yayınlarından olarak faksimile neşredilmiş ve ilim adamlarının tetkikine sunulmuştur.
Ebû Zeyd, bu eserinde bedenî hastalıklar yanında, rûhî hastalıklara da yer vermiş ve inceleyerek tedâvi yolları üzerinde durmuştur. Bugünkü modern tıpta parapsikoloji, psikoterapi ve psikosomatik sahalarını ilgilendiren konuları ayrı ve başlı başına oldukça uzun bir şekilde yine bu eserinde ele almıştır.
Belhî, kısa girişten sonra eserini iki ana bölümde hazırlamıştır: Birinci bölümde beden sıhhatinin; ikinci bölümde ise, rûhun korunması, hastalık ve tedâvileri hakkında bilgi verilmektedir.
Birinci kısım kendi arasında on dört bölüme, ikinci kısım da sekiz bölüme ayrılmıştır.
Ebû Zeyd’in yazdığı eserlerden isimleri bize ulaşanların bâzıları şunlardır:
1) Kitâbu Emed-il-Aksâ fil-Hikmeti, 2) Kitâbu Beyâni Vücûh-il-Hikmeti fil-Evâmiri ven-Nevâhi-iş-Şer’iyyeti: İslâm dîninin emir ve yasaklarındaki muhtelif hikmet ve faydaların incelenmesi ile ilgilidir. 3) Kitâbun fil-Hilâf, 4) Kitâb-üs-Siyâset-il-Kebîr, 5) Aksâm-ül-Ulûm, 6) Şerâi-ul-Edyân, 7) Kitâb-us-Siyâset-is-Sagîr, 8) El-Esmâ vel-Künâ vel-Elkâb, 9) Mâ Yasıhhu min Ahkâm-in-Nücûm, 10) Fedâilü Belh, 11) Nazm-ul-Kur’ân, 12) Edeb-üs-Sultan ver-Raiyye, 13) Ahlâk-ul-Ümem, 14) Aksâmu Ulûm-il-Felsefe, 15) Beyânu Vücûh-il-Hikmeti fil-Evâmiri ven-Nevâhi-iş-Şer’iyyeti, 16) El-İlm vet-Ta’lîm, 17) Suvar-ul-Akâlîm-il-İslâmiyye.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimize sahâbî olmakla şereflenenlerden. İsmi, Üveymir bin Zeyd el-Ensârî el-Hazrecî’dir. Künyesi Ebüdderdâ’dır. Doğum târihi bilinmemektedir. 652 (H.32) senesinde Şam’da vefât etti. Tefsİr, hadis, fıkıh ilimlerinde çok meşhurdur. Bilhassa Kurân-ı kerîmi ezberlemiş olmasıyla ve kırâat ilmini pekçok kimseye öğretmesiyle tanınmaktadır.
Ebüdderdâ radıyallahü anh önceleri ticâretle uğraşırdı. Resûlullah efendimizin, Medîne’ye hicretinden iki sene sonra İslâmiyetin üstünlüğünü, güzelliğini görerek Müslüman oldu. Müslüman olmadan önce Bedr Savaşı yapılmıştı. Uhud ve diğer savaşların hepsinde bulundu. Uhud Savaşında gösterdiği cesâret ve kahramanlığı çok dikkati çekmiş, Peygamber efendimiz; “Üveymir ne mükemmel süvâridir.” buyurarak, onu medh etmiştir. Peygamber efendimiz hicretten sonra Eshâb-ı kirâm arasında kurduğu kardeşlikte, Ebüdderdâ’yı Selmân-ı Fârisî ile kardeş yaptı.
Ebüdderdâ, Hendek Savaşında, Hudeybiye Antlaşmasında, Hayber ve Mekke’nin fethinde, Huneyn ve Tebük gazvelerinde ve Vedâ Haccında bulundu. Âyet-i kerîmelerin çoğunun tefsirini bizzat Peygamber efendimize sorarak öğrendi.
Peygamber efendimizin vefâtından sonra, Medîne’de kalmaya tahammül edemedi. Dolaştığı her yerde Resûlullah’ın hâtırasını görüp, dayanamadığından Şam’a yerleşti. Hazret-i Ömer’in isteği üzere Şam’da ders vermeye başladı ve pekçok âlim yetiştirdi. Tefsir, hadis, fıkıh ilimleri yanında, verdiği Kur’ân-ı kerîm dersleri meşhurdur. Şam’da Câmi-i Kebîr’de verdiği derslere pekçok talebe katılırdı. Onlara onar kişilik halkalar hâlinde ders verir, her ders kümesini ayrı ayrı kontrol ederdi. Yapılan bir yoklamada talebe sayısının, 1600 civârında olduğu görüldü. Derslerine Eshâb-ı kirâmdan da devâm edenler vardı. Tâbiînden pekçok âlim onun talebesidir. İbn-i Âmir el-Yahsûbî, Ümmüd-Derdâ es-Sugrâ, Sâhib-i Ebüdderdâ adıyla meşhur Halîfe bin Sa’d, Râşid bin Sa’d gibi meşhur birçok âlim bunlardandır. Ebüdderdâ ayrıca tabâbet ilmine de vâkıftı. Bu sebeple, gerekli ilâçları yaparak hastaları tedâvi ederdi.
Bir ara, Medîne’ye döndü. Hazret-i Ömer ona Bedr Eshâbından olanlara verilen maaş kadar maaş bağladı.
Hazret-i Osman devrinde Şam kâdılığına tâyin edildi. Şam’dayken Kûfe ve başka yerlerden gelen kimseler ilminden istifâde edip, fıkhî meseleleri ondan sordular. Hazret-i Osman’ın halîfeliğinin son yıllarında hastalandı ve vefât etti.
Peygamber efendimizin, hakkında; “Her ümmetin bir hâkimi vardır. Bu ümmetin hâkimi de Ebüdderdâ’dır.” buyurduğu Ebüdderdâ, herkese iyilikle muâmelede bulunurdu. Kızgınlıkları ve kırgınlıkları yatıştırır, hep güler yüz gösterirdi. Kimseyi incitmez, kimseden incinmezdi. Tok gönüllü ve cömertti. Kendisini ziyârete gelen her misâfire ikrâmı çoktu ve bizzat kendisi hizmet ederdi. İlmi, takvâsı, üstün ahlâkı ve daha birçok vasıflarıyla çok sevilip, hürmet gösterilmiştir.
Ebüdderdâ, hazret-i Âişe’den ve Zeyd bin Sâbit’ten radıyallahü anh hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Kendisinden; hanımı Ümmüdderdâ, Fedâle bin Ubeyd, Ebû Ümâme, Ma’dân ibni Ebî Talhâ, Ebû İdris Havlânî, Alkame bin Kays, Sa’îd bin Müseyyeb, Muhammed bin Sîrîn radıyallahü anhüm ve daha çok sayıda hadis âlimi, hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Ebüdderdâ’nın rivâyet ettiği hadîs-i şerîfler, Kütüb-i Sitte’de yer almıştır.
Ebüdderdâ buyurdu ki:
Üç şey olmasa bir gün bile yaşamağı istemezdim. Bunlar sıcak ve uzun günlerde Allah için oruç tutup susuz kalmak, gece ortasında Allah için secde etmek ve meyvelerin iyisi arandığı gibi sözlerin de iyisini arayan kimselerle sohbet etmektir.
Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet ediniz. Kendinizi ölmüş biliniz, iyilik zâyi olmaz, günâh unutulmaz.
Ölümden sonra neler göreceğinizi, başınıza gelecekleri bilseydiniz, isteyerek ne yemek yiyebilir, ne de su içebilirdiniz.
Peygamber efendimizden yüz yetmiş dört hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzıları:
Din kardeşinin arzû ettiği yemeği ona yediren kimsenin günâhları bağışlanır. Din kardeşini sevindiren Allah’ı sevindirmiş olur.
Bir kimse kardeşine arkasından duâ ettiği zaman, bir melek “Allah, sana da o duâ ettiğin gibi versin.” der.
Her hastalığın başı çok yemektir.
Dertli mü’minin duâsını ganîmet bilin.
İbâdet yapınız! Herkese ezelde takdîr edilmiş olan şeyi yapmak kolay olur.
Sevdiğin şey gözü kör, kulağı sağır eder.
Kıyâmette mîzân’da en üstün (diğer rivâyette en ağır gelecek) şey güzel ahlâktır.
Âzerbaycan Cumhurbaşkanı. Babasının ismi Kadirkulu Beg, annesi Mehrinse Hanımdır. Nahcivan’a bağlı Ordubad kasabasının Keleki köyünde 1938 senesinde doğdu. Babası İkinci Dünyâ Savaşında Alman Cephesinde vefât etti. Babası vefât ettiğinde Ebülfez Ali Elçibey 3 yaşında, kardeşlerinden İbrâhim 11, Murad 12, Almurad ise 7 yaşında yetim kaldılar.
Okul dışındaki çocukluk hayatı çobanlık, kuzu yaymak ve odun kırmak gibi işlerle geçen Ebülfez Ali Elçibey, orta öğrenimini Ordubad’da bitirdi. Daha sonra Bakü’ye giderek Bakü Üniversitesi Şark Dilleri Fakültesinde Arap Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu.
Üniversite talebeliği yıllarında siyâsî meselelerle ilgilenmeye başladı. Elçibey’in kafasını en fazla meşgul eden şey, Türkçe konuşan, Müslüman olan ve yakın zamana kadar “Türk” denilen insanlara “Azerî” adının özellikle söylenmeye çalışılmasıydı. Elçibey’in siyâsî faaliyetlerde bulunduğu sezilince tercümanlık vazifesiyle Mısır’a sürgün edildi. Burada ilmî çalışmalarına devam eden Ebülfez Ali Elçibey memleketine döndüğünde Tolunoğulları Türk Devleti Târihi üzerine doktorasını hazırladı. Uzun müddet işsiz kaldıktan ve iki yıl Sibirya’da sürgün hayatı yaşadıktan sonra Bakü’deki Elyazmaları Enstitüsünde çalışmaya başladı. Burada Türk ve İslâm Târihinin ilk yazılı kaynaklarını tetkik etme imkanını buldu. Ayrıca talebelik yıllarında kurduğu teşkilâtını güçlendirme faaliyetlerine de devam etti.
Sovyetler Birliğinde açıklık ve yeniden yapılanma politikalarının uygulanmaya konulmasından istifâde ederek 16 Temmuz 1989’da Âzerbaycan Halk Cephesi Kuruluş Kongresini topladı ve başkanlığına seçildi. Hürriyet ve bağımsızlık mücâdelesini açıktan yürütmeye başladı.
Senelerce esâret ve zulüm altında yaşayan Âzerbaycan halkı Ebülfez Ali Elçibey’in etrafında toplanmaya devam etti.Âzerbaycan, Sovyetler Birliğinden ayrılıp bağımsızlığını îlân ettikten sonra 7 Haziran 1992’de yapılan seçimlerde Ebülfez Ali Elçibey Cumhurbaşkanı seçildi. Âzerbaycan Cumhûriyeti Devletini yeniden kurmaya çalışan Elçibey, ilk icrâat olarak bin beş yüz yıllık Türk yurdu olan Karabağ’ı Ermeni işgâlinden kurtarmak olduğunu îlân etti. Vatanın müdâfaası için Millî Ordu kurdu. Moskova’nın kukla idârecileri zamanında Ermenilerin işgâline düşen Karabağ geri alındı.
Ebülfez Ali Elçibey’in büyük ülküsü ise Kuzey ve Güney Âzerbaycan’ı birleştirip Vâhid (Birleşik) Âzerbaycan’ı kurmaktır.
Mısır’da yetişen Müslüman târih ve coğrafya âlimi. İsmi, İsmâil bin Ali bin Mahmûd bin Ömer olup, lakabı İmâmüddîn’dir. Ebü’l-Fidâ künyesiyle meşhur oldu. 1273 (H.672) senesinde Şam’da doğdu. Babası, zamânın önde gelen komutanlarındandı. İyi bir eğitim gördü. On iki yaşında Markab Muhâsarasında bulundu ve çok yararlılıklar gösterdi. Daha sonra Akka ve Humus kalelerinin fethine katıldı. Sultan Baybars’ın Haleb’e gönderdiği orduda, bâzı birliklere komuta etti. Malatya’da Moğollarla yapılan gazâlarda büyük mücâdele örneği gösterdi. Bu başarılarından dolayı kendisine Hama emirliği ve Mâlik-ül-Müeyyed ünvânı verildi. 1331 (H.732) senesinde Hama’da vefât etti.
Ebü’l-Fidâ, yaşadığı ve karşılaştığı vak’aları yazmasıyla meşhur oldu. Târih ilmi sahasında en çok tanınan eseri İbn-i Esîr’in El-Kâmil fit-Târih adlı ünlü eserinin bir devâmı mâhiyetinde olan Muhtasaru Târih-il-Beşer’dir. İlk peygamber ve ilk insan Âdem aleyhisselâmdan başlayarak, 1328 (H.729) senesine kadar olan hâdiselere yer vermiştir. Eser, batı dillerine tercüme edildi. 1870 senesinde İstanbul’da, 1908 senesinde de Mısır’da basıldı.
Ebü’l-Fidâ’nın bir diğer mühim eseri 1316-1321 seneleri arasında yazdığı Takvîm-il-Büldân’dır. Yirmi sekiz bölümden ibâret, genel coğrafya kitabıdır. Mukaddimeden sonra, yeryüzünün ırmaklarını, göllerini, denizlerini ve dağlarını tanıtır. Metin, bir takım cetvelleri de ihtivâ etmektedir. Bu cetvellerde, yer adları ile bunların coğrafî koordinatları gösterilmiştir. Ebü’l-Fidâ, bu eserinde Batlemyüs, İdrisî, İbn-i Havkal, İstahrî ve Bîrûnî’nin eserlerinden faydalanmıştır. Özellikle İbn-i Sa’îd el-Mağribî’nin Kitâbu Bast-il-Erd fit-Tûl vel-Arz adlı eserinden istifâde etmiştir. Bu kitap, İdrisî’nin eserinden sonra coğrafya alanında en meşhur olandır. Bir ara Mekke’ye giden Ebü’l-Fidâ, çölde karşılaştığı hâdiseleri, yaptığı avları, ilgi çekici bir tazda kitabında yazmıştır. Eser, Reinaud ve De Slane tarafından 1840 senesinde neşredilmiştir. Fransızca tercümesi 1848-1883 seneleri arasında yayınlanmıştır.
Avrupalı târihçi Carra de Vaux onun hakkında; “Büyük bir komutan olmasına rağmen kaleminin parlaklığı kılıcının gücünü gölgede bıraktı.” demektedir.
Harezm Özbek hanlarından bir hükümdar ve târihçi. Babası Arab Muhammed Han, Harezm Özbek hanlarının ceddi olan Yâd-gâr Hanın dördüncü batından torunudur. 1603’te Rus Kazaklarının Urgenç’e hücum ve babasının tarafından imhaları hadisesinden 40 gün sonra doğmuş ve bu gazâ dolayısıyle “Ebü’l-Gâzi” ismi verilmiştir.
Arab Muhammed Han önce Urgenç’i, sonra da Hive’yi başşehir yaptı. Oğlu Ebü’l-Gâzi’yi Harezm’de Kat valiliğine tâyin etti. 1620 başlarında Hanın oğulları Habeş ve İlbars, babalarına isyân ettiler. Ebü’l-Gâzi yaptığı savaşlarda fevkalâde kahramanlık gösterdi ise de, babasının yakalanarak gözlerine mil çekilmesine engel olamadı. Bu hâdise üzerine Ebü’l-Gâzî, Buhara hanı İmam Kuli Hana sığınarak iki yıl yanında kaldı.
Şah Abbas’a sığınan Arab Muhammed Hanın büyük oğlu İsfendiyar Han, babasının yerine Harezm Hanlığına geçince, 1623’te Urgenç’i has olarak Ebü’l-Gâzi’ye verdi. Burada üç sene kalan Ebü’l-Gâzi, Harezm’e tek başına hâkim olmak niyetinde olduğundan, ağabeyi ile harbe girişti. Fakat muvaffak olamayarak 1626’da Kazakistan’a gidip üç ay kaldı. Daha sonra Taşkent hanının dâveti üzerine Taşkent’e gitti ve iki sene orada misâfir kaldı. Buradan tekrar Buhara hükümdârı İmam Kuli Han’ın ülkesine giderek, ordu toplamaya başladı. Ağabeyinin bir seferde olmasından faydalanarak Hive Kalesini ele geçirdi. Fakat İsfendiyar Han, ordusu ile gelince mukavemet edemedi ve yakalanarak Safevîlerin elinde bulunan Yurd’a gönderildi. Oradan İsfahan’a geçen Ebü’l-Gâzi, İran’da iken Şah tarafından hüsnü kabul gördüğünü, kendisine dirlik olarak maaş bağlandığını ve on yıl orada kaldığını kendi târihinde anlatır. Târihe büyük bir ilgisi olan Ebü’l-Gâzi, gittiği yerlerin târihini tedkik ettiği gibi, İsfahan’da iken de, Türk târihi üzerine yazılmış Fars kaynaklarını tedkik etme imkânını bulmuştu.
Ebü’l-Gâzi, İsfahan’dan kaçarak, önce Ersari Türkmenleri, sonra Balhan’daki Teke Türkmenlerinin yanına gitti. 1642’de ağabey İsfendiyar Hanın ölümü ile boşalan Harezm Hanlığına 1643 yılında çıkıp, Hive’yi kendine merkez edindi. 21 sene hanlık yapan Ebü’l-Gâzi, en çok Türkmenlerle mücâdele etmiştir. Ayrıca komşuları olan Buhara Özbek hanlarının yurtlarına da birkaç defâ akın düzenliyerek yağma etti.
Ebü’l-Gâzi’nin, 16 yaşında devlet idâresi işlerine başlayıncaya kadar Urgenç’te geçirdiği gençliğinde ve İran’daki hayatında ciddî sûrette ilim tahsil ettiği, güzel Arapça ve Farsça bildiği, bu dillerden yaptığı tercümelerden anlaşılmaktadır. İki mühim eser bırakmıştır. Bunlardan biri 1659’da yazdığı Şecere-i Terâkime, diğeri 1663’te ölmesi ile yarım kalan ve vasiyeti üzerine oğlu Enûşe tarafından ikmâl edilen Şecere-i Türk’tür. İlk eserini, Reşideddîn’in târihinden aldığı Oğuznâme’yi, Türkmenler arasında ele geçirdiği diğer 20 kadar Oğuznâme rivâyetleri ile karşılaştırarak tasnif etmiştir. Eser, Rus müsteşriki Tumansky tarafından 1892’de Aşkaabad’da Rusça olarak ve 1937’de Türk Dil Kurumu tarafından Çağataycası faksimile olarak neşredilmiştir.
Şecere-i Türk ise, 15. asrın ikinci yarısından başlayıp Harezm’de hükümet süren Yâd-gâroğlu Şıban-Özbek hanlarının târihini ve ensâbını (soyunu)tesbit maksadıyle kaleme alınmış ve bu sülâlenin 1663’e kadar ki târihi için esas menba olmuştur. Bu eser, Türk ve Moğol târihine âit bilinen ilk kaynak olduğundan, yalnız Özbek hanları târihi için değil, aynı zamanda Moğol ve Türk târihi için başlıca kaynak telâkki olunmuştur. Eseri batıya ilk kez tanıtan; Poltava Savaşından sonra Ruslar tarafından Sibirya’ya sürülen İsveçli subay Tabbert’tir. Eser Moğol Hânedânı ve kabîlelerin târihini belirten en iyi kaynaklardan biri olarak tanınmıştır. Kont Estralenburg tarafından Almanca’ya tercüme olunmuş, Fransızca tercümesi de 1726’da Leiden’de basılmış ve yayınlanmıştır.
Abbâsîler zamânında yetişmiş büyük tıp âlimi. İsmi, Ali bin Rabben Taberî olup, künyesi Ebû Hasan’dır. İbn-i Rabben Taberî ismiyle meşhur oldu. Yaklaşık 770 (H.153) senesinde Taberistân’ın Merv şehrinde doğdu. Yaklaşık 861 (H.247) senesinde Samarra’da vefât etti.
Ebü’l-Hasan, küçük yaşta Babası tarafından yetiştirildi. Yunanca, Süryânice, İbrânice ve Arapçayı gereği gibi öğrendi. Babası da tıp âlimi olup, Merv şehrinin sayılı şahsiyetlerinden ve devlet erkânındandı. Özellikle tıp ve fen bilimlerine karşı çok alâka duyardı. İnsanların rûh ve beden sağlığı ve saâdeti üzerinde titremesi sebebiyle, büyük muallim anlamında, Rabben ünvânı verildi. Böyle bir babanın tâlim ve terbiyesinde yetişen Ebü’l-Hasan Ali, daha sonraki çalışmalarında; matematik, felsefe, astronomi gibi ilim dallarında da kendini yetiştirdi. Bu dönemde, zamânın seçkin bilginlerinden olan amcası Zekvân bin Nu’mân’ın yakın ilgi ve yardımlarını gördü.
Ebü’l-Hasan Ali, tahsilini tamamladıktan sonra, Merv’de tabîbliğe başladı. Müslümanlara hizmet için ihlâsla çalıştı. Gerek dînî, gerekse tıbbî konularda inanları aydınlatmaya gayret ederdi. Bir ara ilim öğrenmek için Bağdat’a gitti. 839 (H.225) senesinde Merv Vâlisi Mazyâr bin Karin’in vefâtı üzerine, Samarra’ya giderek Abbâsî halîfelerinin sarayına intisâb etti. Hizmetlerini burada devâm ettirdi. Ebû Bekr Râzî, eserlerinde onu hürmetle anmakta, tıp ve eczâcılığa dâir ondan nakiller yapmaktadır.
Ebü’l-Hasan Taberî’nin kıymetli sözlerinden bâzıları da şunlardır:
Uzun uzadıya devamlı deney yapmak, aklı artırır, keskinleştirir, anlayışı derinleştirir.
Tekellüf, zoraki iş yapmak pişmanlık doğurur.
Sözlerin en kötüsü, birbirini tutmayan, tenâkuzlu sözlerdir.
Selâmete kavuşmak her murâdın ve emelin zirvesidir.
Eserleri:
Ebü’l-Hasan Taberî birçok eser yazdı. İbn-i Nedîm, El-Fihrist adlı eserinde onun medikoterapi ile ilgili dört kitabının ismini zikretmektedir. İbn-i Ebî Usaybia da, Uyûn-ül-Enbâ adlı eserinde, onun dokuz eserine yer vermektedir. Her iki kaynak da onun, Ed-Dîn ved-Devle adlı mühim eserini zikretmemişlerdir.
Bilinen on eseri şunlardır:
1) Ed-Dîn ved-Devle: Kelâm ilmine dâir olup, eserde İslâmiyetin üstünlükleri anlatılmaktadır. 2) Tuhfet-ül-Mülûk, 3) Keraş-ül-Haşve, 4) Kitâbu Menâfi-il-Edviye: İlâçların tedkiki hakkındadır. 5) Kitâbun fil-Emsâl vel-Edeb alâ Mezheb-ir-Rûm vel-Arab, 6) Kitâbu İrfâk-ul-Hayât, 7) Kitâbu Hıfz-ıs-Sıhha: Sıhhatin korunması usûlleri hakkındadır. 8) Kitâbun fil-Hacâmat: Kan aldırmanın sıhhat açısından faydaları ve tıbbî önemi ile ilgilidir. 9) Kitâbun fî Tertîb-il-Ağdiyâ: Gıdâların hazırlanması ve kullanılışı ile ilgilidir. 10) Firdevs-ül-Hikme: Genel halk sağlığı ve tabâbet sanatı hakkındadır.
İbn-i Rabben’ın en çok tanınan eseri, Firdevs-ül-Hikme’dir. Ansiklopedik mâhiyette olan bu eserini, 850 senesinde tamamlamıştır. Bu eser, yedi ana bölümden meydana gelmiş olup, özetle şu konuları ihtivâ etmektedir:
Birinci bölüm: Bir makâledir. Bu bölümde ilim ve felsefe üzerinde durulmakta, kâinât nizâmı incelenmektedir.
İkinci bölüm: Beş makâledir. Cenin ve doğumu, insan uzuvları ve vazifeleri, rûh ve beden münâsebetleri, muhtelif mîzaçlar ve çocuk terbiyesi, mevsimlere göre alınacak tedbirler, yolculuk hâlleri ve askerlikle ilgili sağlık konuları ele alınmıştır.
Üçüncü bölüm: Bir makâle olup, gıdâlar ve çeşitleri anlatılmaktadır.
Dördüncü bölüm: On iki makâle olup, eserin en geniş muhtevâlı kısmıdır. Bu bölümde önce hastalıkların genel tasnifi ve tanımı yapılıyor. Belli başlı hastalıklar ayrı ayrı inceleniyor. Bunların sebepleri, ilâçları gösteriliyor. İnsan vücûdu tepeden tırnağa gözden geçirilip, tedkik ediliyor. Son makâlede kan aldırma konusu üzerinde duruluyor.
Beşinci bölüm: Bir makâleden ibâret olup, güzel koku ve renkleri tedkik edip, faydalarını zikrediyor.
Altıncı bölüm: Altı makâleden meydana gelmiştir. Özellikle tıbbî maddeler ve zehirler üzerinde bilgi verilmektedir.
Yedinci bölüm: Dört makâledir. Bu bölümde muhtelif şehirleri ve iklimlerini, su ve rüzgârları, en sonunda da gezegenleri ve yıldızları incelemektedir. Hind tıp kitaplarından bir hülâsa zikrederek eserine son vermektedir.
Ehl-i sünnetin îtikattaki iki imâmından biri. İsmi, Ali bin İsmâil’dir. Künyesi Ebü’l-Hasan olup, Eş’arî nisbesiyle meşhur olmuştur. Soyu, Eshâb-ı kirâmdan Ebû Mûsâ el-Eş’arî’ye (radıyallahü anh) dayanmaktadır. 941 (H.330)de vefât etti.
Küçük yaştan îtibâren ilim tahsiline yönelen Ebü’l-Hasan-ı Eş’arî; tefsir, hadis, fıkıh ilimlerini zamânının meşhur âlimlerinden olan Zekeriyyâ bin Yahyâ es-Sâcî, Ebû Halîfe el-Cümeyhî, Sehl bin Serh, Muhammed bin Yâkûb el-Mukrî, Abdurrahmân bin Halef ed-Dâbî’den öğrendi. Ebû İshâk Mervezî’nin hadis derslerine devâm etti. Üvey babası ve Mûtezile kelâmcılarından olan Ebû Ali el-Cübbâî’den kelâm ilmini öğrendi. Kırk yaşına kadar Mûtezile bozuk yolu üzerinde bulundu. Bu fırkanın meşhurları arasındaydı. Yazdığı kitaplarında Mutezilenin fikirlerini müdâfaa etti. Kırk yaşından sonra bozuk yolda olduğunu anladı. Tövbe edip Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine tâbi oldu. Kendini yetiştirip, Ehl-i sünnetin iki imâmından biri oldu.
Bu bozuk yoldan dönmesini şöyle anlatmaktadır:
Üç defâ rüyâda Resûlullah efendimizi gördüm. Her seferinde bana; “Benden bildirilen mezheplere yardım eyle! Çünkü hak olan budur.” Üçüncü rüyâmda Peygamberimizden özür dileyip; “Ben meselelerin tasavvur ve delillerini öğrenmekte otuz yıl harcadığım mezhebi nasıl terk edeyim.” diye arz ettiğimde, Resûlullah efendimiz; “Eğer Allahü teâlânın sana kendi tarafından bir meded-i ilâhî ile imdâd etmesini yakînen bilmeseydim, sana böyle emir etmezdim.” buyurdu.
Ebü’l-Hasan-ı Eş’arî uyanınca; “Haktan öte, dalâletten başka bir şey yoktur.” deyip rü’yet ve şefâat hakkında ve diğer meselelerde olan hadîs-i şerîfleri inceledi. Bundan sonra on beş gün evinden çıkmayıp sonra Basra Câmiinde kürsüye çıkıp; “Ey insanlar! Bu kadar zamandır size görünmez oldum. Çünkü dikkatle inceledim ve insafla düşündüm. Yanımda yeterli delillerim vardı. Bir şeyi diğerine tercih edemedim. Sonunda Allahü teâlânın hakîkatı göstermesi üzerine önceki îtikatlarımın hepsinden çıktım, kurtuldum.” dedi.
Önceden Mûtezile yolu üzere yazdıkları ve bildiklerinin yanlış olduğunu herkese bildirdi. Ehl-i sünnet îtikâdı üzere kitaplar yazıp, dağıttı. Ömrünün sonuna kadar bu doğru îtikâdın yayılması için uğraştı.
Ebü’l-Hasan-ı Eş’arî hazretlerinin Ehl-i sünnet mezhebine geçmesi ile kelâm ilmi, mûtezilenin elinden kurtulmuş oldu. Onların elinde tehlikeli ve zararlıyken, doğru yolda gidenlere rehber oldu. Onun Ehl-i sünnete geçmesi, Ehl-i sünnet îtikâdının yayılmasında büyük bir zafer olmuştur. O zaman tesirli ve zararlı olan Mûtezile yolu mensupları, İmâm-ı Eş’arî tarafından susturuldu. Mûtezile taraftarlarını öyle zorlayıp sıkıştırdı ki, hepsi onun karşısında cevap vermekten âciz kaldı. Üvey babası ve hocası olan Ebû Ali el-Cübbâî ile yaptığı münâzaralarda onu mağlub etti.
Tasavvuftan pay almış olan Ebü’l-Hasan-ı Eş’arî eser yazmak, münâzaralara girmek ve kıymetli talebeler yetiştirmek sûretiyle Ehl-i sünnet îtikâdının yayılması ve böylece insanların saâdete kavuşması husûsunda büyük hizmetler yaptı. Ebû Abdullah Muhammed bin Abdullah, Ebü’l-Hasan-ı Bâhilî, Kâdı Ebû Bekr Bâkıllânî, Ebû Abdullah bin Hafif Şîrâzî, Hâfız Ebû Bekr Cürcânî, Şeyh Ebû Muhammed Taberî el-Irakî, Zâhir bin Ahmed Serahsî, Ebû Abdullah es-Sayrafî gibi büyük âlimler yetiştirdiği talebelerden bâzılarıdır.
Hayâtının kırk yaşından sonraki kısmını Ehl-i sünnetin müdâfaası ve Mûtezileye karşı mücâdeleyle geçiren Ebü’l-Hasan-ı Eş’arî, 935 (H.324) veya 941 (H.330) târihinde Bağdat’ta vefât etti. Basra Kapısı ile Kerh arasındaki kabristana defnedildi.
İmâm-ı Eş’arî, Ehl-i sünnetin îtikatta iki imâmından biridir. Îtikatta diğer imâm da, İmâm-ı Mâtürîdî’dir. Ehl-i sünnetin reisi ise İmâm-ı A’zam’dır.
Eserleri:
İmâm-ı Eş’arî’nin bilinen elli beş kadar eserinden bâzıları şunlardır:
1. Kitâb-ül-Füsûl: Mülhitler (dinsizler), tabiatçı felsefeciler, dehrîler ile zamânın ve âlemin kadîm olduğuna inananlara reddiyedir. Bu kitapta; Brehmenler, Yahûdîler, Hıristiyanlar ve Mecûsîlere de cevaplar vermiştir.
2. Mûcez: On iki kitaptır.
3. Halk-ül-Ef’âl.
4. El-Luma fi’r-Reddi alâ Ehli’z-Zeygi ve’l Bida’ : Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlânın irâdesi, Allahü teâlânın görülmesi, kader, istitâa, va’d ve va’îd ve imâmet meselelerinden bahseden on bölüm ihtivâ eden kıymetli bir kitaptır. İmâm-ı Eş’arî hazretlerinin bu mevzularda söyledikleri hakkında iyi bir kaynaktır.Yakın zamanda Mısır’da ve Beyrut’ta basılmıştır. Beyrut baskısında, ayrıca Richard J.Mc. Carthy tarafından bir mukaddime ve İngilizce tercümesi vardır. Spitta, bu eseri hülâsa etmiş, Joselp Hell tarafından Almancaya tercüme edilmiştir.
5. Risâlet-ül-Îmân: Spitta Almancaya tercüme etmiştir.
6. Kitâb-ul-Funûn: Mülhitlere (dinsizlere) cevap olarak yazılmıştır.
7. Kitâb-ün-Nevâdir: Kelâm ilminin inceliklerini anlatır.
8. Dehrîlerin (dinsizlerin) Ehl-i tevhide karşı yaptıkları bütün îtirâzlarının toplandığı bir kitap.
9. El-Cevher fi’r-Reddi alâ Ehli’z-Zeygi ve’l-Münker.
10 Nazar, istidlâl ve şartları hakkında Mûtezile âlimlerinden Cübbâî’nin suâllerine verilen cevaplar.
11. Mekâlât-ül-Felâsife: Felsefecilere cevap olarak yazılmış bir eserdir. Kitap üç makâleyi ihtivâ eder. Eserde İbn-i Kays ed-Dehrî’nin bâzı şüpheleri, Aristo’nun semâ (gök) ve âlem hakkındaki fikirleri çürütülmüş; hâdiseleri, saâdet ve şekâveti (kötü durumu) yıldızlara bağlayanlara lâzım gelen cevaplar verilmiştir.
12. Cevâb-ül-Horasâniyyîn: Çeşitli meseleleri ihtivâ eder.
13. Makâlât-ül-İslâmiyyîn: Bu eserinde îtikâdî fırkalardan ve kelâm ilminin ince meselelerinden bahsetmektedir. Mezhepler târihinin temel kitaplarından olan eser matbûdur (basılmıştır).
14. El-İbâne an Usûl-üd-Diyâne: Ehl-i sünnet dışı fırkaların reddi için yazılmış olup, bu husustaki delilleri içinde toplamaktadır. İngilizce tercümesi ile birlikte basılmıştır.
15. Kavl-ül-Cumlât.
16. Eshâb-ül-Hadîs ve Ehl-üs-Sünne fi’l-Îtikâd (Basılmamıştır).
17. Risâlet-ül-İstihsân el-Havdu fî İlm-il-Kelâm: Basılmıştır. İngilizce tercümesi vardır.
18. Îzâh-ül-Bürhân et-Tebyîn alâ Usûliddîn.
19. Kitâb-ül-Ulûm.
20. Tefsîr-ül-Kur’ân eş-Şerh vet-Tafsîl: İbn-i Asâkir’in bildirdiğine göre, Ebü’l-Hasan Eş’arî’nin tefsiri 70 veya 300 ciltti.
İmâm-ı Eş’arî’nin ayrıca Risâle Ketebehâ ilâ Ehli’s-Sugur bi Bâb-ül-Evbâb adlı eseri vardır. Kitap, Kafkas Dağlarının Hazar Denizi ile bitiştiği yerde Bâb-ül-Ebvâb (Demirkapı yâhut Derbend) denilen kasabanın âlimlerine yazılmıştır. Bu eser, Ehl-i sünnet vel-cemâat akâidini geniş olarak anlatmaktadır.
Evliyânın büyüklerinden. İnsanları Hakk’a dâvet eden ve kendilerine Silsile-i aliyye adı verilen büyük âlim ve velîlerin altıncısıdır. İsmi Ali bin Câfer, künyesi Ebü’l-Hasan’dır. Harkânî diye de meşhur olmuştur. İran’ın Horasan bölgesindeki Bistam’ın bir kasabası olan Harkan’da doğdu. 1034 (H.425) senesinde Harkan’da vefât etti.
Büyük İslâm âlimi Bâyezîd-i Bistâmî’nin rûhâniyetinden istifâde eden Ebü’l-Hasan-ı Harkânî on iki sene Harkan’dan Bistam’a hocasının kabrini ziyâret için gitti. Her ziyâret yolculuğunda Kur’ân-ı kerîmi bir defâ hatmederdi. Her defâsında, ziyâret ile ilgili vazîfelerini yaptıktan sonra; “Yâ Rabbî! Hocam Bâyezîd’e ihsân ettiğin sana âit ilimlerden, büyüklüğünün hakkı için, Ebü’l-Hasan kuluna da ihsân eyle.” diye yalvarırdı. Geri dönerken, hiçbir zaman Bâyezîd’in türbesine arkasını dönmezdi.Yatsı ve sabah namazlarını türbede kılardı. On iki sene sonra, Allahü teâlânın lütfuyla Bâyezîd’in rûhâniyetinden istifâde edip olgunlaştı. Allahü teâlâyı tanıtan kalp ilimlerinde ve diğer ilimlerde talebe yetiştirmeye başladı. Pekçok talebesi vardı. Zamânın hükümdârı Sultan Mahmûd-ı Gaznevî, onun sohbetinde bulundu. Ebü’l-Hasan-ı Harkânî ona bir hırkasını hediye etti. Kerâmetleri, menkıbeleri ve veciz sözleri çoktur. Reşâhat ve Tezkiret-ül-Evliyâ kitaplarında uzunca bahsedilmektedir.
Çok anlatılan kerâmetlerinden biri de şudur:
Yolların korkulu eşkıyâlarla dolu olduğu bir zamanda yolculuğa çıkan talebeleri, nasıl hareket edelim diye sorduklarında; “Ebü’l-Hasan deyip beni hatırlayınız.” demişti. Yolda eşkıyâlarla karşılaşınca; “Yâ Allah...” dediler. Yalnız birisi, hocasını yardıma çağırdı. Diğerlerinin bütün mallarını aldıkları hâlde ona dokunmadılar. Berâberce Ebü’l-Hasan’ın huzûruna gelince, durumu anlatıp, sebebini sordular:” “O arkadaşınızı kurtaran Allahü teâlâdır. Günahkâr ağızdan çıkan duâyı cenâb-ı Hak kabul etmez. Bunun için siz Allah’a yalvardığınız zaman duânız kabûl olmadı. Bu arkadaşınız beni hatırlayıp imdât isteyince; “Yâ Rabbî! Şu kulunu içinde bulunduğu belâdan kurtar.” diye Rabbime duâ ettim. Allahü teâlâ duâmı kabul ettiği için, arkadaşınız kurtuldu. Mesele bundan ibârettir.” buyurdu.
Ebü’l-Hasan-ı Harkânî şöyle anlatır:
Annelerinin hizmetini gören iki kardeş vardı. Her gece sırayla kardeşlerinden biri annenin hizmetiyle uğraşır, diğeri Allahü teâlâya ibâdet ederdi. Bir akşam, Allahü teâlâya ibâdet eden kardeş, ibâdetinden duyduğu haz sebebiyle çok memnun oldu ve kardeşine; “Annemin hizmetini bu gece de sen gör, ben yine ibâdet edeyim.” dedi. Kardeşi kabul etti. İbâdet ederken secdede uyuya kaldı. O anda rüyâsında bir ses: “Kardeşini affettik, seni de onun hâtırı için bağışladık.” deyince, genç; “Ben, Allahü teâlâya ibâdet ediyorum. Kardeşim ise anneme hizmet ediyor. Fakat beni, onun yaptığı amel yüzünden bağışlıyorsunuz.” dedi. Ses ona; “Evet, senin yaptığın ibâdetlere bizim hiç ihtiyâcımız yok. Fakat kardeşinin annene yaptığı hizmetlere, annenin ihtiyâcı vardı.” dedi.
Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretleri buyurdular ki:
Nîmetlerin en iyisi, çalışarak kazanılandır. Arkadaşların en iyisi, Allahü teâlâyı hatırlatandır. Kalplerin en nûrlusu içinde mal sevgisi olmayandır.
Şu iki kişinin çıkardıkları fitneyi, şeytan bile çıkaramaz. Dünyâ hırsına sâhib âlim ve ilimden yoksun sûfî.
Şâyet bir mümini ziyâret edersen, hâsıl olan sevâbı, kabul edilmiş yüz hac sevâbıyla değiştirmemen lâzımdır. Çünkü bir mümini ziyâret için verilen sevap, fakirlere sadaka olarak verilen yüz bin altınınkinden daha fazladır. Bir mümin kardeşinizi ziyârete gittiğinizde, Allahü teâlânın rahmetine kavuştuk diye îtikâd edin.
Bir mümin kardeşini sabahtan akşama kadar incitmeyen kimse, o gün akşama kadar Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemle yaşamış olur. Eğer bir mümin kardeşini incitirse, Allahü teâlâ onun o günkü ibâdetlerini kabul etmez.
Çok ağlayınız, az gülünüz, çok susunuz, az konuşunuz. Çok veriniz, az yiyiniz, çok uyanık olunuz, az uyuyunuz.
Ebü’l-Hasan-ı Harkânî’nin Beşâretnâme ve Esrâr-üs-Sülûk adında iki eseri vardır. Bunlardan Esrâr-üs-Sülûk Türkçeye tercüme edilmiştir.
Evliyânın büyüklerinden, hadis âlimi ve Şâzilî yolunun ilk rehberi. İsmi, Nûreddîn Ali bin Abdülcebbâr’dır. Hazret-i Hasan soyundan olup, şerîftir. Künyesi, Ebü’l-Hasan olup, Mâlikî mezhebindendir. 1196 (H.592)da Tunus’ta Şâzile kasabasında doğdu. Doğum yerine nisbetle, Şâzilî lakabı ile anıldı. Arabistan’daki Hicaz halkı gibi, buğday tenli ve uzunca boylu idi. Konuşmasındaki fesâhat ve tatlılık, açıklık ve vecizlik bakımından, kendisini Hicazlı zannederlerdi.
Doğduğu Şâzile kasabasında ilim tahsili yaptı.Önceleri kimyâ ilminde uzun çalışmalar ve araştırmalarda bulundu. Bu ilimde iyi yetişmesi için cenâb-ı Hakk’a yalvararak duâ ediyordu. Bu esnâda aldığı mânevî bir işâretle, tasavvuf yoluna bağlandı. Tasavvufta Sırrî-yi Sekâtî ve Seyyid Ahmed Rıfâî’nin (rahmetullahi aleyh) yollarından feyz aldı. İbn-i Meşîş-i Hasenî’nin hizmetinde bulundu. Yüksek derecelere kavuştu. Yıllarca ilim öğrendi. Din ilimlerinin hepsinde mütehassıs ve derin âlim oldu. Hepsinin inceliklerine ve sırlarına kavuştu.
Tefsir, hadis, fıkıh, usûl, nahiv, sarf, lügat ilimlerinde ve zamânın fen ilimlerinde bir tâne idi. İskenderiye’ye gelerek öğrendiği bilgileri açıklayıp, neşretti. Doğudan batıdan binlerce kişi gelip onun sohbetleriyle şereflendi. Devrin büyük âlimlerinden Şeyhİzzeddîn bin Abdüsselâm, ŞeyhTakıyyüddîn bin ibni Dâkik-ül-Iyd, ŞeyhZekî bin Abdülazîm Münzîrî, İbnüssalah, İbn-ül-Hâcib, Şeyh Muhyiddîn bin Sürâke, Muhyiddîn ibni Arâbî’nin talebesi el-Âlem Yâsin gibi zâtlar onun sohbetlerinde bulunan kimselerden bâzılarıdır. Kâdı’l-Kudât ŞeyhBedreddîn ibni Cemâa da onun sohbetlerinde bulundu. Evliyânın büyüklerinden olan Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî, Ebü’l-Hasan-ı Şâzilî’nin önde gelen talebelerindendir.Zamânının kutbu idi. “Her istediğim zaman, Resûlullah efendimizi baş gözümle göremezsem, kendimi O’nun ümmeti saymam” buyururdu. 1256 (H. 654)da vefât etti.
Ebü’l-Hasan-ı Şâzilî, Allahü teâlânın nihâyetsiz ihsân ve ikrâmlarına kavuşmuş, görünen ve görünmeyen bütün olgunluklara erişmişti. Çok seyâhatler yaptı.
Ebü’l-Hasan-ı Şâzilî her sene hacca giderdi. Sonuncu defa yola çıktığı sene, talebesine yanına bir kazma, bir ibrik ve bir de kâfûr almasını emretti. Talebesi bunların niçin alındığını sorunca, “Hamisre’ye varınca anlarsın.’’ buyurdu. Talebesi bilâhare şöyle anlattı: “Hamisre’ye vardık. Hocamız Ebü’l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri guslederek iki rekat namaz kıldı, secdede rûhunu teslim etti. Yanlarına aldıkları kazmayla mezâr kazılıp, ibrikle şu taşınıp mübârek cenâzesi yıkandıktan sonra kâfur konup oraya defnedildi. Vefât ettiği yerin suyu tuzlu olduğundan bir şey yetişmezdi. Oraya definlerinden sonra, vücutlarının bereketiyle o yerin suyu tatlılaştı ve münbit bir yer hâline geldi.’’
Talebelerinden Seyyid Ahmed-i Zerruk, Ebü’l-Hasan-ı Şâzilî’nin yolunu şöyle bildirmiştir: “Yolumuzun esâsı beş şeydir. 1) Gizli ve âşikâr, her hâlukârda Allahü teâlâdan korku hâlinde olmak. 2) Her hâl ve işinde ve ibâdetinde sevgili Peygamberimizin ve Eshâbının (aleyhimürrıdvân) gösterdiği doğru yola uyup, bid’atlerden, sapıklıklardan sakınmak. 3) Bollukta ve darlıkta insanlardan bir şey beklememek. 4) Aza ve çoğa râzı olmak. 5) Sevinçli veya kederli günlerde cenâb-ı Hakk’a sığınmak.’’
Ebü’l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri buyurdu ki:
İlmi arttıkça günahı artan kimse, süphesiz ki, helâk içindedir.
Allahü teâlâya hakkıyla îmân ve Resûlüne tâbi olmaktan daha büyük kerâmet yoktur.
Şu üç şey bir insanda varsa ona ilminin hiç faydası olmaz: 1) Dünyânın fâidesiz şeylerine aşırı bağlılık. 2) Âhireti hâtırdan çıkarmak. 3) Fakir olmaktan korkmak.
Allahü teâlâ, sözlerinde doğru ve işlerinde ihlâslı olana dünyâda yağmur gibi rızık verir, onu kötülükten muhâfaza eder. Ahirette de, günahlarını affeder, bağışlar. Ona yakın olur. Cennet’ine koyar ve yüksek derecelere kavuşturur. Kendi kusurlarını, ıslâh etmek istersen, insanların kusurlarını araştırma! Çünkü hüsn-i zan, îmân şûbelerinden, parçalarından olduğu gibi; insanların ayıplarını araştırmak da münâfıklıktandır.
Kıyâmet günü, yol gösteren nûr içinde haşr olunup karanlıktan korunmak istersen, Allahü teâlânın hiçbir mahlûkuna zulmetme.