EBÛ MÜSLİM HORASÂNÎ
Serdâr ve hâkim olup, Horasan’daki dînî ve siyâsî hareketin başına geçerek, Emevîleri deviren ve Abbâsîleri tahta çıkaran komutan. Soyu, nereli olduğu ve nasıl yetiştiği hakkında kesin bilgi yoktur. Sikkelerinde adı Abdurrahman bin Müslim olarak zikredilir. Bir rivâyete göre İsfehan’da 719 (H. 100) yılında doğdu. Gençliğinde at uşaklığı yapmaktayken, Kûfe eşrâfından bir aralık Horasan’a gelmiş bulunan, Icl boyundan İdris bin Ma’kil ile kardeşi Îsâ’nın hizmetine girmişti. Fırsatlardan faydalanmasını bilen bir delikanlı oluşu kendisinin yeni efendileri tarafından takdir edilmesine ve yetişmesi konusunda ihtimam gösterilmesine yol açtı. Daha o zamanlarda Hâşîmîlerin dostu olması îtibârını arttırmıştı.
İdris bin Ma’kil, Ebû Müslim’i, Abbâsî kolunun reisi olup Balka’da Humayme köyünde ikâmet etmiş bulunan Abbasoğullarından Muhammed’e hediye etmiş, o da bilâhare oğlu İbrâhim’e vermiştir. İbrâhim onu, çıkarılacak olan bir ihtilâli idâre etmek üzere 745’te Horasan’a gönderdi. İlk anda Ebû Müslim’i kabul etmek istemeyen Nakîbler, daha sonra onu kendilerine reis edindiler. Netîcede 747 yazında Horasan’da isyân patlak verdi. Yemenîler ve Benî Rabîa kabîlelerinin de bulunduğu Emevî Hânedânının bütün düşmanları Ebû Müslim’in etrâfında toplandılar. Ebû Müslim 748’de Merv’e ve sonbaharda da Nişâbur’a girdi. Emevîlerin şark umûmî vâlisi Yezîd bin Ömer bin Hubeyre’nin, Horasan’daki ihtilâli bastırmak için gönderdiği ordulara karşı mücâdele etmek üzere Ebû Müslim, Abbâsî nakîblerinden Kahtaba’yı komutan tâyin etti. Kahtaba, karşısına çıkan Emevî kuvvetlerini bozguna uğrattığı gibi, Faluca muhârebesinde bizzat Yezîd’i mağlûb etti. Böylece şarkta, garpta Emevîler kesin mağlub edildiler. Böylece Emevîler yıkılarak Abbâsî hilâfeti kuruldu.
Ebû Müslim daha sonra 754 senesinde hacca gitti. Dönüşünde Halîfe Ebü’l-Abbâs’ın vefât ettiğini ve yerine Ebû Câfer Mansûr’un halîfe îlân edildiğini öğrenince yeni halîfeye bîat ederek onunla birlikte Kûfe’ye döndü. Bu sırada halîfenin Şam vâlisi Abdullah bin Ali’nin kendini halîfe îlân edip, ordusuyla Irak’a yürümeye hazırlandığı haberi geldi. Bunun üzerine halîfe, Horasan ve Irak ordularını Ebû Müslim’in emrine vererek ona karşı gönderdi. Nusaybin civârında beş ay süren çarpışmalardan sonra gâlip gelen Ebû Müslim, Abdullah’ın bütün hazînesini ele geçirdi. Ebû Müslim’in bu hazîneyi halîfeye göndermemesi ve tâyin edildiği Şam vâliliğini kabul etmeyip, onun müsâdesi olmadan Horasan’a gitmek istemesi, halîfeyi endişelendirdi. Nihâyet halîfe Mansûr tarafından hîle ve yalan vâdlerle Irak’a çağrıldı ve 13 Şubat 755 (H.24 Şâban 137) yılında katledildi.
Ebû Müslim’in katli, bilhassa onun ulûhiyetine inanan İran Mecûsîleri arasında pek fenâ akisler uyandırmış ve ayaklanma çıkmıştı. Sonraları zuhûr eden Ehl-i sünnet dışı fırkalar, Bâbekiler ile Hurremîler ve Bâtınîler (İsmâilîler) kendi îtikatlarının menşei ve tarîkatlerinin kurucusu olarak Ebû Müslim’i göstermişlerdi. Ayrıca Şiîliğin az-çok yayıldığı bölgeler ahâlisi arasında da büyük kahraman olarak tanınmış ve onun adına aslı olmayan romanlar ve destanlar yazılmıştır.
Abbâsî Hânedânının kuruluşuna vesîle olan Ebû Müslim, kendi şahsî düşmanlarına olduğu kadar, Abbâsîlerin düşmanlarına karşı da şiddetli hareket etmekten geri durmamıştır. Târihler kendisini çok soğuk kanlı, ketûm, hasûd ve kindâr, aynı zamanda insâfsız ve merhâmetsiz bir kişi olarak zikretmişlerdir. Aslında Ebû Müslim Horasânî yaptığı işlerin netîcesini göremediği gibi, cehâletiyle pekçok Müslüman kanının dökülmesine de sebeb olmuştur.
Hadis, tasavvuf ve târih âlimi. İsmi, Ahmed bin Abdullah olup, künyesi Ebû Nu’aym’dır. İsfehânî nisbesiyle (diye de) bilinir. Hâfız-ı İsfehânî ismiyle de meşhurdur. 947 (H. 336)de İsfehan’da doğdu ve 1038 (H. 430)de orada vefât etti.
Tasavvuf büyüklerinden Şeyh Muhammed bin Yûsuf-i Benâ’nın torunu olan Ebû Nu’aym İsfehânî, küçük yaşta Şam, Bağdat, Vâsıt, Nişâpur, Basra, Kufe gibi ilim merkezlerini dolaştı. Câfer Huldî, Abdullah bin Ömer bin Şevzeb, Esâm, Ebû Bekr-i Acurrî ve Hattâbî gibi zamânının âlimlerinden hadis, fıkıh, tasavvuf ve târih ilimlerini tahsil etti. Bilhassa hadis tahsili için çok yerleri gezdi ve birçok âlimden okuyup, icâzet (diploma) aldı. Şâfiî fıkhında yüksek dereceye ulaşıp, fıkıh ve tasavvuf bilgilerini kendinde topladı. En büyük gıdâsı ders vermek ve eser yazmak olan Ebû Nu’aym İsfehânî, ilim öğretip, pekçok âlim yetiştirdi. Kuşyâ bin Leyâlîrûz el-Cîlî, Ebû Sa’îd Malînî, Ebû Bekr bin Ebî Zekvânî, Hâfız Ebû Bekr el-Hatîb gibi âlimler ileri gelen talebeleri arasında yer aldı. Pekçok kıymetli eser yazarak insanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını bildirdi.
Eserleri:
1) Hilyet-ül-Evliyâ: Bu eserde; Hulefâ-i Râşidîn ile aşere-i mübeşşerenin, sahâbe-i kirâmın, tâbiînin, ve tebe-i tâbiînin hayatlarına yer vermiş ve zamânına kadar yaşayan meşhur âlimlerle evliyâullahın hayâtı, eserleri ve menkıbelerini anlatmıştır. Oldukça geniş ve kıymetli olan bu eseri, Ebü’l-Ferec İbn-ül-Cevzî Sıfat-üs-Safve adıyla kısaltmıştır. Hilyet-ül-Evliyâ’da; hâl tercümesi verilen zâtların rivâyetlerine de yer verilmiştir. Bu bakımdan hadis ilminde büyük ehemmiyet kazanmıştır. Eser Beyrut’ta ve Berlin’de basılmıştır. 2) Delâil-il-ün-Nübüvve: Hindistan’da basılmıştır. 3) Meârif-üs-Sahâbe, 4) El-Müstahrec-alel-Buhârî, 5) El-Müstahrec alel-Müslim, 6) Târih-i İsfehân, 7) Fedâil-üs-Sahâbe.
İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî hazretlerinin torunlarından ve mîlâdî 18-19. asırlarda yetişen âlim ve velîlerin büyüklerinden. Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin önde gelen talebelerindendi. 1781 (H.1196)de Zilkâde ayının ikinci günü Rampur’da doğdu. 1834 (H. 1250) senesinde Delhi’de vefât etti.
Şâh Ebû Saîd daha çocukken, çocukların çok düşkün oldukları oyun ve eğlencelerle hiç meşgul olmamıştı. On bir yaşında Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Tecvidi öğrendi. Kur’ân-ı kerîmi okuması o kadar mükemmeldi ki, dinleyenler hayrette kalıp âşık oluyorlardı.
Çoğu ilimleri Müfti Şerefeddîn’den ve diğer bâzı ilimleri de Mevlânâ Refiüddîn’den okumuştu. Hadis ilmindeki icâzeti (diplomayı) Abdullah-ı Dehlevî’den ve Mevlânâ Sirâc Ahmed bin Şeyh Abdülazîz bin Veliyullah Dehlevî’den aldı. On dokuz yaşında ilim tahsilini tamamladı. Din ilimleriyle zamânın fen ilimlerinde tam bir üstat oldu. Tasavvufu, büyüklerin yolunu babasından almıştı. Sonra Şeyh Dergâhî’nin derslerine kavuştu. Tam on iki sene bu mübârek zâtın hizmet ve derslerinde bulundu. Şeyh Dergâhî hazretlerinden çok istifâde edip, icâzet (diploma) aldı. 1810 senesinde, Muharrem ayının yedinci günü Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin sohbetine kavuştu. Fevkalâde izzet ve ikrâm gördü. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri, kendilerine talebe yetiştirmelerini söyleyince; “Efendim ben buraya bunun için değil, belki istifâde etmek için geldim.” cevâbını verdi. Bunun üzerine daha ziyâde iltifat ve teveccühe mazhar oldu. Birkaç ay sohbetlerinde bulunduktan sonra, Müceddidiyye, Çeştiyye, Kâdiriyye yollarından mezun oldu. Hocaları, bâzı talebelerini yetiştirmesi için ona gönderdi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî ve Seyyid İsmâil Medenî gibi âlim zâtlar, ondan istifâde ettiler.
Mevlânâ Şah Ebû Saîd-i Fârûkî hazretleri tam on beş sene de Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin sohbetleriyle şereflendi. Vefâtlarından sonra hocasının yerine geçerek talebe yetiştirmeye başladı. Hak âşıklarının, susamışların kalplerini Allahü teâlânın mârifetiyle doldurdu. Bütün ecdâdı gibi İslâm dînini yaymaya çalıştı. Bâzı talebelerinin ricâsı üzerine Farsça yazdığı Hidâyetü’t-Tâlibîn kitâbı pek kıymetlidir. Ebû Saîd-i Fârûkî hazretleri, tam büyüklerin yaşayış ve ahlâkı ile ahlâklanmıştı.
1833 senesinde hac farîzasını edâ etmek için Haremeyn’e (Mekke ve Medîne) doğru yola çıkmışlardı. Hicâz topraklarına girdikleri sırada, mübârek hocasının talebelerinden Muhammed Cân-ı Bâcurî tarafından Cidde’de karşılandı. Ebû Saîd hazretleri hacdan sonra birkaç ay daha kaldı. Sonra, sıtma ve ishal hastalıklarına tutuldu. Ancak mahlûkâtın efendisini ziyâret maksadıyla mevlid gecesinde, Medîne-i münevvereye geldiler. Ravza-i mutahherayı ziyâretleri esnâsında, Resûlullah efendimizin mânevî ihsânlarına kavuştular. Çok istifâde ettiler. Sonra memleketine doğru yola çıktı. Hindistan şehirlerinden Leveng şehrine geldiklerinde hastalıkları arttı. Ölüm halleri görülmeye başladı. Kendileri ile berâber olan ortanca oğlu Abdülganî’ye İslâmiyete uymayı ve dünyâya düşkünlükten sakınmayı vasiyet etti. Sonra “Yâsîn” sûre-i şerîfesini okumasını emretti. Üç defâ okuduktan sonra kelime-i şehâdet getirerek rûhunu teslim etti (1834). Hocası Abdullah-ı Dehlevî’nin kabr-i şerîfleri yanına defnedildi.
Şah Ebû Saîd hazretlerinin üç oğlu vardı. Birincisi Ahmed Saîd’dir. İkincisi, Abdülgânî Müceddidî, üçüncüsü de Abdülmuğnî’dir.
Şah Ebû Saîd-i Fârûkî buyurdu ki: “Allahü teâlânın sonsuz ihsânı kullarından birine eriştiği zaman, o kulunu kendi dostlarından birinin hizmetine ulaştırır. O da ona nefsinin isteklerine uymamak ve ona ağır gelen şeyleri yapmayı, yâni İslâmiyete uymayı emir buyurur. Böylece onun bâtınını, yâni içini, kalbini ve nefsini temizler. Bu zamanda talebenin hizmetleri kusurlu ve dağınık olduğu için, bu yolun büyükleri önce talebeye zikretmeyi, yâni Allahü teâlâyı kalbi ile anmayı emrederler. Amel ve ibâdetlerde ve her işte orta yolda olmayı emredip, nice kırk günlük çilelere bedel olan teveccühlerini dâimâ talebeleri üzerinde bulundururlar. Talebelerine, Ehl-i sünnet îtikâdına göre inanmayı, sünnet-i seniyyeye uymayı, bütün bid’atlerden sakınmayı emrederler. Mümkün oldukça azîmetle amel edip, ruhsatlara kapılmamalarını tenbih ederler.”
Eshâb-ı kirâmdan. İsmi Sa’d, nesebi Sa’d bin Mâlik bin Sinân bin Ubeyd bin Sa’lebe bin Cebr bin Avf bin Hâris bin Hazrec’dir. Babası da sahâbeden olup, Uhud Gazâsında şehid oldu.
Hicret’ten on sene önce doğdu. Peygamber efendimiz Medîne’ye hicret edince, annesi hazret-i Enîse ve babası hazret-i Mâlik bin Sinan Müslüman oldular. Ebû Saîd-i Hudrî radıyallahü anh, Müslüman anne ve babanın evlâdı olarak büyüdü. Bu sebeple İslâmiyeti çocukluğundan îtibâren kabul etmiş, İslâm terbiyesiyle yetişmişti.
Ebû Saîd-i Hudrî, Resûl-i ekrem efendimizin hicretinden sonra yapılan Medîne’deki Mescid-i Nebevî’nin inşâsında çalışmıştı. Yaşı küçük olması sebebiyle Bedr ve Uhud savaşına katılamadı.
Benî Mustalak ve Hendek savaşlarına katılan ve büyük kahramanlıklar gösteren Ebû Sa’îd-i Hudrî, bunlardan başka Hudeybiye, Hayber, Mekke, Huneyn, Tebük gazâlarına da iştirâk etti. Peygamberimizle birlikte on iki gazâya katılmakla şereflendiği bildirilmiştir.
Bir rivâyete göre, Ebû Saîd-i Hudrî, İstanbul’un fethi için gelen asker arasındaydı. Düşmanlarla çarpışırken Edirnekapı civârında şehid oldu. Kabrini, Fâtih Sultan Mehmed Hanın hocası Akşemseddîn hazretleri keşfetti. Kabri, eskiden kilise olup, câmiye çevrilen Kâriye Câmiinin bahçesindedir. Bir rivâyete göre de 693 (H.74) senesinde bir Cumâ günü vefât etti. Medîne’de Bakî Kabristanına defnedildi.
Ebû Saîd-i Hudrî, çok cesûr, cefâkâr, fedâkâr ve sabırlı bir zâttı. Temiz ve sâde bir yaşayışı vardı. Muhtâc olanlara yardım eder, onları evine alıp terbiye ederdi. Hadîs-i şerîf ve fıkıh ilimlerinde çok üstün derecelere sâhipti. Bin yüz yetmiş adet hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Ders verirken çevresinde büyük kalabalık hâsıl olur, sorulan bütün suâllere cevap verirdi.
Ebû Saîd-i Hudrî’nin Peygamber efendimizden işiterek rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzıları şunlardır:
Eshâbıma dil uzatmayınız. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, sizden biriniz, Uhud Dağı kadar altın sadaka verse, Eshâbımdan birinin bir müd (875 gr), hattâ yarım müd sadakasına yetişemez.
Allah için tevâzu edeni Allahü teâlâ yükseltir. Kibir edeni de alçaltır. Allah’ı çok zikredeni Allahü teâlâ sever.
Mezar, ya Cennet bahçelerinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından bir çukurdur.
Yatağına girdiğinde üç kere Estağfirullah el-azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüvel-hayye’l-kayyûm ve etûbü ileyh diyen kimsenin günâhları deniz köpükleri veya Temîm diyârının kumları veya ağaç yapraklarının sayısı veya dünyânın günleri kadar çok olsa da Allahü teâlâ onun günâhlarını bağışlar.
İki huy vardır ki, bir mü’minde bulunmazlar: Biri cimrilik, diğeri kötü ahlâktır.
Müslüman astronomi âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Veycen bin Rüstem el-Kûhî olup, künyesi Ebû Sehl’dir. Hazar Denizinin güneyindeki Taberistan’ın dağ köylerinden olan Kuh’ta doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1014 (H.405) senesinde vefât etti.
Kûhî, astronomide kullanılan rasad âletlerini îmâl etmekle ve çok hassas astronomik hesaplamalar ortaya koymakla meşhur oldu. Eski Yunanlıların astronomiye âit bâzı faraziyelerini ilmî tenkide tâbi tutarak, yanıldıkları noktaları ortaya çıkardı. Meselelerin gerçek çözümünü sağladı. Büveyhîlerden Şerefüddevle ve Adudüddevle zamânında Bağdat’ta rasatlar yaptı. Bu rasatlarında bizzat kendi yaptığı âletleri kullandı. Astronomik gözlemlerinde, o zaman bilinen yedi gezegenin incelenmesine ağırlık verdi. Bunların hareketlerinin sınır ve prensiplerini tesbite çalıştı. Gün dönümü hakkında gerçek bir yorum getirdi.
Ebû Sehl Kûhî, astronomik rasatları ile ilgili ulaştığı netîceleri, bir âlimler topluluğu huzûrunda ilim âlemine takdim etti. Kûhî, Bağdat’ta, 12,5 metre yarıçapında, küre şeklinde olan özel bir binâ inşâ ettirdi. Bu kürenin ortasında küçük bir delik vardı. Bu delikten giren güneş ışıklarının günlük yolu tâkip edilirdi. Kûhî, Batlemyus’un (Ptolemy’nin) Almagest’ini, Euclides’in Elements’ini ve Usül’ünü, Arşimet’in Lemma ve diğer eserleri ile Apollonius’un Section’larını, Galen (Calinos) ve Aristo’nun bâzı eserlerini tedkik ederek, ilimde yeni merhalelere ulaştı. Ayrıca zamânında yaşamış İbrâhim bin Sinân, Ebû Sa’d el-Âlâ bin Sehl ve Sâbit bin Kurrâ’nın eserlerini de inceleyerek, bunlardaki bilgilerin esaslarını tam anlamıyla öğrendi.
Kûhî aynı zamanda, devrinin önde gelen cebir âlimlerinden sayılıyordu. Arşimet prensipleri üzerinde çalıştı ve derin tetkiklerde bulundu. Muhtelif ağırlıkların ölçümünü inceledi. Basınç ve ağırlık merkezi tâyinlerini ilk defâ ele aldı. Bu konu, daha sonraki asırlarda, Barycentris Theorems adıyla ele alınıp, geliştirildi. Kûhî, çağdaşlarından olan Ebû İshâk es-Sâbiî ile ilmî mektuplaşmalarında özellikle, “Basınç ve ağırlık merkezlerinin hesaplanması” konusunu ele aldı. Bu mektuplardan biri Ayasofya Kütüphânesi, 4832 numarada kayıtlıdır.
Ebû Sehl Kûhî, basınç ve ağırlık merkezlerinin hesaplanmasında, geometrik metodları kullandı. Eserlerinde bu îzâh ve ispatlamalara girişmeden önce, bu gibi ilmî çalışmaların, cenâb-ı Hakk’ın yarattığı eşsiz sistem ve nizâmı biraz da olsa, anlamaya yaradığını ifâde ederek, şöyle demektedir: “Bütün bu araştırmalar; Allahü teâlânın, kâniâtı yaratıp, kurduğu nizam ve sistemin, aklı ve anlayışları hayrette bıraktığını göstermektedir.”
Kûhî, basınç ve ağırlık merkezlerinin hesaplanması hakkında eski Yunanlıların çalışmalarının gülünç denilecek kadar basit ve ilmî olmaktan uzak olduğunu belirterek, kendi orijinal metod ve keşiflerini çok net bir delillendirme ile isbât etti. Bu konuda ortaya koyduğu nazariyeler o güne kadar bilinmiyordu. Matematikte, analiz ve terkib (sentez) terimlerini ilk defâ kullanan ve uygulayan âlim yine odur. Böylece Kûhî, matematik analiz metodunun ilk kurucusu oldu. Fen ve tabîat ilimlerinde, yâni tecrübî ilimlerde nihâî hakîkate matematik metodlarıyla ulaşılabileceğine inanıyordu. Onun bu ileri seviyedeki anlayışı, yüzyıllar sonra Newton ve diğer bilim adamları tarafından benimsendi.
Gayretli bir ilim adamı olan Kûhî, aynı zamanda devrinin önde gelen bir ilim teşvikçisiydi. Onun çalışma ve gayretleri ünlü iki Müslüman astronomu Ebü’l-Vefâ Buzcânî ve Ebû Hâmid Sağanî’yi gayrete getirmiş, onları ilmî çalışmalara teşvik etmiştir. Böylece Kûhî, o devirde fevkalâde yüksek seviyede bir ilmî atmosferle akademik çalışmaların teşekkülüne yol açmıştır.
Ebû Sehl’in basınç ve ağırlık merkezi konusu üzerindeki çalışmaları, ondan asırlar sonra 19. yüzyılda, A.F.Mâbius tarafından ele alınmıştır. Bütün bunlar, İslâm âlimlerinin, asırlar önce, değerli birer ilim hazînesi olan pekçok eser ortaya koyduklarını göstermektedir.
Zamânın geometri üstâdı diye değerlendirilen Kûhî’nin yaptığı çalışmalar hakkında araştırmalar devâm etmektedir.
Eserleri:
1) Es-Sâire fil-Emtâr alâ Temâd-il E’sâr, 2) Kitâbu Merâkiz-il-Ekr, 3) Kitâb-ul-Usûl alâ Tahrikât-ı Oklîdes, 4) Kitâb-ül-Berkân-it-Tâm, 5) Kitâbu Merâkiz-ud-Devâir alel Hutût min Tarîk-it-Tahlîl Dûn-et-Terkîb, 6) Kitâbu San’at-il-Usturlâb bil-Berâhîn, 7) Kitâbu Ihrâc-il-Hatteyn alâ Nisbetin, 8) Kitâb-ud-Devâir-il-Mütemâsse min Tarîk-it-Tahlîl, 9) Kitâb-uz-Ziyâdât alâ Arşimedes fil-Makâlet-is-Sâniye, 10) Kitâbu İstihrâcı Dil-il-Misbâ’ fid-Dâire, 11) Kitâb-ül-Murâselât Beynel Kûhî ves-Sâbî, 12) Risâletün fî Amel-i Muhammesin: Eserde muayyen bir kare içinde, eşkenar bir beşgenin nasıl tesis edilebileceği incelenmektedir. Kûhî bu eserini Büveyhî hükümdârı Şerefüddevle adına telif etmiştir. Eser, S.P.Hogendijk tarafından tahkik edilip, İngilizceye tercüme edilmiştir.
Kûhî, bu risâlesinde şunu isbâtlamaktadır: Bilindiği gibi, belli bir kare içinde, eşkenar bir beşgenin çizilmesi pergel veya diğer geometrik âletlerle mümkün olmamaktadır. Kûhî, bu eşkenar beşgenin iki katı zâid (Hiperbol), kullanmak sûretiyle orijinal bir metodla nasıl çizileceğini îzâh etmiştir. Onun bu buluşu, ortaçağ bilim adamlarının hiç birinde görülmemiştir.
Mısır’da, Nil’in sol yakasında, birinci, ikinci Çağlayanlar arasında kalan tapınakların yeri.
Eski Mısır hükümdarlarına Firavun denirdi. Yirmi altı Firavun sülâlesi vardır. Her sülâlede çeşitli Firavunlar asırlarca hükümdârlık etti. Çoğu, insanları kendisine taptırdı. Bu Firavunlardan İkinci Ramses, M.Ö. 13. yüzyılda iki büyük tapınağını Nil Nehrinin kenarında bulunan kumtaşı yamaçlarını oyarak yaptırmıştır. Bunun dışında 10 metreye yakın yükseklikte, Ramses ile kraliçenin heykelleri vardır. Heykeller arasındaki kapı, kaya içine oyulmuş, 60 metrelik bir avluya açılmaktadır. Duvarları çok büyük bir film şeridi gibi Firavun devri olaylarını canlandıran resimlerle süslüdür. M.Ö. 590 yıllarında, bâzı Yunan ve Finikeli askerler, isimlerini bu koca yapılara kazımışlardı. Bu yazılar alfabe hakkında fikir verdiği gibi, Mısır ordusunda yabancıların paralı olarak çalıştığını da göstermektedir.
Bu tapınaklar kumlarla kaplanmıştı. İsviçreli J.L. Burckhard, 1812 yılında, bunları buldu. 1910’da kumlardan temizletildi. Son zamanlarda inşâ edilen Assuan (Aswan) Barajı Gölleri içinde kalacağından sular dolmadan büyük bloklar hâlinde kesilerek daha yüksek bir yere götürüldü. Unesco’nun önderliğinde sağlanan yardımla tekrar inşâ edilerek 1971 yılında bitirildi.
Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ve Resûlullah efendimizin kayınpederi. İsmi, Sahr bin Harb’dır. Annesinin adı Safiyye’dir. Künyesi Ebû Süfyân ve Ebû Hanzala’dır. Hazret-i Muâviye’nin ve Peygamber efendimizin mübârek zevceleri olan Ümm-i Habîbe’nin (radıyallahü anhâ) babasıdır. Dedesi, Ümeyye bin Abd-i Şems bin Abd-i Menâf’tır. 565 (H.Ö. 58) senesinde Mekke’de doğdu. 651 (H. 31) senesinde Medîne’de vefât etti.
Müslüman olmadan önce, Resûlullah efendimizin büyük düşmanıydı. Uhud ve Hendek muhârebelerinde Müslümanlara karşı müşriklerin başkumandanlığını yaptı. Hudeybiye Sulhnâmesi’ni yenilemek üzere Medîne’ye gitti.
Ebû Süfyân, Resûlullah efendimizin huzûruna varıp sulhu yenilemesini arz edince, sevgili Peygamberimiz reddettiler. Ebû Süfyân üzüntü ve pişmanlık içinde geri döndü. Mekkeli müşrikler bu işi başaramadığı için onu çok kınadılar.
Peygamber efendimiz, 629 senesinde Mekke’yi fethetmek üzere 12.000 kişilik ordusu ile Medîne’den hareket etti. On günde Mekke’nin Merruzzahrân bölgesine geldiler. Ebû Süfyân, yanına birini alarak keşf için yola çıktı. Yolda yanlarına bir arkadaş daha katıldı.
Peygamber efendimiz, Ebû Süfyân’ın İslâm ordusu tarafına gelmekte olduğunu haber verdi. Hazret-i Abbâs yanlarına giderek onları tanıdı ve İslâm ordugâhına götürdü. Ebû Süfyân ve yanındakiler, korku ile mücâhitlerin arasından geçerek sevgili Peygamberimizin huzûr-i şerîflerine geldiler. Kâinâtın Sultânı, onları güzel karşıladı. Mekkeliler hakkında bilgi aldı. Geç vakitlere kadar konuştuktan sonra, onları İslâma dâvet eyledi. Ebû Süfyân’ın arkadaşları Hâkim bin Hizâm ile Büdeyl, derhal kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldular. Fakat Ebû Süfyân’ın tereddüdü devâm ediyordu. Sabah olunca, merhamet deryâsı sevgili Peygamberimiz: “Ey Ebû Süfyân! Yazıklar olsun sana! Allahü teâlâdan başka ilâh bulunmadığını öğrenme zamânı hâlâ gelmedi mi?” buyurdu. O da; “Anam-babam sana fedâ olsun! Yumuşak huylulukta ve şereflilikte ve akrabâ hakkını gözetmekte üstüne yoktur. Sana ettiğimiz bu kadar cefâdan sonra, sen, hâlâ bizi hidâyet yoluna dâvet ediyorsun. Ne kadar merhâmetlisin. Allah’tan başka ilâh olmadığına inandım. Sen de Allah’ın Resûlüsün.” diyerek Eshâb-ı kirâmdan olmakla şereflendi.
Ebû Süfyân radıyallahü anh, Mekke’ye gelip, kendisini merakla bekleyen müşriklere Müslüman olduğunu açıkladıktan sonra; “Ey Kureyş cemâati! Muhammed aleyhisselâm, karşısında dayanamayacağınız kadar büyük bir ordu ile yanıbaşınıza gelmiş bulunuyor. Boş yere kendi kendinizi aldatmayınız. Müslüman olunuz ki, kurtulasınız! Ben sizin görmediklerinizi gördüm! Sayısız bahâdırlar, atlar ve silâhlar gördüm. Onlara kimse karşı koyamaz. Kim, Ebû Süfyân’ın evine girerse, ona emân verilmiş öldürülmekten kurtulmuştur. Kim Beytullah’a sığınırsa ona emân verilmiştir. Kim evine girip kapısını kapatırsa, ona da emân verilmiştir!” dedi. Bunun üzerine müşriklerin azılılarından bâzıları, Ebû Süfyân hazretlerine karşı çıkarak hakâret ettiler. Hattâ, İslâm ordusuna karşı çıkmak için, acele hazırlığa başladılar. Fakat bunların sayıları çok azdı. Diğerleri, bunlara iltifât etmeyip evlerine koştular. Bir kısmı da Mescid-i Haram’a sığındı.
O gün fazla kan dökülmeden Mekke fethedildi. Bunda Ebû Süfyân’ın pek büyük hizmeti oldu. Hanımı Hind de radıyallahü anhâ Müslüman oldu.
Mekke’nin fethinden hemen sonra yapılan Huneyn Gazâsına katılan hazret-i Ebû Süfyân, kahramanca çarpıştı. Tâif Muhârebesinde bir gözünü kaybetti.
Resûl-i ekrem efendimiz, daha sonra onu Necrân’a vâli gönderdi. Hazret-i Ömer zamânına kadar orada vâlilik yapan Ebû Süfyân, halîfeden izin alarak Suriye’deki gazâlara katıldı. Yaptığı ateşli konuşmalarla askerleri harbe teşvik ederdi. 636’da Yermük Muhârebesine katıldı, diğer gözünü de orada kaybetti.
651 (H.31) senesinde Medîne-i münevverede vefât etti. Cennet-ül-Bakî Kabristanına defnedildi.
Ebû Süfyân radıyallahü anh, pek fazla hadîs-i şerîf rivâyet etmemiştir. Bir gün Peygamber efendimize ihlâstan sordu. Peygamber efendimiz; “Rabbim Allah’tır, dedikten sonra, emrolunduğun gibi dosdoğru olmandır.” buyurdu.
Eshâb-ı kirâmdan. Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) amcasıoğlu ve süt kardeşi. Babası Hâris, Abdülmuttalib’in en büyük oğluydu. Abdülmuttalib ile berâber Zemzem Kuyusunu kazıp temizlemişlerdi. Vâlidesi Gazne, süt annesi ise, Resûlullah efendimizin süt annesi Halîme Hâtundu. Mugîre’den başka Nevfel, Rebîa ve Abdullah adlarında üç kardeşi daha vardı. Hanımı Cemâne’den, Câfer ve Abdullah isimlerinde iki oğlu olmuştu. Her ikisi de Resûlulllah efendimizin sohbeti ile şereflenerek Eshâb-ı kirâmdan olmak saâdetine kavuşmuşlardı.
Ebû Süfyân hazretleri, bi’setten (peygamberlik bildirilmeden) önce, Peygamberimizi pek severlerdi. Resûlullah efendimiz peygamber olduklarını bildirince önce çok düşman olmuştu. Mekke-i mükerreme fethedilirken Müslüman oldu. Önceden yaptıklarına utandığından, Resûlullah’ın yanında başını eğer, mübârek yüzüne bakamazdı. Ebû Süfyân hazretleri, Resûlulah’ın Mekke’yi fethetmek için 12.000 mücâhid askerle Medîne’den yola çıktığını duyunca Abdullah bin Ebû Ümeyye ile berâber, Peygamberimizi karşılamak üzere yola çıktı. Seniyyet-ül-İkâb denilen yerde, Eshâb-ı kirâmla karşılaştılar. Resûlullah ile görüştürmesi için mübârek hanımlarından ve Abdullah bin Ebî Ümeyye’nin kardeşi Ümmü Seleme’ye başvurdular. Ümmü Seleme hazretleri, Resûlullah’a durumu arz ettiğinde, Resûlullah efendimiz; “Onların bana ihtiyâcı yok.” buyurmuşlardı. Ebû Süfyân bunu duyunca çok üzüldü. Sonra; “Eğer Resûlullah beni huzûruna kabul buyurmazsa, küçük oğlumun elinden tutup dağlara gideriz. Her ikimiz açlık ve susuzluktan helâk oluruz.” demişti. Resûlullah efendimiz bunu duyunca, onlara şefkat ve merhamet gösterdi. Onlara İslâm dînini anlattı. Ebû Süfyân hazretleri özürlerini arz eyledi. Affa mazhar oldu. Müslüman oldu. Bir rivâyete göre, Ebû Süfyân Mekke-i mükerremenin fethinde bulunmuştur. Huneyn Muhârebesinde gösterdiği fevkalâde kahramanlığı dolayısıyla Resûlullah’ın iltifatlarına mazhar oldu. Düşmana kılıç sallarken, Resûlullah’ın mübârek ayağını öper af dilerdi.
Hicrî yirminci senede (M.644) hacdan dönerken vefât etti. Namazını hazret-i Ömer kıldırdı. Medîne’deki Bakî Kabristanına defnedildi. Hadîs-i şerîfte; “Ebû Süfyân Cennet yiğitlerindendir.” buyrularak, Resûlullah’ın medhine mazhar oldu. Simâsı Resûlullah’a benzeyen yedi kişiden biri de bu idi.
Sekiz ve dokuzuncu yüzyıllarda yetişmiş büyük İslâm âlimi. İsmi, Mûsâ bin Süleymân, künyesi, Ebû Süleymân’dır. Cürcânî nisbesiyle (ismiyle, diye de) meşhurdur. Belh yakınlarındaki Cürcan’dandır. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. 816 (H.201) senesinde Bağdat’ta vefât etti.
İlim tahsili için Cürcan’dan Bağdat’a giden Ebû Süleymân Cürcânî, Abdullah bin Mübârek, İmâm-ı Ebû Yûsuf, İmâm-ı Muhammed Şeybânî ve daha birçok âlimden ilim öğrenip, hadîs-i şerîf rivâyet etti. Hanefî mezhebi fıkıh bilgilerini ve müctehidlerin değişik ictihatlarını ezberledi. Kitaplar yazarak ve talebelerine bu bilgileri anlatarak daha sonraki nesillere aktardı. Fıkıh ilminde mütehassıs talebeler yetiştirdi. Abdullah bin Hasan Hâşimî, Ahmed bin Muhammed bin Îsâ el-Bertî, Beşir bin Mûsâ el-Esedî, Ebû Bekr Ahmed bin İshâk Cürcânî ve daha birçok âlim ondan ilim öğrenip rivâyette bulundu. Ehl-i sünnetin îtikatta iki imâmından biri olan İmâm-ı Mâturîdî onun talebelerinden Ebû Bekr Cürcânî’nin talebesidir. Abbâsî halîfelerinden Me’mûn onun kâdı olmasını istediyse de takvâ ve tevâzuu sebebiyle kabul etmedi. 816 (H.201) senesinde Bağdat’ta vefât etti.
Eserleri:
Ebû Süleymân Cürcânî, hocalarından öğrendiği bilgileri bir taraftan talebelerine anlatırken, diğer taraftan kıymetli kitaplar yazdı. Bu eserlerinin en meşhurları arasında Siyer-i Sagîr, Salât, Rehin, Nevâdir-ül-Fetavâ adlı kitapları sayılabilir.
Resûl-i ekrem efendimizin amcası ve hazret-i Ali’nin babası. Peygamber efendimiz, sekiz yaşındayken dedesi Abdülmuttalib vefât edince, Ebû Tâlib’in yanında kaldı. Hicretten üç yıl önce, seksen yaşını geçmiş olarak vefât etti.
Peygamber efendimizin dedesi Abdülmuttalib, henüz sekiz yaşındaki yetim olan Peygamber efendimizi himâye etmesi için oğlu Ebû Tâlib’e vasiyette bulundu. Peygamber efendimiz, dedesinin vefâtından sonra amcası Ebû Tâlib’in yanında kaldı. Mekke’de Kureyş’in ileri gelenlerinden olan Ebû Tâlib, Peygamber efendimize büyük bir sevgi ve şefkat gösterdi. O’nu kendi çocuklarından çok sever, yanına almadan uyumaz, bir yere gitmez ve O, elini uzatmadan yemeğe başlamaz, önce O’nun başlamasını isterdi. Bâzan da O’na ayrı sofra kurdururdu.
Sevgili Peygamberimiz on iki yaşlarındayken, Ebû Tâlib, Şam’a yapacağı bir ticâret seferine O’nu da götürdü. Ancak Busra yakınlarındaki bir manastırın râhibi olan Bahîra, Resûlullah efendimizin peygamberlik alâmetlerini görerek, Ebû Tâlib’e O’nu daha ileri götürmemesini söyledi. Ebû Tâlib de mallarını orada satarak geri döndü.
Ebû Tâlib, ömrü boyunca, Peygamber efendimizi yanından hiç ayırmadı. O’nu ölünceye kadar korudu. Sevgili Peygamberimiz hazret-i Hadîce ile evlenmesinde mühim hizmetleri oldu.
Peygamber efendimiz insanları İslâm dînine dâvet etmeye başladığı zaman, başta amcası Ebû Leheb olmak üzere bâzı akrabâları O’na karşı çıktıkları hâlde, amcası Ebû Tâlib kabul etmemesine rağmen karşı çıkmadı. Hattâ her türlü sıkıntılarında O’na yardımcı oldu. Resûlullah efendimizi müşriklere karşı himâyede bulundu. Müşriklerin her türlü öldürme tehditlerine karşı koydu. Muhâsara (ambargo) edildikleri üç sene zarfında Müslümanlara yardım etti. Muhâsaranın kaldırılmasında mühim rol oynadı. Muhâsaradan sonra Ebû Tâlib hastalandı ve gün geçtikçe hastalığı fazlalaştı. Bu hastalığı sırasında müşriklerin (inanmayanların) ileri gelenleri toplanarak Ebû Tâlib’e gittiler ve dediler ki: “Senin büyüklüğüne inanıyor, üstünlüğünü kabul ediyoruz. Bu sebeple sana, aslâ muhâlefet etmedik. Korkarız ki, sen öldükten sonra, Muhammed bizimle uğraşır, husûmet aramızda devâm eder. Bizi barıştır da birbirimizin dînine taarruz etmeyelim.” Ebû Tâlib, Peygamber efendimizi çağırtıp; “Kureyş’in bütün ileri gelenleri senden onların dînine karışmamanı ricâ ediyorlar. Bunu kabul edersen, senin emrinde çalışırlar ve sana yardımcı olurlar.” dedi.
Âlemlerin efendisi buyurdu ki: “Ey Amca! Ben onları, ancak bir kelimeye dâvet etmek istiyorum ki, o kelime ile bütün Araplar, onlara boyun eğerler. Arab olmayanlar da cizye öderler.” buyurdu. Kureyş eşrâfına da; “Evet! Siz bana bir kelime söyleyiverseniz, onunla bütün Araplara hâkim olursunuz, Arap olmayanlar da size boyun eğerler.” buyurdu.
Ebû Cehl; “Olur. Onu on misli olarak söyleriz. Ne imiş o kelime?” dedi. Resûlullah efendimiz; “Lâ ilâhe illallah” derseniz ve Allahü teâlâdan başka tapmakta olduğunuz putları da kaldırıp atarsanız.” buyurunca, müşrikler hemen; “Sen bizden, bundan başka bir şey iste!..” dediler. Peygamber efendimiz; “Siz, güneşi getirip ellerime koyacak olsanız, ben sizden, bundan başkasını ister değilim.” buyurdu. Müşrikler; “Yâ Muhammed! Çok acâyip bir teklifte bulunuyorsun. Biz senin hatırına riâyet etmek istiyoruz, sen bizim hatırımızı hoş etmiyorsun!” diyerek, kalkıp gittiler.
Onlar gidince, Ebû Tâlib, Peygamber efendimize; “Senin Kureyş’ten istediğin şey, gâyet yerindeydi. Doğru söyledin.” dedi. Amcasının bu sözü, Resûlullah efendimizi ümitlendirdi ve Ebû Tâlib’in îmâna geleceğini ümid ederek:
“Ey amca! Bir kere «Lâ ilâhe illallah.» de! Tâ ki, kıyâmet günü sana şefâat edeyim.” buyurdu.
Ebû Tâlib:
“Halkın, ölmekten korktu da onun için Müslüman oldu diyerek ayıplamalarından korkuyorum. Yoksa, senin hâtırını hoş ederdim.” diyerek nefsine ağır geldiğini söyledi ve hastalığı git-gide ağırlaşıp vefât etti. Vefât ettiğinde seksen yaşını geçmiş bulunuyordu.
İbn-i Hacer-i Mekkî hazretleri, En-Ni’met-ül-Kübrâ kitabında, Eyyüb Sabri Paşa Mir’at-ı Mekke kitabı 1096. sayfasında diriltilerek îmân ettiğini yazmaktadır. Dört oğlu ve iki kızı vardı.
Büyük komutan ve sağ iken Cennet’le müjdelenen on sahâbîden biri. Ümmetin Emîni lakabıyla övülen bu yüce sahâbînin asıl ismi, Âmir bin Abdullah bin Cerrâh bin Ka’b bin Dabbe bin Hars bin Fihr’dir. 639 (H.18) senesinde elli sekiz yaşında Kudüs ile Remle arasında tâûndan vefât etti.
Hazret-i Ebû Bekr’in vâsıtasıyla îmâna gelenlerin onuncusudur. Îmâna geldiğinde otuz bir yaşındaydı. O günden vefâtına kadar malıyla, mevkiiyle ve canıyla İslâmiyeti yaymak için çalıştı. Sevgili peygamberimizin yanında bütün gazâlarda bulundu.
Mekke’deyken kâfirlerin ezâ ve cefâlarının çoğalması üzerine, Peygamber efendimizin izniyle önce Habeşistan’a, sonra Medîne’ye hicret etti. Peygamber efendimiz onu hazret-i Sa’d bin Muâz ile kardeş yaptı.
Bedr Gazâsında düşman saflarında babası da bulunuyordu. Muhârebe bütün şiddetiyle devâm ederken, Ebû Ubeyde babasıyla karşılaştı ve onu öldürdü.
Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Uhud Gazâsında Resûl-i ekrem tarafından ön safta çarpışanların komutanı tâyin edildi. Uhud, Hendek ve Hayber gazâlarında görülmemiş şekilde cenk etti. Mekke’nin fethinde de peygamber efendimizin yanlarında bulundu.
Resûlullah efendimiz, sâhil tarafına bir sefer düzenleyip, Ebû Ubeyde bin Cerrâh’ı emir (komutan) tâyin etti. Bu sefere üç yüz Eshâb-ı kirâm katıldı.
630 (H.9) senesinde Peygamberimizin huzûruna Necrân’dan bir Hıristiyan heyeti geldi. Uzun konuşmalardan sonra, Resûlullah’ın peygamber olduğunu kabul ettiler. “Yâ Muhammed! Senden râzıyız, ne istersen sana verelim. Eshâbından emin bir kimseyi bizimle berâber gönder, vergilerimizi ona verelim.” dediklerinde, Peygamberimiz; “Gâyet emin bir kimseyi sizinle gönderirim.” buyurdu. Eshâb-ı kirâm, emin olarak kimin şerefleneceğini merâk ediyordu. Resûlullah; “Kalk yâ Ebâ Ubeyde! Ümmetimin emîni budur.” buyurarak, onlarla berâber gönderdi. Ebû Ubeyde bu müjdeye kavuşunca sevincinden ağladı.
Sevgili Peygamberimiz, Bahreyn ile sulh yaptıklarında da, Ebû Ubeyde’yi cizye almak için vazîfelendirdi.
Peygamber efendimizin vefâtından sonra halîfe seçimiyle ilgili olarak Ensar (Medîneli Müslümanlar) ile Muhâcirler (Mekke’den hicret edenler) arasında çıkmak üzere olan anlaşmazlığın önlenmesinde önemli rol oynadı.
Hazret-i Ebû Bekr halîfe olunca, Ebû Ubeyde bin Cerrâh’ı kumandan tâyin ederek; “Humus, Şam, Ürdün ve Filistin’in fethi ve oradaki insanların da İslâmiyetle şereflenmeleri için gönderdi. Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Bizanslıların Suriye’yi kurtarmak için büyük bir ordu topladığını öğrenince, Şam, Ürdün ve Filistin’e giden kuvvetleri toplayıp, düşmanı Yermük’te karşıladı. Halîfe Ebû Bekr radıyallahü anh, Hâlid bin Velîd’i onun yanına gönderdi. Düşman ordusu iki yüz kırk bin, İslâm ordusu ise kırk bin civârındaydı. Başkumandan olan Hâlid bin Velîd, orduyu biner kişilik alaylara bölüp, her birine alay kumandanı tâyin etti. Ebû Ubeyde’yi merkeze, diğer komutanları sağ ve sol kanatlara yerleştirdi. Bizans ordusuna saldırıya geçildi. Uzun ve çetin savaşların netîcesinde koca Rum ordusu perişan oldu.
Hazret-i Ebû Bekr vefât edince yerine geçen hazret-i Ömer, Ebû Ubeyde bin Cerrâh’ı başkumandan tâyin ederek, fetihlere devâm etmesini emretti. Ebû Ubeyde ordusuyla Humus’a hareket etti. Sulh ile Humus’u ele geçirdi. Rum kayseri Herakliüs’ün büyük ordularını perişan etti. Onları cizyeye bağladı. Herkese adâletle hükmetti.
Ebû Ubeyde bin Cerrâh, ordusunu toplayarak Antakya’ya hareket etti. Maarra, Lazkiye, Antaritus, Banyas ve Selâmiye’yi fethetti. Kınnesrin’e, Hâlid bin Velîd’i gönderdi. Kendisi Haleb’i fethettikten sonra Antakya önlerine geldi. Şehri muhâsara edip, kısa sürede ele geçirdi. Halîfeye durumu bildiren bir rapor gönderdi. Halîfe fethedilen yerlere İslâm kuvvetlerinin yerleştirilmesini emretti. Bu emri yerine getiren Ebû Ubeyde; “Kurs, Menbic, Delul ve Riabe’yi fethederek Fırat Nehrine kadar ilerledi. Fethettiği yerlere memurlar tâyin ederek Kudüs’e geldi. İslâm orduları tarafından Kudüs muhâsara edildi. Kudüslüler sulh yapmak istediklerini, yalnız bu sulhta, hazret-i Ömer’in de bulunmasını, yoksa sulh yapmayacaklarını Ebû Ubeyde’ye bildirdiler. Durum halîfeye bildirilince, hazret-i Ömer yerine hazret-i Ali’yi vekil tâyin ederek Kudüs’e geldi. Kudüslülerle sulh yapıldı.
Rum Kayseri Herakliüs, kaybettiği toprakları geri almak için harekete geçti. Büyük bir ordu hazırladı. Ebû Ubeyde, bu durumu vaktinde haber alıp, halîfeye bildirdi ve nasıl hareket etmesi gerektiğini sordu. Hazret-i Ömer, İran’da harb eden hazret-i Sa’d’a Ebû Ubeyde’ye yardımda bulunmasını emredince, dört bin mücâhitle yardıma koştu. Başkumandan Ebû Ubeyde, Şam’ın Cezîre ile irtibâtını keserek Bizans ordusu üzerine yürüyüp perişan etti.
639 senesinde Şam’da vebâ salgını baş gösterdi ve pekçok Müslüman öldü. Ebû Ubeyde de bu salgına yakalandı. Öleceğini anlayınca oradakilere bir vasiyetinin olduğunu bildirdi. Vasiyetinde; “Namazınızı kılınız. Orucunuzu tutunuz. Zekâtınızı veriniz. Haccınızı yapınız. Birbirinize iyilikte bulununuz. Âlimlere ve büyüklerinize itâat ediniz. Dünyâya aldanmayınız. İnsanların en akıllısı, Allahü teâlânın emirlerini yerine getirenlerdir. Hepinize Allahü teâlânın selâmı ve rahmetini, lütuf ve bereketini niyâz ederim. Haydi yâ Muâz, cemâate namaz kıldır.” diyerek Muaz bin Cebel’i vekil tâyin ettikten sonra, Kelime-i şehâdet getirerek Rabbine kavuştu.
Ebû Ubeyde bin Cerrâh, bütün hayâtını İslâma hizmetle geçirmiş, insanların ebedî saâdete kavuşmaları için çırpınmıştı. Hayâtı; cihâd-ı fî sebîlillah ile serhat boylarında geçtiği için, sâdece on dört hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir.
İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin talebelerinin en büyüğü. İsmi; Ya’kûb bin İbrâhim olup, Ebû Yûsuf künyesiyle meşhur oldu. 731 (H. 113) senesinde Kufe’de doğdu. 798 (H.182)de Bağdat’ta vefât etti. Hanefî mezhebinde yetişen müctehit imâmlardandır. Eshâb-ı kirâmdan Sa’d bin Hâtem el-Ensârî’nin soyundandır.
Fakir bir âilenin evlâdı olan Ebû Yûsuf rahmetullahi aleyh, çocukluğundan îtibâren ilim tahsîline yöneldi. Önceleri bir müddet Ebû İshak Şeybânî, Süleymân Temîmî, Yahyâ bin Sa’d el-Ensârî, Süleymân bin Mihrân el-A’meş ve Hişâm bin Urve gibi büyük fakîh ve muhaddislerin derslerine devâm etti. Muhammed bin Abdurrahmân bin Ebû Leylâ’dan da ilim tahsil etti. Onun bâzı müşkil meselelerde İmâm-ı A’zam’a başvurduğu ve onun talebelerinin ilimde daha üstün yetişmekte olduğunu gördü. İmâm-ı A’zam’ın büyüklüğünü anlayıp, ona talebe oldu. Onun kâbiliyetini ve keskin zekâsını gören İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe, derslerinden geri kalmaması için fakir olan âilesinin geçimini de üzerine aldı. Âilesini rahatlıkla geçindirip ilme yönelmesi için ona devamlı yardımda bulundu. Yetim olan, Ebû Yûsuf, kısa zamanda İmâm-ı A’zam’ın talebeleri arasında ilerleyip, hocasının iltifâtına kavuştu. İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe bir defâsında; “Bu genç hayattayken ona muhâlefet eden olmaz.” buyurarak onu medh etti. Ebû Hanîfe’den ve birçok âlimden hadîs-i şerîf dinleyip, rivâyet eden Ebû Yûsuf, bir derste elli-altmış hadîs-i şerîf ezberler ve dersten çıkınca yazdırırdı.
Yahyâ bin Âdem, Ebû Yûsuf’un şöyle dediğini nakleder:
Ben hadis ve fıkıh öğrenmek isterdim. Çok fakir olup hiç param yoktu. Babam da vefât etmişti. Bir gün İmâm-ı A’zâm’ın yanındayken, annem çıktı geldi ve; “Ey oğlum, sen onunla bir değilsin, onun ekmeği pişmiş, yemeği hazırdır, ama sen yiyecek şeylere muhtaçsın.” dedi. Ben de annem için çalışmak, anneme hizmet etmek yolunu seçip ilim öğrenmekten vaz geçmeyi düşündüm ve buna karar verdim. Ertesi gün hocam İmâm-ı A’zâm, talebeleri arasında göremeyince beni çağırttı ve; “Seni bizden ayıran sebep nedir?” buyurdu. Ben de; “Geçim sıkıntısı efendim.” dedim. Meclis dağılıp yanındakiler gidince, bana ihtiyacım olan birçok şeyi ihsan etti. Verdiği şeyler arasında bol miktarda gümüş para da vardı. Sonra buyurdu ki: “Bunları harca, bitince bana bildir, fakat ders halkamızdan ayrılma.” Verdiği para bittiği gün, daha kendisine durumu arz etmeden tekrar verirdi. Her zaman devâm eden bu hâlini görerek, benim paramın bittiğini ona Allahü teâlâ bildiriyor, kerâmetiyle anlıyor diye düşündüm. Hocamın bu ihsan ve ikrâmına kavuşmak sebebiyle huzûrunda ilimden de maksadıma kavuştum. Allahü teâlâ ona en iyi mükâfat, mağfiret ve karşılıklar versin.
Şuca Muhammed, Ebû Yûsuf’un şöyle dediğini nakleder: “Babam öldüğü zaman cenâzesinde bulunamadım. Akrabâ ve komşularımın cenâze ve defn işleriyle uğraşmalarını temin ettim. Zîrâ İmâm-ı A’zam’ın bir dersinde bulunamayacaktım. Eğer o dersi kaçırsaydım, ondaki faydalı bilgilere kavuşamamanın hasreti ölünceye kadar devâm ederdi.” Yine demiştir ki: “Ferâiz (miras) ve hayza âit bilgileri İmâm-ı A’zam’ın bir meclisinde, nahiv ilmini de âlim bir kimsenin huzûrunda bir defâda öğrendim.”
İmâm-ı A’zâm Ebû Hanîfe’nin derslerine aralıksız on altı yıl devâm eden Ebû Yûsuf ilimde pek yüksek dereceye ulaştı. Onun mezhebini ve fıkhını yayan en ileri talebesi oldu ve İmâm-ı A’zam’ın ictihatlarını içine alan ilk kitabı yazdı. Fıkıh âlimlerinin en yüksek derecesi olan mutlak müctehit derecesinden sonra müctehit fil-mezheb (mezhepte müctehit) derecesine ulaştı. İmâm-ı A’zam’ın ortaya koyduğu usûl ve kâidelere uyarak delîllerden hüküm çıkarmaya başladı. (Bkz. Mezhep)
Hadis, tefsir ve fıkıh ilimlerinde yüksek dereceye sâhib olan ve üç yüz bin hadîs-i şerîfi ezbere bilen İmâm-ı Ebû Yûsuf, İmâm-ı A’zam’ın vefâtından sonra hocasının bâzı talebelerine ders vererek onları yetiştirdi. Ayrıca İmâm-ı A’zam’ın fıkhını, yâni Hanefî mezhebini nakledip, bu hususta kitaplar yazdı. Abbâsî Halîfesi Mehdî, muâsırları arasında onun yüksek derecesini görüp, kâdılığa tâyin etti. Abbâsî halîfelerinden Hâdî ve Hârûn Reşîd zamanlarında da kâdılık yapan Ebû Yûsuf, ilk olarak kâdılkudât ünvânını aldı. On altı yıl kâdılık yaptı ve bu vazîfesi sırasında halkın suâllerine cevap verip, müşkillerini halletti. Zamânındaki devlet adamlarına nasîhatler ederek adâletten ayrılmamalarını ve halka iyi muâmelede bulunmalarını tavsiye etti. 798 (H.182)de Bağdat’ta vefât etti.
İmâm-ı Ebû Yûsuf, hakkında nass (âyet-i kerîme, hadîs-i şerîf) bulunmayan bir meseleyi hükme bağlarken, önce hocası İmâm-ı A’zam’ın ictihâdına bakar, bulursa ona göre hüküm verirdi. Bulamazsa kıyâs ve kendi reyi ile hareket ederdi. Bu hususta da hocasının koyduğu usûl ve kâidelere göre meseleyi hükme bağlardı. Verdiği hükümlerde örfe önem verirdi.
İmâm-ı Ebû Yûsuf, halîfenin hâtırı ve onu memnun etmek için aslâ hüküm vermezdi. Çok âdil idi. Hükümlerini, Allahü teâlânın ve Resûlünün rızâsına uygun verirdi. Hârûn Reşîd, İmâm-ı Ebû Yûsuf’a çok kıymet verirdi.
İmâm-ı Ebû Yûsuf, bir dâvâda Hârûn Reşîd’in kumandanlarından birinin şâhitliğini kabul etmemişti. Bunun üzerine kumandan, İmâmı, halîfeye şikâyet etti. Halîfe sebebini sorduğunda, Ebû Yûsuf şöyle cevâb verdi: “Onun; “Ben halîfenin kölesiyim.” dediğini duydum. Eğer söylediği doğru ise, köle şâhitlik yapamaz. Yalan ise, yalancının şâhitliği kabul edilmez.”
Halîfe bunları dinledikten sonra; “Peki ben bir kimse hakkında şâhitlik yaparsam kabul eder misin?” diye sorunca, İmâm-ı Ebû Yûsuf; “Hayır!” dedi. Halîfe sebebini sordu. O da; “Çünkü sen halka karşı kibirleniyorsun. Müminlerle berâber namaz kılmak için cemâate gelmiyorsun.” dedi. Halîfe bundan sonra Ebû Yûsuf’un nasîhatlerine göre hareket etti.
Vefât edeceği gün buyurduğu; “Allah’ım! Hiç kimse hakkında kasıtlı hüküm vermedim. Kur’ân-ı kerîm ve Resûlünün sünnetine uygun hüküm vermek için gayret ettim.” sözleri de onun ne kadar âdil olduğunu gösterir.
Menkıbeleri çoktur. Bunlardan bâzıları şunlardır:
Adamın biri; “Eğer Allahü teâlâ bana bir erkek evlât ihsân ederse dört karış boynuzlu bir koç kurban edeceğim.” diye bir adakta bulundu.
Günün birinde bu adamın bir oğlu oldu. Adam, adağını yerine getirmek için dört karış boynuzlu koç arattı, fakat bulamadı. Sağa sola, civar memleketlere adamlar gönderdiyse de istenen vasıfta koç bulmak mümkün değildi. Adam zamânın din âlimlerine mürâcaat etti. Durumu anlattı. Fakat çâre bulamadılar. Adamı bir telâş aldı. Dostlarından birisi ona Ebû Yûsuf hazretlerine gidip derdini anlatırsa bir çâre bulabileceğini söyledi. Adam Ebû Yûsuf hazretlerine gidip durumu anlattı. Derdine çâre bulmasını ricâ etti. Bu adam zengin, fakat cimri biriydi. Bunu bilen hazret-i İmam; “Ben buna bir çâre bulurum. Fakat bir şartla.” dedi. Adam Ebû Yûsuf hazretlerinin ellerine sarıldı; “Söyle şartın nedir?” dedi. Ebû Yûsuf; “Sen zengin bir adamsın. Memleketin fakir çocukları için dört mektep, bunların masrafını karşılamak için yanına dört de dükkan yaptırırsan müşkülün hallolur.” dedi. Adam râzı oldu: “Kabul. Fakat bu inşaat bir hayli uzun sürer. Ben inşaatın bitmesini bekleyemeyeceğim. Sabrım tükendi, adağımı hemen yerine getirmek istiyorum.” Ebû Yûsuf hazretleri; “Peki o hâlde keşfettirelim. İnşaat için ne kadar para sarfolunacaksa o kadar parayı devlet hazînesine teslim edersin. Ben de fetvâyı veririm.” dedi. İnşaata gidecek para bilirkişiye keşfettirildi. Adam belirlenen miktar kadar parayı devlet hazînesine yatırdı. Ebû Yûsuf hazretleri talebelerinden birini gönderdi: “Bana uzun boynuzlu bir koç bulup getir!” dedi. Talebe uzun boynuzlu bir koç bulup getirdi. Ebû Yûsuf beş yaşında bir çocuk çağırdı. Çocuğa koçun boynuzlarını karışlattırdı. Dört karış geldi. Ebû Yûsuf hazretleri buyurdu ki: “İşte senin adadığın koç bu, bunu kurban eder, adağını yerine getirirsin. Zîrâ sen sâdece dört karış boynuzlu koç adadın ve karışın büyük veya küçük olduğu husûsunda bir şey belirtmedin. Ben de bu husûsa istinâden fetvâyı verdim.”
Herkes, hazret-i İmâm’ın üstün zekâsına hayran kaldı.
Zamânın hükümdârı hanımına bir münâkaşa sonucunda; “Bu geceyi benim hüküm sürdüğüm topraklarda geçirirsen seni boşayacağım.” dedi. Fakat sonradan sinirlilik hâli geçince bundan vazgeçti. Çok sevdiği hanımından ayrılmak istemiyordu. Zamânın âlimlerine bunu sordu, bir çâre bulunmasını istedi. Fakat işin içinden çıkamadılar. Başka bir devletin sınırları içinde geceyi geçirmesi de mümkün değildi. Dediler ki, filan yerde İmâm-ı A’zam hazretlerinin genç bir talebesi var. Senin meseleni ancak o halleder.
Hemen, Ebû Yûsuf hazretlerini dâvet etti. Hâdiseyi ona anlattı. Hazret-i İmâm buyurdu ki: “Hanımınız bu geceyi mescidde geçirsin. Çünkü, mescidde kimsenin sâhipliği ve mâlikliği yoktur. Nitekim Allahü teâlâ; «Mescitler Allah içindir.» buyuruyor.” dedi.
Bunun üzerine, hükümdâr hazret-i İmâm’ın zekâsına ve ilmine hayran kaldı, onu kâdılkudatlığa tâyin etti.
Bir gün adamın biri İmâm-ı Ebû Yûsuf hazretlerine sual sordu. “Bilmiyorum!” cevâbını alınca sinirlendi. “Nasıl olur da bilmezsiniz. Hazîneden şu kadar para alırsınız!” dedi. İmâm-ı Ebû Yûsuf hazretleri sâkince cevap verdi: “Kardeşim, bize bildiğimiz kadar para veriyorlar. Yok, eğer bilmediklerimize göre para alsaydık, hazîne yetmezdi.”
Buyurdu ki: “Ar bilmeyen, utanması olmayanla arkadaşlık, kıyâmette insanı utandırır.” “Sen her şeyini ilme vermedikçe ilim sana bir kısmını vermez.”
İmâm-ı Ebû Yûsuf, İmâm-ı A’zâm hazretlerine anne ve babasından önce duâ ederdi. İmâm-ı A’zâm hazretleri de hocası Hammâd’a anne ve babasından önce duâ ederdi.
İmâm-ı Ebû Yûsuf bir defâsında hacda hastalandı. Hastalığı ağırlaştı. Zayıf ve dermansızdı. Fakat hiç durmadan sorulan suallere cevap veriyordu. “Hastasınız, yorulmayınız yoksa hastalığınız artar.” dendiğinde, buyurdu ki: “Faydalı ilim okutmak, hastalığın şiddetini hissettirmez.”
Eserleri:
1. Fıkh ve usûle dâir olanlar:
Kitâb-us-Salât, Kitâb-üz-Zekât, Kitâb-üsSıyâm, Kitâb-ül-Farâiz, Kitâb-ül-Büyu, Kitâb-ül-Hudûd, Kitâb-ül-Vekâle, Kitâb-ül-Vesâyâ, Kitâb-üs-Sayd ve’z-Zebâyıh, Kitâb-ül-Gasb ve İstibrâ, Kitâbü İhtilâf-il-Emsâr.
2. Kitâb-ül-Harâc: Halîfe Hârûn Reşîd’in isteği üzerine yazdığı bu kitapta: Devletin mâlî kaynaklarını ve gelir yollarını geniş bir şekilde ele almıştır. Bu hususta Kur’ân-ı kerîme, Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellemden rivâyet olunanlara ve Sahâbe fetvâlarına dayanmaktadır. Bu eser Fransızca, İngilizce ve başka dillere de tercüme edilmiştir. Er-Ritâc adlı şerhi Bağdat’ta 1980 yılında yayınlanmıştır.
3. Kitâb-ül-Âsâr: İmâm-ı A’zâm’dan rivâyet ettiklerini topladığı bir kitaptır. Kitap, fıkıh bâblarına göre tertib edilmiştir.
4. İhtilâfu Ebû Hanîfe ve İbn-i Ebî Leylâ: Bu kitapta Ebû Hanîfe ve İbn-i Ebî Leylâ’nın ihtilâf ettikleri meseleleri toplamıştır. Bu kitabı ondan İmâm-ı Muhammed nakletmiştir. Bâzı ilâveler yapmış ve bölümlere ayırıp bir tertibe tâbi tutmuştur.
5. Kitâb-ur-Red alâ Siyeri Evzâî:İmâm-ı Evzâî ile İmâm-ı A’zâm’ın farklı ictihatlarını anlatmıştır.
6. Kitâbu İhtilâf-ül-Emsâr, Kitâb-ül-Cevâmî, El-Emâlî, El-İmlâ, En-Nevâdir diğer eserlerindendir. Ebû Yûsuf’un yazdığı kitapları ve bunlardaki meseleleri İmâm-ı Muhammed Şeybânî, Ebû Ya’lâ, Muallâ bin Mensûr er-Râzî ve kendi oğlu Yûsuf ve diğer Hanefî âlimleri nakletmişlerdir.