EBÛ HAFS-I HADDÂD

Dokuzuncu yüzyılda yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi, Ömer bin Seleme en-Nişâbûrî, künyesi Ebû Hafs’tır. Demircilikle uğraştığı için Haddâd lakabıyla anılmaktadır. Doğum târihi bilinmemektedir. Nişâbûr yakınındaki Körezba isimli köyde doğdu. 883 (H.270) senesinde vefât etti.

Gençliğinde demircilik yaptı. Daha önce işlediği bütün günahlara tövbe eden Ebû Hafs-ı Haddâd, Ubeydullah bin Mehdî ve Ali en-Nasrâbâdî’nin sohbetlerinde bulunup, feyz aldı. Tasavvufda ilerleyip, kerâmetleri görüldü. Ahmed bin Hadreveyh el-Belhî ile görüşüp sohbet etti. Hac yolculuğu esnâsında Cüneyd-i Bağdâdî hazretleriyle görüşüp sohbetinde bulundu. Çok ibâdet eden, dünyâya önem vermeyen Ebû Hafs-ı Haddâd, Nişâbûr’da kalıp talebe yetiştirdi. Şah Şucâ’ Kirmânî ve Ebû Osmân-ı Sa’îd bin İsmâil onun talebelerindendir.

Ebû Hafs-ı Haddâd buyurdu ki:

Allahü teâlâya güvenip kendini zengin bilmek ne hoştur. Bir nâmerde dayanıp kendini zengin bilmek ise ne fenâdır.

Zehir ölümün habercisi olduğu gibi, günâhlar da îmânsızlığın habercisidir.

Kulu Allahü teâlâya yaklaştıran en iyi vesîle, kulun her hâlükârda O’na ihtiyâç duyması, bütün işlerinde İslâmiyetin bildirdiklerine sıkı sarılması ve gıdâyı helâl yoldan temin etmesidir.

EBÛ HAFS-I KEBÎR

Dokuzuncu yüzyılda Buhârâ’da yetişen büyük İslâm âlimlerinden. İsmi, Ahmed bin Hafs’tır. Ebû Hafs-ı Kebîr künyesiyle meşhurdur. Doğum ve vefât târihleri bilinmemektedir. Hicrî üçüncü asırda yaşamıştır.

Ebû Hafs-ı Kebîr, gençliğinde evlenmek istedi. İlim ve iffet sâhibi sâlihâ bir kızla kendisini evlendirdiler. Evliliğinin birinci gecesi kız buna; “Kadınların âdet hâlleri ile ilgili hayz ilmini öğrendin mi?” dedi. “Hayır!” diye cevap verince kız; “Allahü teâlâ Tahrîm sûresi 6. âyet-i kerîmesinde meâlen; «Kendinizi ve emrinizde olanları, Cehennem ateşinden koruyunuz.» buyuruyor. Câhil kişi nasıl koruyabilir?” dedi. Bu söz Ahmed bin Hafs’a çok hoş geldi. Hanımını Allahü teâlâya emânet ederek Merv şehrine gitti. On beş sene ilim tahsil etti. İmâm-ı A’zâm Ebû Hanîfe’nin yüksek talebelerinden olan İmâm-ı Muhammed’den de ders aldı. İmâm-ı Muhammed hazretleri ona “Ebû Hafs-ı Kebîr” adını verdi. Ebû Hafs, hocasından izin alıp memleketine dönmekteyken, Harezm’de Ceyhun Irmağının üzerinden geçerken kitapları suya düştü. Yanında bulunan Ebû Süleymân Cürcânî’den bilgileri yeniden yazmak için kitaplarını istedi. Ebû Süleymân Cürcânî ona; “Sen öyle ilim öğrenmeliydin ki, kitaba ihtiyâcın kalmamalıydı.” dedi. Ebû Hafs-ı Kebîr geri dönüp, Merv şehrine geldi. Altı sene o kitapları ezberledi. Âlim olarak hanımının yanına döndü. Hanefî fıkhında ictihat derecesine yükselen Ebû Hafs-ı Kebîr, Buhârâ’da Reîs-ül-Ulemâ (Âlimlerin Reîsi) ünvânına sâhib oldu. Ondan pekçok kimse ilim tahsil edip, yüksek âlim oldular. Ebû Hafs-ı Sagîr lakabıyla bilinen oğlu Muhammed ondan ilim öğrenip yetişen kimselerdendir.

Ebû Hafs-ı Kebîr, dinde yüksek ve güvenilir âlimdi. Haramlardan ve şüphelilerden şiddetle kaçınırdı. Dünyâ malına önem vermezdi. Resûlulah efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem sünnetine tâbi olmada çok ileri, mânevî ilimlere sâhib bir velî idi. Oğlu Ebû Abdullah-ı Buhârî de babasının sâhib olduğu üstünlüklere mâlikti.

EBÛ HUREYRE

Eshâb-ı kirâm arasında en çok hadîs-i şerîf rivâyet edenlerden. İsmi hakkında değişik rivâyetler vardır. En meşhuru, Abdurrahmân bin Sahr olduğudur. Yemen’in Devs kabîlesindendir. Künyesi Ebû Hureyre’dir. Bu künyenin verilişi hakkında kendisi şöyle demiştir. “Bir gün kaftanımın içinde küçük bir kedi taşıyordum. Resûlullah efendimiz beni o hâlimle gördü. «Nedir bu?» buyurdu. Ben de; “Kedicik!” dedim. Bunun üzerine Resûlullah bana; “Ey Ebû Hureyre (Ey Kedicik Babası)!” buyurdu.

Ebû Hureyre’nin gençliği fakirlik ve sıkıntı içinde geçti. Yemen’deki Devs kabîlesinin ileri gelenlerinden ve meşhur şâir olan Tufeyl bin Amr’ın İslâma dâvet etmesiyle Müslüman oldu. Hicret’in yedinci yılında, Tufeyl bin Amr ve diğer îmân edenlerle birlikte, Hayber’in fethi esnâsında, Medîne’ye geldi. Bundan sonra, Yemen’e dönmeyip Medîne’de kaldı.

Hazret-i Ebû Hureyre, Peygamber efendimizin yanına geldikten sonra, O’ndan hiç ayrılmadı. Ticâret, mal, servet gibi hiçbir meşgâlesi yoktu. Bunlarla hiç uğraşmadı. Eshâb-ı kirâmın en fakiri olduğu için, Eshâb-ı Suffa arasına katıldı. Eshâb-ı Suffa, Mescid-i Nebî’de kalır; hep ilimle meşgul olurdu. Ebû Hureyre, Resûl-i ekrem efendimizin hep huzûrunda bulunduğu için, pekçok hadîs-i şerîf işitmiş ve rivâyet etmiştir.

Hadîs-i şerîf öğrenme husûsundaki gayreti çok fazlaydı. Bir defâsında hazret-i Âişe vâlidemizden; “Resûlullah’ın sözlerini ve hâllerini siz mi çok biliyorsunuz, yoksa Ebû Hureyre mi?” diye sordular. Şöyle cevap verdi: “Ebû Hureyre bilir. Çünkü ben ev işleriyle meşgul olurdum. Yemîn ederim ki, Ebû Hureyre bütün vaktini Resûlullah’ın huzûrunda geçirmiştir.” Ebû Hureyre dört sene gibi kısa bir zamanda pekçok hadîs-i şerîf rivâyet etmesini başkalarının yadırgamasına karşı; “Evet, ben Hayber Gazâsı sırasında Resûlullah’ın yüksek huzûruna kavuştum. O sırada otuz yaşlarındaydım. Ondan sonra hep yanında bulundum. Evine girip çıktım, hizmet ettim. Birçok muhârebede de hizmetinde bulundum. Birlikte hacca gittim. Elbette daha fazla hadîs-i şerîf bilirim. Çünkü Resûl aleyhisselâm ile temâsım, diğerlerinden daha çoktur.” diye cevap vermiştir.

Hazret-i Ebû Hureyre, 5374 hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Peygamber efendimizden bizzat işiterek ve Eshâb-ı kirâmdan, bilhassa Ebû Bekr’den, Ömer’den, hazret-i Âişe’den (radıyallahü anhüm ecmaîn) hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Kendisinden de Abdullah ibni Abbâs, Abdullah ibni Ömer, Enes bin Mâlik, Vâsile bin Eska, Câbir bin Abdullah (radıyallahü anhüm) başta olmak üzere 800’den fazla Eshâb ve Tâbiîn, hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Rivâyetleri toplanıp yazılmıştır. Ebû Hureyre’nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîflere, bütün hadis kitapları yer vermiştir. Bundardan üç yüz yirmi beşi Buhârî ve Müslim’de ittifakla yer almıştır. Ayrıca Sahîh-i Buhârî’de doksan üç, Sahîh-i Müslim’de yüz seksen dokuz rivâyeti vardır.

Ebû Hureyre’nin Sevgili Peygamberimizin vefâtından sonra en çok sevdiği ve meşgul olduğu iş, hadîs-i şerîf rivâyet edip yaymak olmuştur. Hazret-i Ebû Bekr’in halîfeliği sırasında idârî işlerle meşgul olmayan Ebû Hureyre, hazret-i Ömer devrinde Bahreyn vâliliğine tâyin edildi. Hazret-i Osman’ın halîfeliği zamânında Mekke kâdılığı yaptı. Hazret-i Muâviye zamânında da Medîne vâlisi oldu.

Ebû Hureyre fazîleti ve İslâmı yaşamasıyla mükemmel bir nümûneydi. Geceleri çoğu kere ibâdetle geçirir, sabaha kadar namaz kılar, Kur’ân-ı kerîm okurdu. Her ayın başında üç gün oruç tutardı. İbâdetlerde çok ihtiyatlı hareket ederdi. Hep abdestli bulunur ve; “Resûlullah efendimiz; «Abdestli olan vücûd a’zâsına Cehennem ateşi dokunmaz.» buyurdu.” derdi.

Ömrünün son günlerinde hastalandı. Hastalığını duyup gelenler, büyük bir kalabalık meydana getirdiler. Bu sırada o; “Allah’ım sana kavuşmayı seviyorum. Bunu bana nasîb eyle.” diye yalvarıyordu. 676 (H.57) senesinde seksen yaşlarında iken Medîne-i münevverede vefât etti.

Ebû Hureyre’nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzıları şunlardır:

Bir kimse bir müminin dünyâ üzüntülerini giderip ferahlandırırsa, Allahü teâlâ da kıyâmet günü onun üzüntülerinden birini giderir.

Her kim bir Müslümanın ayıbını örterse, Allahü teâlâ da dünyâ ve âhirette onun ayıbını örter.

Her kim eli dar olan borçluya kolaylık gösterirse, Allahü teâlâ da dünyâ ve âhirette ona kolaylık gösterir.

Bir kul din kardeşine yardımda bulundukça, Allahü teâlâ da ona yardım eder.

EBÛ KÂMİL ŞUCÂ'

Meşhur Müslüman cebir ve matematik âlimi. İsmi Şucâ’ bin Eslem bin Muhammed Hâsib el-Mısrî olup, künyesi Ebû Kâmil’dir. Matematikçiler arasında İbn-i Eslem el-Hâsib (hesab, matematik bilgini) adıyla meşhur oldu. Doğum ve vefât târihleri belli değildir. Kaynaklarda 850-950 (H. 236-339) seneleri arasında yaşadığı ifâde edilmektedir. Aslen Mısırlıdır.

Ebû Kâmil Şucâ’, matematik ve bilhassa cebir sahasındaki başarılarıyla dikkat çekti. Ünlü matematikçi Harezmî ile aynı devirde yaşadı. Harezmî’nin eserlerinden çok istifâde etti. İkinci dereceden cebir denklemlerini, Harezmî’nin metodu ile çözüyordu. Bununla yetinmeyen Ebû Kâmil, bu çözüm metodlarına bâzı orijinal îzâhlar getirdi. Lineer (birinci dereceden), kuadratik (ikinci dereceden) ve daha üst derecedeki denklemler, belirsiz denklemler ve tam sayı problemlerine âit çözüm yolları ortaya koydu.

Cebir târihinde ilk defâ olarak ikinci derecenin üstünde denklemlerin çözümünü tam bir hassâsiyetle gerçekleştirdi. Bu yüzden ona, Harezmî’den sonra ikinci cebir teorisyeni gözüyle bakılmaktadır. Cebirdeki bu otoritesini, İslâmiyette fıkıh bilgisinin en mühim konularıdan birisi olan ferâiz (mîrâs taksimi) hesaplarının çözümünde kullandı.

Ebû Kâmil Şucâ’ın en meşhur eseri Kitâb-ül-Cebr vel-Mukâbele adlı kitabıdır. Bu eserinde Harezmî’nin cebirini geliştirmek gâyesini gütmüştür. Eserin önsözünde Harezmî’ye olan şükranlarını dile getirmiş, birinci bölümünde Harezmî’nin cebirini özetleyip ilâvelerle açıklamıştır. Burada katsayıları irrasyonel (köklü) sayı olan karışık ikinci derecede denklemlerin çözümlerini göstermiştir. Böylece, Yunanlıların irrasyonel sayılarla ilgili yanlış bilgilerini çürütmüştür.

Eserin ikinci bölümünde, kendinden önce gelen Yunan ve İslâm cebircilerinin çözmekte güçlük çektikleri hattâ çözemedikleri geometrik problemlerin, kendi keşfi olan, cebirsel çözüm metoduyla kolaylıkla çözülebileceğini ortaya koymuştur. Bu bölümde çözdüğü problemler, bir dâire içinde çizilmiş eşkenar beşgen, ongen ve onbeşgenin kenarının uzunluğunun nümerik olarak tâyinini ihtivâ etmektedir. Bu kenarları cebirsel denklemlerle hesaplayarak, cebirsel denklemleri öklit geometrisine uygulamıştır.

Eserin üçüncü bölümüne, ikinci dereceden belirsiz eşitlikler ve bu tür eşitlik sistemleriyle başlamaktadır. Kendisi bu eşitliklerin bâzılarının yeni, bir kısmının daha önce incelenmiş olduğunu söylemektedir. Bu ikinci tip eşitlikler Ebû Kâmil’in, Diophantos ve Aritmeticca’nın tesiri altında kalmadığını göstermektedir. Ebû Kâmil, bu denklemlerden sonra, birinci dereceden denklem sistemlerini de ihtivâ eden eğlendirici (dinlendirici) matematik problemleri üzerinde durmaktadır. Eserinin sonunda muayyen bir sayıdan başlayan sayıların karelerinin toplamını veren ifâdeler üzerinde bilgi verilmektedir.

Kendisini, El-Kerhî ve Ömer Hayyâm tâkib ettiler. Batı âleminde ise Leonardo Fibonacci, Ebû Kâmil’in metodunu benimsedi. Florian Cajori, matematik târihi ile ilgili eserinde, mîlâdî 13. asrın ortalarında Ebû Kâmil’in eserlerinin batı bilim dünyâsında ve İslâm âleminde matematik ilimleri dalında yegâne başvuru kaynağı olarak kabul edildiğini ifâde etmektedir.

Ebû Kâmil Şucâ’nın yazdığı eserlerden bâzıları şunlardır:

1) Kitâbu Kemâl-il-Cebri ve Temâmihi ve-Ziyâdetihi fî Usûlihi: Bu eserinde Harezmî cebrini olgunlaştırdı ve yeni cebir metodları geliştirdi. Eserde, Ebû Berze’yi tenkid etti ve cebirdeki hatâlarını ortaya koydu.

2) Kitâb-ut Tarâif-fi’l-Hisâb: Bu eserde üç, dört ve beş bilinmeyenli denklemlerin çözüm metodları, örnekleriyle îzâh edilmektedir. Cebir problemlerinin çözümünde nesneler yerine harfler sembol olarak kullanılmaktadır. Eserin bir nüshası Hollanda’nın Leiden şehrindeki ünlü kütüphânede bulunmaktadır.

3) Kitâb-üş-Şâmil fil-Cebr vel Mukâbele, 4) Kitâb-ül-Vesâya bil Cüzûrî, 5) Kitâb-ul-Cem’ vet-Tefrîk, 6) Kitâb-ül-Hatâeyn, 7) Kitâb-ül-Kifâye, 8) Kitâb-ül-Mesâha vel Hendese, 9) Kitâbü’t-Tayr, 10) Kitâbul-Miftâh-il-Felâh, 11) Risâle fil-Muhammes vel-Mu’aşşar.

EBÛ KATÂDE

Eshâb-ı kirâmdan ve Peygamber efendimizin süvârîlerinden. İsmi Hâris, künyesi Ebû Katâde, lakabı Fâris-i Resûlullah (Resûlullah’ın binicisi)tır. Hazrec kabîlesindendir. Babası Reb’î bin Beldehe, annesi Kebşe binti Mazhar’dır. Yaklaşık 602 senesinde Medîne’de doğdu, 665 (H.45)te Medîne’de veya Kûfe’de vefât etti.

İkinci Akabe Bîatından sonra Müslüman olan Ebû Katâde’nin Bedr Savaşına katılıp katılmadığı ihtilâflıdır. Bedr’den sonraki Peygamber efendimizin gazâlarında (savaşlarında) bulundu. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem onun hakkında; “Bütün atlılarımızın en hayırlısı, Ebû Katâde idi.” buyurdu. Ebû Katâde birçok seriyyelere (küçük süvârî birliği harekâtı) katıldı. Bunların bir kısmında kumandanlık yaptı. 630 senesinde on beş kişilik bir keşif kuvvetinin başında Hadre tarafına gönderildi. Müslümanları sık sık rahatsız eden ve mallarını yağmalayan Gatafanlıları bozguna uğrattı. Müslümanları rahatsız eden ve eşkıyâlık yapan başka kabîleler üzerine de giderek eşkıyâyı temizledi, böylece huzur ve sükûnun sağlanması için çalıştı. Mekke Fethine ve Huneyn Gazâsına katıldı. Huneyn Gazâsı sırasında bir ara görülen bozgun sırasında büyük kahramanlıklar göstererek, Müslümanların tekrar toplanmasına sebeb oldu. Tebük Savaşında da bulunan Ebû Katâde, Vedâ Haccında Peygamber efendimizin yanında bulundu. Dört halîfe devrinde Medîne-i münevverede kaldı. Hazret-i Ali zamânında 658 (H.38) senesinde Hâricîlerle yapılan Nehrevan Savaşına katılarak hazret-i Ali’nin piyâde kuvvetleri kumandanlığını yaptı.

Peygamber efendimizin sohbetlerinde bulunup, feyz alan Ebû Katâde, Peygamber efendimizden işiterek 170 kadar hadîs-i şerîf rivâyet etti. Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiînin büyüklerinden bir kısmı ondan hadîs-i şerîf rivâyet etti.

Ebû Katâde, İslâm kardeşliğini, yaşayışı ile bilfiil gösteren bir sahâbîdir. Bir gün bir cenâze getirildi. Peygamber efendimizden namazının kılınması istendi. Fakat Resûlullah efendimiz, onun borcu olup olmadığını sordu. İki dînâr borcu olduğu söylenince, Peygamber efendimiz tekrar, borcu için karşılık bırakıp bırakmadığını sordu. Bir şey bırakmadığı bildirildi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz; “Götürünüz namazını siz kılınız.” buyurdu. Orada bulunanlardan Ebû Katâde; “Yâ Resûlallah! Onun borcunu ödemeyi ben üzerime alıyorum.” deyince, Resûlullah efendimiz, cenâze namazını kıldırdı. Böylece Ebû Katâde, o zâtın Resûlullah tarafından cenâze namazının kılınmasına ve saâdete kavuşmasına vesîle oldu.

Ebû Katâde, emr-i mârûf ve nehy-i anil münker (iyiliği emr edip, kötülükten alı koyma) farzına çok önem verir, Resûlullah’ın sünnet-i seniyyesine son derece riâyet ederdi. Onun gönlü Peygamber efendimizin sevgisiyle dolup taşardı.

Ebû Katâde’nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden biri şöyledir:

Benim söylemediğimi bana atfedenler, Cehennem’den kendilerine yer hazırlasınlar.

EBÛ LEHEB

Peygamber efendimizin amcalarından. Adı Abdüluzza idi. Künyesi Ebü’l-Utbe’dir. Resûlullah efendimize çok eziyet edip, kin beslemesi ve alay etmesi sebebiyle “Alev Babası” yâni cehennemlik mânâsına “Ebû Leheb” lakabıyla meşhur oldu. Bu lakabı Kur’ân-ı kerîmde zikr edildi.

Resûlullah efendimizin amcası olduğu hâlde Müslüman olmadı. Müslümanların büyük düşmanıydı. Kimsenin Müslüman olmaması için gece-gündüz uğraşırdı. Resûlullah dünyâya geldiği sabah cariyesi Süveybe; “Kardeşin Abdullah’ın oğlu oldu.” diyerek kendisine müjde getirince sevinerek; “Ona süt vermek şartıyla seni âzâd ettim.” demişti. Böylece Resûlullah’ın ilk süt annesi Süveybe oldu. Bunun için Ebû Leheb’in azâbı her Mevlid gecesinde biraz hafiflemektedir. Mevlid gecesine sevinen, o geceye kıymet veren müminlere pekçok sevap verileceği buradan anlaşılır.

Ebû Leheb, Resûlullah’a olan düşmanlığını hiçbir zaman bırakmadı. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Kur’ân-ı kerîmi okuyarak rast geldiği kimseleri Müslüman olmaya çağırırken, o arkasından dolaşır; “Sakın O’na aldanmayınız, sözüne inanmayınız.” derdi. Resûlullah efendimizin yakın komşusu olduğu için, her sabah Hâne-i Saâdetin önüne ve yoluna çalılar ve dikenler yığarak eziyyet verirdi. Karısı Ümmü Cemil, Ebû Süfyân’ın kız kardeşiydi. Kocası gibi o da eli ve dili ile çok eziyet ederdi. Ebû Leheb’in iki oğlu Utbe ve Uteybe de ana-babası gibi kâfir ve Resûlullah’ın büyük düşmanı idiler.

Resûlullah efendimiz insanları Cehennem azâbı ile korkutarak dîne çağırmaya memur olunca, Safâ tepesine çıktı. Mekkelileri toplayarak; “Şu dağın arkasında düşman var, size hücum edecek desem inanır mısınız?” buyurduğunda, hepsi; “Evet!” dediler. Peygamberimiz; “Öyle ise, sizi başınıza gelecek olan Kıyâmet gününün azâbı ile korkutmak için Rabbimden emir aldım, îmân ediniz!” buyurdu. Orada bulunan Ebû Leheb çok kızdı, ağzını bozdu ve; “Bizi bunun için mi çağırdın?” diyerek azarladı. Çirkin sözler söyledi. Bu esnâda azâb göreceğini bildiren Tebbet sûresi nâzil oldu. Zevcesine bu sûrede odun, diken hamalı denildi. Resûlullah’ın kerîmelerinden Rukiyye, Utbe’ye; Ümmü Gülsüm de Uteybe’ye nikahlanmış, fakat düğünleri yapılmamıştı. Ebû Leheb, Peygamber efendimizin geçim yükünü ağırlaştırmak için oğullarına boşamalarını emretti, onlar da boşadı. Orada bulunan Uteybe hâini, yalnız boşamakla kalmayıp, Resûlullah’a gelip; “Senin dînine inanmıyorum, seni sevmiyorum, sen de beni sevmezsin, onun için kızını boşadım.” diyerek Resûlullah’ın üzerine hücum etti. Mübârek yakasından çekti, gömleğini yırttı. Efendimiz; “Yâ Rabbî! Buna canavarlarından birini musallat et.” diye duâ buyurdu. Cenâb-ı Hak, Habîb-i ekremin duâsını kabul etti. Nice bir zaman sonra Uteybe Şam’a giderken Zerka denilen bir yerde, bir aslan gelip onu parçaladı.

Ebû Leheb, bütün ömrünü kin ve düşmanlıkla geçirdi. Hicretin ikinci yılı, Bedr Harbindeki müşriklerin yenilgisini görüp kahroldu. Dünyâ başına yıkıldı. Yedi gün sonra “adese” denilen bulaşıcı çiçek hastalığından öldü. Kimse yanına yaklaşamayıp, koktu. Ebû Leheb’in kızkardeşi Atîke, Bedr Harbinden birkaç gün önce korkunç bir rüyâ görüp bir felâket gelecek demişlerdi. Ebû Leheb bu yüzden Bedr muhârebesine katılmadı, parayla Ebû Cehl’in kardeşi Âs bin Hişâm’ı kendi yerine gönderdi.

EBÛ LÜBÂBE

Eshâb-ı kirâmın meşhurlarından. İsmi, Rifâ’a bin Abdülmünzir’dir. Adının Beşir olduğu da söylenir. Künyesi, Ebû Lübâbe’dir. Hazret-i Ali’nin hilâfeti zamânında vefât ettiği bildirilmektedir. Annesi Zeyneb binti Hizâm’dır.  Sâib ve Abdurrahmân isminde iki oğlu vardı.

İkinci Akabe Bîatında, Medîneliler arasında hazret-i Ebû Lübâbe de vardı. Resûlullah efendimiz, bu bîatta bulunanlardan on iki kişiyi kendi kavimlerine nakîb, yâni temsilci seçti. Bu on iki kişi arasında bulunan Ebû Lübâbe radıyallahü anh, Peygamber efendimizin birçok gazâlarına katıldı. Bunların ilki olan Bedr Gazâsında büyük kahramanlıklar gösterdi. Hazret-i Ebû Lübâbe, Benî Kaynuka, Sevik ve Hendek gazâlarından sonra, Benî Kureyzâ Gazâsında da bulundu. Peygamber efendimiz, Benî Kureyzâ Gazâsında Yahûdîlerle görüşmek üzere onu gönderdi. Orada Yahûdîlere gizli kalması gereken bir husûsu istemeyerek söyledi. Yaptığına pişman olarak Medîne’ye geldi. Mescîd-i Nebevî’ye girerek kendini bir direğe bağlattı. Tövbe edip tövbesi kabul oluncaya kadar yerinden ayrılmayacağına dâir söz verdi.

Hazret-i Ebû Lübâbe’nin düştüğü bu hatâ ile ilgili olarak şu âyet-i kerîme nâzil oldu: “Ey îmân edenler! Allahü teâlâ ve Resûlüne hâinlik etmeyin. Bile bile aranızdaki emânetlere de hâinlik etmeyin.” (Enfâl sûresi: 27)

Bir hafta hiçbir şey yemeyip, kulakları işitemeyecek hâle geldi. Ebû Lübâbe bu durumları yaşarken, onun Yahûdîlerin yanında olduğunu sanan Müslümanlar da dönmesini bekliyorlardı. Aradan uzun bir zaman geçmesine rağmen, Ebû Lübâbe dönmedi. Nihâyet durumdan haberdâr olunup,  Resûlullah’a arz edildi. Peygamber efendimiz; “Eğer doğruca yanıma gelseydi, bağışlanmasını Allahü teâlâdan dilerdim. Mâdem ki, o kendisini bağlatmış, artık Allahü teâlâ tövbesini kabul edinceye kadar onu bulunduğu yerde bırakırım.” buyurdu. Ebû Lübâbe bu şekilde direğe bağlı olarak altı gece kaldı. Ancak, her namaz vaktinde hanımı gelip, bağlarını çözer, namazını kıldıktan sonra, yine direğe bağlardı.

Peygamber efendimiz, Benî Kureyzâ Harbinden dönmüş, Ümm-i Seleme’nin odasındaydı. O sırada, Ebû Lübâbe’nin tövbesinin kabul olduğuna dâir âyet-i kerîme nâzil oldu (indi). Âyet-i kerîmede meâlen; “Onlardan diğer bir kısmı da günâhlarını îtirâf ettiler ve (evvelce yapmış oldukları) iyi bir ameli sonradan yaptıkları başka bir kötü (nifak) ile karıştırdılar. Olur ki, Allahü teâlâ onların tövbelerini kabul eder. Çünkü Allahü teâlâ Gafûr’dur (çok bağışlayıcı), Rahîm’dir.” buyruldu. (Tevbe sûresi: 102)

Ebû Lübâbe’nin tövbesinin kabul olduğunu duyan herkes, iplerini çözüp salıvermek için Ebû Lübâbe’ye doğru koştular. Ebû Lübâbe, bunu kabul etmedi. “Vallahi Resûlullah efendimiz bizzât kendi mübârek eliyle beni bırakmadıkça buradan ayrılmam!” dedi. Peygamber efendimiz namaza giderken, uğrayıp salıverdiler.

Ebû Lübâbe, Benî Kureyzâ Gazâsından sonra Mekke fethine katıldı. O zaman, Amr bin Avfoğullarının bayrağını taşıyordu. Tebük Gazâsında ve Vedâ Haccında da bulunan Ebû Lübâbe, Resûlullah efendimizin âhireti teşriflerini de gördü. Bundan sonra savaşlara katılmadı. Medîne’de kalıp, Evs kabîlesinin temsilcisi olarak, halîfelerin istişâre heyetlerinde (danışma kurullarında) yer aldı.

Şefkât ve merhâmeti çok olan Ebû Lübâbe, güzel bir ahlâka sâhipti. Emr-i mârûf ve Nehy-i anil-münker (iyiliği emr edip, kötülükten alıkoyma) vazîfesini yerine getirme husûsunda pek titizdi.

Bugün Medîne-i münevverede Ebû Lübâbe’nin kendisini bağladığı direğin yerinde taştan bir sütun olup, üzerine, Ebû Lübâbe ismi yazılmıştır.

EBÛ MA'ŞER BELHî

Bağdat’ta yetişen büyük astronomi âlimi. İsmi, Ca’fer bin Muhammed bin Ömer el-Belhî’dir. 785 (H.169) senesinde Belh’te doğduğu, kaynaklarda zikredilmekteyse de bu târih kesin değildir. Batı ilim dünyâsında Albumasar ismiyle meşhur oldu. 886 (H.272) senesi Mart ayının sekizinde Vasıt şehrinde vefât etti.

Ebû Ma’şer, ilk ilmî çalışmalarını İran Târihi, Horasan’da konuşulan yerli diller ve Hint kültürü üzerinde yaptı. Hadis ilminde büyük âlimler arasında yer aldı. İlim öğrenmek için gittiği Bağdat’ta astronomi ilmine yöneldi. Bıkmadan, yorulmadan yaptığı çalışmalar ve hırsı sâyesinde devrinin en büyük astronomları arasına girdi. Astronomi alanındaki çalışmalarında hocası Sened bin Ali’nin eserlerinden faydalandı.

Ebû Ma’şer, büyük âlim Bettânî ile aynı zamanda yaşamıştır. Eserleri Avrupa’da astronomi ve matematik ilimlerinin gelişmesinde derin etkiler bıraktı. Kendi adıyla anılan meşhur hesaplama metodu, asırlar boyunca astronomi ilimleri sâhasında temel mürâcaat noktası oldu.

İlk defâ med-cezir hâdisesini keşfeden Ebû Ma’şer, bunun mâhiyetini ve ay ile olan münâsebetini bildirdi. Bu bilgiler sonra Avrupa ilim çevrelerine intikal etti. İlim târihi araştırmacılarından Philip K. Hitti: “Gel-git olayının prensip ve kânunlarını Avrupa’ya öğreten, bu alandaki teoriyi ilk defâ ortaya atan Ebû Ma’şer’dir.” demektedir.

Ebû Ma’şer ayrıca enlem derecelerini uzunlukları hakkında da fikirler ileri sürmüştür. Onun gerek med-cezir ile ilgili, gerekse enlem derecelerini hesaplama konusundaki açıklamaları, astronomik coğrafyada Avrupa’ya yol gösterdi.

Eserleri:

Ebû Ma’şer’in astronomi ve vakitlerin hesaplanmasına dâir birçok eseri vardır. Bunlardan bâzıları şunlardır:

1) Zîc-ül-Kebîr: Bu eserde yıldızların hareket ve faaliyetlerini incelemektedir. Eser, astronomiye dâir bir hayli bilgi ihtivâ etmekte ise de bunların teknik îzâhlarına girilmemiştir. 2) Zîc-ül-Kırânât: Zîc-üs-Sagîr de denilen eser, yıldızların mevkilerinin tâyini ile ilgili bilgileri ihtivâ etmektedir. 3) Kitâb-ül-Emtâr ver-Riyâh: Yağmurlar ve rüzgârlara dâir olan bu eser, Hind âlimlerinin görüşlerini aktarmaktadır. 4) Kitâb-ül-Medhal ilâ İlmi Ahkâm-in-Nücûm. Eser çeşitli târihlerde Avrupa’da basılmıştır.

EBÛ MİDYEN MAĞRİBÎ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Şu’ayb Hasan (Hüseyin veya Sinan) olup, künyesi Ebû Midyen Mağribî’dir. Aslen Endülüs’teki Becâye şehrindendir. Bugün İspanya’da bir şehir olan Sevilla civârındaki Katniyona kasabasında doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Fas’ta ve Becâye’de ikâmet etti. Cezâyir’deki Tlemsan’da 1197 (H. 594) senesinde seksen yaşlarında vefât etti. Vefâtı için hicrî 580, 590 ve başka târihler de bildirilmiştir. Kabri tanınmakta ve ziyâret edilmektedir. Kabrini ziyâret edip, kendisini vesîle edilerek yapılan duânın kabul edildiği tecrübe edilmiştir. Muhammed el-Hevârî rahmetullahi aleyh bu hususta Tenbîh adlı bir kitab yazmıştır.

Ebû Midyen Mağribî, küçük yaşta îtikâd ve amel bilgilerini öğrendi. Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Bir müddet dokumacılık sanatı ile ilgilendi. İlme olan aşkı, onun Fas’taki müderrislerin yanına gitmesine sebeb oldu. Orada ilim öğrendi.

Büyük âlim ve velî Ebû Ya’z-i Mağrîbî hazretlerinin derslerine ve sohbetlerine devâm etti. Bir müddet sonra hac için yola çıktı. Bu hac yolculuğu sırasında Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleriyle karşılaşıp, sohbetlerinde bulundu ve tasavvufun inceliklerini öğrendi. Onun yanında kalbi nûrlandı eşsiz sırlara kavuştu. Mâlikî mezhebi fıkıh bilgilerinde yüksek bilgi sâhibi olan Ebû Midyen Mağribî’nin, hac dönüşünde yerleştiği Becâye’de ilim ve şöhreti çevreye yayıldı. Çok kimse ilminden istifâde etti. Pekçok talebe yetiştirdi. Talebeleri arasında Muhyiddîn-i Arabî gibi âlim ve velîler yetişti. Bir şikâyet üzerine Muvahhidî Sultânının emriyle Becâye’den Merrâkeş’e götürülürken Tlemsan yakınlarında vefât etti. Oradaki Rubât-ul-Ubbât’ta defnedildi. Sonra burada türbe ve medreseler binâ edildi. Bilhassa Merînî sultanları, Ebû Midyen Mağribî’nin türbesi civârında câmi ve medreseler yaptırarak, oranın tam bir ilim beldesi olmasına vesîle oldular. Sonra gelen sultan ve emirler de gereken ihtimâmı gösterip bu mübârek zâtın feyz ve bereketinden istifâde etmeye çalıştılar.

Kerâmet ve menkıbeleri çoktur. Her hâliyle cenâb-ı Hakk’ın seçtiği kullarındandı.

Haram ve şüphelilerden çok sakınırdı. Büyüklüğü herkes tarafından bilinir, her taraftan insanlar akın akın sohbetine gelirlerdi. Herkes kendisine talebe olmak isterdi. Zamânın âlim ve evliyâsı onun şerefini ve yüksek mertebesini kabul etmişlerdi. Yanına gelenler, huzûrunda edeple durur, sohbetini dinlerlerdi. İnce, kibar ve zarîf bir zâttı. Alçak gönüllü, haram ve şüphelilerden kaçan, hakîkat ehliydi.

Ebû Midyen Mağribî buyurdu ki:

İlim ganîmettir. Sükût kurtuluştur. Halktan bir şey ummamak rahatlıktır. Bir göz açıp kapayacak kadar Allahü teâlâyı unutmak, O’nun verdiği emânete hıyânettir.

Almayı, vermekten daha tatlı gören, hâl sâhibi olamaz.

Velî olduğu söylenen kimse, dînin emir ve yasaklarına aykırı hareket ederse, ondan sakınmak lâzımdır.

Bir kimse halkı doğru yola dâvet ettiği hâlde, kendisi bu yolda değilse, halkı fitneye düşürür.

Kalp, birçok tarafa yönelebilir. Onu hangi tarafa yönlendirirsen, öteki taraflar kapanır. Bir kimse hem dünyâya ve hem de âhirete yönelemez. Bunlardan biri diğerine mâni olur.

Allahü teâlâ, vicdanlardaki gizli sırlara, insanın her nefeste ve her hâldeki hâline muttalîdir, hepsini bilir. Hangi kalbi kendisine yönelmiş görürse, onu felâketlerden, sıkıntılardan, sapıklıklardan ve fitnelerden muhâfaza eder.

Hakîkî âlim; güzel ahlâkı ile sana doğru yolu gösteren, gidişâtı ile seni kuvvetlendiren, nûrları ile senin bâtınını aydınlatan kimsedir.

EBÛ MUHAMMED BAĞDÂDÎ

On ikinci ve on üçüncü yüzyıllarda Bağdat’ta yetişen din ve fen âlimlerinden. İsmi, Abdüllatîf bin Yûsuf bin Muhammed bin Ali Ebî Es’ad el-Bağdâdî’dir. Künyesi Ebû Muhammed olup, lakabı Muvaffakuddîn’dir. Aslen Musullu olan Ebû Muhammed, 1161 (H.557) senesinde Bağdat’ta doğdu. Babası, zamânın hadis ve kırâat; amcası da, fıkıh âlimlerinden idiler.

Ebû Muhammed, önce Arap dili ve edebiyâtını öğrenerek bu sahada söz sâhibi oldu. Sonra İslâm dîninin temel îtikâd ve fıkıh bilgilerini öğrenen Ebû Muhammed, tıb alanına yöneldi. Bu sahada derinleşip söz sâhibi oldu. Tahsilini, Şam, Kâhire, Kudüs ve Musul gibi şehirlerde tamamlayarak birçok âlimle görüştü ve onlardan istifâde etti.

İlimle uğraşmak sebebiyle aslâ boş vakti olmayan Ebû Muhammed, ya araştırma ve inceleme yapar veya talebe okuturdu. Geri kalan zamanda eser yazmakla meşgul olurdu. Tatlı dilli olan bu âlimin derslerine ilim ve irfan âşıkları koşardı. Kudüs’te bulunduğu sırada, Mescid-i Aksâ’da halka açık dersler verirdi. Sonra Haleb’e ve Anadolu’ya gitti.  Ömrünün sonlarına doğru Bağdat’a yerleşti ve 1231 (H.629) senesinde burada vefât etti.

Ebû Muhammed’in tıp ilmine olan en büyük hizmetlerinden biri, kendi zamânına gelinceye kadar yetişen tıp âlimlerinin, anatomide tâkib ettikleri Galen (Calinos) nazariyelerini kabul etmeyip, yeni metodlar geliştirerek çığır açmasıdır. O devirlerde, Galen’in anatomi ile ilgili nazariyelerine kusursuz gözüyle bakılıyordu. Bu yüzden de birçok yanlışlıklar ve hatâlar meydana gelmişti. Bağdâdî, açmış olduğu yeni anatomi çığırıyla bunlara son verdi. Yazdığı El-İfâde vel-Îtibâr adlı eserinde bu hususta şöyle demektedir:

“Bizim anatomi alanındaki araştırma, inceleme ve tesbitlerimiz, bizden önce söylenilenlere uymuyor. Meselâ alt çene yekpâre bir parçadan meydana gelmektedir. Biz bunu bizzat incelememizle tesbit ettik ve gördük. Görmek, yâni tecrübe ve müşâhade, işitmekten daha sağlam ve güvenilir bir bilgi kaynağıdır. Galen, her ne kadar bu alanda söz sâhibi bir tıb bilgini ise de, müşâhade ve tecrübelerimiz onu hatâlı çıkarmaktadır.”

Bağdâdî, botanik ve zirâat ilimlerinde de söz sâhibiydi. Bu alanda yazdığı Kitâb-ül-İfâdeti vel-Îtibâr fil-Umûr-il-Müşâhedeti vel-Havâdis-il-Muâniyeti bi Erdi Mısr adlı eseri çok meşhur oldu. Bu eserinde Mısır arâzisinin ilmî tasnifini yapmış, buranın toplum yapısı ile hayvanlarını ve iklimini incelemiştir. Ayrıca Mısır’da yetişen bitkiler, yapılan yiyecekler, gıdâlar ve içeceklerle ilgili bilgiler de vermiştir.

Eserleri:

Ebû Muhammed Abdüllatîf Bağdâdî’nin eserlerinin sayısı, 130’a ulaşmaktadır. Bunların; 13’ü Arap dili ve edebiyâtı; 2’si İslâm hukûku, 9’u edebî inceleme ve tenkid, 53’ü tıp, 10’u zooloji, 3’ü tevhid ve kelâm ilmi, 3’ü târih, 3’ü matematik ilimleri, 2’si mâdenler, 23’ü muhtelif konularla ve 48’i felsefeyle ilgilidir. Felsefeyle ilgili eserlerinin 19’u mantık, 10’u tabîat, 8’i ilâhiyât, 9’u da siyâsî ilimlerle ilgilidir.

Eserlerinden bâzıları şunlardır:

1) Câmi-ul-Kebîr: On cilt olan bu eser, mantık ve ilâhiyâtla ilgili olup, yirmi senede hazırlanmıştır. 2) Şerhu Erbaîne Hadîsen Tayyibeten: Hadis ilmi ile ilgilidir. 3) Şerhu Kitâb-ul-Fusûl li Hipokrat, 4) Ihtisâru Şerh-il-Calinus li Kitâb-il-Emrâr el-Haddeti, 5) İhtisârî Kitâbu Menâfi il-A’za li Calinus, 6) İhtisâru Kitâb-il-Cenîn, 7) İhtisâru Kitâb-el-Muna, 8) İhtisâru Kitâb-il-A’dal, 9) Kitâb fî Âlât-it Teneffüs, 10) Makâle fî Sîgat-iz-Zıddi biz-Zıddi, 11) Kitâb fil-Muzil, 12) Kitâb-ul-Kifâye fit-Teşrîh: Üçüncü kitaptan buraya kadar olan eserler tıp ilmi ile ilgilidir. 13) Kitâb fil-Edviyet-il-Müfrede: Eczâcılık ile ilgilidir. 14) Kitâbu Muhtasarı Ahbârî Mısr, 15) Kitâb-ul-Hikmet-il A’lâiyye, 16) Kitâb fin-Nihâye vel-Lânihâye, 17) Kitâbu Garîb-il-Hadîs, 18) Makâletun fil-Buhrân, 19) Kitâb-ul-Kıyâs, 20) Kitâb-ul-Celî fil-Hisâb-il-Hindî, 21) Kitâb-ul-Umde fis-Siyâseti, 22) Muhtasar fî Mâba’det-Tabî’a: Metafizik ile ilgilidir. 23) Makâletun fiş-Şiir: Edebiyât ile ilgilidir.

EBÛ MÛSÂ EL-EŞ'ARÎ

Sevgili Peygamberimizin ileri gelen eshâbından ve vâlilerinden. İsmi Abdullah olup, künyesi Ebû Mûsâ’dır. Babası Kays, Yemen’in Eş’ar; annesi Tayyibe de Ak kabîlesine mensuptur. Nesebi, Abdullah bin Kays bin Süleym bin Hadar bin Harb bin Âmir bin Ahter bin Bekr bin Âmir bin Abd bin Vâil bin Nâciye bin el-Cemâhir bin el-Eş’ar’dır. Bi’setten önce Yemen’in Zebid bölgesinde doğduğu bilinmekteyse de târihi belli değildir. 663 (H.42) yılında Kûfe, diğer bir rivâyette Mekke-i mükerremede vefât etti.

Müslümanların Habeşistan’a hicret ettikleri sırada elli kişiden fazla bir toplulukla Yemen’den Habeşistan’a gelerek orada Müslüman oldu. Câfer bin Ebû Tâlib ve berâberindeki Müslümanlarla birlikte bir müddet Habeşistan’da kaldıktan sonra, Resûlullah efendimizin müsâdesiyle, Habeşistan hükümdârı Necâşî onları iki gemiyle Medîne’ye gitmek üzere yolcu etti. Medîne’ye geldikleri sırada Peygamber efendimiz Hayber’in fethine gitmişti. Peygamber efendimiz dönünce, hemen O’na bîat edip müsâfeha yaptılar. Müslümanlar arasında ilk müsâfeha yapanlar onlardı. Peygamber efendimiz, Ebû Mûsâ el-Eş’arî ve berâberindekileri Batham Meydanlığına yerleştirdi.

Ebû Mûsâ el-Eş’arî Mekke-i mükerremenin fethinden sonraki Huneyn Gazâsında, Evtas mevkiindeki harbe, amcası Ebû Âmir’le birlikte katıldı. Amcası Ebû Âmir bu savaşta şehid düşünce, onun yerine kumandayı aldı. Büyük kahramanlıklar göstererek çarpıştı. Onun bu kahramanlıklarını gören gâzilerin de coşmasıyla, düşman bozguna uğrayarak, Tâif’e doğru kaçtı.

Ebû Mûsâ el-Eş’arî radıyallahü anh, Resûlullah efendimiz zamânında Zebid, Aden ve Yemen vâliliklerinde bulundu. Resûlullah efendimiz, onu Muâz bin Cebel ile birlikte Yemen’e vâli gönderirken, ikisine şöyle buyurdu: “Yemen’e vardığınızda, halka kolaylık gösteriniz, güçlük göstermeyiniz! Sevdiriniz ve nefret ettirmeyiniz. Birbirinizle iyi geçininiz, ayrılmayınız.”

Ebû Mûsâ el-Eş’arî, Resûlullah efendimizin vefâtından sonra da devlet hizmetlerinde bulundu. Halîfe hazret-i Ömer zamânında 638 (H.17) senesinde Basra’ya vâli tâyin edildi. Vâliliği sırasında İranlılarla yaptığı savaşlarda pek büyük başarılar elde etti. Kisrâ’nın elinde bulunan Ahvaz, Tüster, Sus şehirlerini zaptederek Huzistan bölgesini tamâmiyle İslâm devletinin hudutları içine aldı. Ebû Mûsâ el-Eş’arî vâliliği sırasında, dokuz mil uzaklıkta çıkan tatlı bir suyu, kanal kazdırarak şehre getirdi. Bu muazzam eser, hâlâ onun adı ile anılır.

Hazret-i Ömer zamânında Kûfe vâliliği de yapan Ebû Mûsâ el-Eş’arî, hazret-i Osman ve hazret-i Ali’nin halîfeliği sırasında ise, Basra ve Kûfe vâliliklerinde bulunarak, büyük hizmetler verdi. 663  senesinde Kûfe’de vefât etti.

Ebû Mûsâ el-Eş’arî, çok fazîletli bir zâttı. Peygamber efendimizin iltifâtlarına mazhâr olmuş, âhirette derecelerinin yüksek olması için duâsına kavuşmuştu. Kur’ân-ı kerîmi ezbere bilirdi. Hazret-i Ebû Bekr’in hilâfeti sırasında, Kur’ân-ı kerîmi toplayan heyette vazîfeliydi.

İslâm takvimini, yazılarında ilk defâ o kullandı. Çok edepliydi. Her an son nefesini düşünürdü. Dünyâya hiç değer vermez, her hâlinde ve davranışında Allahü teâlâdan çok korktuğunu ifâde eder, son nefesini îmânla vermekten başka bir şey düşünmezdi.

Buyurdu ki:

Kur’ân-ı kerîme tâzimle çok hürmet ediniz. Zîrâ bu Kur’ân-ı kerîm sizin için ecirdir. Kur’ân-ı kerîme uyunuz. Onu kendinize uydurmayınız. Kim Kur’ân-ı kerîme uyarsa, Kur’ân-ı kerîm onu Cennet bahçelerine götürecektir. Kim Kur’ân-ı kerîmi kendine uydurursa, anladığı ve hesâbına geldiği gibi kabullenir, mânâ verirse, Cehennem’in alt katlarına baş aşağı düşeceklerdir.

Âdemoğlu iki dere dolu altını olsa yine de tamam, yeter demez. Üçüncü bir dereyi doldurmaya çalışır. Âdemoğlunun karnını birazcık topraktan başka bir şey doldurmaz.

Ebû Mûsâ el-Eş’arî üç yüz altmış hadîs-i şerîf rivâyet eti.

Peygamber efendimizden bizzat işiterek rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzıları şunlardır:

Allahü teâlâ gece günâh işleyene sabaha kadar, gündüz günâh işleyene de tövbe etmesi için akşama kadar mühlet verir. Güneş batıdan doğuncaya kadar böyle devâm eder.

Kırk gün helâl yiyenin kalbini Allahü teâlâ nûrlandırır ve hikmet sözlerini kalbinden lisânına (diline) akıtır.

Yaşlılara saygı göstermek, Allahü teâlâya tâzimdendir.

Kötü arkadaş demircilerin körükleri gibidir. Şâyet üflediği ateş kıvılcımları seni yakmazsa, kokusu sana bulaşır.

Kişi, sevdiği ile berâberdir.

Müminler birbirini bağlayıp destekleyen bir binânın taşları gibidir.