EBÛ BEKR-İ SIDDÎK
Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) ilk halîfesi, daha hayattayken Cennet ile müjdelenen, peygamberlerden sonra bütün insanların en üstünü olan sahâbî. Asıl adı Abdullah bin Ebû Kuhâfe bin Âmir bin Amr bin Ka’b bin Sa’d bin Teym bin Mürre’dir. Babasının adı Osman olup, Ebû Kuhâfe künyesi ile meşhurdur. Annesi Ümmül-Hayr lakabıyla tanınan Selmâ binti Sahr’dır.
Hazret-i Ebû Bekr Peygamber efendimizden 2 yıl 3 ay küçük olup, Fil Vak’asından sonra 573 yılında Mekke’de doğdu. Müslüman olmadan önce adı, Abdüluzzâ veya Abdülka’be idi. Sevgili Peygamberimiz, îmân ettikten sonra onun ismini Abdullah olarak değiştirdi. Peygamber efendimiz; “Cehennem’den atîk olanı (âzâd edilmiş kimseyi) görüp, sevinmek isteyen kimse, Ebû Bekr’e baksın.” buyurduğu için “Atîk” lakabıyla tanındı. Peygamber efendimizin bildirdiği her şeyi ânında ihlâsla tasdik ettiği için “Sıddîk” lakabıyla meşhûr oldu. 634 (H.13) senesinde Medîne-i münevverede vefât etti.
Otuz sekiz yaşında Müslüman olmakla şereflendi.
Hazret-i Ebû Bekr, Resûlullah efedimizin, peygamberliğini bildirip, Müslüman olmasını istediği zaman hiç tereddüd etmeden İslâmiyeti kabul etti. Onun Müslüman oluşu hakkında bildirilen haberler çeşitlidir. Şöyle ki: Hazret-i Ebû Bekr, İslâmiyet bildirilmeden önce bir rüyâ görmüştü. “Gökten dolunay inip, Kâbe-i muazzamaya gelmiş, sonra parça parça olmuş, parçalardan her biri Mekke evlerinden biri üzerine düşmüş, sonra bu parçalar bir araya gelerek gökyüzüne yükselmişti. Ebû Bekr-i Sıddîk’ın evine düşen parça ise, gökyüzüne yükselmemişti. Hazret-i Ebû Bekr hemen evin kapısını kapamış, sanki bu ay parçasının gitmesine mânî olmuştu.”
Hazret-i Ebû Bekr, heyecanla rüyâdan uyanmış, sabah olunca, hemen Yahûdî âlimlerinden birisine koşup, rüyâsını anlatmıştı. O âlim cevâbında; “Bu karışık rüyâlardan biridir, onun için tâbir edilmez.” demişti. Fakat bu rüyâ Ebû Bekr’in zihnini kurcalamaya devâm etmiş,Yahûdînin cevâbı onu tatmin etmemişti. Bundan bir müddet sonra ticâret için gittiğinde, yolu râhip Bahîrâ’nın diyârına düşmüştü. Rüyâyı anlatıp tâbirini Bahîrâ’dan istemiş ve şu cevâbı almıştı. Bahîra; “Sen neredensin?” dedi. Ebû Bekr; “Kureyş’tenim” diye cevap verince, Bahîra; “Orada bir peygamber ortaya çıkıp, hidâyet nûru Mekke’nin her yerine ulaşacak, sen hayâtında O’nun vezîri, vefâtından sonra da, halîfesi olacaksın.” deyince, o bu cevâba hayret etmişti. Hazret-i Ebû Bekr, bu rüyâsını ve tâbirlerini, Resûlullah efendimiz peygamberliğini açıklayıncaya kadar kimseye söylememişti.
Peygamber efendimiz, peygamberliğini açıklayınca, Ebû Bekr hemen Fahr-i âlem efendimize koşup; “Peygamberlerin, peygamberliklerine delîlleri vardır, senin delîlin nedir?” diye suâl etti. Peygamber efendimiz de cevâbında; Bu nübüvvetime delil, o rüyâdır ki, bir Yahûdî âlimden tâbirini istedin. O âlim; “Karışık rüyâdır, îtibâr edilmez.” dedi. Sonra, Bahîra râhib doğru tâbir etti. buyurarak, Ebû Bekr’e hitâben; “Ey Ebû Bekr! Seni Allah’a ve Resûlüne dâvet ederim.” buyurdu. Bunun üzerine hazret-i Ebû Bekr; “Şehâdet ederim ki, sen Allahü teâlânın resûlüsün ve senin peygamberliğin haktır ve cihânı aydınlatan bir nûrdur.” diyerek O’nu tasdik edip Müslüman oldu.
Hazret-i Ebû Bekr, Müslüman olunca, hemen çok sevdiği arkadaşlarına gitti. Onları da, Müslüman olmaları için iknâ etti. Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerinden ve Cennet’le müjdelenenlerden; Osman bin Affân, Talha bin Ubeydullah, Zübeyr bin Avvâm, Abdurrahmân bin Avf, Sa’d bin Ebî Vakkâs, Ebû Ubeyde bin Cerrâh gibi yüksek şahsiyetler onun vâsıtasıyla Müslüman oldular. Annesi Ümmül Hayr da ilk Müslümanlardan oldu. Kureyşliler, İslâmiyeti kabul eden hazret-i Ebû Bekr ve arkadaşlarını dinlerinden döndürmek için çeşitli işkenceler yaptılar. Hazret-i Ebû Bekr, Mekke’de Müslüman olan köleleri satın alarak âzât etti ve işkenceden kurtardı. Bilâl-i Habeşî bunlardan birisidir.
Hazret-i Ebû Bekr, Peygamber efendimiz ne söylerse îtirâz etmez, derhâl kabul ederdi. Hattâ herkesin karşı çıktığı meseleleri bile îtirâzsız tasdik ederdi. Sevgili Peygamberimizin mîrac mûcizesini kabul etmeleri de böyle oldu.
Müşrikler Peygamber efendimizin mîrac mûcizesini işitince, kabul etmediler. Hattâ onunla alay etmeye kalktılar. Sonra, hazret-i Ebû Bekr’e sordular. Ebû Bekr Peygamber efendimizin ismini duyunca; “Eğer O söyledi ise inandım. Bir anda gidip gelmiştir.” dedi. Mîrac mûcizesini tasdik ve kabul ettiğini müşriklere iftihârla söyledi. Resûlullah efendimiz o gün hazret-i Ebû Bekr’e “Sıddîk” lakabını verdi. Bu lakabı almakla şerefi bir kat daha arttı.
Hazret-i Ebû Bekr, Resûlullah efendimizin en yakın dostuydu. O’ndan hiç ayrılmazdı. Onların bu berâberliği, Mekke’den Medîne’ye hicrette de devâm etti. O’na mağara arkadaşı oldu. Mağarada üç gün kaldıktan sonra, ikisi bir deveye binerek yolculuk ettiler. Medîne’ye varıncaya kadar Resûlullah efendimizin bütün hizmetini o gördü. Medîne’deki mescid yapılırken birlikte çalıştılar. Hiçbir hizmet ve fedâkârlıktan geri kalmadı.
Hazret-i Ebû Bekr, Resûlullah efendimizle birlikte bütün harplerde bulundu. Çok şiddetli muhârebelerde, Peygamber efendimizin muhâfızlığını yapıp, bedenini siper etti. Bedr’de, Uhud’da, Hendek’te müşriklere karşı büyük kahramanlıklar gösterdi. Tebük Harbinde, sancakdârlık vazîfesini yerine getirdi.
İslâmın insanlara bildirilmesinden 21 yıl sonra Mekke şehri, Müslümanlar tarafından fethedildi. Mekke halkı Peygamber efendimizin huzûruna gelerek İslâmı kabul etmeye başladılar. Sevgili Peygamberimiz, Safâ Tepesine oturmuş, yeni Müslümanların bî’atını kabul ediyordu. Bu sırada hazret-i Ebû Bekr’in babası Ebû Kuhâfe de gelerek Müslüman oldu.
Hazret-i Ebû Bekr, 631 (H.9) senesinde hac kâfilesi başkanlığı vazîfesini yapmıştır. Peygamber efendimizin son hastalıklarında üç gün imâmlık görevinde bulunup, on yedi vakit namaz kıldırmış, üç vaktinde de sevgili Peygamberimiz, Ebû Bekr’e uyarak arkasında namaz kılmışlardır.
Resûlullah’ın vefâtı üzerine derhâl halîfe seçimi yapıldı. Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvân) sözbirliği ile halîfe seçildi. Peygamber efendimizin vekîli, Müslümanların reîsi oldu. Müslümanlar başsızlıktan, dağınıklıktan kurtarıldı.
Peygamber efendimizin vefâtından sonra, Arabistan Yarımadasının çeşitli bölgelerinde irtidâd (dinden dönme) hareketleri baş gösterince, üzerlerine asker gönderdi. Bunlardan Yemâme’deki Müseylemet-ül-Kezzâb’ın 40.000 kişilik ordusu üzerine sevk edilen İkrime radıyallahü anh emrindeki askerleri kâfî görmeyen Halîfe, Hâlid bin Velîd’i yardıma gönderdi. Hâlid bin Velîd Yemâme’de büyük bir zafer kazandı. Bu harpte 20.000 mürtet öldürüldü. İki bine yakın Müslüman şehid oldu. Amr ibni Âs da, Huzâa kabîlesini yola getirdi. Alâ bin Hadrâmî radıyallahü anh, Bahreyn’de çetin muhârebeler yapıp, mürtetleri dağıttı. Huzeyfe, Arfece ve İkrime radıyallahü anhüm, Ummân ve Bahreyn’de birleşip mürtetleri bozdular. On bin mürtet öldürdüler. Halîfe, Hâlid bin Velîd’i radıyallahü anh Irak tarafına gönderdi. Hire’de yüz bin altın cizye aldı. Hürmüz kumandasındaki İran ordusunu bozguna uğrattı. Basra’da otuz bin kişilik orduyu perişân etti. İmdâda gelen büyük ordudan yetmiş bin kâfir öldürüldü. Sonra çeşitli muhârebelerle, büyük şehirler alındı. Halîfe, Medîne’de ordu toplayıp, hazret-i Ebû Ubeyde’yi Şam taraflarına, Amr ibni Âs’ı da Filistin’e gönderdi. Sonra Yezîd bin Ebû Süfyân’ı Şam’a yardımcı gönderdi. Sonra asker toplayıp, Muâviye kumandasında, kardeşi Yezîd’e yardım gönderdi. Hâlid bin Velîd’i, Irak’tan Şam’a gönderdi. Hazret-i Hâlid, askerin bir kısmını Müsennâ’ya bırakıp, birçok muhârebe ve zaferlerle Suriye’ye geldi. İslâm askerleri birleşerek Ecnâdin’de büyük bir Rum ordusunu yendiler. Sonra Yermük’te kırk altı bin İslâm askeri, Bizans imparatoru Herakliüs’ün iki yüz kırk bin askeriyle uzun ve çetin savaşlar yapıp gâlip geldi. Üç bin Müslüman şehid oldu. Bu muhârebede İslâm kadınları da harp etti. Başkumandan hazret-i Hâlid bin Velîd’in ve tümen komutanı İkrime’nin şaşılacak kahramanlıkları görüldü. Bütün bu zaferler, halîfenin cesâreti, dehâsı, güzel idâresi ve bereketiyle oldu.
Hazret-i Ebû Bekr, Resûlullah’ın vefâtından sonra, her geçen gün biraz daha zayıflıyordu. Birgün kızı Âişe-i Sıddîka vâlidemiz, bu zayıflamanın sebebini sordu. Cevâbında; “Beni, Muhammed aleyhisselâmın ayrılığı böyle zayıflattı.” buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekr, Yermük Savaşının yapıldığı sırada 634 (H.13)te hastalandı. Hastalığının son günlerinde bir gece Peygamber efendimizi rüyâsında gördü. Peygamber efendimiz ona; “Yâ Ebâ Bekr! Seni çok özledik, kavuşma zamânı yaklaştı” buyurdu. O da; “Ben de seni özledim, yâ Resûlallah!” dedi. “Bu ümmet için âdil, sâdık, yerde ve gökte herkesin rızâsını kazanmış, zamânın en temizi olan Fârûk’u (hazret-i Ömer’i) halîfe seç!” buyurdular. Bunun üzerine Hazret-i Ömer’in halîfe seçilmesini vasiyet etti. Hilâfeti 2 sene 3 ay 10 gün sürdü. 63 yaşındayken, 634 (H.13) yılında Cemâziyel-âhir ayının yedisinde Pazartesi günü hastalandı. 15 gün hasta yattıktan sonra vefât etti. Cenâze namazını hazret-i Ömer kıldırdı. Peygamber efendimizin kabrinin bulunduğu Hücre-i Saâdete defnedildi.
Hazret-i Âişe anlatır: Babam vefât edince, Eshâb-ı kirâm nereye defnedelim diye tereddüde düştüler. O hâlde uyumuşum. Kulağıma; “Dostu dosta kavuşturun” diye bir ses geldi. Uyandım, Eshâb-ı kirâma anlattım. Onlar da aynı sesi işittiklerini söylediler. Hattâ mescidde namaz kılanlar da işittik, dediler. Artık mesele hallolmuştu. Peygamber efendimizin yanına defnettiler.
Hazret-i Ebû Bekr’in, Katîle, Ümmü Rûmân, Esmâ ve Habîbe adlı hanımlarından, Abdullah, Esmâ, Abdurrahman, Âişe-i Sıddîka, Muhammed ve Ümmü Gülsüm adlı çocukları olmuştur. Hazret-i Ebû Bekr’in yüzü ve gövdesi zayıf ve beyazdı. Yanakları üstünde sakalları az, gözleri çukurca, alnı yumruca idi.
Hazret-i Ebû Bekr, îmâna gelen ve Müslüman olmakla şereflenen ilk hür erkektir. Müslüman olmadan önce de Resûlullah efendimizin arkadaşı idi. Büyük ve dürüst bir tüccârdı. Bütün malını, evini barkını Resûlullah’ın uğrunda harcadı. İslâmiyeti kabul etmesine kadar geçen otuz sekiz senelik hayâtında hiç içki kullanmadı, putlara tapmadı. Her türlü sapıklıktan, hurâfelerden uzak, iffeti ve güzel ahlâkı ile tanınmış bir kişiydi. Kavmi arasında sevilen ve saygı gösterilen bir kimse olup, fakirlere yardım eder, muhtâc olanları gözetirdi. Herkesin ona sonsuz bir îtimâdı vardı.
Hazret-i Ebû Bekr, Eshâb-ı kirâmın en çok ilim sâhibi olanlarındandı. Her ilimde mürâcaat kaynağı olmuştur. İslâmî ilimlerin bütün meselelerini bilirdi. Nitekim Resûlullah efendimiz; “Allahü teâlânın kalbime akıttıklarını, Ebû Bekr’in kalbine akıttım.” buyurmuştur.
Resûlullah efendimizin vezîri idi. O, bir meselede Eshâb-ı kirâm ile istişâre ederken hazret-i Ebû Bekr’i sağına, hazret-i Ömer’i de soluna oturturdu. Görülecek mesele husûsunda, önce bu ikisinin reyini sorar, sonra da diğer sahâbîlerin görüşlerine yer verirdi. Resûl-i ekrem efendimiz, Kur’ân-ı kerîmin hepsinin tefsirini Eshâbına bildirmiştir. Kur’ân-ı kerîmin tefsiri için lâzım olan bütün ilimler, hazret-i Ebû Bekr’de mevcuttu. Yaşadığı zamanda Kureyş’in en büyük âlimi olarak tanınırdı. Arap dilinin belâgatına vâkıftı ve gâyet güzel konuşurdu. Resûlullah efendimizin çok feyzlerine kavuşmuş, Kur’ân-ı kerîmin mânâsına ve hakîkatına âit bütün bilgileri bizzat O’ndan almıştır. Kur’ân-ı kerîmden hüküm çıkarmak husûsunda üstün bir kudret ve mahâret sâhibiydi. Âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin mânâ ve hakîkatlarına hakkıyla muttalî (bilir) idi. Eshâb-ı kirâm ve Tâbiîn’in âlimleri, birçok âyet-i kerîmelerin tefsirini ondan alıp bildirmişlerdir.
Onun devrinde, devlet idâresinin temelleri sağlamlaşmış, Kur’ân-ı kerîmin bir hükmü dışına çıkılmadığı gibi, dinden ayrılmak isteyenlere fırsat verilmemiştir. Mürtetlerle yapılan bu harplerden Yemâme’de, birçok hâfız şehid olmuştu. Hazret-i Ömer’in de teklifi ile Kur’ân-ı kerîmin bir kitap hâlinde toplanması kararlaştırılıp, bu vazîfe Zeyd bin Sâbit’e verildi. Hazret-i Ebû Bekr’in en büyük hizmetlerinden biri de, Kur’ân-ı kerîmi kitap hâlinde toplaması olmuştur. Peygamber efendimiz zamânında Cebrâil aleyhisselâm her sene bir kere gelip o âna kadar inmiş olan Kur’ân-ı kerîmi Levh-ül-Mahfûz’daki sırasına göre okur, Peygamber efendimiz dinler ve tekrar ederdi. Âhirete teşrif edeceği sene, iki kerre gelip, tamâmını okudu. Resûlullah efendimiz ve Eshâb-ı kirâmın çoğu, Kur’ân-ı kerîmi tamâmen ezberlemişti. Bâzıları da bâzı kısımları ezberlemiş, birçok kısımlarını yazmışlardı. Peygamber efendimizin, âhirete teşrif ettiği sene, halîfe Ebû Bekr ezber bilenleri toplayıp ve yazılı olanları getirtip, Zeyd bin Sâbit’in başkanlığındaki bir heyete, bütün Kur’ân-ı kerîmi kâğıt üzerine yazdırdı. Böylece, Mıshaf veya Mushaf denilen bir kitap meydana geldi.
Hazret-i Ebû Bekr’in hadis ilminde de üstün bir hizmeti olmuştur. Resûlullah’ın her hâline ve her işine pek yakından vâkıf bulunuyordu. Eshâb-ı kirâm, bir çok meselede Resûlullah efendimizin nasıl hareket ettiğini, Ebû Bekr’den soruyordu. Kendisinden Ömer bin Hattâb, Osman bin Affân, Aliyy-ül-Mürtezâ, Abdurrahmân bin Avf, Abdullah ibni Mes’ûd, Abdullah ibni Abbâs, Abdullah ibni Ömer, Huzeyfet-ül-Yemânî, Zeyd bin Sâbit ve daha birçok sahâbî hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir. Resûl-i ekremin vefâtından sonra, hemen hilâfet işlerine başlaması ve meşgûliyetinin çok olması ve her işittiğini rivâyet edecek kadar uzun yaşamaması sebebiyle bildirdiği hadîs-i şerîflerin sayısı azdır. Bunların 142 aded olduğu kaynak eserlerde zikredilmektedir. Resûlullah efendimizden bizzat işiterek rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerin bâzıları şunlardır:
Misvâk, ağzı temizlemeye, cenâb-ı Hakk’ın rızâsına kavuşmaya vesîledir.
Doğruluğa ve iyiliğe dikkat edin, zîrâ bu ikisi Cennet’e götürür. Yalandan ve kötülükten sakının, zîrâ bunlar Cehennem’e götürür.
Peygamberler mîrâs bırakmazlar. Onların bıraktıkları sadakadır.
Ebû Bekr-i Sıddîk neseb ilminde de yükselmişti. Arapların soylarına âit haberleri en iyi bilendi. Aralarındaki kan dâvâlarını hâlleder, onun hakemliğine ve kararlarına îtirâzları olmazdı.
Diline hâkim olmak, lüzûmsuz hiçbir söz söylememek için mübârek ağzına taş koyardı. Mecbûr olmadıkça aslâ dünyâ kelâmı söylemezdi. Bir hadîs-i şerîfte; “Ebû Bekr’in îmânı bütün mü’minlerin îmânları ile tartılsa, Ebû Bekr’in îmânı ağır gelir.” buyruldu.
Hazret-i Ebû Bekr’in fazîletleri üstünlükleri çoktur. Bunların her biri Kur’ân-ı kerîmin, hadîs-i şerîflerin ve Eshâb-ı kirâm ile diğer din âlimlerinin haber vermesiyle anlaşılmıştır. Bu ümmet içinde, Peygamber efendimizden sonra olma saâdetinin sâhibi, Ebû Bekr-i Sıddîk’tir. Çünkü îmân etmek, dîni kuvvetlendirmek ve Peygamberlerin efendisine yardım etmek için, malını dağıtmakta, cihâd etmekte yâni düşmanlarla şiddetli mücâdele etmekte öncelerin öncesi odur. Hadîd sûresinin 10. âyetinde meâlen; “Mekke-i mükerremenin fethinden önce malını veren ve cihâd eden kimseye, fetihden sonra malını dağıtan ve cihâd edenden daha büyük derece vardır. Allahü teâlâ hepsine Cennet’i vâdetti.” âyet-i kerîmesi, onun için indirilmiştir.
Peygamber efendimiz zamânında İslâmın en büyük düşmanı. Asıl adı Amr bin Hişâm olup, Ebû Hakem ve İbn-i Hanzala künyeleriyle bilinir. Mekke’nin ileri gelen kabîlelerinden olan Mahzûmoğullarındandır. Amr bin Hişâm’a, İslâm dînine ve sevgili Peygamberimize olan aşırı düşmanlığı sebebiyle, Peygamber efendimiz tarafından Ebû Cehl, yâni cehâletin babası, önderi lakabı verilmiştir.
Câhiliyye devrinde Kureyş’in ileri gelenlerinden olan Ebû Cehl; Peygamber efendimize peygamberlik emri bildirilip, insanları küfürden îmâna, cehâletten ilme, zulümden adâlete, kısaca kurtuluşa dâvet ettiği ilk yıllarda karşı çıkmış, O’na inanan ve tâbi olanlara mâni olmaya çalışmış, çeşitli işkence yollarına başvurmuştu.
Ebû Cehl, bir gün kâfirleri toplayıp, Peygamberimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) kastederek; “Ben onun elinden, ancak O’nu öldürmekle kurtulurum. Eğer siz de bana yardımcı olursanız namaz kılarken, bir taş atıp öldüreceğim.” dedi. Kâfirler de yardım edeceklerine dâir söz verdiler. Sabahleyin Peygamber efendimiz namaz kılarken, Ebû Cehl eline bir taş alıp yürüdü. Yaklaştığında birden rengi değişti, titreyerek geri döndü. Kâfirler, Ebû Cehl’e şaşarak; “Niçin geri döndün?” diye sorunca; “O’nun yanına yaklaştığım zaman öyle hırçın bir deve ile karşılaştım ki, ömrümde öyle heybetli deve ne görmüş, ne de işitmiştim. Biraz daha yaklaşsaydım muhakkak beni öldürürdü!” dedi. Cebrâil aleyhiselâm bunu Peygamber efendimize haber vermiştir. Peygamberimiz; “Eğer daha yaklaşsaydı elbette onu yakalardı.” buyurmuşlardır.
Ebû Cehl yine bir gün kâfirleri toplayıp; “Muhammed sizin yanınızda namaz kılar mı?” dedi. Oradaki kâfirler de; “Evet!” dediler. Ebû Cehl; “Eğer ben O’nu o hâlde iken görürsem başını ayağımla ezeceğim!” dedi. Bir gün bu dediğini yapmaya giderken, daha yaklaşmadan eliyle yüzünü silerek geri döndü. Kureyş kâfirleri ona dönüp; “Ne oldu, niye döndün?” deyince, “O’nunla benim aramda bir ateş kuyusu meydana geldi. Zebânîler bana hücum ettiler. Geri döndüm!” dedi.
Akabe Bî’atından sonra Medîne’de Müslümanların çoğalması sebebiyle, Peygamber efendimiz, Mekke’de işkence ve zulüm gören Müslümanların, Medîne’ye hicret etmelerine izin verdi. Mekke’de Peygamber efendimiz, hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ali, fakirler, hastalar ve ihtiyârlar kalmışlardı. Peygamber efendimizin de Medîne’ye gidip Müslümanların başına geçeceği ihtimâline karşı müşriklerin ileri gelenleri Dâr-ün-Nedve’de toplandılar. Şeytan da, Necdli bir ihtiyâr kılığında bu toplantıya iştirâk etti. Kureyş’in reisi olan Ebû Cehl; “Her kabîleden kuvvetli bir kişi seçelim. Ellerinde kılıçları ile Muhammed’in üzerine saldırsınlar. Kılıç vurup kanını döksünler. Böylece mecbûren diyete râzı olurlar. Biz de diyetini verir, sıkıntıdan kurtuluruz.” dedi. Şeytan da, bu fikri beğendi ve harâretle teşvik ve tavsiye etti. Düşüncelerini tatbike Allahü teâlâ müsâade etmedi.
Hicretin ikinci yılında olan Bedr Harbinde, Afra Hâtunun iki oğlu Muaz ve Muavvez kardeşler Ebû Cehl’i savaş esnâsında yaraladılar ve yere yıktılar ve öldü zannedinceye kadar kılıç vurdular. Bedr Savaşı sonunda, bir ara Resûl-i ekrem efendimiz; “Acabâ Ebû Cehl ne yaptı, ne oldu, kim gidip bakar?” buyurarak ölüler arasında araştırılmasını emretti. Aradılar bulamadılar. Peygamber efendimiz; “Arayınız, onun hakkında sözüm var.” buyurdu. Bunun üzerine Abdullah bin Mes’ûd, Ebû Cehl-i aramaya gitti ve yaralı buldu. Boynuna ayağını basıp sakalından çekti ve; “Ey Allahü teâlânın düşmanı! Allahü teâlâ seni nihâyet hor ve hakîr etti mi?” dedi. Ebû Cehl; “Ne diye beni hor ve hakîr edecek! Ey koyun çobanı! Allah seni hakîr ve hor etsin. Sen çıkılması pek sarp bir yere çıkmışsın. Sen bana bugün zafer ve galebenin hangi tarafta olduğunu haber ver!” dedi. İbn-i Mes’ûd; “Zafer Allah ve Resûlünün tarafındadır.” dedi. Ebû Cehl’in miğferini kafasından çıkardı ve; “Seni öldüreceğim!” dedi. Ebû Cehl; “Sen kavminin ulusunu öldürenlerin ilki değilsin. Fakat doğrusu senin beni öldürmen bana çok ağır gelecek. Hiç olmazsa, boynumu göğsüme yakın kes de başım heybetli görünsün!” diyerek, küfrünün, gurûr ve kibrinin ne dereceye çıktığını gösterdi. İbn-i Mes’ûd, Ebû Cehl’in başını kendi kılıcıyla kesemeyince, Ebû Cehl’in kılıcıyla kesti, silâhını, zırhını, miğferini ve başını getirip Peygamber efendimizin önüne koydu. “Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Bu, Allahü teâlânın düşmanı Ebû Cehl’in başıdır.” dedi. Sevgili Peygamberimiz; “O Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur.” buyurdu. Sonra kalkıp Eshâbıyla birlikte Ebû Cehl’in ölüsünün yanına kadar gittiler. Orada; “Allahü teâlâya hamd olsun ki, seni zelîl ve hakîr kıldı. Ey Allah’ın düşmanı! Sen, bu ümmetin fir’avnı idin.” buyurdu. Sonra da; “Yâ Rabbî! Bana olan vaadini yerine getirdin.” diyerek Allahü teâlâya şükretti.
Böylece Ebû Cehl’in kendisi ve ona tâbi olup, îmânsızlıkta ısrâr edenler için dünyâ hayâtı sona ererken, ebedî felâket ve Cehennem azâbı başlıyordu.
Allahü teâlânın insanları ebedî saâdete kavuşturmak için gönderdiği peygamberlere her asırda karşı çıkan ve insanların hidâyete kavuşmasını engellemek isteyen zâlimler olmuştur. Fakat bu zâlimlerden hiç biri îmânı yok edememiştir. Kendileri kahrolmuş, çok acı ve perişân hâlde saltanatlarından ayrılmışlar, zevklerine doyamadan, ölümün pençesine düşmüşler, isimleri lânet ile anılmış veya unutulmuştur. Allahü teâlâ bir peygamber veya âlim göndererek, îmân ışığı ile yeryüzünü yeniden aydınlatmıştır.
Kütüb-i Sitte denilen meşhur altı hadîs-i şerîf kitâbından biri olan Sünen-i Ebû Dâvûd’un sâhibi. İsmi, Süleymân bin Eş’as bin İshâk bin Beşir’dir. Ebû Dâvûd künyesiyle meşhur olup, Sicistânî nisbesiyle bilinir. 817 (H.202)’de Sicistan’da doğdu. 889 (H.275)’de Basra’da vefât etti.
Küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Ebû Dâvûd Sicistânî; Horasan, Şam, Irak, Hicaz, Mısır gibi ilim merkezlerine giderek zamânının tanınmış âlimlerinden ilim tahsil etti ve hadîs-i şerîf dinledi. Tefsir ve Hanbelî fıkhını da tahsil edip, yüksek ilmî dereceye ulaştı. Hadîs-i şerîf öğrenmek için uzun yolculuklar yaptı. Müslim bin İbrâhim, Süleymân bin Harb, Ebû Ma’mer el-Mak’ad, Yahyâ bin Maîn, Ahmed bin Hanbel gibi büyük âlimlerden rivâyetlerde bulundu. Hadis ilminde sika (güvenilir) bir âlim olan ve ilmî derece bakımından İmâm-ı Buhârî ve İmâm-ı Müslim’den sonra gelen Ebû Dâvûd Sicistânî’den, Bağdat’ta bulunduğu sırada, oğlu Abdullah, Ebû Abdurrahmân en-Nesâî, Ahmed bin Muhammed bin Hârun ve başka âlimler rivâyette bulundular. Beş yüz bin hadîs-i şerîf yazan Ebû Dâvûd Sicistânî, bunlardan seçtiği 4800 hadîs-i şerîfi ihtivâ eden meşhûr Sünen kitabını telif etti. Bilhassa fıkhî konularla ilgili hadîs-i şerîfleri topladığı ve bu hususta pek kıymetli bir kaynak olan bu kitabını İmâm-ı Ahmed bin Hanbel’e arz edip, onun takdirine kavuştu.
Mu’cem kitaplarında ve hadîs-i şerîf fihristlerinde D (dal) harfiyle ifâde edilen Sünen-i Ebû Dâvûd’a daha sonraki zamanlarda birçok şerhler yazılmıştır. Bu şerhlerden; Azîmâbâdî’nin yazdığı Avn-ül Ma’bûd, Hattâbî tarafından yazılan Meâlim-üs-Sünen, İmâm-ı Süyûtî tarafından yazılan Mirkâd-üs-Süûd ilâ Sünen-i Ebî Dâvûd adlı eserler zikredilebilir. Son zamanlarda yazılan El-Menhel-ül-Azb-ül-Mevrûd adlı şerh yarım kalmış, daha sonra üzerine tekmile yazılarak basılmıştır.
Ebû Dâvûd, beş yüz bin hadîs-i şerîf içinden seçtiği 4800 hadîs-i şerîften şu dördünün insanlar için çok önemli olduğunu bildirmiştir.
Ameller niyetlere göredir.
İnsanların kendisine faydası olmayan şeyleri terk etmesi müslümanlığın güzelliğindendir.
Bir mümin kendisi için istediği ve sevdiği bir şeyi, (din) kardeşi için de istemedikçe îmânı kâmil olmaz.
Helâl meydanda, haram da meydandadır. Bunların arasında şüpheli şeyler vardır. Harama düşmemek için bu şüphelilerden sakınmak lâzımdır.
Ebû Dâvûd Sicistânî, ilmiyle amel eden güzel ahlâk sâhibi bir kimseydi. Büyük bir Hadîs âlimi olduğu için, Resûlullah efendimizin ahlâkı ile ahlâklanmaya çok çalışırdı.
Eserleri: Ebû Dâvûd Sicistânî’nin Sünen-i Ebû Dâvûd adlı eserinden başka, Kitâb-ı Merâsil ile Delâil-ün-Nübüvve adlı eserleri de vardır.
Eshâb-ı kirâmdan. Ensârın yâni Medîneli Müslümanların ileri gelenlerinden. İsmi, Semmâk (veya Simâk) bin Hareşe olup, İslâm târihinde Ebû Dücâne künyesiyle meşhur olmuştur. Medîne’nin Hazrec kabîlesinden olup, doğum târihi belli değildir. 632 (H.11) senesinde Yemâme Savaşlarında şehid oldu.
Peygamber efendimizin Mekke’den Medîne’ye hicret etmesinden önce Müslüman oldu. Hicretten sonra Peygamber efendimiz onu Muhâcirlerden, yâni Mekkeli Müslümanlardan Utbe bin Gavân ile din kardeşi yapmıştı. Ebû Dücâne, Bedr, Uhud, Hendek, Benî Nâdir, Benî Kureyzâ gazâlarında (savaşlarında) ve Mekke’nin fethinde bulundu.
Uhud Savaşında çok kahramanlıklar gösterdi. Peygamberimiz, elinde tuttuğu ve üzerinde; “Korkaklıkta ar, ilerlemekte şeref ve îtibâr var. İnsan korkmakla kaderden kurtulamaz.” beyti yazılı olan kılıcını göstererek; “Bu kılıcı benden kim alır!” deyince, Ebû Dücâne radıyallahü anh; “Yâ Resûlallah! Bu kılıcın hakkı nedir?” diye sordu. Sevgili Peygamberimiz; “Onun hakkı, eğilip bükülünceye kadar, onu düşmana vurmaktır. Onun hakkı, Müslüman öldürmemen, onunla kâfirlerin önünden kaçmamandır. Onunla Allahü teâlâ sana zafer, yâhut şehitlik nasib edinceye kadar, Allah yolunda çarpışmandır.” buyurunca, Ebû Dücâne; “Yâ Resûlallah! Ben onun hakkını yerine getirmek üzere alıyorum.” dedi. Peygamberimiz de elindeki kılıcı ona teslim etti. Ebû Dücâne eline aldığı kılıçla önüne gelen düşmanlarla kahramanca çarpışıp kılıcın hakkını vermeye çalıştı. Bu savaşta Âsım bin Ebî Avf, Ebü’l-Buhterî ve Ma’bed gibi Mekkeli müşrikleri (putperestleri) öldürdü. Bunun üzerine Peygamber efendimiz; “Allah’ım! Hareşe’nin oğlundan (Ebû Dücâne’den) ben nasıl râzı isem sen de öyle râzı ol.” diye duâ buyurdu.
Ebû Dücâne, Peygamber efendimizin vefâtından sonra ortaya çıkan irtidâd (dinden dönme) hâdiselerinin bastırılmasında da çok büyük hizmet gördü. 632 (H.11) senesinde hazret-i Ebû Bekr’in halîfeliği zamânında Yemâme Savaşında olağanüstü kahramanlıklar gösterdi. O sırada dinden dönenlerin başında bulunan Müseylemet-ül-Kezzâb, peygamber olduğunu ileri sürerek büyük bir fitne çıkarınca, Hâlid bin Velîd komutasındaki İslâm ordusu üzerine sevk edilmişti. Harb esnâsında Ebû Dücâne düşmana çok şiddetli hücum ediyordu. Müseylemet-ül-Kezzâb’ın ordusu bozuldu. Vahşî radıyallahü anh mızrakla Müseylemet-ül-Kezzâb’ı öldürdü. Müseyleme’nin ordusunu teşkil eden Benî Hanîfe Kabîlesi yenilince, etrâfını duvarlarla çevirip tahkim ettikleri büyük bir bahçeye sığınmışlar ve kapısını kapatmışlardı. Bu bahçeye duvardan ilk atlayarak giren Ebû Dücâne idi. Aşağı atlarken ayağı kırıldı. Buna rağmen gayretine zerre kadar eksiklik getirmeyerek, bahçe kapısını bekleyen müşrikleri dağıtıp, İslâm askerine kapıyı açtı. Tekrar düşmanın üzerine hücum etti. Şehâdet şerbetini içinceye kadar savaştı ve burada hicretin on birinci yılında şehid oldu.
Ebû Dücâne hazretleri cesâret ve kahramanlığı kadar da fazîlet sâhibi olup, hiç kimseye kötülük düşünmez, boş ve faydasız şeyler ile meşgul olmazdı.
Zeyd bin Eslem diyor ki: Ebû Dücâne hazretleri bir gün hastalanmıştı. Ziyâretine gittik. Yüzü pek nûrluydu. Huzûruna gelenlerden birisi; “Yüzünün böyle nûrlu olmasının sebebi nedir?” diye sordu. Buyurdu ki: “Güvenebileceğim beni kurtaracağını sandığım iki amelim var. Birisi mâlâyânî, yâni boş ve faydasız şeylerle meşgul olmadım. İkincisi hiçbir Müslümana kalbimde zerre kadar kötülük beslemedim ve kötülük düşünmedim.”
Ebû Dücâne şöyle anlatır: “Yatıyordum, değirmen sesi, ağaç yapraklarının sesi gibi bir ses duydum ve şimşek gibi parıltı gördüm. Başımı kaldırdım. Odanın ortasında, siyah bir şey yükseliyordu. Elimle yakaladım. Kirpi derisi gibiydi.Yüzüme, kıvılcım gibi şeyler atmaya başladı. Hemen Resûlullah’a gidip anlattım. Buyurdu ki: “Yâ Ebâ Dücâne! Allahü teâlâ evine hayır ve bereket versin.” Kalem-kâğıt istedi. Hazret-i Ali’ye bir mektup yazdırdı. Mektubu alıp eve götürdüm. Başımın altına koyup uyudum. Feryâd eden bir ses beni uyandırdı. Diyordu ki: “Yâ Ebâ Dücâne! Bu mektupla beni yaktın. Senin sâhibin bizden elbette çok yüksektir. Bu mektubu, bizim karşımızdan kaldırmaktan başka, bizim için kurtuluş yoktur. Artık senin ve komşularının evine gelmeyeceğiz. Bu mektubun bulunduğu yerlere gelemeyiz.” Ona dedim ki, sâhibimden izin almadıkça bu mektubu kaldırmam. Cin ağlamasından, feryâdından o gece bana çok uzun geldi. Sabah namâzını mescidde kıldıktan sonra, cinin sözlerini anlattım. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Onu kaldır. Yoksa o mektubun acısını, kıyâmete kadar çekerler.”
Bir kimse bu mektubu, yanında taşısa veya evinde bulundursa; bu kimseye, eve ve etrâfına cin gelmez ve dadanmış olup, zarar veren cin de gider. (Bu mektup, İhlâs A.Ş. yayınlarından olan Teshîl-ül Menâfî Arabî kitabının sonunda yazılıdır.) Böyle şeylerden faydalanmak için îmân sâhibi olmak, haramlardan kaçınmak lâzımdır.
Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden. Peygamber efendimizin mihmândârı, yâni Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye hicret ettiği zaman, evinde misâfir eden sahâbîdir. İsmi, Hâlid bin Zeyd olup, künyesi Ebû Eyyûb’dur. Medîneli Müslümanlardan olduğu için Ensârî nisbesiyle meşhur olmuştur. Türkiye’de Eyyûb Sultân diye bilinir. Babasının adı Zeyd, Annesinin ismi Hind binti Rebîa’dır. Doğum târihi bilinmemektedir. 670 (H.50) senesinde İstanbul’da şehid oldu.
Peygamber efendimiz, Mekke’den Medîne’ye hicret etmeden önce bi’setin, yâni peygamberliğin bildirilmesinin on birinci senesinde Müslüman oldu. İkinci Akabe bîatinde bulunarak Resûlullah efendimizin sohbetiyle şereflendi. Böylece Eshâb-ı kirâm ve Ensâr-ı kirâmdan oldu. Hanımı Ümmü Eyyûb da Müslüman olup, Peygamber efendimize hizmetle şereflendi. Eyyûb, Abdurrahmân, Hâlid isminde üç oğlu ve Amre isminde bir kızı vardı.
Peygamber efendimiz Mekke’den Medîne’ye hicret buyurduğu sırada, Medîne’nin ileri gelen kimselerinden bâzıları develeri Kusvâ’nın yularından tutup; “Yâ Resûlallah! Bize buyrun...” diyerek istirhâmda bulundular. Peygamber efenimiz onlara; “Devemin yularını bırakınız. O memurdur. Kimin evinin önünde çökerse, orada misâfir olurum!” buyurdular. Kusvâ da gide gide Peygamber efendimizin bugünkü mescîd-i şerîfinin kapısının bulunduğu yere çöktü. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem devesinden inmediler. Hayvan tekrar ayağa kalktı, yürümeye başladı. Eski yere çöktü ve bir daha kalkmadı. Bunun üzerine efendimiz, Kusvâ’nın üzerinden inip; “İnşâallah menzilimiz burasıdır.” ve “Burası kimindir?” buyurunca; “Yâ Resûlallah! Amr oğulları Süheyl ve Sehl’indir.” diye cevap verdiler.
Peygamberimiz;“Akrabâlarımızdan hangisinin evi buraya daha yakındır?” buyurdular. Zîrâ Resûlullah efendimizin dedesi Abdülmuttalib’in annesi, Neccâroğullarındandı. Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretleri sevinçle; “Yâ Resûlallah! Benim evim daha yakındır. İşte şu evim, şu da kapısı.” diyerek Resûlullah efendimizi buyur etti. Peygamber efendimiz, Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin evini teşrif edince, alt katta oturmayı tercih ettiler ve buraya yerleştiler. Böylece Peygamberimizi Mescid-i Nebî inşâ edilinceye kadar ağırlama ve evinde bulundurma şerefi bu mübârek zâta nasib oldu.
Ebû Eyyûb-i Ensârî, Bedr, Uhud, Hudeybiye ve diğer bütün gazvelerde (harplerde) Resûlullah efendimizin yanında bulundu ve hayır duâlarına kavuştu. Birçok muhârebelerde sancakdârlık hizmeti ile şereflendi. Bu sebeple kedisine Sancaktâr-ı Resûlullah ünvânı verildi. Resûlullah efendimiz, Eshâb-ı kirâm arasında âhiret kardeşliği sözleşmesi yaptırırlarken, Hâlid bin Zeyd ile Mus’ab bin Umeyr hazretleri arasında da âhiret kardeşliği akdi yaptırmıştır. Hâlid bin Zeyd hazretleri Cemel ve Sıffîn vak’alarında, hazret-i Ali’nin yanında bulundu. Kumandanları arasında yer aldı. Suriye, Filistin muhârebelerinde, Mısır ve Kıbrıs’ın fethinde bulundu. Gâyet şecâatli ve pek kahramandı. Bir muhârebede özrü sebebiyle bulunmadığı için hep üzülürdü.
Ebû Eyyûb radıyallahü anh, hazret-i Muâviye’nin, 670 (H.50) senesinde İstanbul’un fethi için teşkil ettiği orduya da katıldı. Çarpışmalar sırasında dizanteri hastalığına yakalandı. Ecelinin yaklaştığını hissedip, Peygamber efendimizin; “Kostantiniyye’de kalenin yanında bir recül-i sâlih defnolunacaktır.” hadîs-i şerîfini rivâyet etti ve “Şâyet burada vefât edersem, cenâzemi hemen defnetmeyin. Ordunun gidebileceği yerin en ileri noktasına kadar götürün ve beni oraya defnedin.” diyerek vasiyet etti. Sonra mübârek rûhunu teslim ederek şehid oldu. O gün Müslümanlar, çarpışa çarpışa kaleye en yakın varabildikleri yere kadar gittiler. Orada kazdıkları kabre, Resûlullah efendimizin mübârek sahâbîsi Ebû Eyyûb-i Ensârî’yi defnettiler.
Aradan sekiz asır geçmiş, hazret-i Hâlid bin Zeyd’in kabri unutulmuş ve kaybolmuştu. Bu arada İstanbul, Müslümanlar tarafından defâlarca kuşatılmıştı. Muhkem kalelerle korunan şehrin fethi, Osmanlı pâdişâhı Fâtih Sultan Mehmed’e nasib olmuştu. Fetihten sonra Fâtih’in ricâsı ile hocası Akşemseddîn tarafından Ebû Eyyûb-i Ensârî’nin kabri kerâmetle keşfedilerek tesbit edildi. Sultan Fâtih, Akşemseddîn hazretlerinin kerâmetine hayrân kalıp, ziyâdesiyle memnun oldu. Fâtih Sultan Mehmed Han, Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin kabri üzerine bir türbe, bir de câmii şerîf binâ ettirdi. Burası bütün Müslümanların ziyâretgâhı hâline geldi. (Bkz. İstanbul’un Fethi ve Akşemseddîn)
Eyyûb Sultan Câmiine 1723’te iki minâre ilâve edildi ve 1800 senesinde Sultan Üçüncü Selim Han tarafından yeniden yaptırıldı. İlk Cumâ namazında Sultan da bulundu. Yeni hükümdârlar bu câmi önünde kılıç kuşanırlardı. Câminin son tâmirini, 1960’ta zamânın başbakanı Adnan Menderes, türbenin son tâmirini ise Sultan İkinci Mahmud Han yaptırmıştır. Sanduka üzerindeki yazılar, Sultan’ın el yazısıdır. Türbede asılı levhâdaki iki beyti, Üçüncü Selim Han söylemiş, Yesârîzâde yazmıştır.
Bu türbenin kıble duvarındaki bir dolapta Peygamberimizin mermer üzerinde mübârek kadem-i şerîfleri de bulunmaktadır. Bu nakş-ı kadem-i şerîf, Sultan Birinci Mahmud Hanın emri ile 1634 senesinde saraydan türbeye getirildi.
Hazret-i Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb-i Ensârî’nin bildirdiği hadîs-i şerîflerden bâzıları:
Ramazân-ı şerîf ayında tamam oruç tuttuktan sonra, Şevvâl ayında altı gün daha oruç tutan kimse, bütün sene oruç tutmuş gibi olur.
“Kim Allah’a ortak koşmadan ibâdet eder, namazı kılar, zekâtı verir, Ramazan ayında oruç tutar ve büyük günâhlardan sakınırsa, muhakkak onun için Cennet vardır.” buyurulunca Eshâb-ı kirâm; “Yâ Resûlallah! Büyük günâhlar nelerdir?” diye sordular. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Allah’a ortak koşmak, Müslüman bir kimseyi öldürmek ve cihâddan kaçmaktır.”
Kılınan her namaz hatâlara bir set çeker.
Sizden birisi helâya gittiğinde kıbleye yönelmesin ve kıbleye dönmesin.
Akşam namazına, yıldızlar doğmadan önce acele ediniz.
Sadakanın en üstünü, yakın akrabâya verilendir.