E
Yeni Türk alfâbesinin altıncı harfi. Fizikte “é”, elektronun sembolüdür. Osmanlıcada “elif” harfinin hemzeli şekli olup, bunun üstünlü olarak okunmasıdır. Türkçede dil ve damağın ön tarafında telaffuz edilir ve telaffuzu sırasında dilin ucu alt çenenin ön dişlerine yapışır. E orta uzunlukta geniş ve ince bir sestir. Açık ve “i” sesine yakın kapalı şekilde kullanılan “e” harfi, Anadolu ve Rumeli ağızlarında karışmış durumdadır. Türkiye Türkçesinde açık ve kapalı olan “e” seslerinin yazılışı aynıdır.
Kapalı “e” sesi, Türkçede daha çok ilk hecede görülür: El (yabancı), yedi, yemek gibi. Açık “e” sesi ise hemen her hecede görülebilir: Et, emek, elemek gibi.
Alm. e Zahl, Fr. e Nombre, İng. e Number. Matematikte iki tam sayının bölümü şeklinde yazılmayan, yâni rasyonel olmayan bir sayı. Değeri yaklaşık olarak 2,718281828459... civârındadır. Leonhard Euler, Introductioin analys infinitorum isimli 1748 târihli eserinde bu sayıdan bahsettiği için buna “Euler sayısı” da denir. Matematiksel ifadelerde çok karşılaşılması yönünden bu sayı önemlidir. Tabiatta pekçok faaliyet aşağıdaki karekteristiğe sâhiptir. Herhangi bir büyüklüğün miktarında meydana gelen değişiklik büyüklüğün miktarına bağlıdır. Bu, bir tabaktaki bakteri, radyoaktif madde miktarı veya elektrik akım miktarı olabilir. Her durumda da olayın gelişimi (k) “değişim miktarını” gösteren bir sâbit olmak üzere dy/dt=ky şeklinde matematiksel olarak temsil edilir. Bu denklemin çözümü y=Aekt şeklindedir. Burada A başlangıç şartlarına bağlı bir katsayıdır. Bu ifâde y=Aexp (kt) olarak da yazılabilir ve bu tür ifâde, k’nin pozitif veya negatif olmamasına bağlı olarak kuvvet (eksponansiyel) artma veya azalma olarak isimlendirilir. e veya exp (kt) olarak yazılan üstel (eksponansiyel), fonksiyon kimyânın pekçok dalında ortaya çıkar. e’nin kuvvetleri ve e’i taban alan logaritma (tabii logaritma) değerleri tablolaştırılarak kolay kullanılır duruma sokulmuştur. e sayısının rastlanmasına pratik bir misal olarak bir lira % 10 fâiz altında bir yıl sonra iki lira olur. Ancak fâizler altı aylık hesaplanırsa bir yıl sonra 2,25 lira olarak ortaya çıkar. Eğer fâiz üç aylık hesaplanır ise bu sonuç 2,37 civârındadır. Ancak fâiz hesaplama süresi azaldıkça sonuç e=2,718... değerine yaklaşır.
Euler
sayısının diğer bir tarifi
de
1
(1
+¾¾¾
)n
1
ifadesinin n’nin büyüdükçe aldığı limit değer olarak tarif edilebilir. Değişik bir târif ise:
1
1 1 1
e = 1 +
¾¾ +
¾¾ +
¾¾
+...........+
¾¾ +
......
1!
2! 3! n!
şeklindedir. Karmaşık (kompleks) sayılar da:
eiQ = cos Q + i sin Q olarak ifâde edilir.
eip = -1 yazan ve rasyonel olmayan e ile i arasındaki ilişkiyi de Euler vermiştir.
Ebced harflerine tekâbül eden sayıları esas almak şartıyla, herhangi bir hâdisenin târihini bir veya birden çok kelime, mısra veya beyit hâlinde verecek şekilde, o ibârede yer alan harflerin sayı olarak toplam neticesini veren târih. Buna cümleler hesâbı da denir.
Bâzı hâdisenin ortaya çıktığı târihi tesbit maksadıyla, harflerden karşıladığı sayılardan faydalanılarak yapılan bu sanatın yanında doğrudan doğruya çıplak târihler de söylenmiştir. Gerçekte ebced hesâbı kullanılarak düşürülen târihler hüner işi olup kâbiliyet meselesidir.
Doğrudan doğruya târih düşürmede lafız ve mânâ açıkça hâdiseyi verir ve bir hesâbı gerektirmez. Meselâ Sultan Abdülazîz Hanın şehid edilmesinden sonra aklî dengesi bozulan ve doksan üç gün tahtta kalan Beşinci Murad için söylenen;
Doksan üçte doksan üç gün pâdişâh-ı dehr olup
Geçdi uzletgâhına Sultan Murâd-ı nâ-murâd
beyti ile;
Bâkî Efendi gitdi ukbâya bin sekizde
mısraı bu tür târihe örnektir.
Ebced hesâbı sistemi ile ortaya konan târihler çıplak târihten farklılık gösterir. Ebced eski alfabedeki harflerin bir sistem dâhilinde mânâsız sekiz kelimede verilmesidir. “Ebced” lafzı bunlardan ilki olduğu için sistem adını bu kelimeden almıştır. Bunlar sıra ile; “ebced”, “hevvez”, “hutti”, “kelemen”, “sa’faş”, “karaşat”, “şehhaz”, “dazığ”, lafızlarıdır. Bu şekilde harflerin sıralanışı ve mânâsız birer kelimeye dökülmeleri ezberlemede kolaylık sağlamak içindir. Ebced hesâbı sisteminde aşağıdaki şekilde görüldüğü üzere, her harfin rakam olarak bir karşılığı vardır:
NOT: İSLAM TARİHİ ANSİKLOPEDİSİ 4/34 SAYFADAKİ İSLAM HARFLERİ VE KARŞILIKLARI TABLOSU KONACAK.!!!!!!!
elif=1, be=2, cim=3, dal=4; =
he=5, vav=6, ze=7; =
ha=8, tı=9, ye=10; =
kef=20, lam=30, mim=40, nun=50; =
sin=60, ayın=70, fe=80, sad=90; =
kaf=100, re=200, şın=300, te=400; =
se=500, hı=600, zel=700; =
dat=800, zı=900, gayın=1000. =
Bu diziliş Arap dilinin harflerine göredir. Farsçada kullanılan sesler için benzer harfler de yine asıl alfabedeki gibi değerlere sahiptir. gef=20,
ye=7, çim=3, pe=2 gibi. Bu durum Türkçedeki sesler için de aynıdır.
Ebced hesâbında bir târihin belirlenmesi esas alınmıştır. Bu durumda her harfin bir sayı değeri veya kodu vardır. Bir târihin ortaya çıkması kelime, cümle, mısra veya beyti meydana getiren harflerin değerlerini hesaplayıp toplamakla olmaktadır. Buna “târih çekmek” “târih düşürme” ve “târihlemek” adları da verilmektedir. Bu târihi düşüren ise çok husûsî mânâda ve sâdece bu sanat içinde “müverrih” yahut da “târihçi” adıyla anılır. Bu adla anılan kimseler târih düşürürken; bulmak istedikleri târihi veren ibâre şâyet arzu edilen gibi olmazsa bâzı kelimelerde yazı ve imlâ yönünden tasarrufa baş vururlar. Meselâ: “davâ” ve “fetvâ” kelimelerinin son harfleri Osmanlıca yazıda “y= “
ARABİDEKİ “YE” HARFİ YAZILACAK!!!!
ile yazılır ve “â” okunur. Bunlardan y=10, elif=1 sayılarına eşittir. Eğer istenen târihte bu kelimelerden biri yer alıyorsa yazıda ebcedle târih düşüren “y”yi veya “elif”i seçebilir. Böylece bir seçim içine girerek istediği târihi elde edebilir. Bundan başka bâzı kelimelerde, yalnız bu niyetle başka imlâ tasarruflarının da yapıldığını görmek mümkündür. Hattâ bu tasarruflar kelimede birkaç imlâ ortaya çıkardığı gibi, yanlış yazmalara bile yol açar.
Bu şekilde târih düşürmelerin yanında bâzı sanatkârlar âyet ve hadîslerden de faydalanarak ebcedle târih düşürmüşlerdir. Fâtih’in uzun Hasan’ı yendiği yıla düşürülen;
Ve yansureke’llahu nasren ‘azizen
H. 878 (1473)
târihi buna örnektir.
Ebcedle târih düşürme sanatı İstanbul’un fethine kadar seyrek görülmesine rağmen bu târihten sonra canlılık gösterir. Fâtih devri âlimlerinden İstanbul’un ilk kâdısı olan Hızır Bey, eski edebiyatımızda bu sanatın öncüsü olarak görülür. Asıl edebiyatımızda bu sanatın en mâhir ustası Sürûrî (1752-1814/1165-1229)dir.
Sürûrî düşürdüğü târihlerde sâdece târih vermemiş, ele aldığı zâtı bir-iki mısra ile en iyi şekilde ifâde de etmiştir. Bu güç onun tahsîlinden gelmektedir. önce “Hüznî” mahlası ile şiirler yazan Seyyid Osman daha sonra Şeyhülislâm Tevfik Efendinin tavsiyesi ile “Sürûrî” mahlasını kullanmıştır. Sürûrî sâdece kendi devrine değil, kendinden önceki zamanlar için de târihler düşürmüştür. Bu, şâirin başka bir yönüdür. Fakat bu târihler devletin kaderini de ilgilendirir. Onun söylediği târih sayısı iki bini bulmaktadır.
Sürûrî bu sanatın altın çağını yaşatan şâirdir. Ancak târih düşüren daha pekçok şâir vardır. Bunun yanında müşterek târih düşüren şâirler de görülmüştür. Meselâ;
İlm-i ehle medrese yapdırdı Şeh Abdülhamîd (1195)
mısraını Sürûrî ile Tevfik söylemişlerdir.
Ebcedle târih düşürme günümüze kadar gelmiş, hicrî târihler yanında mîlâdî târihlerde de görülmüştür. İsmâil Yakut’un şu târihi birkaç sene öncesinde hacdaki tünel hâdisesinde kaybettiğimiz Prof. Dr. Amil Çelebioğlu için düşürülmüştür.
“Çıkdı üçler hep berâber haccı eylerken edâ
Târihin “Lebbeyke gufrânek ey Âmil dediler.” (1410)
Buraya kadar olan izâhât, basit şekille düz târih düşürme sanatını içine almaktadır. Ancak bu hünerde çeşitli târih türleri ile de karşılaşılır. Ebcedle düşürülen bu târihlerin; tam, tamiyeli târihler, noktalı ve noktasız harflerle düşürülen, mu’cem muhmel târihler, katmerli târihler vs. olmak üzere pekçok çeşitleri vardır. Ayrıca, mânen, lafzen, mânen ve lafzen, karışık, santranç usûlü târihlerle muammer târihler ve bilmeceli târihleri de zikretmek gerekir.
Arap edebiyatında pek görülmeyen ebcedle târih düşürme en çok; Türk ve Fars edebiyatlarında yer almıştır.
(Bkz. Abdal)
Alm. Geburtshilfe (f), Fr. Profession de sagefemme, İng. Midwifery. Ebe olma hâli; ebenin mesleği. Yetkisi, gebeliğin teşhis ve gözetimiyle ve normal doğumları yaptırmakla sınırlı tıbbî meslek sâhibi kadın. Türkiye’de ebelik ile ilgili bilgiler Anadolu Selçukluları hâkimiyeti devrine kadar ulaşır. Selçuklulara âit Kayseri’deki tıp medreselerine bağlı dârüşşifâlarda, görevli hekimlerin yazdıkları cerrahlık kitaplarında, doğumun güç oluşu sırasında alınacak tedbirler anlatılmıştır. İstanbul’da Tıphâne (1826) adıyla kurulan okulda doğum bilimi de öğretiliyordu.
Tıp biliminin gelişmesine paralel olarak ebelik öğrenimi de gelişti. Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhânede (1843) teorik olarak ebelik dersleri verildi. Türkiye’de ilk doğum kliniği, Demirkapı’da “Serîriyât-ı Vilâdiye” adıyla açıldı (1892).
1909’da Almanya’da ihtisâsını yapan Dr. Kenan Tevfik, Serîriyât-ı Nisâiye kliniğinin, önce laboratuvar şefliğine, sonra müderrisliğine getirildi. Böylelikle ebelik ve kadın hastalıkları bilimi öğreniminin temeli atılmış oldu.
Cumhûriyet devrinde kurulan İstanbul Ebe Okulunda ilkokuldan sonra iki yıllık bir öğrenimle ebe yetiştirilmeye başlandı. 1938’den sonra da köy ebesi yetiştirilme yolunda çalışmalar yapıldı. Günümüzde Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığına bağlı Sağlık Meslek Liselerinin bir bölümünde ebe-hemşireler yetiştirilmektedir.
Köy ebesi okulları: İlkokulu bitirenlerin alındığı köy ebesi okullarında öğretim süresi üç yıldır. Bu okulları bitirenler, 6 yıl köylerde görev yaptıktan sonra doğum kliniklerinde altı aylık bir kurs görüp, şehir ebesi olabilmektedirler. Ayrıca ebe okullarına girerek de şehir ebesi olabilirler.
Ebe okulları: Ankara Doğumevi, Sağlık Koleji ile İstanbul Zeynep-Kâmil Sağlık Kolejinde birer ebelik bölümü vardır. 15-25 yaşları arasında ortaokulu bitiren kızların imtihanla alındıkları ebe okullarında, öğrenim süresi dört yıldır. Bu okulları bitirenler özel doğum kliniklerinde, ana ve çocuk sağlık merkez ve şubelerinde çalışabilirler.
Ebe hemşire okulları: Ortaokulu bitirenler, ebe hemşire okullarında dört yıllık bir öğrenimden sonra devlet hastânelerinde hemşirelik, ameliyat hemşireliği, laborantlık, doğum hemşireliği yapabilirler. Sağlık merkezleri ebelerine nezâret edebilirler.
Ayrıca ebe kelimesi “nine” veya “büyük anne” mânâsında Anadolu’nun çeşitli yerlerinde kulanılmaktadır. Buradan ebe kelimesinin doğum vs. gibi işlerde yaşlı ve tecrübeli kadın mânâsında kullanılarak zamanla mânâ değişikliğine uğradığını söylemek gerekir.
Alm. Wegmalve, Malve (f), Fr. Mauve (f), İng. Common Mallow. Familyası: Ebegümecigiller (Malvaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Anadolu’da yaygın bir bitki.
Haziran-eylül ayları arasında çiçek açan, yol kenarları, virânelikler, tarlalar ve ekilmemiş topraklarda çok bulunan, 20-70 cm yüksekliğinde, tüylü, çok yıllık otsu bir bitki. Vatanı Ön Asya ve Avrupa’dır. Bitkinin gövdeleri yatık veya diktir. Yapraklar uzun saplı, yuvarlak ve tüylüdür. Çiçekler pembe veya leylak renkli olup, yaprakların koltuğunda iki veya daha fazla sayıdadır.
Kullanıldığı yerler: Bitkinin kullanılan kısmı yaprak ve çiçekleridir. Çiçekler tamâmen açmadan, yapraklar çiçek zamanında toplanıp gölgede kurutulur. Yaprakların ihtivâ ettiği müsilaj miktarı % 15-20 kadardır. Yumuşatıcı ve tahriş azaltıcı tesirlerinden dolayı çay hâlinde, öksürük, bronşit ve ses kısıklığında kullanılır. Boğaz ağrılarında, diş ve ağız apselerinde gargara hâlinde verilir. Bunlardan başka deri hastalıklarında ve çıbanlarda lapa hâlinde tatbik edilir. Yaprakları bâzı yörelerde yemek yapıp yenilir.
Afyon’un Bolvadin kazası dâhilinde, Akarçay vâdisinde, Bolvadin kasabasının 8 km güneydoğusunda 104 km2 yüzölçümünde bir göl. 995 rakımlı olan bu göl, güneyde Sultan Dağları, kuzeybatısında, 2531 rakımlı Toprak Tepe ile çevrili, kuzeyde 2066 rakımlı Emirdağlarının güneyinde geniş bir saha ortasında bulunmaktadır. Afyon-Konya demiryolu, Çay ve İsaklı istasyonları arasında sazlık ve kamışlık olan gölün, güney kenarından dolaşır. Yaz sonlarına doğru küçülür. Afyonkarahisar’dan gelen Akarçay ile beslenir. Sultan Dağlarından inen bâzı küçük dereler de Eber Gölüne dökülür. Gölün fazla suları bir ayak vasıtası ile Akşehir Gölüne gider. Bu sebepten göl tuzlu değildir.
Alm. Marmorierung, Flammierung (f), Fr. Marbrure (f), İng. Marbling. Türk Güzel Sanatlarından bir tür kâğıt bezeme, süsleme sanatı. Bir zamanlar ülkemizde çok yaygın olan bu sanat, günümüzde diğer klasik Türk sanatları gibi unutulmaya yüz tutmuştur.
Kitap sanatlarımız içerisinde (hatt, tezhip, minyatür, cilt) seçkin bir yeri olan ebrû, kelime îtibâriyle tartışmalıdır. Meselâ, bâzılarına göre Farsça kaş mânâsına geldiği gibi, bâzılarına göre de ab-rûy izâfet terkibinin tersi mânâda, yâni “yüz suyu, nâmus, şeref” karşılığında gösterilmektedir. Çağatayca, “bulut gibi” anlamındadır ve buluta benzemektedir. Aslında kelime Farsça ebr, yâni “bulut” kelimesiyle ilgilidir. Bunun ebrî nisbet şekli daha sonra ses uyumu ile “ebrû” olmuştur. Hattâ hara gibi dalgalı veya damarlı kâğıt ve kumaş yüzü mânâsında “ebre” kelimesi de ebrû ile ilgilidir.
Ebrûnun târihçesi: Târihi hakkında pek az bilgiye sâhib olduğumuz ebrû, 16. yüzyıla kadar geri gider. Ancak daha da eskiye gitmesi muhtemeldir. Zîrâ bu târihte yapılanlar oldukça gelişmiş türde ebrûlardır. Yirminci yüzyıl başlarına kadar özel bir şekilde yapılan ebrû, Hattatlar Medresesinde zamânının ebrû üstâdı Hezarfen Necmeddîn Efendi tarafından talebelere öğretilmiştir. Bu işe devlet Güzel Sanatlar Akademisinde de devâm eden Necmeddîn Efendi, 1948’e kadar çalışmıştır. Ayrıca Üsküdar Sultantepe’deki Özbekler Tekkesi de bir çeşit ebrû mektebi sayılabilir. Zamânımızda her türlü destekten mahrum olan bu sanat ancak birkaç meraklının elinde yaşamaya çalışmaktadır. Günümüze kadar başlıca ebrûcular da şöyle sayılabilir: Ayasofya Hatibi Mehmed Efendi (öl. 1773), Özbekler Şeyhi Hezarfen Edhem Efendi (öl. 1904), Hezarfen Necmeddîn Okyay (1883-1976).
Ebrûnun pekçok kulanma sâhası vardır. Bir kağıt sanatı olduğu için kâğıdın girdiği her yere kolaylıkla girebilir. Kitap kapları, ciltler için şönüz, cilt için yan kâğıdı, yazı ve fotoğraf etrâfına pervaz, kumaş deseni olarak da düşünülebilir.
Ebrû nasıl yapılır: Ebrûda kullanılacak malzemelerin başında çinko veya tahtadan yapılmış tekne gelmektedir. Tekne yaklaşık 40x50 cm boyunda 5-6 cm derinliğinde olur. Diğer malzemeler toprak boya, kitre, öd, ebrû teknesi, ebrû fırçaları, şekil yapmaya yarayan âletler (at kuyruğu kılı, ince ve kalın teller, iğne, özel taraklar, çivi vb.) ve kâğıt.
Önce kitre saf suyla boza kıvâmına getrilir. Eskiden bu iş için temiz yağmur suyu kullanılırdı. Kıvâmı sağlamak için, tam bir ölçü yoksa da, 10 kilo suya 40 gr kitre genellikle iyi sonuç verir. İstenilen kıvâma getirilen kitreli su, kağıt ebâdına göre hazırlanmış tekneye alınır. Diğer taraftan özel bir şekilde “desteseng” adı verilen bir el presi yardımıyla su ile ezilir. Bu noktada dikkat ve sabır lâzımdır. Ezilen boyalar renklerine göre ayrı ayrı kaplara konur. Bu kaplardan daha küçük kaplara alınır ve içerisine sığır ödü katılır. Öd, boyalarının kitreli su üzerinde yayılmasını sağlar ve birbirine karışmasını önler. Çok dağılma isteniyorsa çok, az dağılma isteniyorsa az öd kullanılır. Öd katılan boyalar karıştırılır ve ilk atılmak istenen renk, tekne üzerine özel olarak yapılmış fırça ile serpilmeye başlanır. Daha sonra ikinci serpilir. Bu rengin öd miktarı, birincisinden fazla, üçüncüsü ise daha fazla öd ihtivâ etmelidir İyi ezilmiş, boyalar kitreli su üzerinde ödün tesiriyle süre süre dağılmaya başlarlar ve gâyet hoş şekiller alırlar. Şâyet boyalar iyi ezilmemiş ise dibe çökerler. Bu desenleri kâğıt çıkarmak için kâğıt tekne üzerine altında hava kalmayacak biçimde yatırılır. En çok 10 saniye kadar bekledikten sonra iki ucundan tutularak kaldırılır. Su üzerindeki bütün renk ve desenler kağıda çıkmıştır.
Ebrûnun çeşitleri: Fırçadan atıldığı gibi bırakılan ebrûnun ismi “Battal” veya “Tarz-ı Kadîm” ebrûdur. Yok, eğer bir el yâhud kıl veya çivi önce yukarıdan aşağıya, sonra da, sağdan sola su üzerinde oynarsa, boyalar birbirine geçerler. Ancak karışıp renkleri bozulmaz. Bilakis latîf görünüşler ortaya çıkar. Buna “gel-git”, veya “tarama” ebrûsu denir. Tarama üzerinde serbest hareketlerle uygulanırsa, şal adı verilen ebru çeşidi ortaya çıkar. Bunlardan başka “hatip” ve “çiçekli” ebrû çeşitleri de vardır. Bulucusu Ayasofya Hatibi Mehmed Efendiye nisbeten bu isimle anılır. Hatib ebrûsunun yapımı için önce bir renk “zemin” döşenir. Bunun üzerine bir kalın telle ve aralıklarla bir renk boya değdirilir. Dağılan bu boyaların içine aynı usûlde başka renkler de ilâve edilir. Sonra sağdan sola, soldan sağa ve aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya bir tel ile çekilerek şekiller verilir. Bunun bir ismi de “çark-ı felek”tir. Çiçekli ebrû ise “Necmeddîn ebrûsu” diye de anılır. Çiçekli ebrûnun yapılış şekli genelde hatip ebrûsuna benzer. Zemin döşendikten sonra, hatipte olduğu gibi boyalar atılıp çiçeğe benzeyecek şekiller tecrübeyle verilmeye çalışılır.
On birinci yüzyılda Horasan’da yetişen İslâm âlimlerinin ve evliyânın büyüklerinden. Kendilerine Silsile-i Aliyye adı verilen büyük âlimlerden yedincisidir. İsmi, Fadl bin Muhammed’dir. Künyesi, Ebû Ali’dir. Ebû Ali Fârmedî diye meşhur olmuştur. 1042 (H. 434) senesinde doğdu. 1085 (H. 477) senesinde vefât etti.
Zamânındaki âlimler arasında bir tâne olan Ebû Ali Fârmedî, zâhirî din ilimlerini, Ebü’l-Kâsım Kuşeyrî’den öğrendi. Ayrıca, Ebû Abdullah Muhammed bin Muhammed Şîrâzî, Ebû Mensûr Temîmî, Ebû Abdurrahmân Neylî, Ebû Osman Sabûnî ve daha başka âlimlerden de ilim tahsil etti. Sözü ve nasîhatları pek tesirliydi.
Tasavvuf ilminde yüksek derecelere kavuşması iki vâsıtayla olmuştur. Birisi Ebü’l-Kâsım Gürgânî-i Tûsî, diğeri de Ebü’l-Hasan-ı Harkânî’dir. Ebû Sa’îd-i Ebü’l-Hayr’dan da istifâde ederek feyz aldı. Hocası Ebü’l-Kâsım-ı Gürgânî, Ebû Osman-ı Mağrîbî’nin, bu da Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin talebesi olup, her birisi, insanlara doğru yolu göstermek için yetişmiş yetkili kimselerdir.
Ebû Ali Fârmedî, zamânının bir tânesi, evliyânın önderi ve hidâyet güneşiydi. Nizâmülmülk’ün makâmına gelince, büyük vezir derin bir hürmetle ayağa kalkar, onu kendi makâmına oturturdu. Hâlbuki, İmâm-ül-Haremeyn ve Ebü’l-Kâsım Kuşeyrî geldiği zaman, sâdece ayağa kalkar, yerini terk etmezdi. “Neden böyle yapıyorsun?” diye sorduklarında; “Ebû Ali Fârmedî hazretleri benim yüzüme karşı kusurlarımı söylüyor, yaptığım yanlış işleri açıklayıp beni îkâz ediyor. Diğer âlimler ise, beni bana övüyorlar. Bu yüzden nefsim gururlanıyor. Ebû Ali Fârmedî hazretlerinin yermesi, benim için daha hayırlı olduğundan, ona daha çok hürmet ediyorum.” derdi.
Ebû Ali Fârmedî ilim ve fazîlette yüksek derecelere ulaşıp, pekçok talebe yetiştirdi. Yûsuf-i Hemedânî ve İmâm-ı Gazâlî gibi büyük âlimler onun ilim meclisinde ve sohbetinde yetiştiler. Her ikisi de Ebû Ali Fârmedî hazretlerinden istifâde ederek kemâle gelip yüksek derecelere kavuştu. Ömrünü ilim öğrenmek, öğretmek ve insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatmakla geçiren Ebû Ali Fârmedî, 1085 (H. 477) senesinde vefât etti. Kabri Tûs, yâni Meşhed şehrindedir.
Ebû Ali Fârmedî buyurdu ki: “Talebenin hocasına karşı dili ile saygılı olması gerektiği gibi söylediğini de kalbinden reddetmemelidir.” Bununla ilgili şu rüyâsını anlatır: Hocam Ebü’l-Kâsım Gürgânî’ye bir rüyâmı anlattım ve ona; “Senin bana rüyâmda şöyle şöyle dediğini gördüm ve niçin böyle yaptığını sordum.” dedim. Hocam, bunun üzerine bir ay benimle konuşmadı ve; “Eğer içinde söylediklerimi reddetmek duygusu ve cevap arzusu olmasa, rüyânda bana bunu bu şekilde sormazdın.” dedi.
Meşhur tabib ve kimyâger. İsmi, Muhammed bin Zekeriyyâ olup, künyesi Ebû Bekr’dir. Râzî mahlasıyla meşhurdur. Avrupa’da Razes ismiyle tanınır. 866 (H.252) senesinde Rey’de doğdu, 932 (H. 220) senesinde vefât etti.
Küçük yaşta ilme merak sardı; sarf, nahiv ve matematik dersleri aldı. Önceleri mûsikî ile de uğraşan Râzî, geçimini sarraflıkla sağlıyordu. Ayrıca astronomi, mantık, fizik, eczâcılık ve tıb ilimlerini tahsil etti. Otuz yaşında ilim öğrenmek için gittiği Bağdat’ta Huneyn bin İshak’tan, İran-Hind ve İslâm tıbbını öğrendi. Tıb ilminde söz sâhibi olduktan sonra memleketine döndü ve hastahânede çalışmaya başladı. Kısa zamanda hastahânenin baş hekimliğine yükseldi. Sonra Rey’den Bağdat’a gelerek Adûdî Hastahânesinin baş hekimi ve halîfenin özel doktoru oldu. Ömrünün son zamanlarında gözleri görmez oldu. Kendisini ameliyât için gelen doktora, gözün yapısı ile ilgili sorduğu suâllere istediği gibi cevaplar alamayınca, ameliyat olmaktan vazgeçti ve gözün yapısını bilmeyen bir doktorun ameliyat yapamayacağını söyledi. 932 (H. 320) senesinde vefât etti.
İslâm âleminin en büyük tabîbi olarak tanınan Râzî, fevkalâde bir hâfıza gücüne sâhipti. Okuyup işittiğini hiç unutmazdı. Dâimâ talebeleriyle ilgilenir ve yetişmeleri için gayret sarf ederdi. Hastaları ile de teker teker ilgilenir, tedâvileriyle yakından ve titizlikle meşgul olurdu. İlmî çalışmaları; nazarî ve amelî olmak üzere iki yönlüydü. Ona gelinceye kadar tıb ilmi esaslı usûl ve metodlardan mahrum ve dağınık iken, bu ilmi ele alıp temellendirmiş ve sistemleştirmiştir.
Kızamık ve çiçek hastalığını ilk defâ birbirinden ayıran ve tedâvi metodunu bulan odur. Çocuk hastalıkları ile kadın-doğum hastalıklarını târif, tasnif etmiş, teşhis ve tedâvi yollarını göstermiştir. Zührevî hastalıkları incelemiş, ameliyatlarda ilk defâ hayvan bağırsağını dikiş ipliği olarak kullanmıştır. Civalı merhemleri de ilk defâ bulup tedâvide kullanan odur. Hafif müshilleri, inmelerde şişe çekmeyi, devamlı ateşli hastalıklarda soğuk suyu ilk olarak tatbik ve tavsiye etmiştir. Tecrübî metodu uygulamış, bâzı hayvanlar üzerinde deneyler yapmış, tıp târihinde ilk defâ kobay kullanmıştır.
Râzî, ayrıca psikiyatri üzerinde de çalışmıştır. Ona göre; bedenin sıhhatiyle rûhun sağlığı eşittir. Bu sebeple telkin ile tedâvi çok önemlidir. Şüphesiz her şeyin sâhibi, yaratanı, Allahü teâlâ olduğu gibi, şifâyı da gönderen, yaratan O’dur. Sebeplerine iyi yapışıp şifâyı Allahü teâlâdan beklemelidir. Bir hasta ile tek bir doktor ilgilenmelidir. Bir hasta ile birçok doktorun ilgilenmesi hastanın mâneviyâtını sarsar, bu da hastalığın artmasına yol açabilir.
Ebû Bekr Râzî; sükûnet, rüzgâr, rutûbet ve binâların sıhhî tesisât ve banyoları hakkında da ilgi çekici incelemelerde bulundu. Havanın temizlenmesi için kötü kokuları değiştirmeye, hasta odalarını havalandırmaya ve hastaların temiz su içmelerine îtinâ gösterirdi. Gout (Damla hastalığı) ile romatizmayı birbirinden ayırdı. Kalb enfarktüslerine karşı hacâmatı uyguladı. Onun hârikâ keşiflerinden birisi de, böbrek ve mesânedeki taşları ilaçlarla parçalatması veya ameliyatla çıkartmasıdır.
Tıbbî nasîhatları şunlardır:
Hasta, tedâvi için tabîb-i hâzık (uzman) olan tek bir dortora başvurmalıdır. Birçok doktora başvuran hasta, doktorları şaşırtır ve hatâlı teşhis koymalarına sebeb olur. Doktor iyi bir ahlâka sâhib olmalıdır. Dünyâdan yüz çevirerek âhirete yönelmeli; gaflet içinde bulunmamalıdır. Dünyâlığından lâzım olana bakıp, âkıbet ve âhiret düşüncesi içinde olmalıdır. Tabip dâimâ hastasını ümitlendirici şeyler söylemelidir. Çünkü rûhun sıhhati bedenin sıhhatine tesir eder. Tabip, sâdece tecrübeleri ile yetinip, tıp kitaplarına bakmaz ve ilmî tetkikâta dikkat etmezse, başarılı olamaz. Tabiî ilâç ve gıdâlarla tedâvisi mümkün hastalığa kimyevî ilâçlar uygulamamalıdır. İlâçların kullanılması sâdece nazarî bilgilerle olmaz, tecrübe edilmeli, mâhir ellerde alınan netîcelere bakılmalıdır. Aksi hâlde zararlı netîceler çıkabilir. Doktor eğer uygun gıdâlarla tedâvi edebiliyorsa ne büyük saâdet! Hakîkî tabip ve hekimlerin, söz birliği ile kâideleştirdikleri hususlar, dâimâ rehber ve prensib olarak alınmalıdır. Çoğu tabipler câhil ve taklitçi, yeni yetmeler ise tecrübesizdir. Tıb ilminde ciddiyeti ve hassâsiyeti olmayanlar nefslerine düşkün olurlar ve hastalarını öldürürler. Tabip, âlim ve müşfik olur, hasta da tabîbin sözünü dinlerse, hastalık yarı yarıya tedâvi edilmiş sayılır.”
Râzî’nin başarılarının ve dehâsının parladığı bir ilim dalı da kimyâdır. O, modern kimyânın önde gelen kurucularından biri olarak kabul edilmektedir. Önce deneye tâbi tuttuğu maddelerin kimyevî tasnifini yapan Râzî, kimyâ alanında kullandığı yirmiye yakın deney cihâzını eserlerinde târif ve tasnif etmiştir. Bunların bâzısı mâdenden olup, bâzısı da camdan yapılmıştır. Onun kimyâda derin bilgi sâhibi olması, tabipliğini de etkilemiştir. Kimyâ ile ilgili çalışmaları sırasında bâzı asitlerin hazırlanmasını ve bunun metodlarını tesbit etti. Bâzı sıvı maddelerin, özgül ağırlıklarını hesapladı. Bunun için, Mîzân-üt-Tabîî adını verdiği özel bir tartı âleti kullandı. Kimyâ sâhasındaki bilgileri ve tecrübeleri tıb sâhasında tatbik etmesi, başlıca husûsiyetlerindendir. Ona göre, hastanın şifâ bulması, tabibin târif ettiği şekilde ilâçları kullanmasına bağlıdır. İlâçlar, insan bünyesinde kimyâsal reaksiyonlar meydana getirmek sûretiyle şifânın hâsıl olmasına yol açmaktadır. Gerek tıp ilminde ve gerekse kimyâ sahasında hep gerçek ilmî usûllerle çalışan Râzî, tecrübî kimyânın babası kabul edilmektedir.
Râzî, devrine göre kimyevî maddeleri dörde ayırmıştır: 1) Mâdensel maddeler: Bunları da; asitler, değerli mâdenler, taşlar, kibrit tuzları, borasitler ve tuzlar olmak üzere altı bölüme ayırmıştır. 2) Nebâtî maddeler, 3) Hayvânî maddeler, 4) Müteşekkil (türetilmiş) maddeler. Kimyâ sahasındaki metodunu da; a) Hastalıkların tedâvisinde kullanılan maddeler ilmi, b) Cerrâhî ameliyâtlarda kullanılan âletler ilmi, c) Kimyâgerin uyguladığı, başvurduğu deneylerin umulan netîceye ulaşıncaya kadar kademe kademe îzâh ve beyânı olmak üzere üçe ayrılmıştır.
Ebû Bekr Râzî, kimyâ sâhasında Câbir bin Hayyân’ın tesirinde kaldığından, onun talebesi sayılır. Fakat, Câbir bin Hayyân’ın temellendirdiği kimyâ ilmini geliştirip sistematize eden budur. Râzî, ilmî deneylerini son derece açık bir şekilde târif ve tasnif etmiştir. Bu îzâhları sırasında kimyevî reaksiyonları da açıklamıştır. ilk defâ kimyevî araştırmaların çoğalıp sağlam esaslar üzerine oturtulması için deney metodunun kaçınılmaz bir zarûret olduğunu ortaya koymuştur. Böylece, kimyâyı tamâmiyle tecrübî bir ilim hâline getirmiştir. Sülfürik asidin îmâlini gerçekleştirmiştir. Hattâ meşhur Avrupalı fen adamı Albert, bu asidin îmâlini onun eserlerinden öğrenmiştir.
Eserleri:
Ömrünün büyük kısmını kitap yazmakla geçiren Ebû Bekr Râzî’nin eserlerinin sayısı 230 civârındadır.
En önemli eseri, El-Hâvî fit Tıb’dır. Otuz cildi bulan bu eserinde, insan vücûdunu ele alarak her organı ayrı ayrı incelemiş ve her uzuv ve organda görülen hastalıkları tetkik ederek tedâvî yollarını göstermiştir. Eserde, hastalıkların tedâvîsi, hastalıklar ve teşhisleri, hıfzıssıhha, hasta bakımı ve kontrolü, cerrâhî ilâçlar, gıdâlar, sentetik ilâçların îmâli, tabâbet sanatı, eczâcılık, insan vücudu ve anatomisi, organlar ve bozuklukları olmak üzere on iki bölüm vardır. Râzî’nin bu meşhûr eseri, ortaçağların başından îtibâren Lâtinceye tercüme edilmiş, 17. asrın sonlarına kadar Avrupa üniversitelerinde temel araştırma ve ders kitabı olarak okutulmuştur. Eser ilk defâ 1279 senesinde Fereç bin Zâlim adlı Sicilyalı bir Yahûdî tabip tarafından Lâtinceye tercüme edildi. Daha sonra 1486 senesinde Continens çevirdi. Bu tercüme, o târihlerde Paris’te kurulan tıp fakültesinde kullanılan dokuz temel eserden birisiydi. Râzî, bu eserinin müsveddesini yazdıktan sonra temize çekmeye ömrü yetmemiştir. Devrin âlimlerinden İbn-ül-Amid, binlerle dînâr vererek müsveddeleri Râzî’nin kız kardeşinden satın alıp temize çektirmiş ve eseri, bizzad Râzî’nin talebelerine inceleterek yeniden tanzim etmelerini sağlamıştır. Böylece kaybolup gitmekten korunan eser, günümüze kadar ulaşmıştır.
Diğer önemli eseri El-Mansûrî fit-Teşrîh olup, yirmi cilttir. Bu eseri, Horasan sultânı Mansûr bin İshak Sâmânî’ye ithâf ettiğinden, Mansûrî ismiyle meşhur oldu. Eserde, özellikle insan vücudunun anatomik yapısını ele almış, organları ve vazifelerini îzâh etmiş, gıdâ maddelerini, hıfzıssıhha konusunu ve daha birçok tıbbî mevzûları incelemiştir. On bölüm olan eserde, anatomi bilgileri, bünyevî incelemeler, gıdâlar, ilaçlar, sıhhat, insanlara devâ, yolculuk nizâmı, cerrahlık, zehirler ve zehirlenmeler, umûmî hastalıklar gibi temel tıbbî konular ele alınmıştır. Lâtinceye tercüme edilen eser, 1480 senesinde Milano’da yayınlanmıştır. El Hâvî fit-Tıb gibi bu eser de, asırlarca Avrupa üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur.
Ebû Bekr Râzî’nin diğer eserlerinden bâzıları ise şunlardır: 1) Kitâb-ül-Fâhir: Tıp ansiklopedisi mâhiyetindedir. 2) Kitâbu Sırr-il-Esrâr: Kimyâ ilmine dâirdir. 3) Risâle fil-Hisbeti vel-Cedrî: Râzî’nin batı âleminde en çok tanınan eseri budur. Çiçek ve kızamık hastalıkları hakkında yazılmış olup, bu alanda tıb târihinin ilk yazılı eseridir. 1565 senesinde Lâtinceye çevrildi ve 1866 senesine kadar, kırk defâdan fazla yayınlandı. 4) Kitâbu Men lâ Yahduruh-ut-Tabîb (Halk ve fakirler için tıb el kitâbı). 5) Kitâbun fis-Sana’at-il-Kimyâ, 6) Kitâbun fil-İntikâd vet-Tahrîr alel-Mu’tezile (Mu’tezile mezhebini tenkid ve reddiye), 7) Kitâbu Hey’et-il-Âlem (Astronomi ile ilgili), 8) Kitâbu Menâfi-il-Edviye (İlâçların faydaları hakkındadır), 9) Kitâbun fî Keyfiyet-il-Ebsâr (Göz ve görme olayı ile ilgili), 10) Kitâb-ul-Hiyel (Mekanik), 11) Kitâb-ul-Medhal-it-Ta’lîm, 12) Kitâb-ul-Medhâl-il-Burhânî, 13) Kitâb-ul-A’yât, 14) Kitâb-ut-Tedbîr, 15) Kitâb-ul-İksîr, 16) Kitâb-ul-Muhabbe (Psikoloji), 17) Kitâb-uş-Şevâhid, 18) Kitâbu ber-us-Sa’a, 19) Kitâb-ül-Fâhir fit-Tıb, 20) Kitâbu Tıbb-il-Mülkî, 21) Kitâbun fî Vec’il-Mefâsil, 22) Kitâbu Et’imet-il-Merda (Hasta yemekleri ile ilgilidir), 23) Kitâbun fil-Kulunç, 24) Kitâb-ul-Kâfî fit-Tıb, 25) Kitâbun fil-Bah, 26) Kitâb-ul-Hacer.
Râzî’nin eserleri asırlarca Avrupa üniversitelerinde ders kitâbı olarak okutulmuştur. Avrupa ancak 18. asrın ortalarına doğru, Râzî’nin bulunduğu noktaya ulaşabilmiştir.