DÜNYÂNIN YEDİ HÂRİKASI

Alm. Die sieben Weltwunder (n.pl.), Fr. Les sept merveilles (f. pl.) du monde. İng.The seven world wonders. M. Ö. 2. yüzyılda yaşamış yazar Sidonlu Antipatros’un sıralamasına göre antik çağda dünyânın en görülmeye değer eserleri. Târihçilerin “Dünyânın Yedi Hârikası” diye adlandırdıkları eserler şunlardır: Bâbil’in Asma Bahçeleri, Rodos’taki Kolos Heykeli, Mısır’daki Kufu Ehramı, Efes şehrindeki Artemis’in Mâbedi, Olimpos’taki Zeus’un Heykeli, Kral Mausolos’un Bodrum’daki Mezarı ve İskenderiye Feneri.

Bâbil’in Asma Bahçeleri

Bugün cisminden eser bile kalmayan bu bahçenin güzelliği, kazılarda alınan fikir ve daha önceleri yazılmış olan izâhâttan tasavvur edilebilmektedir. Bâbil hakkında bilgiler bu yüzyıl başına kadar târihçilerin verdiği bilgilerden ibâretti. 1899-1917 seneleri arasında Alman arkeologu Koldewey’in başkanlığındaki bir heyet, yaptığı kazılarda mühim vesikalar ele geçirmiştir. Bunlara göre başka başka seviyelere ve kat kat sıralanmış olan bahçeler, mahzenler, bahçeleri sulamak için meyilli su kanalları bulunmaktaydı. Kuraklığın ortasında çeşitli ziyâfet ve eğlencelerin yapıldığı bu bahçelerin Bâbil hükümdarı Buhtunnasar tarafından inşâ ettirildiği tahmin edilmektedir.

Rodos Heykeli

Makedonya Kralı Birinci Hemetrios M.Ö. 295 senesinde Rodos Adasını zaptetmeye büyük bir orduyla gitti. Fakat Rodos halkının müdâfaası karşısında pekçok ganimet bırakarak bozguna uğramış ordusu ile geri çekildi. Rodos halkı kalan ganimetleri satıp geliriyle M.Ö. 291 yılında başlayıp on iki senede biten güneş tanrısı Helios’un heykelini yaptırdılar.

Rodos o zamanlar uğrak bir liman olduğundan heykelin elindeki uzun meşalenin ucunda geceleri yakılan ateş gemicilere deniz feneri vazifesini görürdü. Heykelin yapısı hakkında hiçbir mâlûmât yoktur, ayakları arasında 100 m genişlik bulunduğu rivâyet hâlindedir. Rodos Heykeli M.Ö. 225’te şiddetli bir zelzeleyle tahrib oldu. Yıkılan parçalar asırlarca orada kaldı.

Mısır’daki Ehram

Yedi hârika olarak bilinen eserler içinde günümüze kadar gelmiş tek eserdir. Nil Nehrinin vâdisinde M.Ö. 2650-2500 yıllarında Mısır firavunlarının ve kraliçelerinin mezarları olarak yapılmıştır. Târihçi Heredot’a göre bu ehram 100.000 kölenin 20 yıl devamlı çalışmasıyla yapılmıştır. Her biri 2,5 ton ağırlığında 2.300.000 taş kullanılmıştır. Yüksekliği 150 m olarak tahmin edilmekte olup, zamanla tepeden 10 m kadar yıpranmıştır.

Zeus Heykeli

Yunanistan’ın Olimpos Dağında bulunur. Bunu M.Ö. 5. yüzyılda o zamanın meşhur heykeltraşı Phidas yapmıştır. Yapıldıktan bin sene sonra tahrip olduğundan o devirden kalma parçalardan hakkında bilgi sâhibi olunabilmektedir. Bunlardan anlaşıldığına göre Zeus, altın ve fildişinden yapılmış tahtında oturmaktadır. Bu heykel on dört metre boyundaydı.

Mausolos’un Mezarı

Karya Kralı Mausolos M.Ö. 4. yüzyılda hanımı ölünce Halikarnas’ta bu mezarı yaptırdı. Halikarnas, güneybatı Anadolu’da Muğla ili sınırları içerisindedir. O zamanın önemli mîmarlık eserlerinden kabul edilen anıt diktörtgen bir piramit biçimindeydi. Yüksekliği 42 m olan, üzerinde dört atın çektiği bir arabada kral ve kraliçenin heykelleri vardır. Bugün bundan da kalıntılar yoktur.

Artemis Tapınağı

Batı Anadolu’da Efes şehrinde Artemis için yaptırılan  bir eserdir. Bütünüyle harap olmuş, fakat kalıntıları günümüze kadar gelebilmiştir. Yapımı 120 yıl sürmüş ve M.Ö. 430 yılında tamamlanabilmiştir. M.Ö. 365 yılında yakıldığı tahmin edilmektedir.

İskenderiye Feneri

Mısır’ın İskenderiye limanında küçük bir adacıkta M.Ö. 309-246 yılları arasında İkinci Batlamyus tarafından yapılmıştır. Kat kat mermer kulelerden olan fener, 140 metreye kadar yükseliyordu. En üst kulede ateş yakılır, gemicilere yol gösterilirdi. Bu fener sonradan yapılanlara örnek olmuştu. Fener M.S. 1300 yıllarındaki bir depremde yerle bir oldu.

Bu eserlerden günümüze hiçbir kalıntısı ulaşmamış olanlar hakkındaki bilgiler rivâyetlerden öteye gitmemektedir. Basılan paralardan, efsâne hâlindeki eski kayıtlardan toplanan bilgilerle yetinilmektedir.

DÜRBÜN

Alm. 1. Fernglas (n), 2. Fernrohr, Teleskop (n), Fr. Jumelles (f.pl.), Telescope (m), İng. Fieldglasses, telescope. Uzaktaki cisimleri daha net görmeye yarayan optik bir âlet. Kelimenin aslı, Farsça olup, dûr “uzak” ve bîn “görür” kelimelerinden meydana gelmiştir. Dürbünler umûmiyetle 6x30, 7x50 veya 8x30 olarak sınıflandırılır. Bu ifâdelerdeki ilk rakam büyütme oranını, ikinci rakam ise, objektif merceğinin milimetre cinsinden çapını belirtir. Meselâ 7x50 numaraya sâhip bir dürbünün büyütme oranı 7 ve objektif merceğin çapı 50 milimetredir demektir.

Dürbün iki teleskopun bir menteşeyle birbirine bağlanmasından meydana gelmiştir. Her iki teleskobun da optik sayısı aynıdır. Teleskobun ucunda objektif merceği bulunur. Objektif merceği bakılan cisimden gelen ışıkları kırarak odak düzleminde gerçek görüntü meydana gelecek şekilde form kazandırır. Teleskobun göze gelen ucuna ise göz merceği konulmuştur. Bu mercekler gözlük camı gibidir. Her iki mercek arasına prizmalar konulursa, ters görüntü doğrulur ve netleşir.

Dürbünler, bir borunun iki ucuna mercek veya mercek takımı konmak sûretiyle yapılır. Boru uzunluğu dürbünün cinsine, kullanıldığı maksada göre değişik olur. Merceklerin birine objektif, diğerine göz merceği adı verilir. Prizmalı dürbünlerde objektif ve göz merceği arasında 45-90 derecelik iki prizma bulunmaktadır. Genel olarak dürbünler kırılma kânunlarına göre çalışan araçlardır. Dokuzuncu asırda Abbâsî Halîfesi Me’mûn zamânında astronom Ahmed ve Mehmed kardeşlerin kullandıkları âletler, 12. asırda yaşayan astronomi âlimi Batrûcî’nin kullandığı âletler, 16. asırda Uluğ Bey ve medresesinde gök cisimlerini incelemek için istifâde ettikleri âletler dürbün esâsına göre yapılmıştır. Avrupa ise bu tip araçları ancak 17. asırda gördü ve yapabildi. Buna rağmen çeşitli kaynaklar Müslüman âlimlerin buluşlarını görmezlikten gelerek, Galileo’nun, astronomide Müslümanlardan altı asır sonra kullandığı âlete ilk dürbün diyebilmektedir.

Gök dürbünü: Gök cisimlerinin gözlenip incelenmesi için kullanılır. Gök dürbününde, herbiri bir mercek sisteminden meydana gelen bir objektif ve bir göz merceği vardır. Objektifi aynadan meydana gelen teleskoptan farkı, mercek sisteminin kullanılmasıdır.

Yer dürbünü: Bu dürbünlerde uzaklaştırıcı ve yakınlaştırıcı mercek vardır. Uzaktaki cisimler düz ve olduğu gibi görünür. Bu dürbünün büyütme, ayırma gücü ve olayların belirlenmesi gibi özellikleri vardır.

DÜRRÎ AHMED EFENDİ

Sultan Dördüncü Mustafa Han ve Sultan Üçüncü Ahmed Han devri devlet adamlarından ve şâirlerinden. Aslen Vanlıdır. İstanbul’a geldikten sonra, Sultan Dördüncü Mustafa Han zamânında, devrin vezirlerinden Abdi Paşanın cizyedârı Hüseyin Ağanın adamlarındandı. Âlim, edip ve silahşördü.

Abdi Paşa tarafından saraya alınarak yetiştirildi. Önce Dîvân kâtipliği, sonra Dîvân-ı hümâyûn hocalığı, Anadolu muhâsebeciliği ve başka görevlerde bulundu. 1721 yılında şıkk-ı sânî defterdârlığı pâyesiyle İran’a orta elçi olarak gönderildi. Bu vazîfesinden dönüşünden hemen sonra 1722 yılında vefât etti.

Son vazîfesiyle ilgili olarak bir Sefâretnâme yazdı. Eserin yazma nüshâlarından biri, İstanbul Üniversitesi Kütüphânesinde Târih Yazmaları sırasında 3328 numarada kayıtlıdır. Ayrıca, 1820’de Paris’te basılmıştır. Dürrî Ahmed Efendinin bu târihî eserinden başka, Türkçe ve Farsça şiirleri vardı. Gazel ve kasîdeleri âlimâne ve ârifânedir. Devrin şâir ve edipleri tarafından takdir edilmiştir. Özellikle manzum târih düşürmekte pek mâhirdi. Sultan Üçüncü Ahmed Han, Hicrî 1132 (Mîlâdî 1719) târihinde hastalanmıştı. Bir müddet sonra eski sıhhatine kavuşunca, devrin şâirleri, Hak teâlâya şükrâne olarak birer “Sıhhatnâme” yazdılar. Dürrî Ahmed Efendi de pek güzel bir sıhhatnâme yazıp pâdişâha arz eylemişti. Şöyle diyordu:

Hak budur kim inhirâfından mizâc-i pâkinin

Oldu gûyâ ser-te-ser eczâ-yi âlem bî-karar

 

Vâkı’a, âlem tezelzül bulmamak mümkin midir

Kâlıb-i dünyâya zîrâ rûhdur ol Şehriyâr

 

Rûh olunca nâhoş, elbette beden bîmâr olur

Rûhdur kasr-ı ten istihkâmına çünki medâr

 

Hâsılı rûh-ı musavverdir bu server âleme

Çok zamân yâ Rab ânı tahtında eyle berkarâr

Dürrî Efendi şunu anlatmak istiyordu: “Doğrusu, Sultânın pâk mizâcı, sıhhati bozulduğu için, sanki bütün âlem de bozuldu, kararsız kaldı. Âlemde bozulma olmaması mümkün değildir. Zirâ Sultan şu görünen dünyânın rûhu gibidir. Rûh rahatsız olunca, elbette beden de rahatsız olur. Çünkü, ten sarayı istihkâmının dayanağı rûhtur. Kısacası, bu hükümdâr âlem için ruhtur. Ey Allah’ım onu tahtında devamlı tut.”

DÜRZÎLER

(Bkz. Derezîler)

DÜŞÜK

Alm. Abortus (m), Fr. Avortement (m), İng. Abortion. Ana rahmindeki bebeğin, yaşama kâbiliyeti kazanmadan dışarıya çıkarak gebeliğin sona ermesi. Yaşama kâbiliyetini kazanma devresi genel olarak 20 ile 28. gebelik haftaları arasında bulunmaktadır. Genellikle; 20. haftadan önce ve 500 gramın altında bulunduğu devrede gebeliğin sona erişi düşük olarak nitelendirilir.

Kadın-doğum bilimi açısından olduğu kadar, sosyal bakımdan da ehemmiyet arz eden “düşük”ler, çeşitli komplikasyonlara (zararlara) sebeb olmaları ve anne ölümleri üzerinde önemli rol oynamaları bakımından oldukça mühimdir.

Düşükler başlıca üç gruba ayrılarak incelenirler:

1. Kendiliğinden olan düşükler: Spontan düşük denilen bu düşük, gebeliğin, herhangi bir müdâhale olmaksızın, tabiî sebeplerle kendi kendine son bulmasıdır. Bu düşük şekli, hâmilelerin % 15’inde meydana gelir. 40 yaşını aşmış hâmilelerin % 18-20’sinde görülür.

Bu düşüğün sebebi hakkında kesin bir bilgi bulunmamasına rağmen bâzı faktörler üzerinde durulmaktadır. Bunlar, ırsî ve dişi döl hücresine âit bozukluklar, hormonal dengesizlik, anneye âit faktörler olmak üzere üç sınıfta toplanırlar:

a) Genetik ve dişi döl hücresine âit bozukluklar:İstatistiklere göre düşüklerin takriben % 40’ının genetik faktörlere ve dişi döl hücresindeki bozukluklara bağlı olduğu anlaşılmıştır. Kusurlu genler, kromozomlar sebebiyle teşekkül eden cenini ana vücudu kabul etmez ve ekseriyâ 6-7 haftadan önce dışarıya atarak gebeliği sona erdirir. Organizmanın bu husûsu nasıl sezdiği tam olarak bilinmiyor. Ancak kusurlu şekilde teşekkül eden cenin daha ilk haftalarda canlılığını kaybederek annenin hormonlarında bir değişiklik meydana getirir. İlâhî kudret, anne organizmasını yaklaşık 9 ay gibi bir zamâna normal olarak programlamıştır. Bu programa uymayan bir hâdisenin mevcudiyetinde kendini o cansız artıktan korumak için ve ayrıca boşuna taşımamak için gebeliği sona erdirmektedir.

b) Hormonal dengesizlik: Kendiliğinden olan düşüklerin yaklaşık %5-10’unun sebebi bu gruba girer. Bunlar ise; korpus luteum (yumurtalıktaki sarı cisim), göbek bağı, tiroit ve böbrek üstü bezin normal çalışmaması hallerinde ortaya çıkarlar.

c) Anneye âit faktörler: Gebelik seyrinde anneye âit birçok faktör ceninin gelişmesini önleyerek düşüğe sebeb olur. Bunlar arasında başlıcaları şunlardır:

Rahimin şeklinin normal olmaması, az gelişmiş olması;

Rahim dış ağzının çok açık ve gevşek olması;

Karın içinde rahime baskı yapan tümörler;

Rahimin içinde tümör bulunması;

Gebeliğin seyrinde geçirilen ateşli hastalıklar: Malta humması, listeriosis, frengi, toksaplazmozis;

Beslenme yetersizlikleri: Gebelik süresince yetersiz beslenme, folik asit, C,D,K vitaminlerinin yetersizlikleri düşüğe sebeb olabilir. Kazalar ve heyecanlanma halleri;

Zehirlenmeler, kan uyuşmazlıkları, radyoaktif ışın alınması;

Kollajen doku hastalıkları;

Düşüğün ilerlemesine göre klinik olarak bâzı devreler: Düşük tehdidi bunların ilkidir. Kanama, rahim kasılması ve bel-kasık ağrıları mühim belirtileridir. Ağrı olmadan da kan görülebilir. Kan ekseriyâ az miktarda ve değişik kırmızılıkta olabilir. Düşük tehdidinde gerekli tedbirlerin alınmasıyla gebeliği normal seyrine döndürmek mümkün olur. Fakat bâzı vak’alarda durum ilerler ve kaçınılmaz düşük teşekkül eder.

Kaçınılmaz düşük: Düşük tehdidinin ileri safhalarında rahim kasılmaları şiddetlenerek kanama artar ve rahim ağzı açılır. Bunu çoğunlukla su kesesinin yırtılması takib eder.

Tam düşük: Burada gebelik mahsulünün tamamen dışarı atılması mevzubahistir. Vak’aların çoğunda kanamayı tâkiben şiddetli kasılma sancılarıyla gebelik mahsulü blok olarak dışarı atılır. Bâzan ise bebek dışarı çıktığı halde eşi (plasenta) içeride kalır. Bu durumda kasılmalar devâm eder ki buna da “tam olmayan düşük” denir.

Kendiliğinden düşüklerin bir çoğu tehlikesizce sonuçlanmakla berâber, bâzı vak’alarda, düşüğü tâkiben rahim duvarında yapışık kalan plasenta parçaları kanama ve enfeksiyona yol açar. Bu iltihapların yayılması hastanın hayâtını tehlikeye sokabilir. Ayrıca düşükten sonra “koryonepitelyoma” adı verilen kanserin meydana geliş sıklığı artar. Tüplerin tıkanmasıyla kısırlık ortaya çıkabilir.

Tedâvisi: Düşük tedâvisinde, düşüğe sebeb olan faktörlerin tesbiti ve vak’anın özelliğine göre tedâvi büyük değer taşır.

Düşük tehdidinde hasta yatak istirahatine alınır. Ağrı giderici ve teskin edici ilâçlar verilir. Kabız kalması önlenir, hafif gıdâlar verilir. Hormon seviyelerinin düşük olduğu durumlarda “gestagen” adı verilen hormonlar verilir.

Kaçınılmaz düşüklerde hasta kliniğe yatırılır. 12 haftanın altındaki gebelere kürtaj, tıbbî tahliye yapılır. 12 haftanın üzerindeki gebeliklerde oksitosin verilerek rahimin kasılmaları arttırılır ve düşük sağlanır.

Tekrarlayan düşük: Hastanın arka arkaya 3 veya daha fazla kendiliğinden düşük yapması hâlidir. Bundan umûmiyetle, malta humması, listeriosis gibi hastalıklar mesuldür. Bunun da tedâvisi, hâmile kalmadan önce progesteron hormonu verilerek yapılır.

2. Cinâî düşükler (Kriminal abortus):Çocuğun doğumu ve varlığı istenmediği durumlarda çoğu kez gebe kadının kendi isteğiyle yapılan kânunsuz düşüklerdir. Avrupa ve Amerika’da doğum kontrolü için başvurulan yollardan birisidir. Dünyâda her yıl 30 ile 55 milyon cinâî düşük yapıldığı zannedilmektedir. Gayrimeşru ilişkiler netîcesinde gebeliğin meydana gelmesi önlenemediği zaman ilk akla gelen çâre cinâî düşük olmaktadır. Bu, zannedildiğinden fazla uygulanmakta ve önemli bir halk sağlığı problemini teşkil etmektedir. Gizli, suçluluk duygusu içinde, şuursuz ve tehlikeli biçimlerde gerçekleştirilen bu ameliye kısırlık, kanama, enfeksiyon, yırtıklar ve hatta ölüm ile sonuçlanabilmektedir.

Gebe kadın, ya kendisi çocuk düşürmeye teşebbüs eder veya ebe ve hekim yardımıyla düşük yapar. Cinâî düşükler çoğunlukla gebeliğin ilk aylarında yapılır. Çocuk düşürmeye niyet eden kadınlar önce kolay ve zararsız usûllerle çocuğu düşürmeye çalışırlar, çocuk düşmezse daha tehlikeli çârelere başvururlar.

3. Tedâvi düşükleri (Tıbbî tahliye): Gebe kadındaki bir hastalığın gebelik yüzünden ilerlemeye başlaması ve kadının hayâtının tehlikeye girmesi hâlinde ölü veya sakat olduğu anlaşılan (kuvvetle zannedilen) çocuğun bulunduğu gebelik hâllerinde tıbbî bir müdâhale ile gebeliğe son verilmesi ve çocuğun alınmasıdır. Bu müdâhale ihtimâle dayanarak yapılmaz. Her türlü tedâviye rağmen hastalık gerilemiyorsa ve kesin hayâtî tehlike mevcut ise ve gebeliğin sonlanması hâlinde tedâvi olacaksa, bütün tıbbî şartları hâiz bir klinik veya hastânede çocuk aldırılır.

DÜYÛN-I UMÛMİYE

Alm. Öffentiche Schulde (f.pl.), Fr. Dettes (f.pl.), publiques, İng. Public debts. Osmanlı dış borçlarının ve bunu idâre eden birimin adı. İlk dış borç, 1854 Kırım Savaşından sonra alındı. Osmanlı Devleti, Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamânına geldiğinde, ağır dış borçlar altında ezilme mevkindeydi. Akıllı tedbirlerle belli bir zaman içerisinde bu borçlar ödenebilirdi. Lâkin 93 Harbi (1877-78) hezîmeti, devleti iflâsın eşiğine getirdi. Devlet, en verimli topraklarını kaybetti. Akın akın gelen göçmenlerin sayısı bir milyona ulaştı. Bu kadar göçmeni bir yıl içinde rahata kavuşturmak çok zordu. Bu arada, Rusya’ya ağır tazminât ödeme mecbûriyetiyle karşı karşıya kalındı. Rusya Ağrı kendilerine bırakıldığı takdirde, tazminât hakkından vaz geçebileceğini teklif etti ise de, Sultan Abdülhamîd Han bu teklifi kesinlikle reddetti. Eğer Sultan Abdülhamîd Han Ayastefanos Antlaşmasındaki tazminâtı Berlin Muâhedesi ile düşürmemiş olsaydı, devlet daha o sırada batabilirdi. Ordunun durumu ise perişan bir vaziyetteydi. Emperyalist Avrupa devletleri yıllardır peşinde koştukları emellerine ulaşmak üzereydi. Onlar dış baskıların çemberi içerisinde sıkışan imparatorluğu borç bataklığı içinde boğmak istiyorlardı. İşte İkinci Abdülhamîd Hanın devraldığı mâlî durum bu idi.

1875 yılında borçları ödeyebilmek için rüsûm-ı sitte idâresi faaliyete konuldu ise de, bu idâre şekli Avrupalı alacaklıları memnun etmedi. Netîcede Tevhîd-i Düyûn yapılması kararlaştırıldı. Böylece bütün dış borçlar birleştiriliyordu. Devletin bâzı mallar üzerinden aldığı gelir bundan böyle Türkiye Mâliye Nezâreti tarafından değil, ancak Düyûn-i Umûmiye tarafından tahsil edilecekti. Bu durum devlet içinde bağımsız ikinci bir Mâliye Bakanlığı ihdas etmek anlamına geliyordu. Ancak, yapacak başka çâre de kalmamıştı. Düyûn-ı Umûmiyenin yetkisine bırakılan gelirler şunlardı: Tütün, tuz ve ipek vergi gelirleriyle damga pulu ve balık resimleri.

Düyûn-ı Umûmiyenin idâre meclisi 7 üyeden müteşekkil olup, bunların üyelik müddeti 5 yıl için idi. Üyelerin ikisi Türk, diğerleri de her birinden birer üye olmak üzere İngiliz, Fransız, Alman, Avusturyalı ve İtalyan’dan müteşekkildi. Dış borçların tamâmına yakın bölümü İngiliz ve Fransızlara âit olduğu için, Meclis-i İdâre Başkanlığı yalnız onlardan seçilebilmekteydi. Ancak konseyi teftiş etmek üzere Türklerden meydana gelen fevkalâde bir müfettiş heyeti de bulunuyordu.

3 Ekim 1880 yılında Muharrem Kararnâmesi İstanbul’daki büyük devletlerin elçilerine tebliğ edildi. Düyûn-ı Umûmiye ile Türkiye rahat bir nefes almaya ve borçlarını ödemeye başlamıştı. Bu târihte devletin dış borçlarının toplam fâizleri ile birlikte 280 milyon tutarındaydı. Rusya’ya harp tazminâtı ise bu hesâbın dışında kalıyordu. Muharrem Kararnâmesi ile bu borçlar 117 milyona kadar düşürüldü. Bu muazzam başarı Sultan Abdülhamîd Hanın şahsî kâbiliyeti ve akıllı siyâseti sâyesinde sağlanmaştı.

Düyûn-ı Umûmiye, devletin sonuna kadar devâm etti. Son derece muntazam bir idâre olan Düyûn-ı Umûmiye, gerçi devlet içinde devlet olan ikinci bir mâliye gibiydi. Ancak Türk dış borçlarının ödenmesi için başka imkân kalmamıştı. Aynı zamanda Avrupa devletlerinin yıllardan beri alışılagelmiş tatsız müdâhalelerine de bu sâyede son verilmişti. Birçok gelirini Düyûn-ı Umûmiyeye bırakan devletin sıkıntıya düşmesi kaçınılamazdı ki, bu sıkıntılarla zaman zaman karşı karşıya kalındı. Memur ve asker maaşları iki ayda bir ödenmeye başlandı. Yalnız o devirde hiçbir zaman pahalılık ve sıkıntı görülmedi.

DÜZKANATLILAR (Orthoptera)

Alm. Geraldflügler, Fr. Orthoptéres, İng. Grasshoppers and cockroaches. Eklembacaklılar şubesinin, böcekler sınıfının, kanatlı böcekler (Pterygota) alt sınıfının bir takımı (Orthoptera).

Hepsi karada yaşar. Genellikle tropik bölgelerde bulunurlar. 18.000 kadar türü bilinmektedir. Başlarının ucunda çok parçalı iki anten ile yanlarda büyükçe iki petek göz bulunur. Bâzılarının baş tepelerinde de 2 veya 3 adet nokta göz mevcuttur. Ağız parçaları kesici, çiğneyicidir. Çoğu bitkisel besinlerle, azı böceklerle beslenir. Zirâat yönünden zararlıdırlar. Ön kanatları dar ve parşömen sertliğindedir. Arka kanatlara örtü vazifesi yaparlar. Arka kanatlar geniş ve zar şeklindedir. Sâkin haldeyken, yelpaze gibi katlanarak ön kanatların altına saklanırlar. Nâdir de olsa kanatsız olanlar vardır. Nocarodes ve Isophya cinslerine bağlı türler böyledir.

Çekirgeler, mantisler (peygamber develeri), cırcır böcekleri, hamam böcekleri, kulağa kaçanlar ve danaburnu hep bu takımdandır. “Doğrukanatlılar” veya “çekirgeler” de denir. Nemf (yavru) hâlinde alt kanatlar çok küçüktür. Üst kanatlar altta, alttakiler üsttedir. Birkaç gömlek değişiminden sonra normale dönerler. Arka bacakları iyi gelişmiş olup, sıçramaya yarar. Ses çıkarma ve ses alma organları (timpanal organ) da iyi gelişmiştir. Dişilerin çoğunda yumurta koyma borusu bulunur. Bir çift olan antenleri bâzılarında çok uzundur. Gelişimlerinde yarı başkalaşım (hemimetaboli) gösterirler. (Bkz. Çekirge)

DÜZLEM

(Bkz. Yüzey)

DYER, Reginald Edward Harry

Hindistan’da vazîfe yapmış olan İngiliz generali. 1864 senesinde Hindistan’da doğdu. 1927 senesinde İngiltere’de öldü. 1919 yılında Hindistan’ın Amritsar kentinde ortaya çıkan hâdiseleri acımasızca bastırmasıyla meşhurdur.

Hindistan’ın Murree kentinde doğan Dyer Reginald Edward Harry, 1885 senesinde İngiltere’nin Hindistan’da bulunan West Surrey alayında vazîfe aldı. Daha sonra Hindistan ordusuna girdi. 1886-87’de Birmanya’ya düzenlenen seferlere katıldı. 1901-1902’de bugünkü Pakistan ile Afganistan arasındaki dağlık bölgede bulunan Veziristân’ın kuşatılmasında vazîfelendirildi. Birinci Dünyâ Savaşı sırasında Almanların Afganistan’a geçmesini önlemek için kurulan Doğu İran hattının sorumlusuydu. 13 Nisan 1919 Amritsar katliamı sırasında Jullundur’da tugay komutanı olan Dyer, bir misyoner kadınla Hinduların alay etmesine misilleme olarak Amritsar şehrinde tapınakta âyin yapan halkın üzerine ateş ettirip on dakikada yedi yüz kişiyi öldürttü. Bu vahşî saldırı netîcesinde binden fazla kişi de yaralandı. Bununla da yetinmeyen Dyer, ahâliyi üç gün elleri ve ayakları üzerinde hayvan gibi yürüttü. Üç gün zarfında sokaklarda İngilizlerden başka ayakta yürüyen kimse yoktu.

Bütün Hindistan’da büyük infiale sebeb olan bu katliam üzerine İngiltere hükûmeti soruşturma için bir müfettiş gönderdi. Müfettiş, Dyer’e neden müdâfaasız halka ateş açtırdığını sorunca, Dyer; “Buranın kumandanı benim. Buradaki askerî bir icrâatı ben takdir ederim. Öyle lüzum gördüm, öyle emrettim. Daha tafsilatlı bir şey anlatmaya lüzum görmüyorum.” dedi. Müfettiş; “Ahâlinin yüz üstü sürünmesini emr etmenizin sebebi nedir?” diye sorunca da; “Hindûlar tanrıları karşısında yüz üstü sürünüyorlar. Bunlara bir İngiliz kadının bir Hindû tanrısı kadar mukaddes olduğunu ve değil hakâret, onun karşısında sürünmeleri îcâb ettiğini anlatmak istedim.” dedi. Müfettiş halkın ihtiyâçları için dışarı çıkmak mecbûriyetinde olduğunu söyleyince, Dyer; “Evet sokakta yüz üstü sürünerek yürümelerini emr ettim. Eğer bunlar insan olsalardı, yüz üstü sürünmezlerdi. Çünkü bunların evleri birbirine bitişik ve damları düzdür. Damlar üzerinde insan gibi yürürlerdi.” cevâbını verdi. Dyer’in bu sözleri İngiliz basınında neşredilince, Dyer kahraman îlân edildi.

Yapılan soruşturma netîcesinde suçlu bulunan Dyer sâdece komutanlık vazîfesinden alındı ve emekliye sevk edildi. Lordlar kamarası ise Dyer’in bu davranışını övgüyle karşılayarak adına bir fon kurulmasını sağladı. Hâdise bütün dünyâda yankı uyandırdı. Hint milliyetçileri olay yerini bir şehitler anıtına çevirdiler. Hindistan halkına bunca zulüm yapan sinsi İngiliz sömürge siyâsetinin acımasız tatbikçisi Dyer, 23 Temmuz 1927’de İngiltere’de Bristol yakınlarında Long Ashton denilen yerde öldü.

DYN (Din)

Alm. Dyn (n), Fr. Dyne (f), İng. Dyne. Santimetre-gram-saniye (c.g.s) sisteminde esas kuvvet birimi. “Din” diye okunur. Bir gramlık bir kütleye, 1 cm/sn2lik ivme kazandırmak için gerekli olan kuvvettir. Bir gram kuvvet, yerin bir gram kütleye uyguladığı çekim kuvvetidir ve 981 dyn’e eşittir. 1 gf=981 dyn, 1 Nt=105 dyn.