DUÂ
Alm. Gebet, Fr. Priere, invocation, litanies, İng. Prayer. Allahü teâlâya yalvararak, murâdını, dileğini isteme. Allahü teâlâ, duâ eden Müslümanları sever. Duâ müminin silâhıdır. Dînimizin temel direklerinden biridir. Duâ gelmiş olan dertleri, belâları giderir. Gelmemiş olanların da gelmelerine mâni olur. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Bana hâlis kalp ile duâ ediniz! Böyle duâları kabul ederim.” (Mü’min sûresi: 60) buyuruyor.
Allahü teâlâ herşeyi sebep ile yaratmakta, nîmetleri sebeplerin arkasından göndermektedir. Zararları, dertleri def için ve faydalı şeyler vermek için duâ etmeyi sebep yapmıştır. Peygamberler aleyhimüssalevât hep duâ ettiler. Ümmetlerinden de duâ etmelerini istediler. Sebeplere yapışmadan yapılan duâ kabul olmaz. Buna duâ denmez, faydasız temenni denir. Peygamber efendimiz; “Çalışmadan duâ eden silahsız harbe giden gibidir.” buyurdu. Bunun için çalışmalı, gayret etmeli sonra da şartlarına uygun edeple duâ etmelidir.
Duânın kabul olması için şartlar vardır. İlk önce îtikâdı düzgün iyi bir Müslüman olmalıdır. Helâl yemelidir. Haram lokma yiyenin duâsı kırk gün kabul olmaz. Duâ ihtiyâcı gideren, saâdete kavuşturan kapının anahtarıdır. Bu anahtarın dişleri helâl lokmadır.
İbrâhim Edhem’den sordular ki: Allahü teâlâ “Ey kullarım! Benden isteyiniz! Kabul ederim, veririm.” buyuruyor. Halbuki istiyoruz, vermiyor. Cevap buyurdu ki: “Allahü teâlâyı çağırırsınız, duâ edersiniz, O’na itâat etmezsiniz. Peygamberini sallallahü aleyhi ve sellem tanırsınız, O’na uymazsınız. Kur’ân-ı kerîmi okursunuz, gösterdiği yolda gitmezsiniz. Cenâb-ı Hakk’ın nîmetlerinden faydalanırsınız, O’na şükretmezsiniz. Cennet’in ibâdet edenler için olduğunu bilirsiniz, hazırlıkta bulunmazsınız. Cehennem’i âsiler (günah işleyenler) için yarattığını bilirsiniz, ondan sakınmazsınız. Babalarınızın, dedelerinizin ne olduklarını görür, ibret almazsınız. Aybınıza bakmayıp başkalarının ayıplarını araştırırsınız. Böyle kimseler üzerlerine taş yağmadığına, yere batmadıklarına, gökden ateş yağmadığına şükretsin.”
Âdil hükûmet memurlarının, mazlûmların, sıkıntıda olanların, sâlihlerin, misâfirin, oruçluların iftâr vaktindeki duâsı, anasına-babasına itâat ve hizmet edenlerin, ana-babasının, hocasının, Müslümanların arkasından yapılan duâ, sabreden hastaların duâsı, mübârek zamanlarda, mübârek yerlerde, namazlardan sonra, Peygamberimizin ve evliyânın kabirleri yanında, onları vesîle ederek yapılan duâlar çabuk kabul olur.
Çekoslovak devlet adamı. Çekoslovakya Komünist Partisi (KSC) birinci sekreterliği sırasında uyguladığı reform programı sebebiyle, Çekoslovakya’nın Ağustos 1968’de SSCB ve Varşova Paktı üyesi devletler tarafından işgâl edilmesine sebep olan kişidir.
1921 senesinde Çekoslovakya’nın Slovakya Uhrovec şehrinde doğan Dubçek, çocukluk yıllarında babası Stefan Dubçek’le birlikte gittiği Sovyetler Birliği’nde göçmen olarak yaşadı. Öğrenimini Kırgızistan’da gördü. Babası tarafından kurulan bir sanâyi koperatifinde monitörlük yaptı. 1938 yılında âilesiyle birlikte Çekoslovakya’ya döndü. 1939’da Çekoslovak Komünist Partisine üye oldu. İkinci Dünyâ Savaşı sırasında “Slovak Millî Ayaklanması” adlı yeraltı direniş teşkilâtına katıldı ve Alman işgal kuvvetlerine karşı savaştı. Bu savaşta iki defa yaralandı. Savaştan sonra Komünist Parti içinde devamlı olarak yükseldi. 1955’te Sovyetler Birliği’ne giderek Yüksek Siyâsî Etütler Okulunu bitirdi. 1958’de memleketine dönerek Bratislava’daki bölge komitesinin birinci sekreteri ve hem Slovak, hem de Çekoslovak komünist partilerinde Merkez Komitesi Üyesi oldu. 1962’de KSC Merkez Komitesinin seçtiği parti prezidyumu asil üyeliğine getirildi. 1963’te Slovakya kolu birinci sekreterliğine seçildi. Ekim 1967’de Prag’da yapılan bir Merkez Komitesi toplantısında parti birinci sekreteri Antonin Novotny’e karşı partinin ve ekonomik reform yanlılarından başka Slovak milliyetçilerinin de desteğini topladı. Novotny, 5 ocak 1968’de yerine Alexander Dubçek’i bırakarak birinci sekreterlikten istifa etti.
Alexander Dubçek’in parti birinci sekreteri olmasından sonra 1968’in ilk aylarında Çekoslovak basınına daha geniş serbestlikler tanındı. Stalin dönemindeki siyâsî tasfiye kurbanlarına îtibârları iâde edildi. Nisan ayında Çekoslovakya’nın “sosyalizm yolu” adı verilen bir reform programı yürürlüğe kondu. Bu gelişmeler SSCB’de ihtiyatla karşılandı. 29 Temmuz-2 Ağustos arasında iki ülkenin en yüksek düzeydeki liderleri Slovakya’daki Cierna şehrinde bir araya geldiler. Dubçek bâzı küçük tavizler vermeyi kabul etti. 3 Ağustos 1968’de Bratislava’da diğer Doğu Avrupalı komünist liderlerin de onayladığı bir protokol imzalandı. Fakat Çekoslovakya’daki gelişmelerden ve liberalleşme eğilimlerinden memnun olmayan SSCB ve Varşova Paktı üyesi diğer ülkeler 20 Ağustos 1968 gecesi Çekoslovakya’yı işgâl ettiler. Dubçek ve Prezidyum’un diğer beş üyesi tutuklanarak Moskova’ya götürüldü. Halkın başlattığı direniş neticesinde Sovyetler, Dubçek’le anlaşmak zorunda kaldı. Daha sonra Prag’a dönen Dubçek, hisli bir konuşma yaparak halkın daha fazla desteğini istedi. Fakat giderek durumu zayıflayan Dubçek’in yardımcıları vazifelerinden uzaklaştırıldı. Kendisi de Nisan 1969’da parti birinci sekreterliğinden alınarak Federal Meclis başkanlığına getirildi. Ocak 1970’te Türkiye’ye büyükelçi olarak tâyin edildi. Aynı yıl Partiden ihrâç edilerek Prag’a geri çağrıldı. Bratislava’da orman idâresi müfettişliğine getirildi. Bratislava’da gözetim altında yaşadı.
Alexander Dubçek, Çekoslovak Komünist Partisi ve Prezidyum üyelerinin topluca istifa etmelerinden sonra 28 Aralık 1989’da oy birliğiyle parlamento başkanlığına seçildi. Kendisine Avrupa Parlamentosu tarafından verilen Saharov Ödülünü alırken, 17 Ocak 1990’da yaptığı bir konuşmada Çekoslovakya’nın gelecekte Avrupa’daki yerini alması için herşeyi yapacağını ve ülkesinin Avrupa Topluluğuna üyeliğinin yalnızca zaman meselesi olduğunu söyledi. 27 Haziran 1990’da yeni seçilen Çekoslovakya parlamentosunun başkanlığına getirildi. Arzu ettiklerine ulaşamadan 9 Kasım 1992’de öldü.
Alm. Lippe (f), Fr. Levre (f), İng. Lip. Ağız boşluğunun ön duvarını yapan etli kısımlardan her biri. Alt ve üst çenede olmak üzere iki adet dudak vardır. Bunlar iki yanda birleşerek “dudak köşesi” denilen bir açı meydana getirirler. Dudaklar ağzı kapamaya, yiyecekleri almaya yardım ederler. Çeşitli hareketleriyle de sesleri ayarlarlar. Dudakların hareketini, dudak köşelerinden başlayarak dudakların çevresinde ve içinde yer alan yuvarlak kas, üçgen kas ve gülme kası sağlar. Yanakların devamından ibâret olan dudaklar, derinin ağız içi mukozasına geçiş yeridir. Dudaklarda üç ayrı bölge vardır:
Deri kısmı: Kıllı deri karakterinde olup keratinleşmiştir (sert boynuzsu tabaka ile kaplıdır).
Deri-mukoza kısmı: Deriden mukoza özelliğine geçen kısım.
Mukoza kısmı (nemli örtücü zar kısmı): Ağız mukozasının yer aldığı ve altındaki salgı bezlerinin salgıları ile nemlenen kısım.
Ağzın içinde üst dudağı ikiye bölen çizgi üzerinde ince bir dokuyla üst dudak üst çeneye tutunur. Buna “üst dudak gemi” denir. Aynı şekilde alt dudakta da bir “alt dudak gemi” vardır.
Hastalıkları: En çok rastlanan dudakların çatlamasıdır. Soğuk havalarda veya başka tesirler altında ortaya çıkarlar. Nemi arttırıcı merhemler iyileştirmede genellikle yeterli olur. Dudakların iç yüzündeki yaralar bir ağız iltihabının belirtisidir. Özellikle üst dudaktaki çıban ve yaralardaki mikroorganizmalar beyin zarlarına ulaşarak “menenjit” yapabilirler. Bundan başka nâdir de olsa frengi hastalığının yarası (şankr) dudaklarda olabilir.
Uçuk’a bir virüs sebeb olur. İnsandan insana bulaşabilir. İnsanların % 70-90 kadarı uçuk virüsü taşıyıcıdır. Genellikle kendi kendine birkaç günde iyileşir.
Dudak iltihâbı: Muhtelif sebeplerle husûle gelen dudağın iltihabî hastalığıdır. Isırmak, çekmek, iklim, güneş gibi fizikî tesirler, ilâçlar, ruj, diş macunları, takma dişler, tütün gibi kimyevî tesirler ve çeşitli bakteriler dudakların iltihaplanmasına sebeb olur. Ayrıca A1, B12, B2 vitaminlerinin eksikliği de dudak iltihâbına sebeb olabilir. Dudak iltihâbının sebebi tesbit edilirse bertaraf edilerek tedâvi yapılır. Nötr bir krem kullanılabilir. Tentürdiyot iyi netice verir. B2 vitamininin yüksek dozda kullanılması da iyi neticeler vermektedir.
Yüz felci vak’alarında dudaklar vazifelerini yeterli yapamaz. Bu durumda dudaklar iyi kapanmaz ve hastanın ağzından devamlı salya akar. Tek taraflı yüz felçlerinde dudakların simetrik hâli bozulur ve sağlam tarafa doğru kayarlar.
Tavşan dudağı: Anne karnında gelişen ceninde (embriyoda) üst dudak ve damak üç ayrı doku kitlesinin birleşmesinden meydana gelir. Alın bölgesinden aşağı doğru alın-burun uzantısı, her iki yandan orta çizgiye doğru da üst çene uzantıları ilerler. Alın burun uzantısı, üst dudağın ortasını, burnu, alnı ve sert damağın en ön kısmını yapar.
Üst çene uzantılarından biri veya her ikisi alın-burun uzantısıyla burun altında birleşmemesi hâlinde üst dudağın dış bölgesi orta kısmından ayrı kalır. Bu tip görünüşteki dudaklara “tavşan dudağı” denir. Yalnız sağda, yalnız solda veya iki taraflı olabilir.
Tedâvisi: Bir plastik cerrâhî uzmanı tarafından yapılır. Dudak ve damak bir arada yarıksa, bebek emmediğinden büyümesi gecikir. Çocuk bir yaşına kadar ameliyat edilmez. Ameliyat çocuk konuşmayı öğrenmeden yapılmalıdır. Şekil bozukluğu sâdece dudağa âitse ve çocuk emebiliyorsa ameliyata üç yaşından sonra başvurulabilir.
Şer’î gündüz müddetinin, yâni imsaktan (oruca başlama vaktinden) güneş batana kadar olan sürenin dörtte biri. Duhâ vaktini bulmak için ezanî imsak vakti yirmi dört saatten çıkarılır. Sonuç dörde bölünür, bu netîce ezânî imsâk vaktine eklenirse, ezânî duhâ vakti bulunur. Yine ezânî dahve-i kübrâ vakti (Bkz. Dahve Vakti) on ikiden çıkarılır, bu sonucun yarısı ezânî imsâk vaktine eklenirse, yine ezânî duhâ vakti bulunur. Meselâ, dahve-i kübrâ ezânî saatle 3.49 ise, bunun on ikiden farkı 8.11 ve bunun yarısı 4.05 olduğundan, ezânî imsak saati de 7.38 ise, 7.38+4.05=11.43 ezânî dahve vaktini verir. Meselâ; imsak vakti 6.42 ise, bunun yirmi dörtten farkı, 17.18 ve bunun dörtte biri 4.19; imsak vaktiyle bu netîcenin toplamı 6.42+4.19=11.01 ezânî duhâ vaktini verir. Kısaca formül olarak:
(Gurûb-İmsâk)
Vasatî duhâ vakti = İmsâk vakti +
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
tür.
4
Duhâ vaktinde namaz kılanlar, vefât ettiklerinde âhiret şehîdi olurlar. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, 3. cilt, 17. mektubunda buyuruyor ki: “Duhâ vaktinde hiç olmazsa iki rekat kuşluk namazı kılmalıdır. Bu namazın en çoğu on iki rekattir. Duhâ namazı, teheccüd namazı gibi sünnettir ve çok sevaptır.”
Alm. Stadtzoll (m), Fr. Octroi (m), İng. Town dues, city-toll. Şehir ve kasabalara ticâret amacıyla getirilen eşyâdan alınan vergi.
Batıda bu vergi, komünlerin ortaya çıkışıyla alınmaya başlamıştır. Bir tür mahallî idâre olan komünler, mâlî bakımdan yetersiz olan gelirlerini artırmak için kraldan yetki almışlardır. Bu yetkiye (oktruvaye) izafeten alınan vergiye “oktruva” adı verilmiştir.
Osmanlı Devletinde, kuruluşla birlikte pazarlara satılmak üzere getirilen mallardan “pazar baçı” alınmaya başlanmıştır. Kânûnî Kânunnâmesi’nde; “taşradan gelen metaın resmi” şeklinde adlandırılan duhûliye resmine tâbi mallar sayılmıştır. Bu vergi 1826 târihinde şekil değiştirerek, Yeniçeri Ocağı yerine kurulan “Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye” harcamaları karşılığı alınan “ihtisap resmi” hâline gelmiştir. 1854 yılına kadar görev yapan ihtisap nezâretinin başlıca geliri olan ihtisap resmi, nezâretin şehremâneti (belediye) hâline gelmesiyle bir belediye geliri olarak alınagelmiş ve pazar, kantar, palamar resimleri şeklindeki kalıntıları daha sonra yürürlükten kaldırılmıştır.
Osmanlı şâirlerinden. Sultan İkinci Bâyezîd Hanın dâmâdı Mehmed Paşanın Gevher-i Mülk Sultandan doğan oğludur. Sultan İkinci Bâyezîd Hanın torunu ve Yavuz Sultan Selim Hanın hemşirezâdesi, büyük sipâhî ve zeâmet sâhibi bir sancak beyiyken, hepsini terk ederek zühd, takvâ, tevekkül ile Hak teâlâya yönelerek ibâdetle meşgul oldu. İstanbul’da vefât etti. Mutasavvıf bir şâirdir. Bu sahada güzel şiirler yazmıştır. Şiirlerini ihtivâ eden Dîvân’ı, İstanbul kütüphânelerinde mevcuttur. Bir nüshası, Ali Emîrî Efendi kolleksiyonu arasında, Millet Kütüphânesi Manzum eserler sırasında numara 15’te kayıtlıdır.
Şiirlerine örnek:
Zeyn etmek içün Cennet’e insân iledürler
Kulluğa ana Hûrî vü gılmân iledürler
Cân Yûsufını Mısr-ı vücûdunda bulursan
Ken’an iline ismini sultân iledürler
Vâiz, bizi korkutma, Cehennem’de od olmaz
Her kişi odun, yanmağa bundan iledürler
On dördüncü asırdan 16. asrın ilk yarılarına kadar Anadolu târihinde mühim rol oynayan Oğuzların Bozok koluna bağlı bir Türkmen hânedânı. Anadolu’ya Hasan Dulkadir adlı bir beyin idâresinde gelen ve Dulkadirli Beyliğinin çekirdeğini meydana getiren bu ilk grubun Maraş ve Elbistan arasındaki yaylalık bölgeye yerleştikleri ve daha sonra geniş bir alana yayıldıkları anlaşılmaktadır.
Beyliğin kurucusu Zeyneddîn Karaca Bey, Eratna Beyin elinden Elbistan’ı aldıktan sonra Memlûk Sultânı Melik Nâsır Muhammed’den nâiplik menşurunu almaya muvaffak oldu. Karaca Bey zaman zaman Memlûk sultanlarına itâat etti ise de, bâzan onlara cephe alarak Halep şehrini tehdid etti. Bu arada Çukurova’daki Sis Ermenilerine ağır darbeler indirdi. 1346’da Gabon Kalesini ele geçirdi. Bu başarılarına güvenen Karaca Bey, Melik üz-Zâhir ünvânıyle 1348 yılında hükümdârlığını îlân etti. Ancak Memlûk Devletine isyân eden Halep Vâlisi Bayboğa’yı Sultan’a teslim etmemesi üzerine yakalanarak 1353’te Kâhire’de 83 yaşlarındayken öldürüldü. Orhan Gâzi ile çağdaştır.
Karaca Bey’den sonra oğlu Halil Bey, Memlûkler tarafından Elbistan vâliliğine tâyin edildi. Halil Bey derhâl hudutlarını genişletmeye girişti ve Maraş, Malatya, Harput ve Amik taraflarını ele geçirdi. Memlûk Sultânı Berkuk, devamlı üzerine akın yapan Halil Beyi ortadan kaldırabilmek için faaliyete geçti. Nihâyet 1386 yılında Halil Bey bir sûikast sonucu öldürüldü. Halil Bey fevkalâde cesur ve kahraman bir beydi. Son derece cömert olması sebebiyle halk tarafından çok sevilir ve sayılırdı. Onun ölümü ile yerine küçük kardeşi Süli Bey geçti.
Süli Bey, Memlûklere karşı başarılı geçen akınlarda bulundu. Sultan Berkuk onun emirliğini tasdik etmek zorunda kaldı. Fakat 1394’te Güney Doğu Anadolu’ya gelen Timur Hanı Suriye’nin fethine teşvik etti. Bunun üzerine Sultan Berkuk onu yok etmeye karar verdi. Bu sebeple Memlûk kuvvetleri 1396 Martında Süli’yi ağır bir bozguna uğrattılar. Bununla da yetinmeyen Berkuk, bir suikast ile onu da öldürttü. Süli Beyin ölümü ile Halil Beyin oğlu Nâsıreddîn Mehmed Bey beyliğin başına geçti.
Mehmed Bey Memlûk Devletiyle dost geçindi. Bu sırada Timur Han Elbistan ve Malatya’yı almıştı. Timur’a tâzimlerini arz eden Mehmed Bey daha sonra Osmanlı tahtına geçen Sultan Çelebi Mehmed’le de dost geçindi. Buna mukâbil Ramazanoğulları ile Karamanoğullarına karşı devamlı savaştı. Memlûkler bu hizmetine karşılık ona Kayseri şehrini bıraktılar. Mehmed Bey 1443’te yetmiş yedi yaşında ölünceye kadar 45 yıl saltanat sürdü.
Mehmed Beyden sonra başa geçen oğlu Süleymân Bey, Osmanlılar ve Memlüklere kız vermek sûretiyle akrabâlık kurdu ve bu devletlerle olan dostluğunu sürdürerek beyliğinin varlığını korudu. 1454’te öldürüldü. Daha sonra beyliğin başına geçen Melik Arslan, kendisine karşı olan kardeşi Şah Budak’ın gönderdiği bir fedâî tarafından öldürüldü. Memlûk Sultânı Kayıt Bay’ın Şah Budak’ı Dulkadirli Beyi tâyin etmesi Osmanlılarla aralarının bozulmasına sebeb oldu. Çünkü Fâtih Sultan Mehmed Han, Süleymân Beyin oğlu Şahsuvar’ı bu mevkiye getirmişti. Şah Budak Mısır’a kaçtı. Osmanlıların himâyesindeki Şahsuvar Bey ise Memlûk ve Ramazanoğullarına karşı birçok başarılar kazandı ise de, Zamantı Kalesindeyken Memlûk kuvvetleri tarafından esir alınarak Kâhire’ye götürüldü ve orada öldürüldü (1472).
Memlûk Sultânı Dulkadirli Beyliğine yeniden Şah Budak’ı gönderdi. Ancak bu defâ da Osmanlıların desteğini sağlayan Alâüddevle Bozkurt Bey tarafından Beylikten uzaklaştırıldı. Şah Budak, 1492 yılında öldü. Alâüddevle Osmanlılarla dost geçindi. Akkoyunluların elinden Diyarbakır’ı aldı. Şah İsmâil ile mücâdeleye girişti ise de, 1507 yılında ağır bir yenilgiye uğradı. Daha sonra Osmanlılara karşı da cephe aldı. Dulkadirliler üzerine gönderilen Hadım Sinan Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu, Turna Dağı Savaşında onu yenerek ele geçirdi ve dört oğluyla berâber öldürüldü. Alâüddevle’nin yerine Şahsüvaroğlu Ali Bey tâyin edildi. Ali Bey, Yavuz Sultan Selim’in yanında Mısır Harbine katıldı ve gösterdiği üstün gayretler üzerine pâdişâh tarafından taltif edildi. Kânûnî döneminde Şam Vâlisi Canberdi Gazâlî İsyânında Osmanlılara önemli hizmetlerde bulundu. Onun ölümü ile Dulkadirli toprakları tamâmen Osmanlı Devletine katılarak bir beylerbeylik hâline getirildi.
Dulkadiroğullarının siyâsî durumları gözden geçirildiğinde, Osmanlı ve Memlûk devletleri arasında bir tampon devlet durumunda oldukları göze çarpar. Bu îtibârla kâh bu, kâh da öteki tarafa tâbi olmuşlardır. 1399 yılına kadar, 62 yıl Memlûklere tâbi iken, bu târihten îtibâren Osmanlılara tâbi olmuşlardır. Arada bir Mısır nüfûzuna geçmekle birlikte, Osmanlı tâbiyetinden çıkmamışlardır. Hattâ Osmanoğulları ile içli-dışlı akrabâ olmuşlar ve pâdişâhların ana tarafından hânedânlarını teşkil etmişlerdir. Son yedi yıl ise Osmanlı vâlisi durumunda geçmiştir. Dulkadiroğullarının en geniş zamanlarında şimdiki Maraş,Kayseri, Elazığ, Ayıntap, Malatya ve Adıyaman vilâyetlerine yayıldıkları görülmektedir.
Dulkadiroğullarından Alâüddevle Bozkurt Bey, Maraş’ta Bektûtiye Câmii ve medresesiyle Kadirli, Bahçe, Antakya, Anteb, Bozok, Andırın, Kırşehir ve Elbistan’da câmi, medrese, imâret, türbe ve zâviye gibi eserler yaptırmıştır. Bundan başka Dulkadiroğullarından Nâsıreddîn Mehmed Beye âit Kayseri’de Hatuniye Medresesi, Şahsuvaroğlu Ali Beyin Hacı Bektaş nâhiyesinde Balım Sultan Türbesi, Ali Beyin oğlu Şahruh’un Sivas-Kayseri yolu üzerindeki türbesi bilinen eserlerdendir.
DULKADİROĞULLARI
|
Bey Oluş Târihi |
Zeyneddîn Karaca Bey |
1339 |
Halil Bey |
1353 |
Süli Bey |
1386 |
Nâsıreddîn Mehmed Bey |
1398 |
Süleymân Bey |
1442 |
Melik Arslan Bey |
1454 |
Şâh Budak Bey (ilk saltanatı) |
1465 |
Şahsuvar Bey |
1466 |
Şâh Budak Bey (ikinci saltanatı) |
1472 |
Alâüddevle |
1479 |
Şahsuvaroğlu Ali Bey |
1515 |
Alm. Rauch (m), Fr. Fumee (f), İng. Smoke, fume. Yanan maddelerden çıkan siyah veya esmer renkli gaz içindeki katı tânecikler. Duman, katı, sıvı ve gaz olan cisimlerin karışımından meydana gelmiştir. Bu karışımların yapı ve özellikleri hep aynı olmaz. Duman ile sis birbirine çok benzeyen aslında aynı olmayan şeylerdir. Eğer gaz içinde ince sıvı damlacıkları yayılmış ise bu sistir. Duman ise katı, sıvı ve gazların karışımıdır. Bacadan ve vapurdan çıkan dumanda kül, yanmamış kömür, karbon (is), yoğunlaşmış su damlacıkları ve katran tânecikleri bulunur.
Duman rüzgâr olmadığı zamanlarda düz olarak yükselir. Bacadan çıkan dumanın durumuna göre rüzgârın, şiddet ve istikâmeti anlaşılabilir. Duman yukarıya doğru yükselirken hava tabakalarına çarpar ve kendine uygun yol bulur. Kendisinde bulunan enerji zamanla kaybolur; rüzgâr varsa duman hemen havaya karışır.
Duman dedektörü: Binalarda yangın çıkması durumunda, içeride bulunanları zamanında îkâz etmek amacıyla kullanılan alarm cihazıdır. Duman dedektörleri, dumanı algıladıklarında, tiz ve yüksek sesli sirenler çalmaya başlar ve bu arada flaşlar yanıp söner. Fotoelektrikli ve iyonlaşmalı olmak üzere başlıca iki tür duman dedektörü vardır. Bunlar, ışığa hassas fotosellerden faydalanılarak hazırlanmış fotoelektrikli duman dedektörü ve iyonlaşmalı duman dedektörleridir.
Fotoelektrikli dedektörlerin hassasiyeti daha düşük olduğundan, bu cihazlar umûmiyetle yavaş veya içten yanma tehlikesinin daha büyük olduğu yerlerde kullanılır. İyonlaşmalı dedektörlerin algılama gücü daha yüksektir. Bu sebeble de, yangının hızla yayılma tehlikesinin bulunduğu binâlarda kullanılır. Bugün birçok büyük merkezlerde, her iki duman dedektörü bir arada kullanılmaktadır.
Fransız yazarlarından. Dumas, Alexandre Pere’in evlilik dışı oğlu olup 1824’te Paris’te doğdu. Genç yaşından itibâren roman ve tiyatroya karşı ilgi duydu. Yirmi üç yaşındayken yazdığı Kamelyalı Kadın (La Dame aux Camélias) adlı romanı sebebiyle kısa bir müddet içinde meşhur oldu. Bu romanı sahneye konduğunda asıl ilgi sahasının tiyatro olduğunu anladı. Târihî oyunlar ve romanlar yazan babasından ayrı bir yol tutarak oyunlarında yaşadığı dönemi ele aldı. Sahneye büyük başarıyla aktardığı oyunlarıyla daha meşhur oldu. Fakat bununla berâber roman yazarlığından da vazgeçmedi.
Evlilik dışı bir çocuk olması onun kişiliği, düşünceleri ve eserleri üzerinde derin bir iz bıraktı. Yasak aşkların ve gayri meşrû evliliklerin babasının yıkımına yol açtığını görerek oyunlarında âilenin ve evliliğin kutsallığını işledi. 1855’te sahnelenen Yarım Dünya (Le Demi Monde) adlı oyunda, fahişelerin, evlilik müessesesi ve âile için meydana getirdiği tehlikeyi ele aldı. Eğitim bilimciler ve eğitimciler onun ahlâkçı oyunlarından övgüyle bahsettiler. 1875’te Academie Française üyeliğine seçilen Alexandre Dumas Fils, faydalı tiyatronun öncülüğünü yaptı. Çağdaş töreleri de yansıtan oyunlarında önyargılara şiddetle saldırdı. Kadınla erkeğin eşitliğini savundu. Birçok makale ve tiyatro eleştirileri yazdı. Yaşadığı yıllarda babasından daha meşhur bir kişi olan Alexandre Dumas Fils, 1895’te Fransa’nın Marly-le-Roi şehrinde öldü.
Usta bir oyun yazarı olanAlexandre Dumas Fils’in eserlerinden bâzıları şunlardır: Yarım Dünya (Le Demi Monde), Savurgan Bir Baba (Un Pére Prodigue), Para Meselesi (La Question D’Argent), Füruzan (Francillon), Kamelyalı Kadın (La Dame aux Camélias). Birçok eseri Hâlid Ziyâ Uşaklıgil, Mahmud Şevket Paşa ve Ahmed Midhat Efendi gibi yazarlar tarafından Türkçeye çevrildi.
Fransız yazarlarından. 24 Temmuz 1802’de Fransa’nın Villers-Cotterêts şehrinde doğdu. Babası Thomas Alexandre, La Pailleterie markisi ile Santo Domingolu bir siyah olan Marie Cesette Dumas’ın evlilik dışı çocuğuydu. Babası eski rejim döneminde sıradan bir askerken 1786’da Dumas adını alarak Napoléon ordusunda generalliğe kadar yükseldi.
Alexander Dumas, genç yaşta Paris’e gitti. Bir müddet noter kâtipliği yaptı. Geleceğin Fransa kralı, Orléans Dükü Louis-Philippe’in yanında küçük bir memur olarak çalıştı. Tiyatroya karşı ilgi duydu. Tiyatro oyuncularıyla ve genç şâirlerle tanıştı. Tiyatro oyunu yazdı. Bir yandan oyun yazarken, bir yandan da târihî romanlarla ilgilenmeye başladı. Başta Auguste Maquet olmak üzere birçok arkadaşının yardımıyla zamanının en verimli ve popüler yazarı durumuna geldi. Başarı kazandıkça kendini pahalı zevklere verdi. Bunun neticesinde para kazanabilmek için daha kısa sürede daha çok kitap yazdı. Aynı zamanda gazetecilik yapıp gezi kitapları yazarak para kazanmaya çalıştı. Fakat başarılı olamadı. Çok lüks bir hayat yaşadı. Cumhûriyetçilerin mücâdelesine katıldı. 2 Aralık 1851 darbesinden sonra Fransa’dan ayrıldı. İtalya’nın bağımsızlığını savundu. Hayatının sonlarına doğru fakirliğe ve sıkıntıya düştü. 5 Aralık 1870’te Fransa’nın Puys şehrinde öldü.
Üç yüze yakın macera romanı yazan Alexandre Dumas Pére, Victor Hugo ile birlikte romantik dramın kurucusu sayılır. Meşhur romanları Monte Cristo Kontu, Üç Silahşörler ile oyunlarından Antony ve Kleopatra Türkçeye çevrildi. Tam metni ile ilk defa 1972’de üç cilt olarak yayımlanan Üç Silahşörler’in Türkçede birçok kısaltılmış baskısı da yapıldı. Bunlardan başka Yirmi Yıl Sonra, Demir Maske La Tulipe Noire adlı romanları ile Kara Lâle, Siyah Lâle, Aktör Kean adlı oyunları da vardır.
Alm. Unglück von Dumlupınar (r), Fr. Catastrophe de Dumlupınar (f), İng. The Calamity of Dumlupınar. Çanakkale Naraburnu açıklarında İsveç bandıralı Naboland şilebi ile Dumlupınar denizaltısının çarpışması sonucu 81 denizcimizin ölmesiyle sonuçlanan deniz kazası.
Deniz Kuvetlerine bağlı iki denizaltı gemisi Dumlupınar ve Birinci İnönü, Akdeniz’de yapılan “Bive Sea” Nato manevralarına katılmış, Türkiye’ye dönüyorlardı. Birinci İnönü denizaltısı bir arıza sebebiyle geride kalmış, daha sonra Dumlupınar’ı göremediğinden yol vererek onu geçmişti. Geride kalan Dumlupınar Türk Deniz Kuvvetlerine 1950 senesinde katılmış, 9 yaşında Amerikan yapısı bir denizaltı gemisiydi. Denizaltı 4 Nisan 1953 günü sabaha karşı Çanakkale Boğazına girdi. Yine aynı saatlerde Boğaz’a giren İsveç bandıralı Naboland şilebi zaman kazanmak gâyesiyle trafiği ihlâl ederek, Boğaz’ı ikiye ayıran Talvek hattını geçmişti. Dumlupınar, Naraburnu açıklarında seyredeken Naboland şilebi ile karşılaştı. Her iki geminin de hatalı olarak yaptığı manevralar sonucu çarpıştılar. Dumlupınar şilep tarafından ezilerek batırıldı. Köprü üzerinde bulunan komutan ve diğer personel denize atladılar. Naboland şilebi forforlu can simitleri atarak ve filika indirerek, komutanla birlikte 3 subay ve iki astsubayı kurtardı.
Kaza kısa bir müddet sonra işitildi, ilgililer kaza yerine geldiler. Dumlupınar’la bağlantı kurulup, geminin ağır hasar gördüğü, yaşayanların durumlarının da iyi olmadığı anlaşıldı. Derhal kurtarma çalışmalarına başlandı. Ancak hava şartları yüzünden çalışmalar çok yavaş olarak yapılabiliyordu. Hava şartlarının daha da kötüleşmesi çalışmaların durdurulmasına sebeb oldu. Kurtaran adlı kurtarma gemisi çanını denizaltıya bağlayamadı. Netice alınamayacağı anlaşılınca, çalışmalara hadise yerinde yapılan hazin bir törenle son verildi. Böylece 7 subay, 35 astsubay ve 39 er denizaltının içerisinde hayatlarını kaybetmiş oldular.
Çanakkale Ağır Cezâ Mahkemesinde yapılan duruşmada Naboland şilebi kaptanı Oscar Lorentzon’un 6 ay ağır hapis ve 250 lira para; Dumlupınar kaptanı Sabri Çelebioğlu’nun da 1 sene 8 ay ağır hapis ve 800 lira para ile cezâlandırılmasına ayrıca mahkeme giderlerinin kendisinden tahsiline karar verildi.
Dumlupınar Fâciâsı üzerine şâir Turgut Demirtaş’ın yazdığı uzun şiirden bir parça;
Yüz gün yüzmüş gibi yorgunum anam
Seksen bir yerimden vurgunum anam
Kessen bulamazsın damla kanımı
Seksen bir arslanımı
Aldı gitti içine
Su yarılı yarılı
Ne bayrağa sarılı
Ne yeri belli aman
Bu ne tecelli aman
Katlanmak şöyle dursun
Dinlemesi bile zor
Nabzı Çanakkale’de
Atan Dumlupınar’a
Selâm vermek düşüyor
Çanakkale önünde batan Dumlupınar’a...
(Bkz. Başkumandanlık Meydan Muhârebesi)
On dokuzuncu ve yirminci yüzyıl Fransız sosyologlarından. Fransız sosyolojisinin kurucusu sayılır. 1858’de Voges’lardaki Epinal şehrinde doğdu. Bir Yahûdî âilesinin oğluydu. Babası haham olduğu için onun da haham olmasını istiyordu.
Louis le Grand Lisesinde başarılı bir öğrenci olan Emile Durkheim, babasının ölümü üzerine Fransa’nın seçkin öğretim kurumlarından meşhur yüskek öğretmen okulu Ecole Normale Supérieure girdi. Quartier Lâtin’deki Jauffret yurdunda kalırken geleceğin Fransız Sosyalist Partisi önderlerinden Jean Jaures’le tanıştı. Felsefeyle ilgilenmeye başladı. Fransa’daki sosyal olaylar ve bunlarla ilgili reformlar yapılmasıyla yakından ilgilendi. Bu sırada dînî inançlarından tamâmen uzaklaştı. Üçüncü Cumhûriyet döneminin birçok Fransız düşünürü gibi o da, toplum bilimlerine ve köklü bir eğitim reformuna, içtimâî kopuklukla değer yokluğundan kaynaklanan tehlikeleri önleyecek bir vâsıta gözüyle bakmaya başladı. Felsefî ve siyâsî konuların harâretle tartışıldığı Yüksek Öğretmen Okulunda, okul arkadaşlarının ve öğretmenlerinin dikkatini çekti. 1882’de felsefe öğretmeni oldu. Çeşitli Fransız liselerinde felsefe öğretmenliği yaptı. 1885’te araştırma yapmak üzere Almanya’ya gitti. Burada bulunduğu sırada deneysel psikolojinin öncüsü Wilhelm Wundt’un tesirinde kaldı. 1887’de Bordeaux Üniversitesine öğretim görevlisi olarak tâyin edildi. Sonradan aynı üniversitede profesör oldu ve 1902’ye kadar burada toplum felsefesi dersleri verdi.
Birkaç yabancı dil bilen Durkheim 1896’da kurduğu L’Année Sociologique adlı akademik dergide Almanca, İngilizce ve İtalyanca sayısız metin üzerine tenkidler yazdı.
Yeni Gine ve Avustralya’da yaşayan kabileler ve Eskimolarla ilgili olarak Antropologlar, gezginciler veya misyonerler tarafından derlenen bilgileri topladı. Yaptığı ahlâk ve sosyoloji çalışmalarının mahsullerini bir dizi makâlaler hâlinde yayınladı. Sosyolojiyi psikolojiden ayırarak pozitif bir bilim hâline getirdi. Savunduğu metoda göre incelediği Le Suicide adlı eseri yanında, Les Formes Elémentaire de la Vie Religieuse adıyla anılan diğer eseri bu ilmi kendi doktrinine uygun bir sûrete koydu. 1902’de Sorbonne Üniversitesine yardımcı, 1906’da Buisson’un yerine asil olarak pedagoji profesörü oldu.
İlerlemenin, bilim ve teknolojinin gelişmesinin mecbûrî bir neticesi olmadığını savunan Emile Durkheim, teknolojinin gelişmesinin ve makineleşmenin ahlâkî ve içtimâî yapıyı tehdid ettiğini söyledi. İçtimâiyât Usûlünün Kâideleri adlı eseri onu meşhur etti. Bu eserinde çeşitli sosyal meseleleri açıkladı. Sosyal bir olayın sebebinin yine bir sosyal olay olduğunu açıklayıp; “Sosyal olgular fertten evvel mevcut olup ferdin dışında davam eder. Fertlerin hareket ve aksiyonları üzerinde emir ve yasaklarıyla bir baskı yaparlar. Bu îtibârla bunlar ferdî olarak fertler arasında meydana gelmezler ve fertler onlara uymak zorundadır. Biz yine ancak bir sosyal kurum olan eğitim sâyesinde bunlara uyarız. Demek ki sosyal olaylar ferdî şuûrun dışında bütün bir insan topluluğunun münâsebetlerini temin eden din, ekonomi, ahlâk, politika, sanat vb. kurumlar nev’inden olan olaylardır.” dedi.
Emile Durkheim iki türlü olay olduğunu açıkladı. Birincisi; yemek, içmek, uyumak gibi ferdî şuurla ilgili olaylardır. Bunlar daha çok psikoloji ve biyolojinin sahasına girerler. İkincisi ferdî şuûrun dışında olan olaylardır. Bunlar umûmî ve mecbûrîdirler. Fert ister istemez bunlara uymak zorundadır. Bir ferdin sosyal kişiliği kendisinden değil çevresindendir. Yâni, bütün sosyal olaylar, ahlâk, hukuk, din gibi kollektif alışkanlıklar ve görünüşlerin değişmeleriyle birlikte meydana çıkarlar. Bunun için cemiyetin kötü ve fenâ gördüğü bir hareketi fert de fenâ görür. Onu cezâlandırmayı uygun bulur, Cemiyetin bu bakımdan ferd üzerinde kollektif bir etkisi vardır. Bu görüşleriyle ahlâkın kaynağının ilâhî değil toplumun değer yargıları olduğunu iddia etti. Yâni, dînî ahlâkı kabul etmediğini ortaya koydu.
Emile Durkheim’e göre; din metafizik ve psikolojik değil, sosyal bir kurum veya eserdir. Yâni, dînin kâideleri Allahü teâlâ tarafından değil, toplum tarafından ortaya konmuştur. Tanrı, kutsal karaktere mâlik olan bir varlık değil, eşyâ ve varlıklar içine yayılmış olan kişiliksiz kollektif bir varlıktır. Bu sebeple cemiyet tanrıya taparken farkında olmadan kendisine tapmış olur. Din Hayâtının İbtidâî Şekilleri aldı eserinde ortaya koyduğu bu görüşleriyle tek yaratıcı olan Allahü teâlâyı inkâr etmekte, dinlerin kaynağının ilâhî vahiy değil, toplumların değer ölçüleri olduğunu iddiâ etmektedir. Halbuki her şeyi yaratan Allahü teâlâdır. İlk insan olan Âdem aleyhisselâm, aynı zamanda ilk peygamberdir. Onun insanlara tebliğ ettiği dînin emir ve yasaklarını Allahü teâlâ vahiy yoluyla bildirmiştir. Emile Durkheim’in bu iddiâları Kur’ân-ı kerîmin bildirdiği hakikatlere de ters düşmektedir. Bugün Kur’ân-ı kerîmin bildirdiği hakîkatleri insan gücünün ortaya koyamayacağını modern ilim kabul etmektedir.
Emile Durkheim, savunduğu görüşlerini yıllar boyu öğretmek, yazmak, refom tasarıları hazırlamak, durup dinlenmeden öğrencilerinin coşkusunu ayakta tutmak için aşırı enerji harcamaktan yorgun düştü. Zayıf ve sinirli görünümü meslektaşlarını endişeye düşürdü. O sıralarda hızla gelişmekte olan Fransız sosyolojisinin bütün sorumluluğunu üzerine aldı. Bu sırada Birinci Dünyâ Savaşı patlak verdi. 1916’da tek oğlu Balkan Cephesinde savaşırken öldü. Oğlunun ölümüne çok üzülen Durkheim Kasım 1917’de Paris’te öldü.
Fransa’da Auguste Comte’tan sonra sosyoloji okulunun en önde gelen kurucusu olan Durkheim üzerinde Hegel ve Simmel’in etkileri vardır. Talebeleri küçük farklarla onun okulunu devam ettirdi. Emile Durkheim, arkasında bir araştırma okulu bıraktı. Hukuk, iktisat, dilbilim, etnoloji, sanat târihi ve târih araştırmalarının ufkunu genişleten Durkheim sosyolojisi temel bir bilim dalı hâline geldi. Topluluk heyecanı ve topluluk rûhunu dînin kaynağı olarak gösteren Durkheim, toplulukların din vâsıtasıyla âdeta kişileştiklerini, yâni kuvvetli bir dayanışmaya kavuştuklarını belirttiği kendi sosyoloji doktriniyle Ziyâ Gökalp’e tesir etti. Sosyal hayâtı düzenleyen tabiî kânunlar arayan Ziyâ Gökalp böylece elde edilecek mücerret (soyut) mefhumlara ve kâidelere her milletin kendi hars ve medeniyetinin tatbik edilebileceğini belirtirken, Durkheim Sosyolojisinin tesirinde kalmıştır. Diğer Türk sosyologları, üzerinde de önemli derecede etkili olan Durkheim, Cumhûriyet ideolojisinin meydana gelmesine katkıda bulundu.
Emile Durkheim’ın eserlerinden Din Hayâtının İptidâî Şekilleri, Hüseyin Cahid Yalçın tarafından (iki cilt olarak); İçtimâîyyât Usûlünün Kâideleri,Selmin Evrim tarafından ve bâzı makâleleri de İstanbul Edebiyat Fakültesi mecmualarında Türkçeye çevrilmiştir. Ahlâk ve Hukuk Kâideleri Hakkında Dersler başlıklı notları ve Leçons de Sociologie adlı eseri H. Nail Kubalı tarafından dilimize çevrilerek Hukuk Fakültesi yayınları arasında neşredilmiştir.
On beşinci asır târihçilerinden. Hayatı hakkında fazla bir bilgi yoktur. Eserlerinden çıkan bilgilere göre adı Tûr-ı Sînâ’dır. İstanbul’un fethinden sonra, İstanbul’un iskânı sırasında mukâtaanın yazılmasında görevlendirildi. Bu görevi yerine getirerek hazırladığı defteri beğenen Fâtih Sultan Mehmed onu maiyetine aldırdı. Baş defterdarlığa kadar yükseldi.
Dursun Bey, 1456’da yapılan Belgrad Seferine katıldı. Daha sonra Mahmud Paşanın hizmetine girdi ve onun dîvân katibi oldu. Mahmud Paşanın azlinden sonra da saraydaki îtibârını kaybetmeyen Dursun Bey 1476’da Buğdan Seferi dönüşünde yazıp Fâtih Sultan Mehmed’e takdim ettiği bir kıt’a karşılığında çok ihsanlara nâil oldu. İkinci Bâyezîd devrinde arasıra da olsa sultanın ihsanlarına kavuştu. Vefât târihi belli değildir.
Dursun Beyin bilinen eseri Târîh-i Ebü’l-Feth’tir. 1490-1495 seneleri arasında Sultan Fâtih’in gazâlarını ve fetihlerini anlatan bir eserdir. Eser önsöz, giriş ve asıl metin olmak üzere üç ana bölümden meydana gelir. Eserin dili aynı asırda yazılan Tevârîh-i Âl-i Osman türündeki eserlerin dilinden çok farklıdır. Arapça ve Farsça tamlamalar oldukça fazladır. Bilinen altı yazma nüshası İstanbul’daki çeşitli kütüphanelerde yer alır. Eser ilk defa 1912’de Mehmed Ârif tarafından yayımlanmıştır.
Osmanlı Devletinin kuruluş döneminde yetişen ve Osman Gâzi adına ilk hutbeyi okuyan büyük âlim. Osmanlı Devletinin ilk kâdısı ve ilk müftîsidir. Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Beyin bacanağıdır. Aslen Karamanlıdır. Doğum ve vefât târihleri bilinmemektedir. Ancak 14. asrın ilk yarısında vefât ettiği bilinmektedir.
Çeşitli ilimleri hocası Şeyh Edebâlî’den tahsil etti. Tefsir, hadis ve fıkıh bilgilerinde büyük âlim oldu. Şeyh Edebâlî’nin sohbetlerine devâm edip, tasavvufta yüksek derecelere kavuştu. Şeyh Edebâlî’nin kızıyla evlenip dâmâdı oldu. Osman Bey zamânında gazâ ve fetihlere katıldı. Gâzilere imâmlık yapıp, nasîhatlerde bulundu. Karacahisar’ın fethinden sonra, ilk Cumâ namazını kıldırdı ve Osman Gâzi adına ilk hutbeyi okudu.
Anadolu Selçuklu sultânının İlhanlı Gâzân Han tarafından İran’a götürülmesi üzerine Selçuklu Devleti parçalandı. Ortaya çıkan her bey, yer ve sancak aramaya başladı. Bu haber Osman Beye ulaşınca, o sırada mecliste bulunan Dursun Fakîh Osman Beye şu teklifi yaptı: “Beyim! Cenâb-ı Hak size, sığınacak yer arayan Müslümanları bir araya toplayıp idâre etmek basîretini ve gücünü ihsân etmiştir. Allahü teâlânın inâyeti, duâ ordusunun himmet ve bereketi, gazâ ordusunun kuvvet ve kudretleriyle çevrenizdeki tekfûrları dize getirip, bir çoklarının topraklarını mülkünüze dâhil ettiniz. Şimdi sıra Anadolu topraklarını ehil olmayanların elinden kurtarıp, ahâlisini huzûra kavuşturmaya gelmiştir. Müsâade buyurun da, adınıza hutbe okuyup, sizi sultan îlân edelim.”
Osman Gâzi düşünüp, istişâre etti. Dursun Fakîh’e hak verdi. O gün Dursun Fakîh, Osman Gâzi adına hutbe okuyup beyinin sultanlığını îlân etti. Böylece büyük Osmanlı Devletinin kuruluşunda temele ilk harcı koydu. İlk bayram namazını da Eskişehir’de kıldırdı.
Dursun Fakîh, hocası Edebâlî’nin vefâtından sonra, onun dergâhında ders okuttu. Sorulan suâllere cevap verdi. Mühim devlet işlerinde onunla istişâre edildi.
Dursun Fakîh, Osman Beyin oğlu Orhan Beyin de en yakın müşâviri (danışmanı) olarak vazîfe yaptı. İznik, Orhan Gâzi tarafından alındıktan sonra Bilecik Kâdısı Çandarlı Kara Halil, İznik kâdılığına geçince, Dursun Fakîh de Bilecik kâdısı olarak vazîfelendirildi. Ömrünün sonuna kadar din ve devlet işlerinde büyük gayret gösteren Dursun Fakîh, 14. yüzyılın ilk yarısında Bilecik’te vefât etti. Kabri bugün Bilecik’te bulunan Şeyh Edebâlî türbesi içindedir. Sağ başta Şeyh Edebâlî’nin, onun yanında Dursun Fakîh’in kabri vardır. Ayrıca Söğüt’ün Küre köyü civârındaki bir tepe üzerinde ziyâret edilen makam türbe de mevcuttur.
Dursun Fakîh, ilim ve fazîlet sâhibi, zühd ve takvâda, güzel ahlâkta, Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından kaçınmada çok ileriydi. O, her an devlet büyüklerine rehberlik etmiş, devletin devamlı ilerlemesinde, 600 yıllık Osmanlı Devletinin temellerinin sağlam olarak atılmasında büyük katkısı olmuştur.
Alm. Maulbeerbaum (m), Fr. Mûrier (m), İng. Mulberry tree. Familyası: Dutgiller (Moraceae), Türkiye’de yetiştiği yerler: Bütün Anadolu’da yetiştirilir.
Nisan-mayıs aylarında yeşilimsi renkli çiçekler açan 3-15 m boyunda, tek evcikli bir ağaç. Vatanı Çin’dir. Gövde silindirik, dik ve kalın; kabuk çatlaklı ve gri-kahve renklidir. Yaprakları saplı, iki sıra üzerine dizilmiş, tabanı yuvarlak veya kalp şeklinde, üst yüzü koyu, alt yüzü ise daha açık yeşil renklidir. Kenarları dişlidir. Çiçekler, tek cinsli yaprakların koltuğunda ve saplı durumlar yaparlar. Erkek çiçekler uzunca silindirik gruplar hâlindedir. Dişi çiçekler oval veya toparlakça durumlar hâlindedir.
Yenilen meyve, dişi durumdaki çiçeklerin, çiçek örtü yapraklarının etlenmesiyle meydana gelen bileşik bir meyvedir.
Dut odunu “morin” maddesinden dolayı sarı bir renk almıştır. Dayanıklı olduğundan tarım araçları, takunya vesâire yapılır.
Dut ağacının türleri, uzun zamandan beri yenen meyveleri veya ipek böcekçiliği için yetiştirilmiştir. Birkaç türü ve bâzı bahçe formları park ve bahçelerde süs bitkisi olarak da yetiştirilmektedir.
Türkiye’de yetiştirilen dut çeşitleri:
Ak dut: 10-15 metre boyunda, geniş taçlı (dal ve yaprakları kısmı) bir ağaçtır. Ak dutun vatanı Çin’dir. Yenen tatlı meyveleri vardır. Yaprakları ipekböcekçiliği için yem olarak kullanılır. Türkiye’nin birçok bölgelerinde meyvesi ve yaprakları için yetiştirilmektedir. Güneydoğu Anadolu’da Kahramanmaraş, Gaziantep, Kuzey Anadolu’da Tokat ve Doğu Anadolu’da Erzincan dolaylarında meyveleri kurutulduğu gibi pekmezi, pestili de yapılmaktadır. Bursa’da ve başka yerlerde yapraklarından ipekböcekçiliğinde faydalanılmaktadır. Erkek ak dut ağaçları, Batı Anadolu’da İzmir ve Selçuk’ta cadde ve yol ağacı olarak kullanılmaktadır.
Kara dut: 10-15 metre boyunda, kalın dallı bir ağaçtır. Olgun meyvesi siyah renkte suludur. Tazeyken yenir veya şurup yapılır. Yaprakları kaba ve tüylü olduğu için ipek böceklerine yem olarak verilmez.
Kara dutun vatanının İran olduğu zannedilmektedir. Eskiden, köklerinin çok acı olan kabukları solucan düşürmek için ilâç olarak kullanılmaktaydı. Bunun da odunu çeşitli dayanıklı eşyâların yapımında kullanılır. Türkiye’de ak dut kadar olmasa da bahçelerde rastlanır. Sarkık dallı olanları süs bitkisi olarak yetiştirilir.
Mor dut: 15-20 metre boyunda kalın dallı bir ağaçtır. Olgun meyve, mor renkte ve tadı hafif mayhoştur. Yendiği zaman dil ve dudakları boyar. Parmaklarda leke bırakır. Mor dutun vatanı Kuzey Amerika’dır. Meyve ağacı olarak az miktarda Türkiye’nin değişik bölgelerinde yetiştirilmektedir. Ağız ve boğaz iltihaplarına karşı kullanılır ve dut şurubu gargaraları iyi gelir.
Dut yetiştirilmesi: Kışı çok soğuk olmayan ve derin toprağı olan yerlerde yetiştirilmesi iyi sonuç verir. Tohumla üretilir. Tohumları tâze haldeyken sarı ve parlak renkte olup, kolaylıkla çimlenirler. İlkbaharda bu tohumlar serpme veya sıra usulünde ekilirler. Üzerleri hafifçe örtülür. Yaz boyunca sulama ve çapalama yapılır. Dut fidanlarına göz aşısı uygulanır. Aşılı fidanlar, 5-6 yıl sonra meyve verirler.
Kullanıldığı yerler: Karadut meyvelerinde şeker, organik asitler (satrik, malik vs.), müsilaj, tanen, boya maddesi (siyanin), pektin ve vitamin C vardır. Karadutun meyvelerinden yapılan şurup, boğaz ve diş etleri iltihaplarına karşı gargara halinde özellikle küçük çocuklarda kullanılır. Kök ve gövde kabukları kurt düşürücü olarak halk arasında kullanılmaktadır. Yaprakları da idrar söktürücüdür.
Beyaz dutun meyveleri tatlı olup yenir ve vitamin C ihtiva eder. Daha çok yaprakları ipek böceklerine verilir. Kabukları Doğu Asya’da kâğıt imâlinde kullanılır.