DÖNÜM
Alm. Feldmass (r): 40.467 ar,Fr. dixares mesure agraire de 1000 metres carres, İng. acre (abaut 940 square metres). Eskiden beri Türkiye’de kullanılan toprak yüzölçümü biriminin adı. Bir arâzinin veya tarlanın yüzölçümünü adımlayarak “ölçerlerdi” ve eni ve boyu 40’ar adım olan toprak parçasına bir dönüm denirdi. Ancak adım boylarının farklı olması sebebiyle bir takım anlaşmazlıklara yol açtığından sonradan bu usûl değiştirilerek 40 arşın karesi 918.672 m2 tutan mîmar arşını kabul edildi ki, asıl olan eski dönüm budur.
1881’de yapılan değişiklikle metre sistemini esas kabul eden, yeni bir dönüm ölçü birimi getirildi. Cedid dönümü ismi verilen bu alan ölçüsü 2500 m2 alanı tutuyordu.
On dokuzuncu yüzyılın başlarında dönüm ismi kullanılmasından vazgeçilmek istendiyse de, ahâli arasında yine kullanılmaya devâm edildi. 1945’te yapılan topraklandırma kânunuyla bir dönüm 1000 m2 olarak belirlendi. Alan yüzölçümü birimi olarak hâlen günümüzde kullanılmaktadır.
Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vefâtından sonra Eshâb-ı kirâm (Peygamberimizin arkadaşları, ilk Müslümanlar) arasından hilâfet makâmına sıra ile seçilerek geçen dört büyük zât. Dört halîfe hilâfet makâmına geçme ve en üstün olma sıralarına göre şöyledir: Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman, hazret-i Ali.
Bunlar, Peygamber efendimizin vazîfelerini tam olarak yaptıklarından her birine “Halîfe-i Râşid” (dinde rüşd sâhibi halîfe) ve dördüne birden “Hulefâ-i Râşidîn” de denir. Ayrıca bu dört halîfe Eshâb-ı kirâm arasından Peygamber efendimize îmân, ilim, ahlâk bakımından benzerlikleri, O’na olan aşırı sevgi ve bağlılıkları ile temâyüz ettiklerinden (tanındıklarından), “Çihâr Yâr-ı Güzîn” (Seçilmiş Dört Dost) şeklinde de anılırlar.
Dört halîfenin halîfe olacakları hadîs-i şerîflerle bildirilmiştir. Peygamber efendimiz, Medîne-i münevvereye hicretinden sonra, ilk olarak yaptırdığı mescidin temeline ilk taşı kendi elleriyle koydu ve; “Ebû Bekr taşını benim taşımın yanına koysun! Ömer taşını Ebû Bekr’in taşının yanına koysun. Osmân, taşını Ömer’in taşının yanına koysun. Ali, taşını Osman’ın taşının yanına koysun.” buyurarak, onların kendinden sonra halîfeliklerinin sırasını işâret buyurdu.
Başka hadîs-i şerîflerde de; “Benden sonra şu ikisine tâbi olunuz: Ebû Bekr ve Ömer’e...” ve “Benden sonra halîfelerim otuz sene yolumu yaşatırlar. Ondan sonra ümmetimin başına melikler gelir.” ve “Benim yoluma, benden sonra da Hulefâ-i Râşidîn’in yoluna yapışınız” buyrulduğu gibi bir başka hadîs-i şerîfte de; “Başınıza Ebû Bekr geldiği zaman, onu dünyâya zâhid ve âhirete râgip bulursunuz. Başınıza Ömer geldiği zaman, onu kuvvetli, emin ve Allah yolunda kimseden çekinmez görürsünüz. Başınıza Ali geldiği zaman hâdî ve mühdî olur. Sizi soğru yola götürür bulursunuz.” buyurdu.
Dört halîfenin hilâfet müddeti 30 yıl kadardır. Bu yıllar İslâm târihinde “Dört Halîfe Devri” olarak anılır. Bu zamanda İslâm orduları Kuzey Afrika, Kıbrıs, Suriye, Anadolu, Irak, İran içlerine seferlere çıkmış, buralarda pekçok ülke ve şehir fethedilerek İslâmiyet insanlara ulaştırılmış, muhârebelerden alınan ganîmetlerle İslâm memleketleri îmâr edilmiş, Müslümanlar râhat ve huzûr içinde yaşamışlardır.
Dört halîfe, İslâm dîninde, peygamberlerden sonra diğer bütün insanlardan üstündür. Birbirlerine üstünlükleri de hilâfetleri sırasına göredir. Bu dört halîfenin her birini sevmek, bütün Müslümanlara hadîs-i şerîflerle emredilmiştir.
Yâ Ebâ Bekr, senin muhabbetini mü’minlerin, buğzunu da kâfirlerin kalbine yerleştiren Cebrâil’dir (aleyhisselâm).
Mîrac gecesi; “Yâ Muhammed, Yâ Muhammed! Ebû Bekr Sıddîk’a muhabbet et, ben onu severim.” diye nidâ geldi.
Yâ Ebâ Bekr! Kullar, Allahü teâlânın huzûruna dağlar kadar günâh ile çıksalar, fakat kalplerinde senin sevgin olsa, Allahü teâlâ onları affeder.
Ben, peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra peygamber gelmeyecektir. Eğer, benden sonra peygamber gelseydi, Ömer peygamber olurdu.
Osman’ı sevmeyen kimseye Allahü teâlâ buğz eder. Onun sevmediğinin namazını kılmak uygun olmaz.
Ali bendendir, ben de ondanım; onu bütün mü’minler sever.
Ayrıca Ehl-i sünnet âlimleri kitaplarında, üstünlük sıralarına olduğu gibi inanmanın şart ve lâzımlığını ve bunun Ehl-i sünnet alâmeti olduğunu bildirmişlerdir.
Alm. Viereck (n), Fr. Quadrilatere, quadrangle (m), İng. Quadrangle. Dört kenara sâhip çokgenlerin genel ismi. Toplam dört kenarı ve bu kenarların kesiştikleri köşeleriyle dört iç açısı vardır. Bir dörtgende iç açıların toplamı 360°’dir. Karşılıklı iki köşeyi birleştiren doğru parçasına köşegen denir. Kenar ve açılarının durumlarına göre çeşitlere ayrılır ve her çeşit, bâzı özellikleri hâizdir. Dörtgenler içbükey ve dışbükey dörtgenler olarak en genel bir tasnife tâbi tutulurlar. Ayrıca eşkenar dörtgen paralelkenar, dikdörtgen, kare, yamuk adı verilen dörtgenler özel dörtgenlerdir.
Dikdötgen karşılıklı kenarları eşit, bütün açıları 90° olan dörtgendir. Köşegenleri birbirine eşit olup, taban kabul edilen kenara, komşu olan kenarlar, yüksekliğini meydana getirirler. Komşu iki kenarın çarpımı alanı verir. İki komşu kenarın toplamlarının iki katı ise çevresini verir.
Eşkenar dörtgen, dört kenarı da eşit olan dörtgenlerdir. Karşılıklı kenarları eşit olmakla berâber eşkenar dörtgende açılardan hiç biri dik değildir. Köşegenleri farklı uzunlukta olur. Çevresi, bir kenar uzunluğunun dört katı olup, alanı ise köşegen uzunluklarının çarpımının yarısına eşittir. Karşılıklı kenarları birbirine paralel olan dörtgenler “paralelkenar” adını alır. Paralelkenarda karşılıklı kenarlar ve açılar birbirine eşittir. Köşegenleri ise birbirine eşit değildir. Bir köşesinden tabana indirilen dikme “yüksekliği” olur. Herhangi bir kenarıyla bu kenara âit yüksekliğin çarpımı “alanı” verir. Komşu iki kenarın uzunlukları toplamının iki katı “çevresini” verir.
Dört kenarı da birbirine eşit olan dikdörtgen “kare” ismini alır. Köşegenleri birbirine eşittir ve kesim noktası karenin merkezini gösterir. Alanı bir kenarının karesi ve çevre uzunluğu ise dört katıdır.
Yamuk, karşılıklı iki kenarı birbirine paralel olup, diğer karşılıklı iki kenar ise birbirine paralel olmayan dörtgendir. Paralel kenarlar yamuğun tabanlarını, tabanlar arasında çizilen dikme ise yüksekliğini gösterir. Tabana âit iki açı eşit ise yamuğa “ikizkenar yamuk” adı verilir. Sâdece ikizkenar yamukta köşegenler birbirine eşittir, diğer yamuklarda farklıdır. İki tabanın toplamının yükseklikle çarpımının yarısı yamuğun alanını verir.
(Bkz. Hidrojen)
Harman âletlerinden. Tohumlu bitkilerin saplarını saman hâline getirip, tohumlarından ayırmaya yarar. Bâzı bölgelerde “dögen” denir.
At veya öküz, nâdiren eşek ve manda ile çekilen dövenler, 30-40 cm eninde, 170-200 cm boyunda, 3-4 cm kalınlığında birbirine geçmeli iki tahtadan yapılır. Ön tarafı sap denen ekinlerin toplanmaması için hafif yukarı doğru kıvrıktır. Tahtanın altına belli düzende çakılan çakmaktaşları ekinlerin üzerinde döne döne sapları ezerek tâneleri döker ve sapları da kıyarak saman hâline getirir.
Hayvanların koşulduğu yere “döven kaşı” veya “harman” denir. Öküzler, mandalar, bir boyundurukla, atlar ise falaka denilen âletle dövene koşulur.
Düz bir yere 7-8 m çapında dâire şeklinde serilen (buğday, arpa, çavdar, yulaf, mercimek, nohut, fasulye vs.) tahılgiller cinsine göre 2-3 gün, hem sürüp hem karıştırmak sûretiyle döven altında ezilir. Saplar incelip, saman olacak hâle gelince, toplanıp savrulur. Tâneler samanla birbirinden ayrılır.
Eskiden yaygın olan döven, artık yerini dağlık yerlerde batöz âletine, ovalarda ise biçer-döğere bırakmıştır. Ancak geri kalmış bölgelerde yine de kullanılmaktadır.
Alm. Bleiwurz (f), Fr. Plumbago (m), İng. Toothwort, leadwort. Familyası: Dişotugiller (Plumbaginaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Trakya ve Anadolu.
Temmuz-ekim aylarında, kırmızımtrak-mor renkli çiçekler açan 20-150 cm boyunda, çok senelik otsu bir bitki. Dişotu, kuduzotu, sıtma otu gibi isimlerle de bilinir. Ekilmemiş tarlalar ve yol kenarlarında görülür. Yapraklar uzunca-oval şekilli, tam kenarlı veya hafif dişli, üst yüz koyu yeşil, alt yüz boz renkli, sapsız olup tabanda gövdeyi sarar. Çiçekler dalların uçlarında küçük salkımlar hâlinde bir araya toplanmıştır. Çanak yaprakları tüp şeklinde ve yapışkandır. Taç yapraklar kırmızımsı-mor olup, tüpsüdür. Meyve olgunlukta esmer renkli olup, uç kısmından kapak ile açılır.
Kullanıldığı yerler: Köklerinde acı ve kusturucu lezzetli bir bileşik plumbagin ve tanen vardır. Bundan başka bitkide mavimsi-gri renkli bir sâbit yağ vardır. Bu yağ bir kağıda sürüldüğü zaman esmer bir leke bırakır. Vücuda sürülünce bere hissini verir. Bitkinin kökleri eskiden diş ağrılarına ve kuduza karşı kullanılmış, sonra terk edilmiştir. Yapılan araştırmalar bitkinin antispazmotik ve bakteriostatik tesiri olduğunu göstermiştir.
Alm. Devisen (f), Fr. Devise (f), İng. Foreign Exchange, Foreign Currency. Dar anlamda (çek, poliçe gibi) yabancı parayı temsil eden belgeler. Türkçede yabancı ülkelerin paralarına “döviz” denmektedir. Herhangi bir ülkenin parasının, başka bir ülkenin (veya ülkelerin) parasına dönüştürülmesiyle ilgili işlemlere de “döviz işlemi” veya “kambiyo işlemi” denir. “Döviz “ kelimesi dilimize Fransızcadaki “devise”den geçmiştir. Genel olarak “döviz” dendiğinde milletlerarası ödemelerde kullanılan ödeme araçlarının tamâmı ifâde edilir.
Ekonomik açıdan bakıldığında döviz, iktisâdî anlamda bir mal niteliğindedir. Döviz borsaları bâzı özel nitelikleri olan piyasalardır. Kısaca belirtmek gerekirse, New York, Londra, Tokyo, Frankfurt, Zürich ve Paris en büyük döviz borsaları arasında bulunmaktadır. Ancak, döviz piyasalarını belirli bir yer veya mekânla sınırlı piyasalar olarak düşünmek doğru değildir.
Döviz borsaları, muayyen coğrafî bölgelerde faaliyet gösterseler de, çeşitli elektronik haberleşme araçlarıyla birbirleriyle sürekli olarak ilişki içinde bulunurlar. Denilebilir ki, günün her saatinde dünyâdaki döviz piyasalarından herhangi birisi açık bulunur. Meselâ Amerika Birleşik Devletlerinin batısında yer alan San Fransisco’da borsalar kapandığında Uzak Doğuda Tokyo, Hong Kong ve Singapur borsaları, ayrıca bu borsalardaki çok uluslu Amerikan ve Avrupa bankalarının şubeleri yeni açılmışlardır. Uzak Doğu borsaları kapandığında ise Orta Doğunun mâlî piyasaları ve merkezleri iki saatten beri çalışmakta olup Avrupa borsaları mesâiye yeni başlamaktadır. Avrupa ile ortak çalışma saatleri sırasında New York borsasında faaliyet hacmi yoğunlaşmaktadır. Londra bankaları coğrafî konumları dolayısıyla, günlük çalışma süresi içinde öteki Avrupa piyasaları ve Kuzey Amerika dâhil olmak üzere, Uzak Doğu ve Orta Doğu piyasalarıyla işlem yapabilmektedirler.
Milletlerarası döviz borsaları 24 saat sürekli olarak çalıştıkları için döviz fiyatları (kurları) sürekli olarak değişirler. Döviz bir iktisâdî mal gibi işleme tâbi tutulduğundan, dövizin bir arz ve talebi ve dolayısıyla da bir fiyatı vardır. Döviz fiyatlarına “döviz kuru” (exchange rate) denmektedir.
Döviz kurları genellikle bir birim döviz başına (veya bununla değiştirilebilen) millî para miktarı olarak tanımlanır. Meselâ 1 $= 10.000 TL veya 1 DM= 6000 TL gibi. Döviz kurları 1 birim millî paranın karşılığı olan döviz miktarı olarak da tanımlanabilir. Bu şekilde düşünüldüğünde kurlar 1 TL= 1/10.000 $ veya 1 TL= 1/6000 DM olarak ifâde edilebilir. Bu iki sistem birbirinin tersidir. Birincisinde dövizin, millî para cinsinden değeri ifâde ediliyor; buna direkt-kotasyon sistemi deniyor. İkincisinde ise millî paranın dış değeri, yâni döviz cinsinden fiyatı gösteriliyor; buna da indirekt kotasyon sistemi deniyor.
Milletlerarası borsalarda döviz kurları ABD dolarıyla millî paralar arasındaki değişim oranı şeklinde ifade edilince, ABD doları dışında iki para arasındaki değişim oranı bunların dolar cinsinden fiyatlarına göre dolaylı olarak hesaplanabilir. Meselâ, 1 $ = 2000 TL 1 $= 2 DM ise; 1 DM= 1000 TL olur. Bu şekilde dolar dışındaki paralar arasında hesaplanan kurlara çapraz kur (cross-rate) denilmektedir. Yâni iki para arasındaki dolaylı değişim oranına çapraz kur adı verilir.
Yabancı paraların çapraz kurları arasında da bir uyum vardır. Çapraz kurlar arasındaki uyum bozulur, yâni dövizin ucuz olduğu yerden satın alınıp pahalı olduğu yerde satılması işleri ortaya çıkabilir. Bu farklardan yararlanarak kazanç sağlanması işlemine arbitraj denir. Geniş anlamda döviz ticâreti; döviz bazında mevduât bulundurmayı, döviz piyasaları arasındaki kur farkından kâr elde etmeyi (döviz arbitrajı), zaman içindeki kur değişmelerinden kâr elde etmeyi (döviz spekülâsyonu) de kapsamına almaktadır.
Döviz piyasaları vâdeli piyasa (forward market) ve vâdesiz piyasa (spot market) olmak üzere ikiye ayrılırlar. Vâdesiz piyasalarda döviz işlemleri herhangi bir işgününde o günün döviz kuru üzerinden yapılmaktadır. Vâdeli piyasalarda ise tarafların sözleşme ile tesbit ettikleri gelecekteki bir gün ve döviz kuru üzerinden (vâdeli döviz kuru) döviz alım ve satımının taahhüt edilmesi şeklinde yapılmaktadır.
Vaktiyle altın para sisteminin yürürlükte olduğu yıllarda ülke paraları, bulundurdukları veya temsil ettikleri altın miktarına göre birbirleriyle mübâdele edilirlerdi. Meselâ Türk lirası 2 gr altını, dolar 6 gram altını temsil ediyorsa, 1 dolar= 3 TL olarak belirlenirdi. Böylece belirlenmiş olan kurların değişmeleri de mümkün olmazdı. Altın para sisteminin çok önemli bir üstünlüğü olarak nitelenen bu husus, daha sonra kağıt para sistemine geçirilmesiyle birlikte geçerliliğini kaybetti. Döviz kurları sabit veya esnek olarak belirlenebilmesinin fayda ve mahzurlarını esas alan tartışmalar iktisat literatüründeki canlılığını hâlâ korumaktadır.
İkinci Dünyâ Savaşı sonlarından 1973 başlarına kadar dünyâda geçerli olan ve Bretton Woods Sistemi diye bilinen para sistemi bir sâbit kur sistemiydi. 1973 başlarından îtibâren Batılı ülkeler esnek veya değişken kur sistemini benimsemişlerdir. Ne var ki, Avrupa Topluluğu ülkeleri gibi bâzı sanayileşmiş ülkeler paralarını sâbit kurlardan birbirine bağlayarak bir para sahası oluşturmuşlardır. Belirtmek gerekir ki, günümüzde tam bir esnek kur sistemi hemen hemen hiçbir ülkede uygulanmamaktadır. Hemen hemen her ülke döviz kurlarının nisbî de olsa istikrarlı oluşunu özlemektedir. İstikrar arayışları ise döviz piyasalarına müdâhaleyi zorunlu kılmaktadır.
Türkiye’de 1929 yılına kadar Lozan Antlaşmasında yer alan hükümler dolayısıyla döviz piyasalarına fazla bir müdâhalede bulunulamamıştır.
Lozan Antlaşmasının koyduğu sınırlamaların sona ermesiyle birlikte, 20 Şubat 1930 târihinde çıkartılan 1567 sayılı Türk Parasının Kıymetini Koruma Kânunu ile döviz işlemlerini düzenleme yetkisi Mâliye Bakanlığına verilmiş ve yoğun bir şekilde döviz kontrolu uygulanmaya başlanmıştır.
Özellikle 1983’ten sonra Türk Lirasına konvertibilite sağlamak yönünde getirilen bâzı düzenlemelerle 1567 sayılı kânunun uygulamaları yerine geniş ölçüde bir serbestî ortamı getirilmiştir. Sâbit döviz kuru sistemi fiilen terk edilmiş ve kurların önce kısa aralıklarla, sonraları Merkez Bankasınca her gün belirlenmesi yoluna gidilmiştir. Hükümet 1989’da aldığı bir kararla banka ve yetkili kurumlara 3000 dolar veya eşdeğer döviz satabilme hakkı verildi. Mart 1990’da “32 sayılı karar” olarak bilinen Türk Parasını Koruma Hakkındaki Karar’da yapılan değişiklikle, Türkiye’de yerleşik kişilere sınırsız döviz bulundurma ve transfer etme gibi haklar tanındı. (1993)
Bâzı Ülkelerin Para Birimileri
Ülkenin Adı |
Para Birimi |
Afganistan |
Afgani |
Almanya |
Mark |
ABD |
Dolar |
Arjantin |
Peso |
Arnavutluk |
Lek |
Avustralya |
Dolar |
Avusturya |
Şilin |
Bangladeş |
Taka |
Birl. Arap Emirlikleri |
Dirhem |
Bolivya |
Peso |
Brezilya |
Cruzerio |
Bulgaristan |
Leva |
Cezayir |
Dinar |
Çekoslovakya |
Koruna (Krone) |
Çin H.Cum. |
Renminbi Yuan yan |
Danimarka |
Krone |
Endonezya |
Rupipah |
EskiSovyetCum. |
Ruble |
Fas |
Dirhem |
Finlandiya |
Markka |
Fransa |
Frank |
Ghana |
Cedi |
Güney Afrika Cum. |
Rand |
Hindistan |
Rupi |
Hollanda |
Florin, Gulden |
Irak |
Dinar |
İngiltere |
Paund, Sterlin |
İran |
Riyal |
İrlanda |
Pund |
İspanya |
Peseta |
İsrail |
Pund |
İsveç |
Kron |
İsviçre |
Frank |
İtalya |
Liret |
Japonya |
Yen |
Kanada |
Dolar |
Katar |
Riyal |
Kenya |
Şilin |
Kıbrıs (KKTC) |
Lira |
Kuveyt |
Dinar |
Küba |
Peso |
Libya |
Dinar |
Lübnan |
Pund |
Macaristan |
Forint |
Malezya |
Ringgit |
Meksika |
Peso |
Mısır |
Lira |
Nijerya |
Naira |
Norveç |
Kron |
Pakistan |
Rupi |
Peru |
Sol |
Polonya |
Zioty |
Portekiz |
Escudo |
Romanya |
Leu |
Sudan |
Lira |
Suriye |
Lira |
Suudi Arabistan |
Riyal |
Şili |
Peso |
Tunus |
Dinar |
Türkiye |
Lira |
Umman |
Riyal |
Ürdün |
Dinar |
Venezuella |
Bolivar |
Yeni Zellanda |
Dolar |
Yugoslavya |
Dinar |
Yunanistan |
Drahmi |
Zaire |
Zaire |
DÖVİZE ÇEVRİLEBİLİR MEVDUAT (DÇM)
Alm. Konvertible Devisen, Konto, Fr. Dépôts convertibles en devises, İng. Convertible accounts.Yurt dışındaki Türk işçileri, serbest meslek sâhipleri ve bağımsız çalışanlarla Türkiye’den gönderilen dövizle aylık alan yurt dışındaki sürekli veya geçici görevlilerin ve yurt dışında yerleşmiş gerçek ve tüzel kişilerin, TC Merkez Bankasınca alım ve satımı yapılan konvertibl dövizler karşılığında, döviz işlemleri yapmaya yetkili bankalarda açtırdıkları hesap.
1970’li yıllarda özel kaynaklardan sağlanan kısa vâdeli borçların başında, Avrupa ve dünyâ para piyasalarından sağlanan fonlar gelmekteydi. Dövize Çevrilebilir Mevduat (DÇM) olarak tanımlanan bu borç şekli, Türkiye’nin verdiği yüksek fâiz sebebiyle, yurt dışındaki gerçek ve tüzel kişilerin Türkiye’deki bankalarda kur garantisi altında açtırdıkları konvertibl döviz hesaplarından teşekkül etmekteydi. Bu sistem şöyle çalışıyordu:
Aracılar yardımıyla yurt dışındaki kurum ve kişilerin dövizleri Türkiye’ye getirilerek bir bankaya yatırılıyordu. Buraya kadarki uygulama Türk bankalarının döviz hesâbı açmalarından fazlaca farklı değildi. Ancak DÇM uygulamasında döviz hesâbı açan banka, elde ettiği dövizleri Merkez Bankasına satıp karşılığında TL’sı üzerinden kredi açma imkânına kavuşmaktaydı. Devlet, kur riskini de üstlenince, DÇM’nin çekiciliği iyice artmış, enflâsyonist bir ortamda sâbit maliyetle borçlanabilme amacıyla iş adamları DÇM bulma yarışına girmişlerdir. Bankalar sağladıkları komisyonlar ve yeni kredi imkânları dolayısıyla sevinirlerken, TC Merkez Bankası da her ne pahasına olursa olsun elde ettiği dövizlerle ülkeye gerekli olan temel ithal girdilerinin sağlanmasını garantiye almış oluyordu.
Kısa dönemde döviz darboğazına çözüm getirme ve yurt içi likidite artışına imkân sağlamak gibi olumlu etkileri yanında, olumsuz yönleri daha ağır basan DÇM’nin hatâlı ve demode bir borçlanma biçimi olduğu kabul görmüştür.
Uygulamada getirilen kolaylıklar yardımıyla, Türkiye, kolay bir borçlanma şekli olan DÇM yoluyla, özel kaynaklara ve kişilere olan borçlarını sür’atle artırmıştır. Meselâ, 1973 yılında 234 milyon dolar olan DÇM borcu, 1978 yılında 3,6 milyar dolara ulaşmıştır. DÇM yoluyla borçlanma, Türk ekonomisinin dışa olan bağımlılığını artırması, ekonomiye dağıtılan kredilerin denetim dışı kalması, para politikalarının işlerliğini azaltması, Türk ekonomisine fâiz mâliyeti olarak önemli bir yük getirmesi ve istikrarsız olması bakımından, çok yanlış bir borçlanma şekli olarak değelendirilmiştir.
Alm. Tatwierung, Fr. Tatouage, İng. Tattoo. İnsan vücûdunun yüz, el, kol, göğüs ve derinin çeşitli yerleri iğne ve sivri âletlerle çizilerek üzerine boya veya mürekkep dökülmek sûretiyle yapılan işâret, desen, yazı, resim.
Dövme yapımı çok eski çağlara kadar uzanır. On ikinci asırda, bâzı Ortadoğu kavimleri, timsah ve yılandan korunmak için bedenlerine canavar dövmesi yaptırıyorlardı. On dokuzuncu asırda Avrupa’da aynı meslek grupları birbirlerini tanımak maksadıyla dövme yaptırmıştır. Trakyalılar, Eski Yunanlılar, Galyalılar ve Germenler arasında da dövme yaygındı. Eski Roma’da suçlulara ve kölelere dövme yaptırılırdı. Dövmecilik, Japonya’da oldukça rağbet görür ve güzel sanatların bir dalı olarak kabul edilirdi. Eskiden bu işi, tahta bir sapın ucundaki iğnelerle yaparlardı. Câhiliye Arapları arasında da bir süs olarak yapılırdı. Vücutlarının bir çok yerlerini nakışlarla doldururlardı. İlk elektrikli dövme işine 1891’de ABD’de başlandı. On dokuzuncu asrın sonunda İngiltere’de dövme yapmak, kadın ve erkekler arasında moda oldu. Bugün artık dünyânın birçok yerinde bu âdet tamâmiyle kalkmak üzeredir.
Dövme; balık ödü, is karası ve susam yağı gibi ilaçlarla yapılır. Dövme yaptıran kimse büyük bir ızdırap duyar. Dikiş iğneleri yanyana dizilerek sıkıca bağlanır. İstenilen şekil çizilir, sonra bu iğneler bastırılarak zımbalanır. Daha sonra renk verici madde sürülüp bezle bağlanır. Boya olarak barut ve çini mürekkep kullanılır.
Yakın zamâna kadar dövmelerin silinmesi çok zordu. Günümüzde bu, laser ışınlarıyla mümkün olmaktadır. New York şehri yönetimi, mikroplu dövme âletlerinin hepatit bulaştırması sebebiyle 1961’de dövme işine ağır sınırlama getirmiştir.
Dövme, insanoğlu için hem bir eziyet hem de Allahü teâlânın yarattığı güzel vücudu bozmak olduğu için çok çirkin bir iştir. İslâm dînine göre dövme yaptırmak günahtır. Hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâ dövme yapan ve yaptıran, kaşlarını incelten ve güzellik için dişlerini törpüleyip Allah’ın yarattığı şekli değiştiren kadınlara lânet etsin, rahmetinden uzaklaştırsın.” buyruldu. Hadis âlimleri, hadîs-i şerîfte yalnız kadınların zikredilmesinin bu âdetin bilhassa kadınlar arasında yaygın olmasından kaynaklandığını söylemişler, kadınlar için yasak olunca, erkekler arasında da yasak olacağını bildirmişlerdir. Âyet-i kerîmede meâlen; “Biz, insanı en güzel sûrette yarattık.” buyruldu (Tîn sûresi:4).
İslâmiyet, insan tabiatına en uygun, en mâkul dindir. İnsanların her zaman tabiî olmalarını; yapmacık, sahte hareket ve işlerden sakınmalarını istemektedir. Allahü teâlânın insanoğluna verdiği, ihsân ettiği güzelliğin üstünde bir güzellik olamaz, yoktur. Dileseydi başka şekilde, renkte ve sûrette yaratabilirdi.
Alm. Drama (n), Fr. Drame (m), İng. Drama. Hayâtı, acıklı ve bâzan güldürücü yönleriyle bir arada işleyen; insana toplum içindeki vazifelerini hatırlatan; ahlâkî değerleri ön planda tutan; nesir ve nazım şeklinde sahnede oynanan bir tiyatro türü.
Kelimenin aslı Yunanca “drama” tabirinden gelmekte olup, lügatte “rol yapmak, işlemek, hareket, etkilemek, temsil etmek” gibi mânâlara gelmektedir. Günümüzde, her çeşit tiyatro eserine ve bunların sahnede oynanmasına “dram” denir. Bu kısa târiften anlaşılacağı üzere, dramlar nazım veya nesir hâlinde olabilir. Dramlar, belli hayat dilimlerini ve belli karakter ve düşünüşleri aksiyonlar adı verilen, sıra sıra ve birbirine bağlı hâdiselerden ve bu hâdiselerin belirli bir sonuca yönelen diyaloglarından faydalanılarak yazılır. Bu yazılı eserler tiyatro sanatçıları tarafından sahnede oynanır. Edebiyât târihçilerine göre, diğer edebî nevideki eserler henüz teşekkül etmeden, dram mâhiyetindeki eserler eski çağlardan beri mevcuttu. Eski çağlarda yaşayan bâzı kavimler, bir hikâyeyi, yâhut acıklı, sevindirici hadiseleri, güzellikleri, kahramanlıkları nazım veya nesir hâlinde dile getirmek için en tesirli vâsıta olarak dramı seçmişlerdir.
Tiyatro târihi araştırmacılarına göre, ilk dramlar rahiplerle savaşçıların bir sahnede söyledikleri şarkılar şeklinde ortaya çıkarak din ve ahlâk esaslarını işlemiştir. Daha sonraki devirlerde ise bir sanat dalı hâline gelerek günümüzde tiyatro oyunu dediğimiz şekle bürünmüştür.
Eski Mısır ve Yunanlılarda görülen ilk dramlar, önceleri büyük bir meydanda, genellikle uzun bir perdede oynanırdı. Hadiseler ise bir koro tarafından yorumlanırdı. Sözden ziyâde hareketler ağır basıyordu. Sözler vaaz şeklinde, yâhut nasihat verircesine söylenirdi. Korolar halkın büyük tanıdığı kimselere karşı olan duygularını dile getirirdi. Asırlar geçtikçe dramın bu yapısı değişti. Korolar önemini kaybetti. On yedinci asırda tiyatro eserlerinin yalnız prolog (ön söz) ve epilog (son söz) kısımlarında bırakılmıştı. Modern dramlarda ise hemen hemen büsbütün ortadan kalkmıştır.
Eskiçağ dramlarında uzun uzadıya giden sözler modern dramlarda kısalmıştır. Shakespeare’den îtibâren tartışmalı konuşmalar diyalog hâline gelmiştir. Rönesans dönemi dram yazarları eski Yunan dramlarını yanlış anlayarak bir aksiyonun 4-5 perdeye bölünmesini benimsemişler ise de, on sekizinci asırda bu sayı 4’e, daha sonra 3’e indirilmiş, nihâyet modern tiyatroda iki veya bir perde içinde sahnelere bölmek gibi bir metod benimsenmiştir. Dramlar, ilk devirlerde trajediydi. Trajedilerin konuları ciddî olur, sonuçları mesut yahut acıklı olabilirdi. Eskiçağın putperest insanlarının, tapındıkları tanrılarla veya ileri gelen kahramanlarıyla olan münâsebetlerini dile getiriyordu.
Dramların diğer bir çeşidi de komedidir. Daha ziyâde insanı güldürecek veya düşündürecek biçimde hazırlanmış tiyatro eserleridir. Bugün bâzı parçaları hâlâ oynanmakta olan eski Yunan dramları Herodot’a göre eski Mısır dramlarından kaynaklanmaktadır. Yunan dramlarının bilinen en eskileri M.Ö. 6. asırda yaşayan Thespis’in eserleridir. Daha sonra Aiskhylos, Sophokles, Euripides gelmektedir. Bu dramlar eski Yunan’ın bozuk devlet, din ve toplum yapısını olanca çıplaklığıyla ortaya koyar. Daha sonra gelen Aristophanes, önde gelen hicivciler arasında yer alır. Roma tiyatrosu, eski Yunan tiyatrosundan kaynaklanmaktadır. Seviyesi Yunan tiyatrosundan daha düşük ve kalitesizdir. En iyi komedi yazarları Plautus’tur (M.Ö. 254-184). Ondan sonra gelen Trentius’un komedileri daha edebîdir. Romalıların önde gelen trajedi yazarı ise Seneca’dır (M.Ö. 65-4).
Ortaçağlar boyunca dramlar durgunluk gösterir. Daha ziyâde Hıristiyanlıkla ilgili konuları halka empoze etmekte bir vâsıta olarak kullanılıyordu. Bu nevi dramlar özellikle Fransa, İngiltere, İtalya, Almanya ve İspanya’da gelişti. Rönesansın büyük ölçüde tesiri altında kalan İngiliz tiyatrosunda ortaya çıkan ilk komedi Ralp Roisten Doisten adlı bir okul komedisiydi. Daha sonra, klasik tiyatronun üç birlik (konu, zaman, mekan) kuralını hiçe sayan meşhur Shakespeare’le parlayan İngiliz tiyatrosu bütün dünyâda ün yaptı. Meselâ, Hamlet, Kral Lear ve daha başka eserleri günümüzde de oynanmakta ve bu oyunları sahnelemek büyük başarı sayılmaktadır. Marlove, Flechten, Massingen, Ford ve Webster İngiliz tiyatrosunun önde gelen temsilcileridir. İspanyol Lope de Vega da ün yapmıştır. Shakespeare’in çağdaşıdır. 1500 eserinden 300’ü günümüze ulaşmıştır.
Yine bir İspanyol olan Calderon de la Baron ile adı geçen Lope de Vega tam iki asır boyunca İspanyol tiyatrosuna hâkim oldular. Bu dönemde Fransa’da klasik Yunan dramı geleneklerinden etkilenen neoklasiklerden Corneille, Racine ve Moliere dram sanatının bütün nevilerinde kalıcı eserler bıraktılar. Dünyâ çapında tanınıp takdir gördüler. Almanya’da ise Sacks ve Lessing gibi ünlü tiyatro yazarları dram sanatını temellendirdiler.
On sekizinci asırda klasik mânâdaki dramlara karşı ilk tepki Almanya’da ortaya çıkarak, romantik dramlar yazıldı. Bunların başında Geothe (1749-1832) dünyâca tanındı. Faust, Egmont gibi eserleri çok takdir gördü. Geothe’nin çağdaşı olan Schiller’in romantik piyesleri Almanya dışında Geothe’ninkinden daha fazla tutuldu. Fransa’ya da sıçrayan romantizm akımı Victor Hugo ile bu ülkedeki tesirlerini sürdürdü. Böylece Fransız tiyatrosu klasik gelenekten koptu.
Romantik dramın başlıca özellikleri:
1. Üç birlik (konu, zaman, mekan) kuralına uymaz.
2. Olaylar târihten ve günlük hayattan alınabilir.
3. Acıklı ve güldürücü olaylar, hayatta görüldüğü gibi bir arada yaşanır.
4. Kişiler her sınıf insandan seçilebilir.
5. Her türlü çirkin olay (cinâyet, zehirleme vb.) sahnede gösterilebilir.
6.Yerli yaşayış tarzına önem verilir.
7. Nazım ve nesir şeklinde yazılabilir.
8. Perde sayısı sınırlı değildir.
Romantizm akımı yanında realizm de yine bu devirde klasik tiyatronun karşısına dikilerek modern tiyatroya zemin hazırladı. Bu akımın temsilcisi Henrik Ibsen’dir (1828-1926). Rusya’da Gogol ile Çehov, Fransa’da Becque ile Porte-Riche, Almanya’da Haugtman, İngiltere’de Robertson, Goges ve Bernard Shaw, Amerika’da Howard, Herve ve Balasco hep bu akımdan etkilendiler. Modern anlamda tiyatro geleneğini kurdular.
Alm. Trockenlegung (f), Fr. Drainage (m), İng. Drainage. Bitkilere zararlı zemin ıslaklığını gidermek ve bu sûretle zemin yapısını ıslah edip, havalanmasını sağlamak, ayrıca rutubetten binaların korunması veya spor sahaları gibi dâimâ kuru tutulması îcâb eden yerlerde toprağa nüfuz eden yağmur sularının süratle uzaklaştırılarak çamur olmasını önlemek üzere yer altında suların akıtılmasını temin için yapılan tesisat.
Drenaj tesisleri: Birbirine parelel vaziyette birçok “emme boru” ile bunların getirdiği suları toplayan “ana boru” ve ana borulardan gelen suları alıp götüren ve ekseriya arazide tabiî olarak bulunan açık kanallardan teşekkül eder. Suların akabilmesi için en az 0.0005 meyil lâzımdır. Dren tesislerinde boruların çamurla dolmaması için minimum meyil, içinde akan suyun asgari sürati 0,15-0,20 m/s, ortalama 0,35 m/s olacak şekilde, en büyük meyil ise suların sürüklediği kumların, boruları aşındırmaması için, 1 m/s’yi aşmayacak şekilde tertiplenir.
Dren tesislerini, don tesirinden korumak için en az 1-1,20 m derinlikte döşemelidir. Yeraltı suyunun daha fazla indirilmesi istendiği takdirde boruların daha derine döşenmesi gerekir.
Bir diğer önemli husus ağaç ve bitki kökleri boru içinden akan suya uzanarak sistemi bozarlar. Bitki kökleri derz aralığından girerek içerde büyüme sonucu boruları tıkarlar. Bu takdirde asgarî derinliğin 1,5 m olması gerekir.
Ayrıca dren tesisatı için zararlı olduğundan borular civarındaki ağaçları kesmek veya tesisleri en az 20 m uzaktan geçirmekte fayda vardır.
Zararlı ıslaklığın meydana geliş sebepleri arasında fazla yağışlar, boşaltıcı kanalların bulunmaması veya yetersiz olması, akış imkânı eksikliği, yeraltı suyunun yüksek olması, akarsu ve kanallardan sızmalar, akarsularda meydana gelen taşkınlar, komşu arâziden gelen sular sayılabilir.
Drenaj Tipleri
1. Açık drenler: Hem sığ hem de derin olabilir ve iki tipin de drenajda muayyen bir kullanılışı vardır.
Sığ drenler esas olarak tarladaki fazla suyu akıtmak için kullanılmaktadır. Derinlikleri 0,60-1,20 m arasındadır ve toprağa, drenin derinliğine ve mevkiine tâbi olarak muhtelif tip kesitlerde olabilirler. Kış yağışlarının akıtılması ve böylece ilkbahar ekimi için toprak sathının kurutulması faydalı görülen sahalarda sığ drenler sulama arkları istikametine paralel olarak açılır. Sığ drenler ekseriyetle ekim ve hasat makinalarının aşabileceği kadar geniş ve hafif meyilli kenarlarla yapılır. Sulama suyunun verilişinin kontrolu güç olan sahalarda, tarlaların alt kenarlarında deşarj hendeklerinin yapılması lâzımdır.
Drenlerin derinliği düz göl vâdilerinde umumiyetle tahliye imkânlarına, arızalı dağlık sahalarda ise toprakların tabakalanmasına bağlıdır. En iyi neticeyi elde etmek için drenaj, toprağın su ihtiva eden tabakalarının içinden geçirilmemelidir. Fazla suyun dren içersine akmasını temin için, daha fazla geçirgen olan düşey tabakalar tesbit edilmelidir.
2. Kapalı drenler: Kapalı drenler, çalı ve çakıl doldurulmuş hendekler de dahil olmak üzere beton künk, kil künk ve fiber boru gibi îmâl edilmiş muhtelif cins boru sistemlerini ihtiva ederler. Kapalı drenler derinlik bakımından değişir, fakat sulanan sahalarda iyi bir drenaj yapılabilmesi için derenin dibi toprak sathından îtibâren 135 santimetreden az olmamalıdır. Kapalı drenlerin getirdikleri suyu boşaltabilmeleri için, uygun bir tahliye imkânı bulunması gerekir. Tahliye yeri genellikle açık bir drenden ibâret olup, bâzan bir pompa çukurda olabilir. Çukura drene edilen su, toprak sathındaki drenaj kanallarına pompalamakla tahliye edilebilir.
Drenajın Önemi
Drenaj yapılmayan alanlarda çeşitli sebeplerle meydana gelen fazla su sürekli olarak arâzide kalırsa, yetiştirilen bitkiler için faydalı olmaz, aksine umulmadık zararlar meydana getirebilir. Bitki için lüzumlu mineral ve tuzlar gereğinden fazla eriyeceğinden bitkide aşırı beslenme söz konusu olur. Aşırı beslenmenin de az beslenme kadar kötü olduğu bilinmektedir. Ayrıca su ile dolu zeminde, bitkilerin köklerinin ihtiyâcı olan, oksijen eksiktir. Özellikle bitki filiz verirken bu oksijen miktarı önemlidir. Drenajın gerekliliği bu durumda açıkça görülmektedir.
Drenaj yapılan alanlarda öncelikle bitkiler daha verimli hâle geleceklerdir. Gerektiği gibi beslenen bitkiler üreticilerin emeklerinin karşılığını almaları şeklinde ortaya çıkacaktır, iyi verim, bol mahsûl ve ekonomik rahatlık getirecektir.
Drenajın bunun yanında en önemli faydası da hiç şüphesiz sağlık yönünden olacaktır. Bataklıklar drene edildiği takdirde, bölge sağlık yönünde olumlu pekçok değişikliğin kaynağı olur. Sıtma hastalığı bu şekilde önlenebilir. Bunun yanında drenaj ile kurutulan bu alanlar tarıma açılarak bölge insanlarına yeni iş ve sosyal imkânlar sağlar. Bunun yanında diğer önemli bir husus da, drenaj ile zemin tuzunun kontrol edilmesidir. Sulama suyundaki tuz suyu zemin tarafından alınması veya buharlaşması sonucu zeminde kalarak oranı artar. Yapılacak drenajla, drenaj suyu bu tuzu çözerek yerinden uzaklaştırır.
Bosna Hersek’te Sırbistan sınırına yakın Vişgrad (Vişegrad) kentinde Sava Nehrinin kolu olan Drina Irmağı üzerine 1571 senelerinde yaptırılmış olan Osmanlı köprüsü. Sokullu Mehmed Paşa tarafından, yaptırıldığı için Sokullu Mehmed Paşa Köprüsü diye de bilinen bu köprü, Drina Irmağını kuzey-güney doğrultusunda keser. Eni 7 metreden biraz geniş, uzunluğu 180 metreye yakın olan Drina Köprüsü büyük kesme taş bloklardan yapılmıştır. Güney ucu kıyıya dik, açık bir dirsek yaparak birleşir. Irmak içinde kemerli 10 gözü vardır. Kemer açıklıkları 10-15 m arasında değişmektedir. Yukarı ortasına gelen bir yerde, batı kenarında bir kitâbe sahanlığı, doğu kenarında bir sofa vardır. Bunların her ikisi de dışa taşarak taş çıkıntılar üzerine oturmuştur. Kemerlerin üzengitaşı hizâsında bütün köprüyü çepeçevre çıkıntılı bir silme dolaşır.
Batı tarafındaki selyaranlar bu silmeye kadar üçgen prizma biçiminde yükselir, sonra piramit biçimi alarak son bulur. Her bir ayakta bu piramidin sivri ucunun iki yanına gelmek üzere birer çift boşaltma gözü vardır. Kitabe sahanlığının duvarında iki kitâbe bulunmaktadır. Köprünün yapım tarihi kitabelerden birinde 1571, diğerinde 1577 olarak verilmiştir.
Sırp yazarı İvo Andric’in, konusu Sokullu Mehmed Paşanın yaptırdığı bu köprü etrafında geçen ve dünya klasikleri arasında yer alan Drina Köprüsü adlı bir romanı da vardır. Eser 1961 Nobel Edebiyat Ödülünü almıştır. Bu romanda 350 yıllık bir gelişim içinde Vişegrad kasabasının tarihi anlatılmaktadır. Olaylar Bosna’nın Osmanlı hâkimiyetine girişinden başlar. Osmanlı İslâm kültürü ve batı kültürünün özellikleri ile bu etkiler arasında değişen kişileri canlandırarak devam eder. Söz konusu köprünün Birini Dünya Savaşındaki bir bombardıman esnasında yıkılışıyla son bulur. Târihî olayları kavramaya çalışırken ayrı toplumların insanlarına aynı sevgi ve hoşgörüyle yaklaşan romanda Osmanlı târihi ve kültürü geniş biçimde ele alınmıştır.