DONDURMA
Alm. Speisseis (n), Fr. Glace (f), İng. Ice Crean. Süt, krema (veya süt kaymağı), şeker ve tatlandırıcı ara maddelerinin karıştırılıp dondurulması sûretiyle yapılan yiyecek maddesi. Yumurta katılan türleri de bulunan dondurmanın yüzlerce çeşidi arasında en yaygınları; vanilyalı, kakaolu, çikolatalı, dövme, kaymaklı ve meyveli olanlarıdır.
İlk yapılış yeri doğu ülkeleri olan dondurma, 17. yüzyılda Avrupa’ya getirilmiş ve kısa sürede yayılmıştır. 1676 senesinde Fransa’nın başkenti Paris’te 250’ye yakın dondurmacı olduğu bilinmektedir. ABD’de ise Philadelphia, dondurma üretiminin merkezi hâline geldi. Bilhassa sıcak yaz mevsimlerinde serinletici olarak yenilen dondurma ülkemizde de giderek yaygınlaşmaktadır.
Zamanımızda piyasada satılan dondurmalar, süt, krema veya çeşitli meyve aromalarının karıştırılmasıyla yapılır. Yapılacak dondurmanın çeşidine göre, önce ana madde (süt veya meyve aromaları) ısıtılır. Sonra şeker, dengeleyici maddeler, kurutulmuş yumurta gibi kuru malzemelerle karıştırılır. Miks tankında karıştırılan bu maddeler daha sonra pastörize edilerek homojenleştirilir. Kaba parçaları varsa süzülerek ayrılır. Daha sonra özel dondurucularda tipine göre karıştırılarak, döndürülür. Bu sırada karışıma ince kıyılmış meyve, fındık veya başka katı maddeler eklenir. Dondurma işlemi sırasında da karışım çalkalanır. Böylece havayı emmesi ve buz kristallerinin istenen küçüklükte olması sağlanır. Kısmen donmuş durumdaki karışım paketlere veya kaplara konarak katılaştırılır. 6-24 saat bırakılarak sertleştirildikten sonra pazarlanır.
Türkiye’de dondurma eskiden sâdece dövülerek yapılırdı. Dövme dondurma “Maraş dondurması” diye de meşhur olmuştur. Salep katılarak koyulaştırılan kaynamış süt önce kepçeyle karıştıra karıştıra soğutulur. Daha sonra da dövülerek dondurulur. Etrafı kalın bir buz tabakasıyla kaplı olan ve bir yandan dövülürken, bir yandan da donmaya devam eden dondurma sakız gibi uzayan kolay kolay erimeyen bir durum alır. Kahramanmaraş’ta dövme dondurma kasap çengeline asılarak ve dönerci bıçağına benzer bir bıçakla kesilerek satılır.
Ülkemizde makineleşmenin yaygınlık kazanması ve tekniğin gelişmesiyle dondurma çeşitleri de artmaktadır. Son yıllarda fabrikada üretilip, paketlenmiş hazır dondurmalar da yaygınlık kazanmaktadır. Bir kısmı ilkel usullerle yapılan, sıcak havalarda kalabalık yerlerde, özellikle okul çevrelerindeki seyyar dondurmacılar tarafından satılan dondurmalar zararlı olmaktadır. Çünkü dondurmanın içine ne katıldığı bilinmemekte, bâzan zararlı boyalar katılmaktadır. Böyle dondurmalar sık sık, bilhassa küçüklerin hastalanmasına ve zehirlenmesine sebep olmaktadır.
Sıcak yaz günlerinde serinlemek maksadıyla yenilen dondurmalar çok defa solunum ve sindirim yollarında rahatsızlıklara sebep olmaktadır. Bu sebeple yaz günlerinde serin içecekler içmek, soğuk içecek ve yiyeceklerden uzak durmaya çalışmak sağlığı korumanın gereğidir.
Alm. Erfrierung (Unterkühlung) (f), Fr. Congelation (f), İng. Frostbite. Uzun süre 0°C veya altında soğuğa maruz kalanlarda, bilhassa uçlarda meydana gelen dolaşım bozukluğu ve buna bağlı ortaya çıkan belirtiler. İlk olarak parmak uçları, yanaklar, burun ve kulaklarda dikkati çeker. Oksijen harcanması kan dolaşımından hızlı olduğundan, soğukluk arttıkça uçların kırmızılığı artar. Vücut sıcaklığı 10 °C’ye indiğinde, deri tamâmen kırmızı olup hafif derecede his kaybı vardır. Hareketler ağırlaşmıştır. 10°C’nin altında cilt pembe ve ağrılıdır. Deriyi besleyen damarlar tamâmen kapanmamışlardır. Bir büzülür bir genişlerler. -2,5°C de tamamen kapanırlar; bu esnâda su kristalleri meydana gelmiştir. Dokular donar, his tamâmen kaybolmuştur. Bu seviyede geri dönüş olabilir. Uygun tedâviyle hiçbir kayıp olmaksızın hasta eski hâline dönebilir. Hakîkî donma -20°C’de meydana gelir. Damarlar tamâmen felç olmuş ve dokunun beslenmesi oldukça bozulmuştur.
Donmalar, derinin görüntüsüne göre dört dereceye ayrılırlar:
Birinci derecede; deri soğuk, kırmızı, şiştir. İçi sıvı dolu küçük kesecikler yoktur.
İkinci derecede; içi sıvı dolu kesecikler teşekkül etmiş ve büyümeye başlamışlardır.
Üçüncü derecede; sıvı dolu kesecikler ya yoktur veya koyu-siyah renkli birkaç kese mevcuttur. His kaybolmuştur. Renk morumsudur. Eklemler sertleşmiş, hareketler çok kısıtlanmıştır.
Dördüncü derecede; uç soğuk, kansız, hissizdir. Kesecikler ve şişlik olmayıp, hareket hiç yoktur. Kısa zamanda kangren (doku harabiyeti) başlar. Araştırmalar, -70°C’de bir metali bir saat veya daha fazla sürede tutanlarda veya temas edenlerde doku kaybı meydana geldiğini göstermiştir.
Yüksekte donma: Yüksekte oksijen kısmî basıncı daha az olduğundan donma daha kolay meydana gelmektedir. Oksijenlenme bozukluğu, damarların büzülmesiyle ortaya çıkan kansızlığı daha da arttırır.
Suda donma: Bu donma şekli diğer donmalardan farklıdır. Denizciler immersiyon ayağını uzun zamandan beri bilirler. Shannon, 1822’de Arktik bölgede 7 gün bir adada kalmış ve 49 adamından 30’unu bu sebepten kaybetmiştir. Shackelton ve arkadaşları Fil Adalarından Georgiya’ya giderken bu şekilde donmuşlardır. Ayrıca Titanik Faciasından geriye kalanlarda da bu durum görülmüştür. Donma derecesinin üzerinde bir harekete, ıslak olarak uzun süre mâruz kalmak bu şekil donmayı meydana getirmektedir. Dokular -2,5°C’de donmaktadırlar. Deniz suyu -1,9°C’de donar. Uzun süre ıslak ayakkabı içinde bulunan bir ayak +10°C’de bile devamlı ısı kaybeder ve vücut bu duruma karşı harekete geçemez. Bu şekil bir donmada ilk belirti ayak uçlarından başlayan hissizliktir. Baldırlarda kramplar görülür. Ağrı, karıncalanma, kaşınma mutad değildir. Deri kırmızı, sonra soluk sarı, mavi, mor renge döner. Bu rahatsızlığa “siper ayağı” ismi verilir.
Kuru soğukta donmaların tedâvisi:
İlk yardım: Kuru soğukta donmuş bir insana yapılacak ilk yardım onu ısıtmaktır. Donan yer hemen 39-42°C arasında sıcak suyun içine batırılır ve sıcaklık kontrol edilir. 37°C’nin altına düşerse, donan kısım çıkarılıp sıcak su ilâve edilir. 44°C’nin üzerine kesinlikle çıkarmamalıdır. Sıcak su içinde ayak 30-45 dakika tutulur. Bu esnâda şiddetli ağrı olabilir. Bunun için ağrı kesiciler, bazan da morfin verilir. Donan kısım sıcak su içindeyken vücudun diğer kısımları da sıcak çarşafla sarılır ve sıcak içecekler verilir.
Donan kısım ısıtıldıktan sonra steril, temiz, yumuşak bezlerle sarılır. Parmak aralarına pamuk konulur ve hemen hastâneye götürülür. Hastâneye götürme imkânı olmayan yerlerde ısıtma çok tehlikelidir, ayak tekrar donduğunda süratle kangrene gider. Hastâne veya tekrar donmasını önleyecek bir yerin olmadığı şartlarda şahsın kendi gücüyle yürümesi, hareketli olması sağlanır. Isıttıktan sonra, tekrar donma, her ne pahasına olursa olsun önlenmelidir.
Hastâne tedâvisi: Hasta steril çarşaflara yatırılır, izole edilir. Isıtılma yapılmamışsa yapılır ve donan kısım yukarı kaldırılır. Gerekli tıbbî müdâhalede bulunulur.
Yüksek proteinli, kalorili ve vitaminli diyet verilir. Bilhassa C vitamini böyle hallerde uygundur.
Tetanoz aşısı yoksa aşı yapılır, varsa serum verilir.
Her gün iki defa 1,5 saat 32-25°C su içine donan kısım daldırılır. Suyun içine antiseptik bir solisyon konulur ve ayaklar gaz pedalına basıyormuş gibi hareket ettirilir. Bu hareket, günde 4 defa 20’şer dakika yapılır.
2-3 hafta sonra izolasyon (tecrid) ve steril şartlara son verilir, fakat sıcak su banyosuna devâm edilir.
Eğer dokular kangren olmuş ve 6 hafta geçmesine rağmen hiçbir düzelme görülmemişse donan kısım sağlam sınırdan îtibâren kesilir.
Komplikasyonları (ihtilatları): İyileşmeden sonra hastada aşırı terleme, soğuk hassasiyeti, ağrıları, deri bozuklukları, gelişme bozuklukları görülebilir.
Korunma: Yüz, çeşitli rüzgârkıran maskelerle korunur. Ayaklara, kan dolaşımını engelleyecek kadar sıkı çorap ve ayakkabı giyilmez.
Islak donma: Bu şekil donmada da donan kısım ısıtıldıktan sonra yukarıdaki tedbirler aynen uygulanır. Fakat donan kısım odanın pencereleri açılarak rüzgârlandırılır. Yüzükoyun yatırılan hastanın bacakları bükülür, diz arkasına yastık konulur. Kanlanma başladıktan sonra oda ısısı 21°C yapılır. 2-3 hafta yürümesine kesinlikle müsâde edilmez.
Alm. Gefrieren Fr. Se geler, se congeler İng. Freeze. Bir cismin sıvı hâlden katı hâle geçmesi. Cismin sıvı hâlden katı hâle geçtiği sıcaklık derecesine, o cismin donma veya katılaşma noktası denir. Bir cismin ergime ve donma noktaları aynıdır. Ergime ve donma süresince cismin sıcaklığı sâbit kalır. Katılaşma noktasında bulunan bir sıvının bir gramının katı hâle geçerken çevreye yaydığı ısı miktarına o cismin katılaşma (donma) ısısı denir. Bir cismin katılaşma ısısı, ergime ısısına eşittir.
Donma olayı cisimlerin hacimlerinde de bir değişmeye sebeb olur. Donan cisimlerin hacmi genellikle küçülür. Bizmut, antimon ve su ise donma sırasında genleşirler ve hacimleri büyür. Kışın soğuk havalarda su borularının, otomobil radyatörlerinin, testilerin çatlamasının sebebi, suyun donarken hacminin büyümesidir.
Pekçok maddenin tersine, suyun donarken hacminin büyümesi, Allahü teâlânın sayısız hikmetlerinden, sonsuz ilminin ve merhametinin alâmetlerinden sâdece birisidir. Eğer diğer pekçok madde gibi suyun hacmi de donma sırasında küçülseydi, buzun yoğunluğu sudan daha büyük olacağı için, suyun yüzeyinde hâsıl olan buz tabakaları dibe çökerlerdi. Böylece denizlerin ve göllerin dibi tamâmen buz kaplı olurdu. Güneş ışınları belli bir derinlikten daha aşağılara ulaşamadığı için, dipteki buz tabakalarının erimesi de mümkün olamayacağından, deniz ve diğer sularda, bugün olduğu gibi canlılar yaşayamazdı. Belki gemi gibi deniz vâsıtalarının çalışması da imkânsız hâle gelirdi.
Donma noktası, cismin saf olması ile ilgili olduğu gibi, basınç ile de ilgilidir. Su gibi donma sırasında genleşen cisimlerin üzerindeki basınç artarsa, donma noktası düşer. Tersine donma sırasında hacmi küçülen cisimlerin üzerindeki basınç artarsa, donma noktası yükselir.
Sarsıntısız olarak yavaş yavaş soğutulan bir sıvı, her zaman aynı sıcaklıkta donmayabilir. Bâzı cisimler donma noktasından çok daha düşük sıcaklıklarda bile uzun süre sıvı hâlde kalabilir. Bu olaya “donmada gecikme” veya “aşırı ergime” denir. Donmada gecikmeye mâni olmak için sıvıyı sarsmak gerekir.
Vücûda üstün hareket ve enerji sağlamak için uyarıcı ilâç almak. Spor karşılaşmalarında sporcuların, yarışlarda ise yarış hayvanlarının gücünü ve direncini artırmak için doping yapılır.
Uyarıcı veya sun’î olarak direnç arttırıcı maddeleri bilerek kullanmak veya hayvana vermek, yâni doping yapmak tehlikelidir. Bu gibi ilâçların kullanılması bütün spor dünyâsında olduğu gibi Türk sporunda da yasaktır. Sporcular dopingi kendilerine karşılaşmalarda olağanüstü bir güç verdiği için gizli olarak kullanırlar.
Bir sporcunun doping yapıp yapmadığı karşılaşmanın hemen sonrasında yapılan idrar ve tükürük tahliliyle anlaşılır. İlâç kullandığı anlaşılan sporcu cezâlandırılır. Bir spor karşılaşması sırasında belli şartlara cevap veren bir madde alınmışsa kânunlara aykırı davranılmış olur. Denetimden geçmeyi kabul etmemek ve tamamlayıcı bir cezâ niteliğindeki yarışmaya katılma yasağına uymamak da kânuna aykırı davranışlar arasına girer.
Dopinge özellikle bisiklet yarışçıları, halterciler, atletler ve futbolcular başvurur. Doping, öldürücü etki yapmasının yanında, fizyolojik yıpranmaya da yol açar. Yarış atlarına yapılan dopingler birçok atın ölümüne sebep olmuştur. At yarışları kurallarına göre doping yasaklanmıştır.
Türkiye’de doping kontrolü vazifesi 30.9.1962’de çıkarılan bir kararname ile kurulan komisyona verilmiştir. Yürütme görevi Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü sağlık kurulunca yapılmaktadır. Türkiye’de günümüzde doping kontrolü yapılacak tesis yalnızca İstanbul Jokey Kulübü’nde bulunmaktadır.
Ekonomiye canlılık getirmek ve istihdam hacmini artırmak için, talebi özendirmek gâyesiyle resmî makamlarca alınan tedbirlere de doping denilmektedir. Meselâ, vergi yükünün hafifletilmesi doping politikasının bir tedbiridir.
Alm. Doppler Echokardiographie, Fr. Doppler échocardiographie, İng. Doppler Echocardiography. Kardiovasküler sistemdeki kanın hareket tarzını kaydeden bir metod. Bu teknikle kan akımının yönü, yerleşimi, kalitesi, velositesi (hızı), doluş ve atılışındaki direnç hakkında bilgi alınabilmektedir. Burada ultrason enerjisinin kullanılma yolu diğer ultarason usûllerindekinden oldukça farklıdır. Doppler ultrasonda hedef organ hudutları değil, düşük amplitüt veren eritrositlerdir.
Fizikî prensip olarak doppler etki şudur: Hareketsiz bir ses kaynağından çıkan sesin dalga boyu ve frekansı sâbittir. Ses kaynağı harekete geçtiğinde, kulağa veya kayıt cihazına yaklaşırken dalga boyu artar, yâni frekansı azalır; uzaklaşırken dalga boyu kısalır ve frekansı artar. Buna güzel bir misal hareket etmekte olan bir trenin düdük sesinin tren dinleyene yaklaşırken kalınlaşması ve uzaklaşırken tizleşmesidir. Sesli her cisim için ve ses yansıtan her hareketli nesne için de aynısı söz konusudur.
C
DF
V=
¾¾
¾¾¾
2fo
cosO
formülüyle
özetlendiği gibi, V, objenin hızını, C sesin hızını, fo hareketsiz
cismin ses frekansını,
Ohareketli
tavget ve ultrason yolu arasındaki açıyı göstermektedir. Açı 90°
olduğunda Doppler sapması olmaz. Dolayısıyla en iyi Doppler verisi
ultrason demedinin hedefe paralel olması durumunda alınmaktadır. Bu
hal diğer ultrason sistemlerinin kullandığı prensibe terstir.
Bunlarda en iyi görüntü ultrason demedinin objeye dik gitmesi ile
elde edilir.
En iyi Doppler verileri, yüksek değil düşük frekanslı transdüserlerle alınır. Bu ise diğer sistemlere uymamaktadır.
Dopplerle hızın yanısıra, kan akımını da ölçmek mümkündür.
Akım (ml/sn)=ortalama velosite (cm/sn) x alan (cm2).
Kanın geçtiği gedikte anatomik bozukluk, mesela darlık olduğu zaman veya çapı normal olduğu halde kanın hızı değişince akım yukarıdaki formülden hesaplanabilir.
Doppler, akımın niteliği hakkında bilgi verir. Laminer akımla, türbülan akım ayırdedilebilir.
Doppler teknikleri arasında pulsed Doppler, sürekli dalga gönderen Doppler ve gerçek zamanlı iki boyutlu Doppler ekakardiografi özellikle bahsedilmeye değer.
Sürekli dalgalı Doppler, periferik damarların incelenmesinde yıllarca kullanılmıştır. Fakat birlikte mutlaka, M-mode ve iki boyutlu ekokardiografi de alınmalıdır.
Doppler teknikleri arasında gelişmenin son merhalesinde gerçek zamanlı iki boyutlu Doppler ekokardiografinin özel teşhis kapasitesi vardır. Doppler anjiografisi olarak da kabul edilir.
Bu teknik kalp içindeki kan akımının kalp anatomisi ile ilişkili gerçek zamanlı, kesit görüntüsünü verir. Kan akımının yön, hız ve tersliğini ifâde için kırmızı, mavi ve yeşil olmak üzere üç ana renk ve bunların karışımları kullanılır. Bu renkli görüntü veren kan akımı siyah beyaz B-mode ultrason imajları içine yerleşik görülür.
Doppler görüntülerin değerlendirilmesi iyi bir eğitim ister. Hatâ yapılabilmesi zor değildir. Metodun hastaya ve doktora zararının olması, teşhis koydurucu özellik ve hassâsiyetinin yüksek olması ve kolay tekrarlanabilen hemodinamik ve anatomik bilgileri ile klinik anjioloji ve kardiolojide çok önemlidir.
Bununla subklinik sinsi vakaları tesbit dahi mümkündür. Ayrıca teşhiste önemlidir.
Hastalık şiddetinin tesbiti, medikal tedâvi ve girişimlerin değerlendirilmesi ve kateter ve ameliyat zamanlaması endikasyon ve tip belirlemede büyük yardımı vardır.
Ayrıca ameliyat esnâsında ve sonrasındaki izlemede koroner bakım ünitesinde, poliklinik şartlarında uygulanabilirliği ile çok pratiktir.
Gözleyici ile bir titreşim kaynağı arasındaki relatif (izâfî) hareket sebebiyle, titreşimin gözlenilen frekansında ortaya çıkan değişiklik. Bu her gün hissedilebilen bir olaydır. Korna çalan bir araba, duran bir gözleyicinin yanından geçerken ses frekansının değiştiği fark edilir. Kaynak veya gözleyicinin yaklaşması esnâsında gözleyicinin algıladığı frekans büyür, dolayısıyla ses incelir (tizleşir); uzaklaşması esnâsında algıladığı frekans küçülür, dolayısıyla ses kalınlaşır (baslaşır). K kaynağı, G gözleyiciyi göstermek üzere, titreşim kaynağının frekansına fo, dalgaların yayılma hızına C dersek, titreşim kaynağının yaklaşma veya uzaklaşma hızının V1, gözleyicininkinin V2 olduğu düşünüldüğünde:
ŞEKİL VARR!
C ± V2
f = fo
¾¾¾¾¾
dır.
C ± V1
V1’in işâreti kaynak yaklaşırken (-)
uzaklaşırken (+)
V2’nin işâreti, gözleyici yaklaşırken (+)
uzaklaşırken (-)’dir.
Hem kaynak hem de gözleyici birbirlerine yaklaşırlarken gözleyicinin algıladığı frekans:
C+ V2
f =
f0
¾¾¾¾
olur.
C -V1
Tersi, yâni uzaklaşmaları hâlinde algılanan frekans:
C -V2
f =
f0
¾¾¾¾¾
olur.
C + V1
Eğer tek renkli bir ışık sâbit bir optik sisteminden geçerse, titreşimin frekansı dâimâ sâbit kalır. Ancak hareket eden bir aynadan yansıyan ışıkta ve gözleyen ile ışık kaynağı arasında bir hareket varsa, frekans değişir. Bu olay, dalga teorisi kullanılarak kolayca açıklanabilir. Sâbit f0 frekansı ile ışık veren bir ışık kaynağı göz önüne alalım. Gözetlenen, bir V hızı ile yaklaşarak hareket etsin. Işık dalgasının birbirini tâkib eden tepeleri, gözetleyenin durmasına nisbetle daha geç zamanlarda erişecektir. Basit bir hesap, gözleyenin ışığı C ışık hızı olmak üzere f0 (1-V/C) frekansında gördüğünü ortaya koyar. Uzaklaşan gözetleyene ışık, durmaya karşılık daha kırmızı görülür. Gözetleyen ışık kaynağına yaklaşıyorsa, ışık daha mâvimsi görülür. Eğer ışık uzaklaşan bir aynadan yansıyorsa, mesâfe iki katı büyüyeceğinden, yansıyan ışığın frekansı f0 (1-2V/C) olarak ortaya çıkar.
Doppler Olayı, astronomide yıldızların hızlarını ölçmek için kullanılır. Görülen ışığın kırmızıya kayması kâinâtın zamanla genişlediğine işâret eder. Eğer bu doğru ise 1960’larda bilinen en uzak yıldızlar grubu, ışık hızının % 40’ı ile hareket etmektedir. Bu ise ışık kaynağının 5x109 ışık yılı uzakta olduğu anlamına gelir. Venüs’ten 1961’de alınan radar sinyallerinden, gezegenin ekseni etrâfındaki dönüş peryodunun, Güneş etrâfındaki dönüşüne göre biraz daha uzun olduğu anlaşılmıştır. Bu ise Venüs’te Güneşin batıdan doğduğu hissini verir.
Ceneviz asilzâdelerinden meşhur Haçlı amiral. 1466 yılında Osmanlı târihinde Ceneviz adıyla anılan Cenova’da doğmuş, gençliği mâcerâ içinde geçmiştir. Andrea Doria zayıf yaradılışlı olmasına rağmen çok cesur ve usta bir denizciydi. Mensubu bulunduğu Doria âilesinden pekçok kimse de denizcilikte şöhret salmışlar, Ceneviz için önemli işler başarmışlardır.
Andrea Doria, memleketindeki karışıklıklar sebebiyle oradan ayrıldı. Önce Papanın ve Napoli Kralının maiyetinde çalıştı. Daha sonra Fransız deniz gücünde görev yaptı ve bu arada doğduğu memleketi Cenova şehrini Fransızlara satmaktan da geri kalmadı. Fakat netîcede Fransa Kralı Birinci François (Fransuva) ile arası açıldı. Bu durumda Fransa’da kalamazdı. Birinci François’in can düşmanı Beşinci Karl (Şarlken)ın maiyetine geçti. Bu ünlü hükümdârın amirali olarak Osmanlılarla birçok deniz muhârebeleri yaptı. Cenova’yı da Fransızların sömürgesi olmaktan kurtardı ve müstakil devlet olmasını sağladı.
Bu târihlerde Beşinci Karl, Kânûnî Sultan Süleymân ile harb etmekteydi ve güç durumda bulunuyordu. Beşinci Karl denizlerde üstünlük kazanmak için Andrea Doria’yı donanmasının başına geçirdi. Önce Cezâyir’e Barbaros Hayreddîn (Hızır Reis)in üzerine gönderdi. Fakat Andrea Doria Batı Akdeniz’de Hıristiyanlara karşı Müslümanları savunan Barbaros’a karşı bir şey başaramayınca (1532) Yunanistan kıyılarını vurmaya başladı. Mora sâhilinde bulunan Koron Kalesini aldı. Bunun üzerine Osmanlı Pâdişâhı Kânûnî, bütün Akdeniz memleketlerinde şöhreti duyulmuş olan Cezayir Sultanı Barbaros Hayreddîn’i İstanbul’a çağırdı ve muhteşem donanmasıyla İstanbul’a gelen Barbaros’a kapdân-ı deryâlık verdi (1533). Bu vaziyet üzerine Andrea Dorya İtalya’ya sığındı. Kapdân-ı deryâ Barbaros Hayreddîn Paşanın komutasındaki güçlü bir Osmanlı donanması, Adriya Denizinde Venediklileri çok zor duruma soktu. Yüz yirmi savaş gemisi bulunan Osmanlı donanmasının başarıları Avrupa’da büyük yankılar yaptı. Üç yüz savaş gemisinden meydana gelen büyük Haçlı donanmasının komutanlığına Andrea Doria getirildi. O devrin en kuvvetli amiralleri olan bu iki deniz kurdu, yıllarca birbirini yenmeye çalıştılar. Andrea Doria ile Barbaros Hayreddîn Paşa arasında Preveze Deniz Savaşı oldu. Andrea Doria ağır bir yenilgiye uğradı ve kaçtı (1538).
1547’de Cenova’da kendisine ve âilesine karşı girişilen komploları büyük bir vahşetle bastırdı. 1560’ta yeğeni Giovanni Doria’nın Cerbe Deniz Muhârebesinde Osmanlılar karşısında ağır mağlûbiyet haberini alınca kederinden öldü.
M.Ö. 1200’lerde Yunanistan’a gelerek Doris bölgesine yerleşen bir kavim. Önceleri Tuna bölgesinde kapalı hayat yaşayan bir kuzey kavmi olup, Morava ile Vardar vâdilerinde yerleşmişlerdi. Dorlar, İllyria ve Trakya kavimlerinin mücâdeleleri sırasında Yunanistan’ın kuzeyine sürüldüler. Bu esnâda ikiye bölünen Dorların bir kısmı Epir yoluyla Korinthos Körfezine ulaşırken, diğer bölümü de Maliakos Körfezine vardı. Bu akınlar sırasında Mykenai ve Tirynas yakılıp yıkıldı. Bilhassa savaşlarda demir silah kullanan Dorlar, Akalara karşı bütün savaşlarda üstün geldiler. Birbiri arkasından birçok dalga hâlinde Yunanistan’a inen Dorlar, zamanla bu ülkenin kendilerine yetmemesi dolayısıyla Ege Adalarına göç etmeye başladılar. Yüzyıllarca süren bu göçler ve karışıklıklardan sonra, dil ve medeniyet sâhasında ortaya çıkan gelişmeler önemlidir.
Nitekim Yunan lehçelerinin târihteki coğrafî dağılımından anlaşıldığına göre Hylleis, Pamphyloi ve Dymanes adlı üç büyük Dor kabîlesinin Anadolu’nun güneybatısına, Ege’nin güneyindeki adalara ve Peloponnes’in doğusuna yerleştikleri anlaşılmaktadır.
Demir işlemesinde görülen yenilikler ve ölülerin yakılması âdeti, Yunanistan’a, Dorlarla birlikte gelmiştir.
1821 ve 1881 seneleri arasında yaşayan meşhur Rus romancısı. Psikolojik roman akımının öncülerindendir. İlk senelerini Moskova’da tabiaten çok sert ve askerî bir hekim olan babasıyla, veremli bir hanım olan annesi arasında geçirdi. Annesi ölünce babası onu Petersburg’daki mühendislik okuluna verdi. Genç Dostoyevski’nin Petersburg’daki hayatı zorlu bir tahsil ve askerî bir disiplin içinde geçti. Kendi ruh hâline uymayan bu iki tesir onu okumaya ve edebî denemeler yazmaya sevk etti. Tahsilini 20 yaşında bitirdikten sonra sefâlet ve yalnızlık içinde kaldığından, Petersburg’da yerleşerek tercümeler yapmak sûretiyle hayâtını kazandı.
Mektuplar hâlinde yazdığı Yoksullar isimli romanını bu sıralar kaleme aldı. Daha sona Dvoynik, Pansiyoncu Kadın, Beyaz Geceler, Çam Ağacı ve Düğün adlı hikâyelerini yazdı. 1849’da yazdığı bir eserinden dolayı okuyucularının gözünden düştü ve önceki şöhretini kaybetti. Aynı yıl Çar’a karşı gelmekle işlediği suçtan dolayı da ölüm cezâsına çarptırıldı, son dakikada imparatorca affedilip dört sene için Sibirya’ya sürüldü. Bu dört sene esnâsında gördüğü işkenceler, rûhu üzerinde derin izler bıraktı. Sibirya’dan döndükten sonra uzun müddet ücrâ bir yerde yaşadı ve nihâyet 1859’da Petersburg’a yerleşme müsâdesi alarak eski hayâtına döndü. Ama isminin unutulduğunu ve eski arkadaşlarının da olmadığını görmesi, onu hayli etkiledi. Bu arada Stepençikovo Köyü ve Orada Oturanlar, Dayının Rüyâsı, Ölüler Evinin Hatıraları adlı eserlerini yazdı. Mahkûmların kamptaki hayâtıyla alâkalı bu gerçekçi roman, ona eski ününü yeniden kazandırdı ve İmparator İkinci Aleksandr’ı bile tesiri altına aldı.
Bir türlü rahat hayâta kavuşamayan Dostoyevski, borçlar içinde kıvranmasına rağmen, sıkıntılara göğüs gererek bunları, önüne geçilmez bir alınyazısı kabul etti. 46 yaşındayken ikinci defâ evlenen romancı, alacaklıların peşini bırakmaması yüzünden, çok geçmeden karısı ile berâber Rusya’dan ayrılmak ve Avrupa’ya yerleşmek mecbûriyetinde kaldı. Burada da Rusya’dan gönderilen yardımlarla hayatını sürdürdü. Kızları doğumdan birkaç gün sonra ölünce, yazar büyük bir üzüntüye kapılıp bütün gecelerini yazmakla geçirdi. Diğer önemli eserleri şunlardır: Suç ve Cezâ, Budala, İfritler, Bir Yazarın Günlüğü, Delikanlı, Karamazof Kardeşler. Dostoyevski, 1879-1880 seneleri arasında yazdığı bu son eserine şahaser gözüyle bakıyordu. Artık bu eserlerden sonra yazarın ünü Tolstoy’u bile geride bıraktı.
Manş Denizinin en dar yeri. İngiltere kıyısında Dover şehri, Fransa kıyısında Calais şehri vardır. İngilizler Dover, Fransızlar Calais Boğazı derler.
Bu boğaz Manş Deniziyle Kuzey Denizini birleştirir. Boğazın genişliği 32 kilometredir. 72 m derinliğindedir. Dover Boğazının her iki kıyısı aralarındaki bağlantı ancak buzul devrinden sonra bozulmuş olan yüksek tebeşir kayalarıyla çevrelenmiştir. Dover Boğazında kuvvetli gel-git akımları görülür. Bu akımların dalga boyu 5-6 metreyi, hızı saatte 5 deniz milini bulur. Dover Boğazı, Kuzey Denizi ile Atlantik Okyanusu arasındaki ulaştırmanın hemen bütün yükünü çeker.
1805’ten beri altından tünel geçirilmek üzere birçok projeler hazırlanmışsa da, bunlar İngiliz Millî Savunma Bakanlığının karşı koyması yüzünden gerçekleştirilememiştir. Fakat bu proje son yıllarda Fransızlar tarafından tekrar tekrar ele alındı. İngiltere’yle ortak olarak yapımına başlanan tünel ulaşıma açılmak üzeredir (1993). Dover Boğazı Doğu Avrupa’yı, Batı Avrupa kıyılarıyla, Afrika’yla birleştiren önemli bir geçittir. Bu bakımdan dünyânın en hareketli boğazlarından biridir.
Boğazı yüzerek ilk defâ 1875 senesinde Mattew Webb adlı bir İngiliz geçmişti. 1926 senesinde ise Amerikalı Gertrude Ederle adındaki bir kadın geçti. Balonla ise 1785’te Jean Pierre Blanhard ve John Jefferies geçti. 1909’da Fransız pilot Louis Bleriot tarafından uçakla geçildi.
Alm. Giessen (n), Guss (m), Fr. Fonte (f) Moulage (m), İng. Casting. Sıvı hâldeki metal veya alaşımları önceden hazırlanmış bir kalıba boşaltarak katılaştırma işlemi. İlk olarak altın ve bakırın taş ve kil kalıplara döküldüğü tahmin edilmektedir. M.Ö. 4000 yıllarında balta ve ok başlarının bir kalıba boşaltılarak döküldüğü sanılmaktadır. İlk gerçek dökümhâne Çin’de (M.Ö. 1766-1122) Shang Hanedânı zamânında kurulmuştur. O günden 19. asrın sonlarına kadar dökümcülerin sırları, âile grupları veya teşekkülleri içinde gizli tutulmuştur. Kazılarda ele geçen ilk heykeller altın, gümüş, bakır ve bronzdan döküm olarak yapılmıştır. Dökümcülüğün yaygınlaşması, îmâlâtçılar arasında koordinasyon gerektirdi ve zamanla dökümcülük bir endüstri hâline geldi. Bununla berâber günümüzde üretilen metal malzemelerin büyük bir kısmı madde (yoğurma) mâmülü çok azı da döküm olarak kullanılmaktadır.
Metal dökümcülüğü, pekçok modern makina parçası ve vanta elemanları için çok önemlidir. Meselâ bir traktörün ağırlığının % 50’den fazlası dökümdür. Otomobil motorunda ise bu % 90’ı aşar. Türbin ve jet motoru pervânesi yüksek hassaslık isteyen döküm parçalarıdır. Son 20 yılda üretilen demir ve çeliğin ortalama olarak onda biri döküm olarak kullanılmıştır. Bütün metal dökümcülüğün % 75’i gri (Camel Grafitli) dökme demiri şeklindedir. Onu çelik, dövülebilir demir, bakır alaşımları, Al, Zn alaşımları, Mg-Ni esaslı alaşımlar, Pb ve Ti dökümü tâkib eder. Eldeki târihî bilgilere göre bakır alaşımları en az 6000 yıldır, gri demir 4000 yıldır dökülmektedir. Alüminyum yaklaşık 1900, nikel esaslı alaşımlar 1940 ve titan 1950 yılından beri dökülmektedir.
Döküm Usûlleri
Kum kalıba döküm: En eski ve en çok kullanılan usûllerden birisidir. Maliyetin düşük olması, çok farklı büyüklükteki parçaların dökülebilmesi tercih sebeplerinin başında gelir. Silika kum tâneleri bir miktar su ve kil ilâvesiyle birbirine bağlanır. Bu şekilde hazırlanan malzemenin belli bir mukâvemeti, tokluğu ve geçirgenliği vardır. Dökülecek parçanın ağaç veya metal modeli hazırlanır. Döküm sırasında kısalma olacağı için modelin bir miktar büyük yapılması gerekir. Model bir kap içine konur ve etrafı kumla örtülerek modelin şeklini alması sağlanır. Model çıkarıldığı zaman kalıbın içi boşalır. Sıvı metal, döküldüğü zaman boşluğu doldurularak katılaşır. Kum kalıp bozularak parça çıkarılır ve temizlenir. Bu ürüne döküm denir. Bozulan kalıp kumları yeniden kalıp yapımında kullanılır. Bu usûlde üretilecek her parça için kalıp yapma mecburiyeti vardır.
Hassas döküm: Balmumu veya plastikten yapılmış model oda sıcaklığında sertleşen refrakter çamurla kaplanır. Isıtıldığı zaman balmumu eriyerek uzaklaşır. Genellikle makinalarda îmâlâtı zor olan karışık şekilli parçalar bu yöntemle üretilir. Dökümden sonra hemen hemen ilâve bir işlem görmeden kullanılabilir. Diğer döküm usûllerine göre yüksek boyutlu hassasiyet ve daha düzgün yüzey elde etme imkânı verir. Bu usûl son yıllarda çok hızlı gelişme göstermiştir.
Kabuk kalıba döküm: Sıcaklıkla sertleşen bir plastik malzeme ısıtılmış model üzerine sıvanır. Sertleşen kabuk kalıbın yarısını meydana getirir. Kalıbın her iki yarısı hazırlandıktan sonra döküm yapılır.
Alçı kalıba döküm: Daha çok demir dışı metallerin şekillendirilmesinde kullanılan bir usûldür. Alçı kalıp Çin’de M.Ö. 3000-4000 yıllarında pirinç heykellerin dökümünde kullanılmaya başlanmıştır. Kum kalıp yöntemine göre daha pahalıdır; fakat boyutlu hassasiyetin ve yüzey düzgünlüğünün iyi olması sebebiyle günümüzde çok kullanılır. Dökülen parçaların ağırlıkları genellikle 10 kilogramın altındadır.
Seramik kalıba döküm: Hassas döküme benzer. Diğer hassas döküm usûlleriyle üretilemiyecek kadar büyük boyutlu parçalarda veya parça sayısının çok az olduğu durumlarda tercih edilir. Hassas dökümden tek farkı kum kalıplama usûlünde olduğu gibi kalıp malzemesinin yeniden kullanılabilmesidir.
Metal kalıba döküm: Bu usûl, daha çok karmaşık şekilli, boyut hassasiyeti istenen ve çok sayıda dökülen parçaların üretiminde tercih edilir. Adından da anlaşılacağı üzere metal kalıp kullanılır. Kalıbın ısı iletkenliği iyi olduğu için taneli yapı elde edilir, mekanik özellikleri çok iyidir. Üretim hızı kum kalıp usülünden yüksektir. Karışık şekilli parçaların üretiminde de kullanılabilir.
Basınçlı döküm: Dökülecek sıvı metal, metal kalıba basınç altında doldurulur. Bu sâyede hem üretim hızı artar, hem de karışık şekilli parçaların dökülmesi kolaylaşır.
Savurma döküm: Silindirik parçaların dökümünde kullanılır. Prensip olarak, sıvı metal kalıp içerisine merkezkaç kuvvet etkisiyle gönderilir. Kalıp ekseni düşey yatay veya eğik olabilir.
Sürekli döküm: Sıvı metal, dış yüzeyi soğutulan iki ucu açık bir kalıptan geçirilerek katılaştırılır. Metal, kalıbın bir ucundan sıvı olarak girer, diğer ucundan katı olarak çıkar.
Alm. Schalct (f), von Dömeke, Fr. Guerre (f) de Dömeke, İng. Battle of Dömeke. Osmanlılar ile Yunanlılar arasında vukû bulan savaş.
Berlin Muâhedesine dayanarak Türk yağmasından Teselya ile Arta kazasını ele geçiren Yunanistan bu sefer de Yanya vilâyetiyle Girit’e göz dikmişti. Bu bölgede halkın üçte ikisini meydana getiren Rumlar, dâimî olarak Yunanlılar tarafından Osmanlılara karşı kışkırtılmaktaydılar. Çıkan ayaklanmaların Türkler tarafından bastırılması, Yunanlıların daha çok hoşuna gidiyor ve bu kez de Avrupa devletlerini, Rumlar eziliyor bahânesiyle tahrik ediyorlardı.
Nitekim 3 Şubat 1897’de Girit’te Hıristiyanların soykırımına tâbi tutulduğu iddiâsıyla Avrupalı devletler Girit sularına zırhlılar göndermişlerdi. Bu zırhlılar aynı zamanda Türk-Yunan çatışmasına engel olacaklardı. Ne yazık ki Albay Vassos komutasındaki Yunan filosu Girit’e çıkarma yaparken bunlar sâdece seyrettiler. Ancak son derece tedbirli hareket ederek Avrupa devletlerini yanına çekmeyi başaran Sultan İkinci Abdülhamîd Han onlara ortak abluka teklifi yaptı ve kabul edildi.
Girit’in elden çıkmasına sinirlenen Yunanlılar, Teselya ve Makedonya’daki Osmanlılara saldırmaya başladılar. Nihâyet Osmanlı hükûmeti de 17 Nisan 1897’de Yunanistan’a harp îlân etti. İki taraf kuvvetleri arasında esaslı bir fark yoktu. Ancak Yunanlıların bilhassa ârızalı bölgelerde Osmanlı ordusunu uğraştıracağına ve bilhassa Dömeke mevkiinde ağır kayıplar verdireceğine ihtimâl verilmekteydi. Osmanlı kuvvetleri Müşir Edhem Paşa komutasında 45.000 kişilik Osmanlı askerine karşılık Kralın kardeşi Kostantin’in kumanda ettiği Yunan ordusu ise 40.000 kişilik bir kuvvetten meydana geliyordu.
18 Nisanda Milano mevkiindeki savaşı Osmanlılar kazandılar. Ancak savaşın ağır cereyan etmesi üzerine büyük devletlerden her an gelebilecek bir müdâhaleye fırsat vermemek için Sultan İkinci Abdülhamîd Han yıldırım harbi istediğini Edhem Paşaya bildirdi. Bu durum üzerine 25 Nisan’da Yenişehir, 26 Nisan’da Tırhala zaptedildi. Asıl vuruşmanın Dömeke’de olacağı ve bu savaş sonunda gâlip tarafın ortaya çıkacağı belli olmuştu. Çünkü Yunanlılar bu müstahkem mevkiye çok güvendikleri gibi, çok fazla yığınak da yapmışlardı. Savunma savaşı yapacak olan Yunanlılar, Türkleri püskürteceklerine kesin inanıyorlardı. 17 Mayıs günü çok şiddetli geçen muhârebe sonunda Osmanlılar parlak bir zafer daha kazandı. Yunan ordusu tamâmen dağıldı. Yunan başkomutanı gece karanlığından istifâde ederek canını zor kurtarabildi.
Artık Osmanlı ordusunun Yunan başkentine girmesine engel olacak ciddî bir mukâvemet beklenemezdi. Lâkin Yunanlıların imdâdına burada da Avrupa’nın büyük devletleri yetişti ve 20 Mayıs 1897’de, Türk ordusunun fethettiği yerler elinde kalmak şartıyla, mütâreke imzâlandı. Türk-Yunan Harbi Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın dünyâ politikasında ve iç politikada îtibârını artırmış ve Osmanlı toplumunun mâneviyâtı yükselmiştir.
Alm. Wendekreis (m), Fr. Tropique (m), İng. Tropic. Ekvatorun 23º 27’ kuzey ve 23º 27’ güneyinden geçen enlem çizgileri. Kuzeydeki dönenceye Yengeç Dönencesi (Yaz Dönencesi, Medar-ı Seretan), güneydeki dönenceye Oğlak Dönencesi (Kış Dönencesi, Medar-ı Cedi) denir. Bu enlemler, Güneşin tulum dâiresinin, gök ekvatoruna olan yüksekliğinin, kuzey ve güneyde ulaştığı en büyük değerlere karşı gelir. Kuzey yarımkürede 21 Haziranda yaz dönümü sırasında en büyük kuzey yüksekliğine ulaşır ve Yengeç Dönencesinin tam karşısına gelir. Aynı şekilde Kuzey Yarımkürede 21 Aralıkta kış dönümü sırasında en büyük güney yüksekliğine ulaşır ve Oğlak Dönencesinin tam karşısına gelir.
On yedinci yüzyıldan îtibâren, muhtelif Osmanlı şehirlerinde, bilhassa Selânik’te Müslüman adı ve kıyâfeti altında yaşayan Mûsevî cemâati fertlerine verilen ad. Çeşitli dinlerden Müslüman olanlara mühtedî denildiği hâlde, bu tâbir bunlar hakkında hiçbir zaman ve hiçbir yerde kullanılmamış, yüksek tabaka tarafından, bir dereceye kadar nezâketen “avdetî” tâbiri kullanılmıştır. Kendilerine; ma’âmînim (mü’minler) veya haberim (ortaklar), bir de ba’ale milhamah (mücâhitler) isimlerini verirlerdi.
Gizli bir mezhep sayılan dönmelik, aslen İspanyalı olup, İzmir’e yerleşen Mordehay Sevi adlı bir Yahûdînin oğlu olan Haham Sabatay Sevi tarafından kuruldu. Özel bir eğitim görüp haham olarak yetişen Sabatay Sevi, ilk önce, 1648’de İzmir’de mesihliğini ve İsrâiloğullarını kurtarmak için Allahü teâlânın göndereceği peygamber veya kurtarıcı olduğunu iddiâ etti. Mûsevîler, Mesih’in Filistin’e hükümdâr olacağına veKudüs’ü merkez yaparak dünyânın dört köşesine dağılan Yahûdîleri burada toplayacağına inandıkları için, onun etrâfında toplandılar. İzmir’deki hahamlar ona karşı çıkınca, 1650’de İstanbul’a geldi. İstanbul hahambaşısı da Sabatay Sevi’ye karşı çıkınca, kendisine daha uygun bir muhit olan Selânik’e geçti. Selânik’teki hahamlar tarafından sevgi ve saygıyla karşılanan Sabatay Sevi, bâzı tepkilerle karşılaşınca Selânik’i de terk ederek, Atina’ya ve tekrar İzmir’e döndü. İzmir’de kaldığı üç yıl içinde dikkati çekecek bir davranışta bulunmaktan kaçındı. 1663’te Mısır’a giden Sabatay Sevi, kısa bir müddet Kâhire’de kaldı. Burada Rafael Josef Çelebi adında zengin bir sarrafla tanıştı. Daha sonra Kudüs’e gitti. Mûsevîlerin takdîrini kazanmak için Kudüs’ün mukaddes yerlerini ve evliyâ kabirlerini ziyâret etti. Davranış ve çekici konuşmalarıyla Kudüs halkının îtibârını kazandı. Josef’ten aldığı paraları bunlara dağıttı.
Nayir adındaki Polonyalı bir hahamın kızı olan Sara ile evlendikten sonra Gazze’ye gitti. Orada Abraham Nathan adlı Yahûdî ile tanıştı. Abraham Nathan, kendisinin Mesih’ten önce gelecek olan peygamber olduğunu ve Sabatay’ın da Mesih olduğunu söyledi. Böylece Sabatay Sevi’nin taraftarları çoğaldı. Kudüs’e tekrar döndüğünde kendisinin Mesih olduğunu gizlemeye gerek duymadı. Kudüs’teki hahamlar karşı çıktılarsa da, Sabatay’ın taraftarları gün geçtikçe arttı. Mısır, İstanbul, İzmir ve Avrupa’nın çeşitli şehirlerine Mesihliğini îlân ve propagandasını yapmaları için sâdık adamlarını yolladı. Kudüs’ten Haleb’e geçti. 1667’de tekrar İzmir’e döndü. Sabatay Sevi, Mûsevîlerin dînî âyin ve törenlerinde bâzı değişiklikler yaptığı gibi, sinagoglarda okunan duâların çoğunu değiştirdi. Mûsevîler kendisini bir kral olarak görmeye başladılar.
O ise kendisini kralların kralı olarak görüyordu. Dünyâyı kendi hesâbına göre 38 krallığa böldü. Her birine de, kardeşlerini ve sâdık adamlarını kral tâyin etti. Çeşitli beyannâmeler yayınlayarak, Osmanlı idâresine karşı harekete geçti. Mûsevîler Müslümanlara karşı taşkınlıklarını arttırdılar. Mûsevîlerin Müslümanlara karşı yaptığı işler ve Sabatay Sevi’nin durumu üzerine Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa, sahte Mesih ile hakkında düzenlenecek evrâkın İstanbul’a gönderilmesini emretti. Yakalanan Sabatay Sevi ve adamları, 1668 senesi Ocak ayında İstanbul’a gönderildi.
İstanbul’a getirilen Sabatay Sevi, sorgulamasında korkusundan yaptıklarını inkâr etti.
Sadrâzam Kaymakamı Mustafa Paşa, Şeyhülislâm Minkârizâde Yahya Efendi ve Sultan’ın imâmı Vânî Mehmed Efendi huzurunda kendisinin Mesih olmadığını söyledi, yaptıklarını inkâr etti ve Müslüman olduğunu îlân etti. Mehmed Efendi ismini aldı. BöyleceOsmanlı târihinde dönmeler meselesi başlamış oldu.
Onun Müslüman olmuş görünmesiyle ilgili olarak Vânî Mehmed Efendi; “Bu adamın Müslümanlığı kalbî hisler ve ihlâsla kabul ettiğine kâni değilim. Fakat dînimiz şüpheyi reddeder ve kişinin îmânı üzerine hüküm ancak cenâb-ı Hakk’ındır. Bu îtibârla ihlâsla Müslüman olmasını niyâzdan başka şey yapamam...” demekten kendini alamadı.
Sabatay Sevi’nin Müslüman olmuş görünmesi Türkiye ve diğer memleketlerdeki Yahûdîler arasında şaşkınlığa sebeb oldu. Sabatay Sevi, taraftarlarını yatıştırmak için de; “Tanrı beni İsmâilî yâni Müslüman yaptı. Ben kardeşiniz kapıcıbaşı Mehmed’im. O öyle emretti. Ben itâat ettim.” dedi. Müslüman olmuş görünmesine rağmen Mesihlik iddiâsından vazgeçmedi, eski faaliyetlerine devâm etti.
Bu arada pâdişâha ve müftüye başvurarak Yahûdîleri hidâyete dâvet etmek üzere kendisine izin verilmesini istedi. Sabatay’a sinagoglarda isteyenlere Müslümanlığı anlatması için müsâde çıktı. Bundan istifâde ederek taraftarlarını toplamaya çalıştı. Müslümanlar arasına giren Mûsevîler, kıyâfetlerini değiştirip Ahmed, Mehmed, Mehmed Ali, Abdullah, İsmâil gibi isimler almaya başladılar. Mehmed ismini aldıktan sonra, mesihlik iddiâsından vaz geçmeyen Sabatay Sevi, Selânik veİstanbul’dan sonra, sürgüne gönderildiği Bağdat ve Ürgüp’te kaldı. Bu arada Sabatayistlik, yâni dönmeliğin esas inanış ve ibâdetlerini bir araya toplayan on sekiz emri yayınladı ve kutlayacakları bayram günlerini tesbit etti. Dönmelerin uyması gereken 18 maddelik; “On sekiz emir” denilen nizamnâmenin hülâsası şöyledir: “Allah’ın birliğine ve Sabatay Sevi’nin Mesihliğine inanılacak, yalan yere yemin edilmeyecek, Allah’ın adı anıldığında saygı gösterildiği gibi, Mesih’in zikri geçince de saygı gösterilecek, Mesih’in sırrını anlamak için toplantılar yapılacak. Adam öldürülmeyecek, zînâ edilmeyecek, Yahûdî yılının dokuzuncu ayı olan Kislev’in 16. günü bayram yapılacak. Yalan yere şâhitlikte bulunulmayacak, birbirlerine karşı mürüvetli ve merhâmetli davranılacak, her gün Mezâmir okumaya gizlice devâm edilecek. Müslüman Türklerin âdetlerine onların gözlerini boyamak maksadıyla riâyet edilecek. Ramazan orucunu tatbik için sıkıntı çekilmeyecek, aynı şey Kurban için de yapılacak. Dînî merâsimlere zâhiren uyulacak, Müslümanlarla evlenmekten kaçınılacak. Kamerî ayların ilk günlerine dikkat ve hürmet gösterilecektir.”
Bu emirleri neşreden Sabatay Sevi’nin yaptığı işler, Sadrâzam Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşaya anlatılınca, onu çağırıp sorguya çekti. Sabatay Sevi; “Aman efendimiz! Hakkımda size söylenenlerin hepsi yalan ve iftirâdır. Bir takım dost ve akrabâlarımı etrâfıma topladığım doğrudur. Ama bunun hakîkî sebebi onları da hidâyete erdirip Müslüman eylemektir. Eğer bu suç ise türlü cezâya râzıyım. Boynum kıldan incedir.” dedi. Sadrâzamı bu sözlerle kandırdığını zanneden Sabatay Sevi, Kuruçeşme ve Kağıthâne’de taraftarlarıyla gizlice İbrânice âyin yapıp duâlar okurken yakalandı. Adamlarıyla birlikte Arnavutluk’a sürüldü. Bir müddet orada kalan Sabatay Sevi, 30 Eylül 1675’te Berat kasabasında öldü.
Kadınları sarı mest ve beyaz car giyinen, erkekleri ise, beyaz keçe üzerine yeşil sarık saran, görünüşte Müslüman bilindikleri ve Müslüman adı taşıdıkları hâlde bayramdan bayrama namaza giden dönmeler, Sabatay Sevi’nin ölümünden sonra, Yâkûbîler, Karakaşlar, Kapancılar olarak üçe ayrıldılar. Değişik adlar alan bu grupların nesl-i şerîf denilen en yüksek asil âilelere mensub birer reisi vardı. Bunlar cemâat ihtiyarlarının reyleriyle seçilirler, ölünceye kadar bu mevkide kalırlardı. Ab-be-din denilen reisler tarafından tâyin olunan ruhânî reisler dînî vazifeleri yerine getirirlerdi. Dönmelerin bu üç zümresi hâriçten veya birbirlerinden kız alıp vermezlerdi. İlk zamanlar Selânik’te yerleşen dönmeler, Balkan Harbinden sonra Selânik’ten tamâmen ayrılarak İstanbul’a geldiler. Ekseriyetle Nişantaşı ve Şişli semtlerine yerleştiler. Çocuklarını da Türk okullarına vermemek için Feyziye Lisesi ve Şişli Terakkî Lisesi adında iki okul açtılar ve bu okullara gönderdiler. Aralarındaki eski katı gruplaşmaları kaldırıp, dayanışmaya yönelerek ticârî hayatta tesirli oldular. Bunun yanında vâlilik, müsteşârlık ve siyâsî olarak da milletvekilliği ve bakanlığa kadar yükselenler ve gazetecilik mesleğinde muvaffak olanları da oldu.