DOMATES (Lycopersitcum Esculentum)

Alm. Tomate (f), Fr. Tomate (f), İng. Tomato. Familyası: Patlıcangiller (Solanaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Erzurum gibi yüksek yerler hâriç her yerde.

Kültürü yapılan bir sebze bitkisi. İlk olarak Güney Amerika’da (Peru) ortaya çıktığı söylenir. Domatesler şekil, renk, kullanma durumuna göre veya kültür çeşidine göre farklılık gösterirler. Taze tüketim için bugün orta büyüklükte yuvarlak, parlak ve çok iyi renk almış domatesler tercih edilir. Su ve salça çıkarılması için çok sayıda, küçük böbrek formundaki tohumlar, aynı zamanda çekirdekleri küçük çeşitler yetiştirilmektedir.

Domates, ılık ve sıcak iklimleri sever. Yaz mevsimi güneşli ve sıcak geçen yerlerde meyveleri şekerli, renkleri koyu kırmızı ve pek lezzetli olup, soğuk havaya dayanamaz. Toprağın geçirgen olmasını ister. Tınlı-kireçli, tınlı-kumlu veya tınlı topraklarda iyi yetişir.

Domates yetiştirilmesi: Bir metrekare için 5 gram tohum ile sıcak yastıklara (camekânla kaplı yer) ekilir. Tohumlar ekildikten sonra 2 cm kalınlığında çürüntü (yanmış ince gübre) serpilir, tahta ile bastırılır, sonra süzgeçli kova ile ılık su verilir. Soğuk ve donlu bölgelerde geceleri camlı çerçevelerin üstleri kalın hasırlarla örtülür, güneşli havalarda camlı çerçeveleri açıp bir saat kadar içerisi havalandırılır. Toprak kuruduğu zaman ılık suyla sulamalı, çıkan otları elle çekip çıkarmalıdır. Küçük domates fidecikleri üç dört yapraklı oldukları zaman ılık yastıklara 10 cm aralıklarla dikilirler. Havalarda don tehlikesi kalktıktan sonra bahçede hazırlanmış asıl yerlerine (arık) dikilirler.

Domates fideleri dikilecek toprak derin işlenmiş veya krizme (belleme) edilmiş olmalıdır. Bu şekilde hazırlanmış toprağa 100 metrekareye 250-500 kg kadar eski yanmış çiftlik gübresi verilir. Çiftlik gübresi bahçeye son veya ilkbaharda verilerek toprakla iyice karıştırılmış olmalıdır. Ayrıca fidelerin dikilecekleri ocaklara yarımşar kilogram kadar eski çürümüş gübre konur ve toprakla karıştırılır. Bundan başka yardımcı olarak 100 metrekareye 3 kg süper fosfat, 2 kg potasyum sülfat ve 3 kg da amonyum sülfat ve amonyum nitrat gibi sun’î gübrelerden serpilirse çok daha verimli netice alınır. Dikilecek domates fidelerinin bol köklü, kısa ve sert saplı, canlı ve yeşil yapraklı olması şarttır. Bahçe veya tarlaya dikilecek fideler arasında 50-75 cm ve fide sıraları üzerinde 30-40 cm mesâfe bırakılır. Can suyu verilir, gerekli zamanlarda çapalama ve sulamaları yapılır. Domatesler kızardığı zaman toplanır.

Domatesin kimyasal bileşimi kuru madde % 6.5, protein % 1,1, karbonhidrat % 4.2, selüloz % 0.5, kül % 0.5, kalsiyum % 13 mg olarak verilmiştir. Domates vitaminleri de ihtiva eder, her şeyden önce provitamin (beta karotin) (% 0.3-2.1 mg) ve vitamin C (% 10-30 mg), bundan başka B grubu vitaminleri, taze meyvede (yeşil) artan olgunlukla miktarı azalan pektinler de (% 1.3-2.5) bulunur. Aynı şekilde organik asitler (limon asidi, elma asidi) ve az miktarda olgunlaşmamış meyvelerde beslenme fizyolojisi bakımından mahzurlu olabilecek olan solanin mevcuttur. Olgunlaşma sırasında solanin kaybolmaktadır. Olgunlaşma sırasında şeker oranı oldukça artar, domatesin asıl renk maddesi alifatik vitamin etkili likopindir. Bunun yanında beta- karotin, ksantofil, flovonlar ve diğer pigmentler renkte hisse sâhibidir.

Bitkinin yapraklarında antibiyotik etkili zararlara karşı önemli madde, glikozidik etkili steroit tomatidin bulunur. Uçucu aroma maddeleri karbonil bileşikleri, esterler, uçucu asitler, alkoller, kükürtlü bileşikler ve terpen benzeri komponentlerden meydana gelmiştir. Domates ürünlerinin depolanması ve ısıtılması sırasındaki kahverengi olması domatesin renk maddesinin oksidasyonu ve aynı şekilde Maylard reaksiyonuna dayanmaktadır.

Domates sınırlı olarak depolanabilir, sonradan olgunlaşması amacıyla 2-3 ay soğuk depolarda saklanabilir.

Kullanıldığı yerler: Önemli sebzelerimizden olan domates olduğu gibi tüketilmekle birlikte, sıkılarak elde edilen öz suyu ya olduğu gibi veya yoğunlaştırılarak tuzlanmasından elde edilen salçası çok kullanılmaktadır.

Domates kuvvetle ezilirse ağırlığının % 90-96’sı suyuna geçer. Suyunun bileşiminde ortalama olarak su % 93.8, karbonhidrat % 4, protein % 1.1, yağ % 0.2, anorganik maddeler % 0.5’tir.

Kevgirden ve bezlerden geçirilerek kabuk ve çekirdeklerinden süzülen domates suyu tuzlanıp güneşte veya özel makinalarda yoğunlaştırılır, domates salçası elde edilir. Domates salçası mutfaklarımızdan hiçbir zaman eksik edilmeyen bir gıdâ maddesidir.

DOMİNİK

DEVLETİN ADI

Dominik Cumhuriyeti

BAŞŞEHRİ

Santo Domingo

NÜFUSU

7.300.000

YÜZÖLÇÜMÜ

48.443 Km2 

RESMÎ DİLİ

İspanyolca

DÎNİ

Hıristiyan (Katolik)

PARA BİRİMİ

Dominik Pesosu

Orta Amerika’nın doğusunda, Karaibler Denizi ile Atlas Okyanusu arasındaki Haiti Adasında kurulmuş bir ülke. Güneyinde Karaib Denizi, doğusunda Porto Rico Adasından ayıran Mona Passage Boğazı, kuzeyinde Atlas Okyanusu ve batısında Haiti vardır.

Târihi

Kristof Kolomb, 5 Mart 1492’de yerli halkın “Quesqueya” ismini verdikleri adayı zaptederek “Hispaniola” ismini verdi. Yerli halk Tainos kabilesi kızılderilileriydi. Adada ilk kurulan şehir Santo Domingo olup, kuruluş senesi 1496’ya rastlamaktadır. Sömürgeci Avrupalıların adaya yerleşmeleriyle başlayan zulüm ve katliam yaklaşık 50 sene sonra ada kızılderililerinin tamâmen katledilmesiyle son buldu. Tarım ve diğer işlerde çalıştırmak üzere Afrika’dan toplanan, esir edilen zenciler köle olarak buraya da getirildi. 1697’de adanın batısını işgâl eden Fransızlar buraya “Haiti” ismini verdiler. Avrupa’da 1795’de yapılan Fransa-İspanya arasındaki savaş, Fransa’nın gâlibiyetiyle bitince İspanya Santo Domingo’yu da Fransa’ya bırakmak zorunda kaldı. 1809 senesinde İspanyollar, 1795 senesinde kaybettikleri yerleri geri alınca ada tekrar doğusu İspanyolların, batısı Fransızların sömürgesi durumuna geldi. İspanya sömürgesindeki zenci halk 1821’de ayaklanarak bağımsızlıklarını îlân ettiler. Genel vâlinin adadan ayrılmasıyla birlikte batıdan Fransızlar ülkeyi işgâl ederek 22 sene bütün adaya hâkim oldular. 22 sene sonra başlayan bir isyanla 1844’te Dominik Cumhûriyeti kuruldu. Genç Dominik Cumhûriyetinde istikrar sağlanamaması, Amerika Birleşik Devletlerinin Birinci Dünyâ Savaşında askerî üs olarak kullanmak için işgâl etmesini kolaylaştırdı. Birleşik Devletler Dominik’ten 1924 senesinde çekildi. Sık sık askerî idârelerin başa geçtiği istikrarsız bir ülkedir.

Fizikî Yapı

Adanın yaklaşık üçte ikilik bir kısmı Dominik’e aittir. Yüzölçümü 48.443 km2 olup, genellikle dağlıktır. Kıyılarında yarımada ve koylar ülkeyi bir dantela gibi çevreler. Yüksek dağlar ve bu dağlar arasında yer alan bereketli vâdiler ülkenin genel fizikî karakteridir. Ülkenin kuzeyinde dik ve kayalık kuzey Cordillera ve Central Cordillera Dağları arasında geniş ve verimli bir ova yer alır. Ülkenin en yüksek noktası 3175 m ile Central Cordillera dağlarındaki Pico Duante Tepesidir. Güneyinde deniz seviyesinden düşük bir ova yer alır. Ovanın güneyinde Sierrade Bahoruca Dağları, kuzeyinde ise San Juan Yaylası yer alır. Doğusunda ise ülkenin güneydoğusunda yer alan Samona Körfezinin güneyinde başlayan Doğu Cordillera Dağlarından başlayıp güneye inen geniş düzlük yer alır. Güney kıyı şeridi düzlüktür.

Kuzeydeki dağlar Yaque del Norte ve Yuna vâdileriyle ayrılırlar. Bu vâdilerde yine aynı ismi taşıyan ırmaklar kuzey ve Central Cordillera arasındaki ovayı sular. Ülkenin güney-batı ucunda yer alan ovada Enriquille Gölü yer alır. Deniz seviyesinden 48 m aşağıda bulunan bu göl, ülkenin en önemli gölüdür.

İklim

Ilıman, tropik bir iklim hakimdir. Senelik sıcaklık ortalaması 18-28°C arasında değişir. Alize rüzgârlarının devamlı tesiri altında bulunan ülkede sık sık meydana gelen kasırgalar büyük hasarlara sebebiyet verir. Yağış alize rüzgârları sebebiyle boldur. Bu rüzgârlara açık olan kuzeydoğu kesimleri ülkenin en çok yağış alan bölgesidir. Güneybatı bölgeleri ülkenin en az yağış alan bölgesidir. Yağışlar dâimâ yağmur şeklinde olup, yağışların en fazla olduğu mevsim mayıs ve eylül arasındadır. Yıllık yağış ortalamaları güneyde 5000 mm civârındayken kuzey ve doğuda 2000 milimetrede kalır.

Tabiî Kaynakları

Dominik’in % 12’si ormanlarla kaplıdır. Dağlık bölgelerde iğne yapraklı ağaçlar, bilhassa çam bulunurken, tropikal bölgelerde bu iklimin âdeta sembolü hâline gelen palmiye ve maun ağaçlarından meydana gelen bir bitki örtüsü hâkimdir. Ova ve az yağış alan alçak bölgelerde hâkim olan bitki örtüsü ise savandır. Yabani hayvanların kayda değer olmadığı ülkede kıymetli mâdenler bulunmaktadır. En çok boksit mâdeni bulunan Dominik’te ayrıca altın, gümüş, bakır, demir, platin, kayatuzu ve alçıtaşı mâdenleri mevcuttur. Son zamanlarda nikel ve petrol de bulunmuştur.

Nüfus ve Sosyal Hayat

7.300.000 olan nüfusun % 70’ini zenci-İspanyol karışımı melezler, % 15’ini zenciler, % 15’ini İspanyollar (Avrupalılar) teşkil eder. Melezlerin çoğunlukta olma özelliği Amerika kıtasında sâdece Dominik’te görülür. Halkın % 80’i tarımla uğraşmaktadır. Toplam nüfusun yaklaşık yarısı şehirlerde, yarısı köylerde yaşamakta olup, refah seviyesi düşüktür. Genelde fakir olan halktan varlıklı olanlar Avrupalılardır. Hıristiyan olan halkın % 97’si Katolik, % 2’si ise Protestandır. Resmî dil İspanyolcadır. Avrupa’da konuşulan İspanyolcadan farklıdır. Burada kullanılan lisan ortaçağ İspanyolcasıdır. Ülke nüfusunun % 68’i okur-yazardır. Kültürü çok karışıktır. Millî sporları, Birleşik Devletlerin işgâli esnâsında yerleşen beyzboldür. Müzikleri ise bâzı yörelerde Afrika menşeli, bâzı yörelerde ise İspanyol menşelidir. Yüksek öğretim veren beş üniversitenin en büyüğü Amerika kıtasının ilk üniversitesi sayılan ve 1538’de kurulan Dominigo Özerk Üniversitesidir.

Siyâsî Hayat

Hâlen 1966 senesinde kabul edilen bir anayasayla idâre edilmektedir. Başkanlık sistemine dayalı bir idâre vardır. Başkan 4 yıl için halk tarafından seçilir. Parlamento 27 üyeli senato ve 74 üyeli Millet Meclisinden müteşekkildir. Uzun süre ülkede mevcut olan kargaşalıklar zamânında bu anayasa askıya alınıp diktatörlükle idâre edilmiştir. Demokratik düzen yeniden tesis edilmiştir. Günümüzde sivil hükümet baştadır.

Ekonomi

Tarıma dayalı bir ekonomisi vardır. Vâdiler bereketli tarım alanları ile toprakların % 25’ini teşkil eder. Çalışan nüfusun % 65’i bu mahdut arâzi üzerinde iptidâî usûllerle tarımla uğraşır. En çok şeker kamışı yetiştirilir. Ayrıca kahve, kakao, pirinç, tütün, yer fıstığı, muz ve mısır da yetiştirilir. Tarım ürünlerini işleyen fabrika ve imâlâthâneler vardır. Sanâyi henüz gelişmemiştir. Mâdenleri bol olmasına rağmen bunları işleyebilecek teknolojiden mahrumdur. Çıkardığı mâdenleri umûmiyetle ham olarak ihraç etmektedir. İhraç ürünlerinin başlıcaları şeker, kahve, kakao ve tütündür. Şeker satışında dünyâda dördüncü, kakao satışında Amerika kıtasındaki ihrâcâtçı ülkeler arasında ikinci gelmektedir. Hayvancılık da önemli bir geçim kaynağıdır. Mâden ihrâcâtında boksit, demir, tuz ve alçıtaşı başta gelir. İthal malları arasında makina ve diğer sanâyi mâmulleri önemli yer teşkil ederler. Ticâretini umûmîyetler Birleşik Devletlerle yapar. Son yıllarda turizm alanında çeşitli yatırımlar ve ilerlemeler göze çarpmaktadır.

DOMİNİKA

DEVLETİN ADI

Dominika Cumhûriyeti

BAŞŞEHRİ

Roseau

NÜFÛSU

83.400

YÜZÖLÇÜMÜ

751 km2 

RESMÎ DİLİ

İngilizce

DÎNİ

Hıristiyan (Katolik)

PARA BİRİMİ

Doğu Antiller Doları

Orta Amerika’da Antil Adalarından biri üzerinde kurulu bir devlet. Kuzeyinde Guadeloupe, güneyinde Martinique adaları bulunmaktadır.

3 Kasım 1493 Pazar günü Kristof Kolomb tarafından keşfedilmiştir. Lâtince Pazar günü mânâsına gelen Dominucus kelimesi adaya isim olarak verilmiştir. 1632’de Fransızlar buraya yerleşen ilk Avrupalılar olmuştur. 1759’da İngilizlere, 1788’de Fransızlara ve 1883’te tekrar İngilizlere geçen ada, 1967’de iç işlerinde bağımsızlığını elde etti. 3 Kasım 1978’de ise İngiliz Milletler Topluluğu içinde kalmak şartıyla tam bağımsızlığını kazandı.

47 km uzunluğunda, 26 km genişliğindedir. Yüzölçümü 751 kilometrekaredir. Yüksek ve ormanlarla örtülü dağlar kuzeyden güneye uzanırlar ve merkezde Layou ve Quanery nehirlerinin suladığı bir vâdi ile kesilirler. Bu nehirler doğu ve batıda düzenli akarlar. Dağların en yüksek noktası Morne Diablotin (1447 m) ve Morne Trois Pitons (1424 m)tur. Ada volkanik bir yapıya sâhiptir. Güneyde Boiling Gölü deniz seviyesinden 701 m yüksekte yer alır. Sıcaklık 25.5-32°C arasındadır. Yağışlar özellikle dağlık bölgelerde çok görülür. Yıllık yağış ortalaması dağ kesimlerinde 5207, sâhil kesimlerinde ise 1788 milimetredir. Dominika birçok nehir ve sellerle sulanır. Nehirler gemi ulaşımına müsâit değildir. Adanın toprağı zengindir.

Halkın büyük çoğunluğu Afrika menşeli zencilerdir. Az bir kısmı ise Avrupalı ile zencilerin karışımı olan melezlerdir. Hıristiyan halkın % 97’si Katoliktir. Resmî dili İngilizce olup, ülke halkının okuma-yazma bilenlerinin toplam nüfûsa oranı % 80’dir. İngiliz Milletler Topluluğuna bağlı olan Dominika, parlementer yönetilir. Yönetim organı seçilmiş 21 temsilci, devlet başkanının atadığı dokuz üye ve vazifesinden dolayı oturumlara katılan bir üyeden meydana gelen meclistir. Devlet başkanı bu meclis tarafından seçilir ve en fazla iki dönem vazifede kalır. Devlet başkanı hükümeti yönetmek üzere meclis üyeleri arasından bir başbakan atar (1993).

Ekonomi, tarım ve son zamanlarda süratle gelişen turizme dayanır. Tabiî güzellikleri turizmin gelişmesini sağlamaktadır. Hindistan cevizi, muz, narenciye, kakao başlıca tarım ürünleri olup, ihrâcâtını da bunlar teşkil etmektedir. Balıkçılık ülke ekonomisine turizm ve tarımdan sonra katkıda bulunan bir diğer unsurdur. Gıda, tekstil ve makina ürünleri ithal eder. Başşehri olan Roseau aynı zamanda en önemli limanıdır. Portsmout ise ülkenin ikinci büyük limanıdır.

DOMİNYON

Alm. Dominion (n), Fr. Dominion (m), İng. Dominion. İngiliz Milletler Topluluğuna (Commonwealth) üye olan bağımsız ülkelere verilen isim.

Başlangıçta dominyon ismi, İngiliz hâkimiyetini tanıyan bütün ülkelere verilmekteydi. İngiliz monarşisinde hükümdârın, “deniz aşırı Britanya dominyonları kralı ve kraliçesi” diye adlandırılması, bunu göstermektedir. İngiltere’ye bağlı bir kısım sömürgelere zamanla, iç işlerinde bağımsızlık tanınmış, 12 Aralık 1931’deki antlaşmayla Kanada, Güney Afrika, Avustralya ve Yeni Zelanda’nın İngiltere’ye bağımlılıkları tamâmıyla teorik kalmıştır. Dominyonların sistemi İkinci Dünyâ Savaşı sonrasına kadar sürmüştür. Bundan sonra birçok sömürgeler bağımsızlığına kavuşunca, bütün bu eski sömürgeler bâzı ekonomik antlaşmalarla birbirine bağlı şekilde “Commonwealth” adı altında bir devletler topluluğu içinde birleştirilmiştir. Bu ülkeler siyâsî yönden bağımsız olmakla berâber, ekonomik yönden İngiltere’ye sıkı bağlarla bağlıdır.

DOMUZ (Sus)

Alm. Schwein, Fr. Cochon, İng. Pig. Familyası: Domuzgiller (Suidae). Yaşadığı yerler: Rutubetli orman ve bataklık bölgelerde veya evcil olarak. Özellikleri: Pis ve hastalık bulaştırıcıdır. Ömrü: 20-30 yıl. Çeşitleri: Evcil, yaban, ırmak, düğmeli, Afrika domuzu gibi türleri vardır.

Domuzgillerden bir hayvan. Evcil domuz (Sus scrofa domesticus). Asya yaban domuzunun evcilleştirilmesiyle elde edilmiş olup, dünyânın çeşitli bölgelerinde, bilhassa Hıristiyan ülkelerde eti, derisi, yağı, kılı için beslenmektedir. Başı kalın, boynu kısa, vücut ağır ve şişmandır. Erkeklerin köpek dişleri, çoğunlukla dışarı doğru uzamıştır. Pislik, leş, çürümüş, kokuşmuş, kurtlanmış et, bitki ve yemek artığı gibi her şeyi yer. Dişi domuz yılda iki defa doğurur. Her defâsında ırkına ve hayvanına göre yavru sayısı 1-20 arasında olur. Ergin bir domuz, 200 kg gelebilir.

Kur’ân-ı kerîmde etinin yenmesi kat’î olarak haram olduğu bildirilen domuzu Mûsevîler de haram bilerek yemezler. Hattâ ilk çağ milletlerinden eski Mısır ve Fenikeliler de domuz etini zararlı bilerek yememişlerdir. Bu durumun her millete geldiği bildirilen peygamberler aleyhimüssalevâtü vetteslîmât vâsıtasıyla haber verildiği anlaşılmaktadır.

Domuz etinin insan sağlığına zararlı olmasının sebepleri:

Sığır ve koyun etine nisbetle çok miktarda yağ ihtivâ eder. Yağsız olan domuz etinin hücrelerinde bile yüksek oranda yağ zerreleri vardır. Hiç yağsız kabul edilenin bile tavada kendi yağı ile kızarması bunun tipik örneğidir. Fazla yağlı maddeler yemenin netîcesinde yağ zerrecikleri kanda birikmekte, bu ise; atardamarlardaki sertleşmenin ilerlemesine, yüksek tansiyona, kanın artmasına ve genellikle bağ dokusundaki dolaşım bozukluklarına, önemli bezlerin kanlanma bozukluğuna, kalp koroner damarlarının kireçlenmesine ve daralmasına sebeb olmaktadır. İlim adamları çok yağlı gıda maddelerinin, bilhassa domuz yağının olumsuz yönde etkili olduklarını, rahatsızlıklara yorgunluklar eklenince hastalıkların ağır, hattâ öldürücü olduklarını îzâh etmişlerdir.

Domuz etinde bol miktarda sümüksü bağ dokusu bulunduğu için çok miktarda da kükürt mevcuttur. Bu yapışkan bağ dokusunun sinirlere, kaslara, kıkırdaklara yerleşmesi romatizmaya, antrite, cortrozlara, omurlararası bağ dokularının bir nisbet dâhilinde sümüksü hâle gelmesine, yumuşamasına yol açar. Kıkırdağın içinde ne kadar az kükürt bulunursa, sağlamlığının ve dayanıklılığının da o nisbette yükseldiği sâbittir.

Domuz etinin içinde, iltihaplanmanın ve doku şişkinliklerinin sebebi olan büyüme hormonu çok miktarda mevcuttur. Ayrıca domuz yağı yalnız kolesterin değil, kanserin gelişmesine de yarayan büyüme hormonu ve tipik kanseri meydana getiren, zehir olan benzpireni de ihtivâ eder. Bu zehir, domuz etinin kızartılması esnâsında çıkan dumanında bulunur. Domuz eti ihtivâ ettiği histaminin tesiriyle kaşıntı hissini uyandırır. Kan çıbanı, şirpence, apandisit, safra yolları hastalıkları, toplardamar iltihapları, kadınlarda görülen beyaz akıntı, abse, egzama, dermatit, nörodermit gibi iltihâbî deri hastalıkları ve diğer deri hastalıklarına zemin hazırlar.

İkinci Dünyâ Harbinden sonra Almanya’daki kıtlık senelerinde halkın beslenme tarzında köklü bir değişme görülmüştü. Bu zamanda bilhassa domuz bulunup yenemiyordu. Bunun neticesinde yukarıda sayılan hastalıklarda büyük bir azalma görülmüştü. Para reformunun yapılması ve tekrar domuzlu gıdalara dönülmesi, azalan ve görülmeyen hastalıkların tekrar çıkmasına sebeb olmuştu. Domuz etinin iltihapları ve kaşıntı hissini artırıcı tesirleri, histamin ve imidazol cisimlerinden ileri gelmektedir. İkinci Dünyâ Harbinde Kuzey Afrika harekatında Alman askerlerinde sık rastlanan “tropik ülserulcus crius” denilen ayaklarda yara hâlinde bir hastalık görülmüştü. Yapılan tedâviler netice vermeyince yenilen gıda ile ilgili olduğuna karar verildi. Yerli halkta olmamasının sebebi araştırılınca, domuz etiyle ilgili olduğuna karar verildi. Domuz eti yenilmeyince bu hastalık tamâmen ortadan kalktı.

Domuz kanı, bakterilerin termik, kimyevî ve başka muhtelif tesirlere dayanıklı şekillerini üretecek maddeler yönünden fevkalâde zengindir. Domuz etinde bulunan çok önemli bir toksik faktör de, grip virüsüdür. Yapılan araştırmalarda virüsler domuzun akciğerinde yaşar ve bu yoldan, etinden yapılan mâmullere intikal ederler. Bu virüsler tercihen daha uygun bulduğu akciğer bağ dokularına göçüp yerleşirler. Burada vücudun dirençsiz, üşütmelerin çok, güneşin az olduğu ilkbahar mevsimini bekler. Sonra âniden grip salgınları alevlenir. Buna sebep daha önce domuz mâmulleriyle alınan grip virüsüdür. Birinci Dünyâ Harbinden sonra halk arasında harpte ölenlerden daha fazla tahribata sebeb olan grip salgını bu cins bir salgındır.

Erkek domuzlar kesiminden aylarca önce husyeleri çıkartılarak kısırlaştırılır. Bu şekilde yapılmayınca eti, pis kokusundan dolayı yemek mümkün değildir. Besleyenlerin ifâdelerine göre domuzların altı seneden fazla yaşamalarına müsaade edilmez, yoksa domuz muhakkak kansere yakalanır.

Genel olarak domuz, az adaleli, az kemikli buna karşı çok sümüksü ve çok yağlı bağ dokularının zararlı tesiri altında, kalp ve karaciğer yağlanması sebebiyle ağır hasta bir hayvan olup, çok su içme ihtiyâcı duymaktadır. İnsan vücudu, domuz etindeki çok miktarda yağı, kolesterini, büyüme hormonunu, sümüksü maddeleri ve toksik faktörleri, alışık bir düzende işleyip her zamanki gibi yakamayacağı ve fizyolojik yolla dışarı atamayacağından sağlığı için tehlikeyle karşı karşıyadır. Bütün bu izahlardan sonra domuz etindeki zehirler, bunların yenmesiyle ortaya çıkan hastalıkların en önemlileri şöyle sıralanabilir:

1. Kolesterin: a) Kanda kolesterin yüklü büyük moleküller (Hipertansiyon, arteriyoskleroz, pletora), b) Kanser hücrelerinin cidarındaki kolesterin (Neoplazma fazları).

2. Histamin ve imidazol cisimleri(yüksek dozda): a) Kaşıntıya sebeb olan maddeler (Ürtiker, herpes, dermatit, egzama ve benzerleri), b) İltihap vak’alarına yol açanlar (Kan çıbanı, şirpence, apandisit, kolanjit, kolesistit, tromboflebit, fluor ablus, flegmonlar vb.).

3. Büyüme hormonu (iltihaplanma ve büyüme, gelişme temayüllerinin teşviki): (Adipositas, akromegali, neoplazma fazları, fazla şişmanlık).

4. Kükürtten zengin, mezankimal sümüksü maddeler:(Amino-şeker, hiyaluronik asit, heksozamin) a) Mezenşimin sümüksü şişkinliği (Miyojelozlar adipositas), b) Sümüksü maddelerin sinirlerde, ribatlarda, kıkırdaklarda, fasyalarda, kas kılıflarında depo edilmesi (Romatizma, artrit, artrozlar, osteokondrozlar).

5. Sutoksik yağ asitleri (hücreler içi olanlar): (Adiposidas, hipertansiyon, polisitemi).

6. Onkojen ajanlar (Nieper): Endobiyont (Enderlein), Sihponospora polymerpha (Von Brehmer), eritrosit ilaveleri.

7. Grip virüsü (Shope) domuzun akciğerlerinde yaşar.

İslâmiyetin yasaklamasından dolayı Türkiye’de domuz yetiştirilmesi ilgi görmemiştir. Tenha yerlerde yaşayan yaban domuzları bâzan sürüler hâlinde ekili ve dikili alanlara inerek büyük zararlar yaparlar. Bu sebepten avlanması bütün yıl serbest olan hayvanlar arasındadır.

Domuzla ilgili âyet ve hadîslerin meâlleri aşağıdadır:

Şöyle ki, Kur’ân-ı kerîmde yemesi harâm olanlar; leş ve akıcı kan ve pis hınzır (domuz) ve Allah’tan başkasının adı ile kesilmiş olandır. (En’âm sûresi: 145)

Resûlullah efendimiz fetih yılı Mekke’deyken buyurdu ki: “Allah ve Allah’ın Resûlü şarabın, leşin, domuzun, putların alınmasını ve satılmasını haram kıldı.”

Grip hastalığını yapan virüsün evcil hayvanlarda, bilhassa domuzda bulunduğu ve bunlarda ürediği Amerika’da tesbit edilmiş olup, Eczacılık Bülteni 1974 senesi altıncı sayısında yazılıdır. Bunun için evlerde köpek bulundurmamalı, domuzdan çok sakınmalıdır. Aynı zamanda etinde trişin ve tenya (şerit) gibi bâzı parazitlerin de bulunduğu ve buradan insanlara geçtiği eskiden beri bilinmektedir.

Ayrıca Ottava Üniversitesi mütehassısları, on altı millet üzerinde yaptıkları tetkiklerde domuz etinin, karaciğerdeki öldürücü siroz hastalığına sebeb olduğunu tespit ettiler.

DOMUZBALIĞI (Phocaena Phocaena)

Alm. Tümmler, Fr. Marsouin, İng. Harbor porpoise. Familyası: Yunusbalığıgiller (Delphinidae). Yaşadığı yerler: Atlantik ve Pasifik okyanusları. Özellikleri: Burunları gagasız, sırtları tek yüzgeçli memelilerdir. Ömrü: 25-30 yıl. Çeşitleri: 4 türü bilinmektedir.

Soğuk ve ılıman denizlerde yaşayan, Yunusbalığıgillerden bir memeli. Boz, mavimtrak renklidir. Siyah olanları da vardır. Diğer balıklarla beslenir. Yuvarlak kafalı, kısa burunludur. Sırtlarında üçgen biçimli küçük bir yüzgeç bulunur. Sürü halinde gezer. Akrabası yunuslar gibi gemilere eşlik etmeyi sever. Nehir ağızlarından içeri girerek balık avladığı olur.

Yazın eşleşir. Bir yıllık gebelikten sonra mayıs ayında 1-2 yavru doğurur. Yavrular 70 cm uzunluk ve 3 kg ağırlıkta olurlar.

Halk arasında bâzan yunuslarla karıştırılır. Yunuslar gaga burunludur ve gemilere eşlik ederken havaya sıçrarlar. Domuz balıkları yuvarlak burunludur, havaya sıçramazlar. Avrupa kıtasının bütün Atlantik kıyılarında ve Büyük Okyanusta bulunur. Nâdir olarak da Akdeniz’de rastlanır.

DOMUZTURBU (Cyclamen)

Alm. Europaisches (n), Alpenveilchen, Fr. Cyclamen (m), İng. Sowbread. Familyası: Çuhaçiçeğigiller (Primulaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Anadolu.

Kış sonu veya ilkbaharda çiçek açan, 5-15 cm yüksekliğinde toprak altında yumruları bulunan çok yıllık ot. Topalak ve yersomunu olarak da bilinir. Toprak altında 1.5-5 cm çapında, yan ve alt kısımlarından kökler çıkan, basık küre şekilli ve az tüylü bir yumrusu vardır. Yaprakların hepsi dipte, uzun saplı, dâireye yakın böbrek biçiminde, üst yüzü yeşilli-beyazlı, alt kısmı kırmızı veya morumsu renklidir. Çiçekler tek başlarına, hafif kokulu, pembe veya pembemsi mor renklidir. Taç yaprakları tersine dönmüş 5 parçalı tüp şeklinde, parçalar geniş-oval şekilli, dip kısımları lekeli. Tohumlar çok adette esmer renklidir. Memleketimizde 35 kadar türü vardır.

Kullanıldığı yerler: Bitkinin kullanılan kısmı toprak altı kısmıdır. Yumrularda zamk, pektin, şeker ve saponin karakterli glikozit vardır. Yumrularının suyla kaynatılıp süzülmesiyle elde edilen sulu kısım bilhassa tütün fidelerine ârız olan solucanlarla mücâdelede kullanılır. Bu suyla fidelerin sulanmasından hemen sonra solucanlar toprağın üstüne çıkar. Toplanarak yok edilir. Halk arasında müshil ve kurt düşürücü olarak kullanılır.

DON

Alm. Frost (m), Fr. Gelée (f) des eaux, temps au il gele, gel (m), İng. Frost, freezing. Isının sıfırın altına düşmesi üzerine suların buz hâline gelmesi. Su donduğu zaman hacmi genişler. Bu esnâda mekanik etki yaparak içinde bulunduğu kapta mühim tesirleri görülür. Testi içindeki su soğuk kış günlerinde donduğu zaman hacmi genişlediğinden testiyi parçalar. Bunun gibi kayaların çatlakları ve yarıkları içinde biriken su donduğu zaman, genişlemesi ile bu çatlak ve yarıkları genişletmeye ve parçalamaya çalışır. Yarıklarda birikenlerde bu parçalama daha bâriz görünür. Bu sebepten toprak hareketlerinde donun rolü büyüktür. Kayalar ufalana ufalana sonunda kil ve mile kadar en küçük parçalara ayrılabilirler. Don ise parçalanma, aşınma ve tamâmen ufalanmanın ana sebebidir. Bu hareketlere rüzgarlar da yardımcı olur. Sert rüzgarların estiği yerlerde, onun açtığı oyuklarda biriken su donunca, toprak hareketi başlamış olur.

Mağaraların bâzılarının oluş sebepleri toprak yapısı farklı olan alt kısımlarının parçalanmaya daha müsâit yapılardan meydana gelmesindendir. Alt kısımlar üste nazaran toprak neminin don olayına tesir etmesinden dolayı daha fazla oyulmakta, üstler daha az bozulmaktadır. Binlerce sene süren bu olayların sonunda ise büyük mağaralar teşekkül edebilmektedir.

DON KİŞOT (Don Quixote)

İspanya’nın Alcala şehrinde doğan ve bir cerrahın oğlu olan Miguel de Cervantes Saavedra (1547-1616)nın romanı. Cervantes bu eserle şöhret bulmuştur. Eserin ilk kısmını El Ingenioso Hidalgo don Quixote de la Mancha adıyla 1605 yılında yayınladı ve büyük bir rağbet gördü. Arkasından Avellaneda (Meçhul Bir Kimse) adı ile Don Kişot’un sözde ikinci kısmını ortaya koydu ise de, asıl ikinci kısmını 1616 yılında yayınladı.

Don Kişot, küçük bir köy azilzâdesidir. Şövalye romanlarını okuya okuya dimağı karışmıştır. Silahdâr olan Sanşo Pansa (Sancho Pança) ile birlikte serserice bir şövalye hayâtı sürmek ister. Böylece bütün dünyâda zevkle okunan sergüzeştler ortaya çıkar. Bunlar; kahraman olarak Don Kişot’un yel değirmenlerine karşı savaşı; kürek cezâsına çarptırılanların onun tarafından kurtarılması; arabaya hücûmu; bir otelde Sanşo Pansa’nın bir örtü içinde havaya sıçratılması; hizmetçi Maritornes’un mârifetleri; Don Kişot’un hayâlinde yaşattığı Dülsine du Tobosa (Dulcinee du Toboso) adlı sevgilisi ile geçirdiği mâcerâlar; Sanşo Pansa’nın vâli tâyin edilmesi ve adâletle iş yapması gibi hâdiselerdir. Bu vak’alardan başka asıl konu ile ilgili olmayan hikâyeler de Don Kişot romanında yer almaktadır.

Kahraman olarak asıl Don Kişot; Rossinante adlı atının üstünde, başında miğfer, elinde mızrak uzun, zayıf ve üzüntülü bir çehre ile görünen ve okuyucunun hâfızasına bu şekilde nakşedilmiş Figür şövalyesidir. Tabiî eşeğinin üstünde iki heybesi arasında yerleşen, Don Kişot’un zıddına şişman ve kısa olan Şanso’ya da onun yanında yer vermek gerekir. Zâten asıl romanı roman yapan kahramanlar bunlardır.

Romanda düşünce ile, uygulamalı hayat karşı karşıya gelmektedir. Zıtlık, zâten beşer fikrinin iki kutbu olan Don Kişot ve Sanşo’da mevcuttur. Don Kişot, sâbit fikirler bir yana; aklın, asâletin ve kibârlığın timsâlidir. Ağzından güzel sözler çıkar. Sanşo ise değişik bir akla sâhiptir. Bu onun atasözlerine ve tecrübelere bağlılığından ileri gelmektedir.

Günlük konuşmaya giren Don Kişot kelimesi asıl mânâsını Don Kişot romanının kahramanından alır. Kelimenin “iyilik ve yardım sever” mânâsı yanında “deli ve gösteriş meraklısı, şöhrete düşkün” mânâsı da vardır. Böylece Don Kişot başka milletlerin yanında bizim de günlük dilimizde yer almıştır.

DON NEHRİ

Rusya Federasyonu’nda bir ırmak. Moskova’nın güneyindeki yaylalardan doğar. Ormanlık bir alan boyunca güneye doğru akar. Voronez şehrinden geçen aynı isimdeki kolu aldıktan sonra geniş stepleri sulayarak doğuya döner ve Volga Irmağına 45 km kadar yaklaşır. Tekrar güney batıya döner ve en önemli kolu olan Donetz’i aldıktan sonra bir delta yaparak Azak Denizine dökülür. Gemiler, Don Nehri üzerinde Rostov şehrine kadar ulaşabilir. Balık bakımından zengindir.

160.000 mil karelik bir alanı sulayan Don nehri, 1870 km uzunluğundadır. Donetz kolu, ülkenin en zengin kömür yataklarının ve çelik endüstrisinin kurulu olduğu Donbas şehrini, deniz limanı Rostav’a bağlar. 100 km uzunluğundaki Volga-Don Kanalının açılmasından sonra (1952) Karadeniz’i Hazar Denizine ve Beyaz Denize bağlayan büyük su ulaşım şebekesi tamamlanmıştır. Bu kanal ile Rostov arasında Rusya Federasyonu’nun en büyük yapma gölü (12 km2) yer alır. Bu göl aynı adlı barajın birikimidir.

Irmağın akışı kışın donma yüzünden azalır. Kasım ayında saniyede 193 metreküpe düşer. Nisanda karlar eriyince akış yükselerek saniyede 3538 metreküpe çıkar. Yazın ise fazla buharlaşma yüzünden 181 metreküpe düşer. Aşağı bölgelerde akışı çok ağırlaşır. Bu sebepten Don Irmağına “Sâkin Don” adı da verilir.

DONANMA

Alm. Flotte, festbeleuchtung, Fr. Fele İmperial, Forces navales, İng. Naval forces. Fleet. Osmanlı târihi tâbirlerinden. Başlıca iki ayrı konuda değişik mânâlara gelmektedir. Bunlardan birincisi, günümüzde de kullanılan, deniz kuvvetleri ve teşkilâtıdır. Osmanlı Devletinin donanmasına “Donanma-yı Hümâyûn” denilirdi.

Genel olarak bu mânâda donanma, bir devletin dış güçlere karşı denizde kendisini savunabilmesi ve kendi bölgesindeki denizlerine hâkim olabilmesi için denizde yüzer birlikler, karada ikmâl ve cephâneliklerden oluşan kuvvet birliğidir.

Milletler karada, havada en son model silâh ve cihazlarla savunmalarını en yüksek dereceye çıkarmak; askerlerini en iyi şekilde eğitmek için durmadan çalışmaktadırlar. Denizde de bu üstünlüklerini donanma ile gerçekleştirmektedirler. Her devlet mâlî ve askerî gücü oranında donanmaya sâhib olmakta ve bu nisbette uzak denizlerin milletler arası sularını kontrol altında bulundurmaktadır. Bunu yaparken her türlü ana ve yardımcı gemiden; ayrıca kara tesislerinden de faydalanmaktadırlar. Açık denizlerde uçak gemileri, muhripler, denizaltılar ve bu gemilerin her türlü ihtiyâcını karşılayan yardımcı motorin ve kuru yük malzeme gemileri görev yapmaktadır. Boğaz ve liman girişleri liman kontrol merkezleri ile, sâhiller ise sâhil koruma birliklerine âit sâhil koruma süratli botlarıyla korunur. Bu deniz birliklerinin hepsi donanma şümûlü içindedir.

Osmanlıların Akdeniz’de hâkimiyet kurmaları donanmalarının güçlü olması ile olmuştur. (Bkz. Donanma-yı Hümâyûn)

Donanmanın ikinci mânâsı, Osmanlı Devletinde mübârek günlerde, bayramlarda, Osmanlı ordularının zafer dönüşlerinde, pâdişâhların çocuklarının doğumlarında ve düğünlerde yapılan şenlik ve gösterilere verilen isimdir. Düğün ve sünnet düğünleri dolayısıyla yapılan şenlik ve gösterilere “Sûr-i Hümâyûn” adı veriliyordu. Bu şenlikler ve gösteriler, üç gün üç geceden az, kırk gün kırk geceden de çok olmazdı. Fakat istisnâ teşkil edip, kırk gün kırk geceden daha fazla süren donanmalar da olmuştur. Bu donanmalar esnâsında, denizde ve karada fener alayları, ışıklandırmalar tertib edilir, top, tüfek ve fişek atışları yapılır, çeşitli oyun ve yarışlar tertib edilirdi. Bu millî ve köklü Osmanlı geleneği, devrin târihçileri tarafından kaydedilmiştir. Ayrıca bu devrin ünlü şâir ve edebiyâtçıları, manzum ve mensur olarak bu mesut şenlikleri eserleriyle dile getirmişlerdir. Böylece edebiyâtımızın parlak sayfalarına yenileri eklenmiş oldu. Meselâ, düğün şenlikleri adına “Sûrnâme”ler, büyük zaferler adına “Zafernâme”ler, bayramlar için “Iydiyye”ler, Ramazân-ı şerîflerdeki şenlikler ve donanmalar için “Ramazânnâme”ler, Mi’râc geceleri için “Mi’râciyye”ler, Mevlid geceleri için “Mevlid” kasîdeleri yazıldı. Bu millî kültür mahsûlleri, asırlarca zevk, lezzet ve rûhâniyetleriyle gönüllerden gönüllere akarak devâm ede geldi. Bu donanma ve şenlikler İslâm dîninin çizdiği meşrû sınırları taşmazdı. Donanmaları, başta pâdişâhlar olmak üzere, sadrâzamlar, vezirler ve diğer devlet erkânı da teşrif ederek neşe, sevinç ve saâdeti halkla paylaşırlardı.

Bu şenliklere, yabancı devlet adamları, büyük elçiler de dâvet edilirlerdi. Donanmalar hem karada hem de denizde tertib edilirdi. Şehzâdelerin, özellikle de ilk şehzâdelerin doğumları münâsebetiyle yapılan donanmalar, diğerlerinden daha uzun süre yapılırdı. Meselâ, Sultan Üçüncü Ahmed Han, ilk oğlu Şehzâde Mehmed Efendinin doğumunda, beş gün beş gece donanma yapılmasını fermân eylemişti. İkinci oğlu Şehzâde Selim Efendi için de, üç gün üç gece donanma şenlikleri yapıldı. Pâdişâh ve devlet erkânından başka, halk da şehzâdelerin doğumuna pek sevinir ve ehemmiyet verirdi. Bâzı defâlar, doğumlarda, donanma şenlikleri yapılmayıp, fukarâya sadaka, tekke ve zâviyelere yardım yapılarak halkın gönlü alınırdı. Bâzan da, yangın çıkması endişesiyle, donanmalara izin verilmezdi.

Donanma şenliklerini düzenlemekle görevli memura, “Donanma Muhtesibi” denilirdi. Donanmalar esnâsında, İstanbul’un çarşı ve câmileri, pazar yerleri, hanlar, hâneler, limandaki gemiler, özellikle saraylar, baştanbaşa çeşitli renkte kıymetli kumaşlarla, bayrak ve flamandıralarla tezyin edilirdi. Mahyalar ve fener alayları yapılırdı. Gündüzleri, Sultanahmed Meydanında, İbrâhim Paşa Sarayında, Bâb-ı Hümâyûnda, Alay Köşkü önünde, Dolmabahçe Sarayında, Vaniköyü’nde ve diğer eğlence ve mesire yerlerinde tertib edilirdi. Geceleri şehir baştanbaşa ışıklarla donatılır, belirli aralıklarla top, tüfek atışları yapılırdı. Fişekler fırlatılırdı.

Donanmalar, pâdişâhların fermânıyla îlân ve tesbit edildikten sonra, fermanın sadrâzamın otağına gelmesiyle birlikte başlardı. Kalabalık dolayısıyla düzenin bozulmaması için “tulumcu” denen özel görevliler tâyin edilirdi. Donanmaların masrafına, başta pâdişâhlar ve diğer devlet erkânı olmak üzere, halk da kendi çapında katılırdı. Fukarâya sadaka, hediye dağıtılır, nefis ziyâfetler çekilirdi. Böylece halk mesrur ve mesut edilirdi.

On dokuzuncu asırda (1843) İstanbul’da bulunan tanınmış Fransız edibi Gerard de Nerval o yılın Ramazânının birinci gününde gördüğü sevinç ve şenlikleri hayranlıkla dile getirmeye çalışmış, İstanbul’un temizlik ve zerâfetine, halkının nezâketine, burada tattığı huzur ve saâdete hayran kalmıştı. Yazdığı hâtıralarda bunları gıptayla dile getirmektedir.

1858 yılında, Sultân Abdülmecîd Han dört şehzâdesini birden sünnet ettirmişti. Bu münâsebetle, İstanbul’da Sakızağacı’ndan Ihlamur’a kadar arâzi seçildi. Bugün buraya Topağacı denilmektedir. Nişantaşı’nın altındadır. Sayısız ve pek süslü çadırlar kuruldu. Rengarenk âvizeler içinde on binlerce mum, geceleri ortalığı âdetâ gün gibi aydınlatıyordu. Zaten bütün İstanbul donatılmıştı. Dört şehzâde ile birlikte, tam 10.000 Müslüman evlâdı da sünnet edildi. Uzak şehirlerden ana babalarıyla gelenler ve bu şenliklere katılanlar da çoktu. Tek kelimeyle, şâhâne bir şenlikti.

Fransızlar böyle şenliklere “Fete İmperial” adını verirlerdi. Fakat, onların tasavvur ve hayallerinin ulaşamayacağı hâlisâne merhamet ve şefkatin semeresi olan bu donanma şenlikleri, onların şenliklerine hiç benzemez, sünnet edilecek çocuklar, özellikle fakir âilelerden seçilirdi. Devlet erkânının çocukları da, yine bu düğünler sırasında sünnet edilirdi. Böyle düğünler devletle tebeanın gönülden kaynaşması ve sevişmesinin, derin bir muhabbet ve şefkatin semeresidir ve Osmanlı toplumunun tam bir huzur cemiyeti olduğunu göstermektedir.

Bu donanmalar sırasında, Osmanlı toplumunun kuruluşları, bütün sanat erbâbı yeni hamleler kaydederlerdi. Devlet ve tebeanın, sanat ve edebiyâtın ve tekniğin bütünleştiği böylesine leziz bir kültür geleneğine, hiçbir millet sâhib olmamıştır. Batı dünyâsında yapılan şenlik ve eğlenceler, iğrenç bir sefahat ve ahlâksızlık ve zulüm örneği olarak, insanlık târihinin sayfalarını karartmıştır. Bu Osmanlı şenliklerini bizzat müşâhade eden yabancı bilgin, târihçi ve devlet adamları bile hayranlık ve takdirlerini belirtmektedirler.

DONANMA-YI HÜMÂYÛN

Osmanlı deniz kuvvetleri. Medeniyet dünyâsına eski ve târihî hayâtiyetini veren, Akdeniz’e hâkimiyet cihângirlik dâvâsının başlıca unsurlarından biriydi. Roma’nın bu denize hâkimiyeti, onun cihângirlik vasıflarındandı. Bu sebeple onlar Akdeniz’e Mare Nostrum (Bizim deniz) diyorlardı. Şarkî Roma (Bizans) İmparatorluğu da İslâmiyetin zuhûruna kadar bu hâkimiyeti elinde tuttu. Görülen lüzum üzerine hazret-i Muâviye’den îtibâren Müslümanlar süratle denizciliğe başladılar. Az zamanda Akdeniz hâkimiyetini ele geçirdiler ve bir kısım kuzey sâhilleri müstesnâ, bütün kıyılarına hâkim oldular. Müslümanların fetihleri ve medeniyetleri gibi Akdeniz’e hâkimiyetleri de o derece kuvvetli olmuş ve asırlarca sürmüştür.

Ancak 12 ve 13. yüzyıllarda vukûbulan Haçlı saldırıları donanma faaliyetlerinin uzun süre aksamasına sebeb oldu.

On üçüncü ve on dördüncü asırlarda Mısır-Suriye Türk Memlûkleri, Akdeniz’in doğusunda ancak mevzî bir kudrette deniz kuvvetine sâhip bulunuyorlardı. Bununla berâber Türkler, Anadolu’ya gelişlerinden bir müddet sonra denizlere hâkim olmanın lüzûmunu duydular. İlk teşebbüse, İzmir’de küçük bir devlet kuran Çaka Bey tarafından girişildi. Çaka Bey, büyük bir gayretle vücûda getirdiği donanmayla adaları zaptetti ve İstanbul muhâsarasına hazırlandı. İlk Türkiye Selçuklu Sultanı Süleymân Şahın ölümünden sonra İznik Türk beyleri de Marmara’da Bizans’a karşı bir donanma inşâsına başladılar. Fakat imparatorun deniz kuvvetleri bu tesisleri tahrib etti. Türkiye Selçukluları ancak 13. asır başlarında Akdeniz’de Antalya ve Alâiye, Karadeniz’de ise Sinop ve Samsun limanlarında tersâne kurup, donanmalar ortaya koydular. Daha sonra Karadeniz’de Sinop beyleri, Adalar (Ege) Denizinde Aydınoğulları ve Karesioğulları, Akdeniz’de Antalya beyleri denizcilikte bir hayli ilerlediler. Bilhassa Aydınoğulları deniz gazâ ve seferleriyle adaları ve sâhilleri hâkimiyetleri altına aldılar.

Osmanlı Devletinin ilk zamanlarında İzmit, Gemlik taraflarının ve daha sonra Karesi ilinin elde edilmesi Osmanlıları tabiî olarak denizle alâkadar etti. Nitekim Karesi Beyliği gemilerinden de istifâde edilerek Rumeli’ye geçildikten sonra, 1390 yılında Gelibolu’da ehemmiyetli bir tersâne vücûda getirildi. Bu ilk devirler Osmanlı denizciliğinin acemilik zamânı olup, denizde pek kuvvetli ve mâhir olan Venediklilerle boy ölçüşebilecek kudrette değildi. Bununla berâber bâzı muvaffakiyetsizliklere rağmen, günden güne tecrübeli bir Osmanlı denizciliği vücûda gelmekteydi. Çünkü İkinci Murad Hanın gösterdiği ihtimam netîcesinde Osmanlı donanması, Trabzon-Rum İmparatorluğunu denizden tehdid edecek kadar kuvvetlenip, deniz harekâtına alışmıştı. Fâtih Sultan Mehmed İstanbul’u aldıktan sonra, burayı Akdeniz’den gelecek bir tehlikeye karşı muhâfaza için Çanakkale Boğazını tahkim etmekle berâber donanmaya da ehemmiyet verdi. Nitekim donanmanın desteğiyle, İmroz, Limni, Taşoz, Semendirek, Midilli ve Eğriboz adaları fethedildi. Sakız ve Sisam vergiye bağlandı. Bilâhare Akdeniz’de korsanlık eden Türk leventleri reislerinden meşhur Kemâl Reisin Osmanlı Devleti hizmetine girmesi, donanmaya yeni bir canlılık kattı. Akdeniz’deki deniz seferleri İspanya sâhillerine kadar uzadı. Sultan İkinci Bâyezîd döneminde gemicilik daha da gelişti. Antalya Vâlisi Şehzâde Korkut, Akdeniz’de yelken açan Müslüman denizcilerin hâmisi oldu.

Yavuz Sultan Selim, İslâm dünyâsına hâkim olunca, Avrupa’nın fethine girişmek maksadıyle büyük bir gemi inşâ faaliyetine ve tersâneler yapılmasına başladı ve bir donanma kurmaya yöneldi. O tarihe kadar Osmanlıların asıl tersânesi olan Gelibolu’dan başka, Haliç’te de mükemmel bir tersâne inşâ ettirdi. Eldeki yüz kadırgalık donanmayı kâfi görmeyerek gemileri çoğalttı. Yüz kadırga, yirmi fosta, yirmi bir barça, üç büyük yelkenli ve altı perkendi olmak üzere mevcut miktara yüz elli gemi daha ilâve etti. Böylece o, karadaki zaferlerine paralel olarak denizcilikte Akdeniz hâkimiyetini elde etmek yoluna gitti. Fakat bu büyük tasavvurlarını gerçekleştirmeye ömrü kifâyet etmedi.

Yavuz Sultan Selim’in bu niyeti, oğlu Kânûnî Sultan Süleymân tarafından gerçekleştirildi. Kânûnî zamânında Akdeniz hâkimiyetinin elde edilmesinde, başlangıçta Osmanlı Devletinin emrinde olmayan Barbaros Hayreddîn ve arkadaşlarının çok büyük rolü oldu. Kânûnî Sultan Süleymân Macaristan’da zaferler kazanırken onlar da aynı yılda yâni 1525’te Akdeniz’in kuzey sâhillerini vurup, pekçok Hıristiyan gemilerini esir alıyorlardı. İmparator Şarlken’in Barbaros’a karşı gönderdiği Kaptan Andrea Doria mağlub oldu ve Septe Boğazını aşarak kaçtı. Türk denizcileri İspanyolların zulmüne uğrayan 70.000 Endülüs Müslümanını Kuzey Afrika sâhiline çıkardı. Bu büyük zafer üzerine Kânûnî, Barbaros’u 1533’te İstanbul’a dâvet etti. Hayreddîn Paşa, merâsimle karşılandığı huzûrda, kendisini ve Cezâyir beyliğini pâdişâhın emrine verdiğini bildirdi. Kânûnî Sultan Süleymân da bu büyük denizciyi donanma umûm kumandanlığı ile berâber Cezâyir Beylerbeyliğine getirdi. Ayrıca tersâneyi yeni tesisât ve ilâvelerle genişletti.

Barbaros Hayreddîn Paşa, Osmanlı Devleti hizmetine girdikten ve bir takım muvaffakiyetlerden sonra, İspanyolların meşhur denizcisi Andrea Doria kumandasında bulunan büyük Haçlı donanmasını 27 Eylül 1538’de müstesnâ bir zaferle imhâ etti. Pâdişâh her tarafa fetihnâmeler göndererek şenlikler yapılmasını emretti. Osmanlı Devleti bu sûretle karadaki hâkimiyetine ilâveten deniz hâkimiyetini de tam elde etti (Bkz. Preveze Deniz Zaferi). Öte yandan Kânûnî, Süveyş’te kurduğu donanma ile Kızıldeniz’i ve Arabistan sâhillerini emniyete aldı. Avrupalıları Hindistan sâhillerinden uzaklaştırdı. Hadım Süleymân Paşa kumandasında büyük toplarla donatılmış Süveyş donanması harekete geçerek Aden’i ve Arabistan sâhillerini kurtardıktan ve Portekizlileri mağlub ettikten sonra, Gücerât sâhillerine kadar vardı ve Hind Denizindeki bu faâliyetler, Pîrî Reis, Murâd Reis ve Seydi Ali Reis dönemlerinde de devâm etti.

Osmanlı donanmasının en büyük âmiri önceleri kaptan veya kapudan paşa ve 16. yüzyıl başlarında da kapudan-ı deryâ veya kapdân-ı deryâ denilen deryâ beyi idi. Ancak eski kaptanlardan Kemâl Reis, Pîrî Reis, Murâd Reis, Seydi Ali Reis, Turgut Reis, Sâlih Reis gibi meşhur denizcilerimize 16. asırda kaptan denilmeyip, reis denilmiş, daha sonraları kaptan tâbiri tamâmiyle yerleşmiştir.

Kaptan olan reisleri diğer reislerden ayırmak için hassa reisi denilirdi. On altıncı yüzyıldan sonra ise, bir harp gemisini idâre edenlere reis ve bir filoya kumanda edenlere de kaptan denilmeye başlandı. 1682 senesinden îtibâren donanmanın kaptan paşadan sonra gelen büyük amirallerine sırasıyla; kapudâne, patrona ve riyâle isimleri verilip diğer kalyon ve sâire süvârileri kaptan diye anılmaya başlandılar.

Donanmada kalyon kullanılmaya başlanmadan evvel kürek devrinde hassa kaptanları, gemi azabları bölükbaşıları olan reislerden tâyin edilirlerdi. Her gemideki efrâd, kaptanın emri altındaydı. Bunlar gemilerine fener takarlardı. Bu devirde kaptan olabilmek için cenkte düşman gemilerinden birini zaptetmek şarttı.

Osmanlı harp gemileri Gelibolu ve İstanbul tersânelerinden başka, Karadeniz, Marmara ve Akdeniz sâhillerindeki birçok iskele ve mevkilerde yapılırdı. Donanmaya olan ihtiyâç sebebiyle bu tersânelerde yapılacak gemilerin miktar ve nevileri hükûmet tarafından o mahallin kâdılarına bildirilir ve müddeti de tâyin olunurdu. Bunların inşâsı için îcâb eden malzeme ile mühendis ve ustalar ya mahallinden tâyin olunur veya gönderilirdi. On yedinci asrın ortalarına kadar her sene kırk kadırga yapmak kânundu. Ancak ihtiyaç hâlinde bu sayı daha da arttırılabilirdi. Nitekim İnebahtı mağlûbiyetinden sonra Osmanlı Devleti, bir kış esnâsında, yâni beş ay zarfında İstanbul ve Gelibolu tersâneleri de dâhil olmak üzere evvelkisinden daha muazzam ve bütün levâzımatıyla techiz edilmiş bir donanma yaptırmıştı. Sonraki târihlerde bu kânun terk edilmiş ve kalyon inşâsı ehemmiyet kazanmıştı.

Osmanlıların kullandıkları gemiler, muâsırı olan denizci devletlerinki gibi kürekli-yelkenli ve yalnız yelkenli olmak üzere iki kısımdı. Kürekle yürüyen gemilere umûmî tâbirle çekdiri denilirdi. Çektirilerin en küçüğü karamürsel, en büyüğü ise baştarda idi. Çektirilerin büyüklerinden olan kadırga, yelken devrine, yâni kalyonculuğun birinci safa geçtiği târihe kadar Osmanlı donanmasının esâsını teşkil ederdi. Ancak 18. asır başlarından îtibâren kadırgalar eski ehemmiyetlerini kaybetmiş ve tedrici sûrette vazîfelerini kalyonlara devretmeye başlamışlardı. Bunun için Üçüncü Ahmed devrinden başlayarak sayıları azaltılan kadırgalar, Birinci Abdülhamîd devrinde sona erdi ve kadırga nevinden olarak yalnız kaptan paşa baştardası kaldı.

Osmanlı donanmasında hizmet eden azaplar, leventler, kürekçiler, aylakçılar, kalyoncular, gabyarlar ve sudagabalar gibi muhtelif hizmet efrâdı vardı. On altıncı yüzyılda, Türk korsan gemilerinde çalışan ve Akdeniz’de faaliyette bulunan güçlü kuvvetli denizcilere levend denilirdi Bu sebeple korsan Türklerden Osmanlı donanması hizmetine girmiş muhârip askere “levend” ismi verilmiştir. Dâimî bahriye sınıfından olan leventlerin muayyen maaşları vardı. Leventler gemilerde karakollukçuluk eder ve muhâfaza hizmetinde bulunurlardı.

Osmanlı donanması 16. yüzyıl boyunca, 17. yüzyıl ortalarına kadar Karadeniz ile Akdeniz’in hâkimi olarak, ihtişamlı bir şekilde denizlerde seyrediyordu. Ancak onu ileriye dönük işler yapmaya sevk edecek sebepler ve ihtiyâçlar yok gibiydi. Buna karşılık Karadeniz ve Akdeniz’deki ticâret ve gelirlerini kaybeden Avrupa ülkeleri, açık denizlerden doğuya ulaşıp, buraların zenginliklerinden faydalanma yollarını arayıp buldular ve Uzakdoğu ülkelerine birçok seyahatlerde bulundular. Bu seyâhatleri sırasında denizcilik sâhasında pekçok bilgi ve tecrübe kazandılar. Donanmalarını bu bilgi ve tecrübeleri ile geliştirip tamâmen kalyonlarla techiz ettiler ve denizcilik mektepleri açtılar. Bu durum, denizlerdeki üstünlüğün Venedik’e geçmesine sebeb oldu. Ancak 17. yüzyılın sonlarına doğru Amcazâde ve Mezomorta Hüseyin paşaların kaptanlığı dönemlerinde adedi artırılan kalyonlar sâyesinde donanmada üstünlük tekrar ele geçirildi. Sakız Adası, Venediklilerden geri alındı. Bu üstünlük 1770 senesindeki Çeşme mağlûbiyetine kadar 80 sene müddetle devâm etti. Bu târihte yakılan donanmamızda 5000 denizcimiz şehid düştü. Bunun üzerine 1773’te donanmaya personel yetiştirecek ve gemi yapacak ustalar ile mühendisler yetiştirmek üzere yerli ve yabancı hocaların ders verdiği Bahriye Mektebi açıldı.

Üçüncü Selim zamânında 1787-1792 Türk-Rus Harbinden sonra çekirdekten denizci olan Küçük Hüseyin Paşa kapdân-ı deryâ olunca Osmanlı donanmasının modernize edilmesinde önemli adımlar atıldı. Bu gelişmeler Sultan Abdülmecîd Han zamânında da devâm etti. Kuvvetli bir donanma gücüne sâhib olmadıkça savaşlarda netîce alınamayacağını bilen Sultan Abdülazîz Han, Osmanlı bahriyesine husûsî bir alâka gösterdi. Bu zamanda donanma, asrın teknik gelişmelerine göre techiz edilerek, personel eğitimine ehemmiyet verildi ve tersanelerde buharlı gemiler yapıldı. Bu sâyede Osmanlı donanması İngiltere ve Fransa donanmalarından sonra dünyânın en kuvvetli donanması durumuna geldi.

Nitekim donanmanın bu gücü sâyesinde Osmanlı denizcileri İkinci Meşrûtiyet döneminde Türk-İtalyan Savaşında denizaşırı uzak bölgelere önemli ölçüde silah taşımıştır. Denizcilerimiz, Balkan Harbinde bir yandan gemilerini onarıp, öte yandan ordunun ikmâl nakliyâtını başarmışlar ve Birinci Dünyâ Harbinin dört yılında bitmez tükenmez bir enerji ile çalışmışlardır. Kurtuluş Savaşında da cephenin ihtiyâcı olan cephâneyi bulup taşımışlardır. Donanma bu faaliyetleri yürütürken, tamâmen Sultan Abdülazîz zamânında ulaştığı muazzam gücünden istifâde etmiştir.