DOKSAN ÜÇ HARBİ
Alm. Der Krieg (m) des 93, Fr. Guerre (f) de l’an 93, İng. The 93 war. Son asır Türkiye târihinin dönüm noktalarından birini teşkil eden ve Rumî 1293 târihine rasladığından târihimize “Doksanüç Harbi” diye geçen 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi.
Çarlık Rusya’sı; asırlık emellerini gerçekleştirmek için Osmanlıları Avrupa’dan atmak, İstanbul’u ele geçirerek sıcak denizlere inmek, Hıristiyanları ve özellikle Islavları korumak bahânesiyle Osmanlı Devletinin iç işlerine karışmaktaydı. Bu husus harbin en önemli sebebini teşkil edecektir. Osmanlı ülkelerine saldırmayı millî bir hedef kabûl eden Rusya, Kırım Hanlığını istilâ etmiş, Karadeniz’in kuzey ve doğu kıyılarını almış, Volga boylarındaki Türk ülkelerini istilâ ederek Türkistan’a ilerleyip kuzey kısımlarını elde etmişti. 1853 Kırım mağlûbiyeti, Rusların bu emellerini bir müddet için durdurmuştu. Ancak Rusya, büyük bir gayretle eski birliğini sağlamış ve Kırım mağlûbiyetinin acısını çıkarmak için fırsat gözetmeye başlamıştı. Osmanlı Devletinin toprak bütünlüğüne en çok taraftar olan Fransa’nın 1870 yılında Prusya karşısında ağır bir mağlûbiyete uğraması kuvvetler dengesinin Osmanlılar aleyhine bozulmasına yol açmış ve Rusya beklediği fırsatı elde etmişti. Bunu değerlendiren Rusya, Paris Antlaşmasının Karadeniz’de donanma ve tersane bulundurulmaması hakkındaki maddelerini tanımadığını resmen îlân edip, bu teşebbüsünü Londra Konferansında tescil ettirdi. Böylece Rusya, Karadeniz’de kuvvetli bir donanma meydana getirme imkânına sâhib oldu.
Bu gelişmeden sonra Rusya, Panislavizm fikirlerini Balkanlarda yaymak için Moskova’da bir kongre topladı. Rus Panislavistleri, Bosna-Hersek ve Bulgaristan Islavlarını ayaklandırmak için Balkanlarda yoğun propagandaya giriştiler. Ayrıca Romanya ve Karadağ’da birer teşkilat kurdular. Rusya bu tür faaliyetlerinden başka Osmanlı Devletine de baskı yapmaktaydı. Sadrâzam Mahmud Nedim Paşa, Bulgarların Fener Rum Kilisesinden ayrılarak millî bir kilise kurmalarını kabul etti. Böylece Bulgarların siyâsî bağımsızlıklarına yol açıldı.
Çok geçmeden Panislavizm propagandası etkisini gösterdi. İlk olarak Bosna-Hersek eyâletindeki Hıristiyanlar ayaklandı. Daha bu isyân bastırılmadan yine Rus tahrikiyle Karadağlılar ve Sırplar da ayaklandılar. Osmanlı Devleti bu iki isyânı bastırınca bunlar Avrupa devletlerinden yardım istediler. İşe karışan Rusya, Osmanlı Devletine Karadağ ve Sırbistan’la anlaşma yapması için ültimatom verdi. Bunun üzerine muhtemel bir savaştan çekinen Avrupa devletleri Balkan meselesini görüşmek üzere İstanbul’da bir konferans tertib ettiler (23 Aralık 1876). Aynı gün Osmanlı Devleti Konferansın çalışmalarına mâni olmak için Kânun-i Esâsî’yi îlân etti. Çalışmalarına devâm eden Tersâne Konferansına Osmanlı Devletinden başka İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya, Almanya ve İtalya katıldı. Yabancı delegeler önceden hazırladıkları metni Osmanlı delegelerine sundular. Buna göre, Osmanlı askeri, Karadağ ve Sırbistan’dan çekilecek, Bulgaristan’da doğu ve batı Bulgaristan adı ile iki ayrı eyâlet kurulacak ve Bosna-Hersek’le birlikte bu iki eyâlete muhtâriyet verilecekti. Osmanlı Devletinin bu şartları kabul etmemesi üzerine konferans dağıldı. Konferansa katılan İngiltere Başmurahhası Hindistan Nâzırı Lord Salisbury, savaşı önlemek husûsunda çok gayret gösterdi. O, Midhat Paşanın aksine, bir savaş çıktığında İngiltere’nin Osmanlı Devletine yardım etmeyeceği kanâatindeydi. Lord Salisbury Sultan İkinci Abdülhamîd’le de görüşerek durumun vehâmetini îzâh etti. Pâdişâh savaş istemiyordu, fakat savaş isteyen devlet adamlarının baskısı altında idi. Bunların başında Sadrâzam Midhat Paşa ve Harbiye Nâzırı vekili Müşir Redif Paşa geliyordu. Midhat Paşanın teşvikiyle yüksek medrese talebesi sokaklara dökülüp Pâdişâhın penceresi altına kadar giderek “Harb istiyoruz!” diye bağırdı.
Tersâne Konferansında müsbet bir netice alınamayınca Londra’da bir konferans daha toplandı. Bu konferansta Bâbıâlî’ye Tersâne Konferansının kararlarından daha hafif ıslâhât şartları teklif edildi, ancak Osmanlı devlet adamları bu teklifi de reddettiler. Londra protokolünün Osmanlılar tarafından reddedilmesinden sonra Çar, Karadağ’a sâdece Nikşik kazası bırakılırsa savaşı önleyebileceğini Bâbıâlî’ye bildirdi. Ancak bu teklif de sadrâzam İbrâhim Edhem Paşa tarafından reddedildi.
Avrupa devletlerinin savaşa mâni olma teşebbüsleri başarısız kalınca, Rusya 24 Nisan 1877’de Osmanlı Devletine savaş îlân eti. Sırbistan, Romanya ve Karadağ prenslikleri de Osmanlı Devletine isyân ederek Rusya’nın yanında yer aldılar. Yunanistan da düşmanca bir tavır takınınca Osmanlı Devleti savaşta yalnız kaldı.
93 Harbi, Tuna ve Kafkasya cephelerinde cereyan etti. Tuna cephesi başkumandanı, Serdâr-ı ekrem Müşir Abdülkerim Nâdir (Abdi) Paşa idi. Emrindeki kuvvetler üç orduya ayrılmıştı. Bunlardan Garb ordusunun başında Müşir Osman Paşa, Şark ordusunun başında Müşir Ahmed Eyüb Paşa, Cenup ordusunun başında ise Müşir Süleyman Paşa bulunuyordu. Bu cephedeki denge Osmanlıların hayli aleyhineydi.
Abdülkerim Nâdir Paşanın düşmanın Tuna’yı geçmesine seyirci kalmasıyla harb yarı yarıya kaybedildi. Halbuki Osmanlılar için en büyük ümit, Rusları Tuna seddi üzerinde durdurabilmek ve bu seddi aşmalarına engel olabilmekti. Bu zaafiyetinden dolayı Serdâr-ı ekrem bir müddet sonra Dîvân-ı harbe verilip mahkum olacaktır.
7 Temmuz’da Tırnova, 16 Temmuz’da Niğbolu’yu alan Ruslar, Şıpka Geçidine hâkim olup, Balkan Dağlarını aşmaya başladılar. Abdülkerim Nâdir Paşanın azledilip yerine çok genç müşir Mehmed Ali Paşanın başkumandan olması ve ordu içindeki diğer ayrılıklar müşirler arasında rekâbeti artırdı. Bu husus savaşın kaybedilmesinde önemli sebeb teşkil etti. Müşir Süleymân Paşa, Şıpka Geçidini ele geçirmek için bir hafta gece-gündüz demeden taarruzda bulundu, ancak muvaffak olamadı. Bu defâ Şıpka’yı geçmek için Müşir Mehmed Ali Paşa taarruza geçti. Ayazlar, Karahasan, Ablova ve Kaçılova Meydan Muhârebelerini kazandı ise de, devamlı takviye alan Rus kuvvetlerini söküp atamadı. Müşir Osman Paşa ise savunma savaşına yeni prensipler getirerek Plevne’de düşmanı üç defâ mağlub etti. Üçüncü Plevne Zaferinden sonra Sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından “Gâzi” ünvânı verildi. Yeni takviyelerle güçlenen düşman karşısında Osman Paşa yardım alamadığından Plevne de düştü. Plevne’nin düşmesi ile sayıca pek fazla olan Rus birlikleri serbest kaldılar. Bu sırada Sırplar Niş’e girmişler, Karadağlılar da İşkodra çevresine kadar ilerlemişlerdi. İleri harekâtlarına devâm eden Ruslar, Sofya, Niş ve Vidin’i aldıktan sonra Edirne’ye ve burayı da alıp Yeşilköy’e ulaştılar. Grandük Nikola, sulh şartlarını dikte etmek üzere umûmî karargâhını burada kurdu. Böylece Tuna cephesindeki savaş, Osmanlıların aleyhine netîcelendi.
93 Harbi’nin ikinci cephesi Kafkasya idi. Kesin neticenin alınacağı ve alındığı Tuna cephesi kadar mühim olmamakla berâber, burada da pek büyük savaşlar oldu. Cephe kumandanı Ahmed Muhtar Paşa idi. 125.000 kişilik Rus ordusunun başında ise Ermeni asıllı Melikof bulunuyordu.
Devamlı takviye alan Ruslar, 30 Nisan’da Doğu Bâyezîd’i ele geçirdiler. Muhtar Paşa Ruslara karşı 21 Haziranda Halyaz, 25 Haziranda Zivin, 25 Ağustosta Gedikler Meydan Muhârebelerini kazandı. Ahmed Muhtar Paşaya bu zaferlerden sonra “Gâzi” ünvânı verildi. 4 Ekimde Yahniler Meydan Muhârebesi de kazanıldı, ancak takviye alan Rusları durdurmak mümkün olmadı. 15 Ekim 1877 Alacadağ Meydan Muhârebesi, Kafkas cephesinin dönüm noktası oldu. Ahmed Muhtar Paşa, fazla zâyiât vermemek için Erzurum’a çekilmek zorunda kaldı. Kars açıkta kaldığından 18 Kasım’da Rusların eline geçti. Fakat Ruslar Erzurum halkının da katıldığı destanlaşan savunma karşısında Erzurum’u alamadılar. Bu sırada Ahmed Muhtar Paşa, Pâdişâh tarafından İstanbul’un muhâfazası ile görevlendirilip İstanbul’a çağrılınca yerine Müşir Kurd İsmâil Paşa getirildi.
Böylece 93 Harbi, Osmanlı Devletinin ağır mağlûbiyetiyle neticelendi. Rumeli Türklüğü, Rus birlikleri ve Bulgarların büyük katliamı sebebiyle büyük sarsıntıya uğradığından Türk nüfûsu azınlığa düştü. Son asır Türk târihinin en büyük göç fâciâsı vukû buldu. Balkanlardan Anadolu’ya uzanan yollar göçmen kâfileleriyle doldu. Bunların büyük bir kısmı yine Ruslar ve Bulgarlar tarafından imhâ edildi.
Rusların Yeşilköy’de karargâh kurmalarından sonra Bâbâlî 19 Ocak 1878’de Rusya’dan mütâreke istedi. 9 ay 7 gün süren savaşa 31 Ocak 1878’de imzâlanan Edirne Mütârekesi son verdi. Sonradan 3 Mart 1878’de Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması imzâ edildi, ancak yürürlüğe girmedi. Abdülhamîd Han siyâsî dehasıyla bu antlaşmayı yürürlüğe koydurmadı. Ayrıca bu antlaşma Rus nüfûzunu son derece arttırdığından Avrupa devletlerini telaşa düşürmüştü. Avrupa devletlerinin iştirakleriyle tertiplenen Berlin Antlaşmasına göre (13 Temmuz 1878) önceki antlaşmanın bâzı maddeleri hafifletildi. Ancak Osmanlı Devleti bu antlaşmaya göre, bugünkü Türkiye’nin üçte birine yakın toprak ve büyük nüfus kaybına uğradı. Ayrıca 800 milyon altın franklık savaş tazminâtı ödeme mecburiyetinde bırakıldı. Balkanlarda ise Sırbistan, Karadağ ve Romanya bağımsız birer devlet oldular.
Alm. Arzt (m), Fr. Medecin docteur (m), İng. Doctor, physician. Doktor kelimesinin aslı Lâtince olup hoca mânâsına gelir. Bugün iki mânâda kullanılmaktadır.
1. Tedâvi sanatlarında pratisyen, tıp fakültesi, dişçilik ve veterinerlik bölümlerinden derece alıp devlet tarafından uygulama (hekimlik) yapabilmek için lisans almış kişi. Hekim, kişilerde hastalık çıkmasını veya birinden diğerine geçmesini önlemeye yarayan bilgilerin uygulama alanına konması ve bunun için gerekli yeni metot ve usûlleri araştırır. Nüfus tesbiti, periyodik muayeneler, bulaşıcı hastalıkların kontrolü, çevre sağlığının düzeltilmesi, beslenme durumunun iyileştirilmesi, dejeneratif (yıkıcı) hastalıklarda erken teşhis ve koruma, iş ve meslek sağlığı çalışmaları, kazalarla ilgili çalışmalar, yaşlı bakım çalışmaları, rehabilitasyon çalışmaları ve bu hizmetlerin istatistikî değerlendirilmeleri hekimin başlıca görevleri arasındadır. (Bkz. Hekim)
2. Belli bir öğrenim dalında uzman olarak nitelenen en yüksek diploma ünvanına sâhip kişi. Tıbbiye dışında doktor ünvanı, Türkiye Cumhuriyetinin ilk kuruluş yıllarında yabancı öğretim üyelerinin etkisiyle girmiştir. Üniversite öğretim üyesi sıfatını kazanabilmek için başlangıçta doktora yapmak mecburiyeti yokken, daha sonra 4936 sayı ve 13-6-1946 târihli üniversiteler kânununun 18/a maddesince mecbûrî olmuştur (Edebiyat doktorluğu, fen doktorluğu, ilâhiyat doktorluğu buna misaldir).
Bu öğrenim dallarında bu ünvana sâhib olabilmek için o dalda doktora vermek gereklidir.
Doktora; fakülte ve yüksek okullarca tertiplenen, değişik yönetmeliklere tâbi bir tez hazırlanmasıdır. Mastır tezini yapmış ve imtihanını vermiş doktora adayı, yabancı dil ve meslek sâhasından imtihâna girer. Yönetici hocanın gösterdiği seminer ve doktora derslerine katılır. Başarılı olduğu takdirde tez konusunu alır ve çalışmaya başlar. Çalışmasını bitirince, ihtisas tezini görüşülmek üzere jüri heyetine sunar. Jüri heyetince tez incelenir sonra kabul edilirse doktor adayı jüri önünde sözlü imtihâna tâbi tutulur. İmtihânı başardığı takdirde doktor ünvânını almaya hak kazanır.
Alm. Gewebe (n), Fr. Tissu,İng. Tissue. Bitki, hayvan ve insan organlarını meydana getiren, şekil ve yapı bakımından benzer olup, aynı vazifeyi gören, birbirleriyle sıkı alâkaları olan aynı kökten gelen hücrelerin topluluğu. İlkel canlılar bütün hayatları boyunca bir tek hücre olarak kaldıkları halde yüksek organizmalar çok sayıda hücrelerin biraraya gelmesi ile meydana gelmiştir. Bitkisel organizmaları meydana getiren çok sayıdaki hücrelerin protoplastları birbirinden cansız hücre çeperleriyle ayrılmış olmakla beraber aralarında sıkı bir ilişki göstermektedir. Böyle hücre çeperi içinde bulunan, birbiriyle sıkı ilişki gösteren, aynı kökenden gelmiş protoplast topluluklarına doku, dokuların özelliklerini konu eden morfoloji biliminin dalına da histoloji (doku bilimi) denir.
Dokuyu meydana getiren hücreler genellikle aynı ödevi görmekteyseler de doku târifinde ön görülen temel düşünce fizyolojik olmaktan çok morfolojikseldir. Eğer fizyolojiksel bakımdan dokunun târifi yapılacak olursa, kökenleri ayrı olsa bile aynı ödevi gören hücre toplulukları olarak yapılabilir ki, böyle daha geniş anlamda hücre topluluklarına doku sistemi denilmektedir.
Doku hücre bölünmesi sonucu meydana gelir. Tek hücreli organizmalarda bölünen hücreler birbirinden ayrılarak yeni birer birey vücuda getirdikleri halde, çok hücreli organizmalarda bölünen hücrelerden meydana gelen hücrelerin birbirinden ayrılmaması, geçit ve plasmodesma (plasmatik köprüler) gibi madde ve uyartı iletimini kolaylaştıran yapılar ile proplastları arasında sıkı ilişki kurulan hücre toplulukları bireyi meydana getirmektedir. Bâzı tek hücreliler bölündükten sonra çevrelerinde meydana getirdikleri müsilaj bir kın ile bir arada tutulan hücre grupları ve bazı mantarlardaki zengin dallanma gösteren ipliksi hücrelerin bir örgü meydana getirmek üzere sık sık kümeler hâlinde olmaları, dış görünüş bakımından dokuyu andırsalar bile gerçek doku değil, yalancı dokulardır.
Dokular bitkisel ve hayvansal dokular olmak üzere ikiye ayrılarak incelenmektedir.
Hayvansal Dokular
Hayvansal dokular altı grupta sınıflandırılarak incelenebilir:
1. Epitel doku:Vücut yüzeyini örten ve vücut içindeki boşlukları sınırlayan devamlı bir tabaka ve örtüyü yapan hücrelerden meydana gelir. Koruma, emme, salgı ve duygu gibi ödevleri görürler. Vücudun epitel tabakası, alttaki hücreleri mekanik zarardan, zararlı kimyasal maddelerden, bakterilerden ve kurumadan korurlar. Sindirim borusunun içini üreten epitel vücut içine besin ve suyun emilmesi fonksiyonunu görür. Diğer epiteller artık ürünler olarak çok çeşitli maddeler salgılarlar veya bu salgılar vücudun diğer bir yerinde kullanılır.
Epitel dokular biçim ve fonksiyonlarına göre altı alt sınıfa ayrılır:
a) Yassı epitel: Yanyana dizilmiş yassı hücrelerden meydana gelir. Deri yüzeyinde, ağız, özofagus ve vagina iç örtüsünde bulunur.
b) Kübik epitel: Küp şekilli hücrelerden yapılmıştır. Böbrek tübülleri örtüsü gibi.
c) Sütunsu epitel: Yastık veya sütuna benzeyen hücrelerden meydana gelir. Mide ve barsak sütunsu epitel ile çevrilidir.
d) Silli epitel:Sütunsu hücreler serbest yüzeylerinde sil denilen küçük uzantılara sâhib olabilirler. Bunlar ritmik olarak titrer ve maddeleri bir yöne taşırlar. Solunum sisteminin çoğunun içi silli epitel ile çevrilmiştir.
e) Duyu epitel: Etkimeleri almak için özelleşmiş hücrelerden meydana gelir. Misal olarak burnun iç duvarını çevreleyen epitel hücreleri verilebilir.
f)Bezli epitel:Süt, mum veya ter gibi maddeleri salgılamak üzere özelleşmişlerdir.
2. Bağ doku:Kemik, kıkırdak, tendonlar, fibroz bağ dokularını ihtiva eden bağ dokusu vücudun diğer hücrelerini beraberce tutarak desteklik görevi yaparlar. Bu dokuların hücreleri tipik olarak bol miktarda cansız madde salgılar, buna matriks denir. Her bağ dokusunun tabiatı ve işleyişi büyük ölçüde bu hücreler arası matriks ile belirlenir. Fibroz bağ dokusu tüm vücutta bulunur ve deriyi kasa tutuşturur, bezleri kendi yerlerinde tutar ve diğer pek çok yapıları bağlar. Tendonlar ise fibroz bağ dokusunun özelleşmiş tipleridir. Kasları birbirine ya da kemiğe bağlayan kabloya benzer kordonlardır.
Bağ dokusu lifleri kollajen denen bir protein taşırlar. Bu lifler sıcak su ile muamele edilirse kollajen çözülür, protein olan jelatine dönüşürler.
Omurgalıların destek iskeletleri kıkırdak veya kemikten meydana gelir. Kıkırdak hemen hemen bütün omurgalıların embiriyonik devrelerinde destek iskelettir. İnsan vücudunun destek yapısı arasında, kıkırdak, kulak kepçesinde ve burun ucunda hissedilir.
Kemik hücreleri canlı kalıp, bir kişinin ömrü boyunca kemiksi matriks salgılar. Kemiksi matriks içindeki kalsiyum tuzları kemiği çok sert duruma sokarken, kollajen çabuk kırılmasını önler. Pekçok kemik merkezde büyük bir boşluğa, kemik iliği boşluğuna sâhiptir. Burada çoğunluk yağ ihtivâ eden sarı kemik iliği, veya kırmızı ve beyaz kan hücrelerinin yapıldığı doku olan kırmızı kemik iliği bulunur. Kemik matriksi içinde uzanan kanallara havers kanalları denir. Bunların içinde kan damarları ve kemik hücrelerini kontrol etmek ve onlara yardımcı olmak için sinirler bulunur. Kemik hücreleri birbirlerine ve havers kanallarına, matriks içinde yer alan küçük kanallar yoluyla oksijen ve ham maddeleri alır, artıkları dışarı atarlar. Kemikler, kemiksi maddeyi çıkarabilen başka hücrelere de sâhiptirler.
3. Kas doku:Çoğu hayvanın hareketi uzun, silindirik veya iğ şekilli hücreler olan kas hücrelerinin kasılması ile sağlanır. Bunların herbiri, birçok küçük, uzunlamasına paralel liflere sâhiptir. Kas hücreleri mekanik işi, yalnız kasılarak, yâni kısalıp kalınlaşarak yapabilirler; itemezler. İnsan vücudunda üç ayrı tip kas bulunur: İskelet, düz ve kalp kasları. Kalp kası kalbin duvarlarında, düz kas sindirim borusunun çeperlerinde ve belli bâzı iç organlarda bulunur. İskelet kas vücudun kemiklerine bitişik büyük kas kütlelerini meydana getirirler. İskelet kası bâzan istemli kas diye adlandırılır, çünkü isteğe bağlı denetlenebilirler. Oysa kalp kası ve düz kaslar isteğe bağlı olarak işletilemezler.
4. Kan doku: Kan kırmızı ve beyaz kan hücrelerini ve kanın hücresel olmayan sıvı kısmını içine alır. Bu sıvıya “plazma” denir. Bâzan bu doku bağ doku içinde de sınıflandırılır Çünkü benzer hücrelerden köken alır.
5. Sinir doku: Nöron denen hücrelerden yapılmıştır. Bunlar, elektrokimyasal sinir impulslarını iletmek için özelleşmişlerdir. Her hücre çekirdeği ihtivâ eden genişlemiş bir hücre gövdesine ve hücreden uzanan saça benzer bir veya daha çok ince sinir liflerine sâhiptir. Sinir lifleri stoplazma (hücre plazması)dan yapılmış ve plazma zarıyla örtülmüştür. Bu zarın kalınlığı 30-40 mikron, uzunluğu ise 1-2 milimetreden 1 metreye kadar uzunluklarda değişebilir. İnsanda omurilikten kola veya bacağa uzananlar 1 m veya daha uzun olabilirler.
İki tip sinir lifi vardır: Akson ve Dendritler. Bunlar sinir impulsunu normal olarak ilettikleri yöne dayanılarak ayırd edilir. Aksonlar sinir impulslarını hücre vücudundan uzağa, dendritler hücre vücuduna doğru iletirler. Bir nöronun aksonu ile ötekinin dendritinin kesiştiği yere sinaps denilir. Sinaps impulsün geriye akışını önleyen bir valf olarak hizmet görür.
6. Üreme dokusu:Dişilerde yumurta hücreleri ve erkeklerde spermleri üretmek üzere değişime uğramış hücrelerden meydana gelen dokuya denir. Yumurta hücreleri çoğunluk yuvarlak veya oval ve hareketsizdirler. Sperm hücreleri yumurta hücrelerinden daha küçüktür. Stoplazmalarının çoğunu kaybetmiş olup bir kuyruk geliştirmişlerdir ki bununla hareket sağlanır.
Bitkisel Dokular
Bitkilerin yapısını meydana getiren dokulara bitkisel dokular denir. İleri bitkilerin hücrelerinde dokular hâlinde organize olarak farklılaşmışlardır. İki temel grup hâlinde toplanabilirler:
A. Meristemik doku(Bölünür doku): Meristem hücreleri, çekirdekleri büyük hücre arası boşlukları olmayan, genellikle çok küçük ve çok sayıda vakuole mâlik hücrelerden yapılmıştır. Bu hücrelerin esas özelliği sık sık bölünerek yeni hücreler meydana getirmesidir.Meydana gelen hücreler farklılaşarak sürekli doku hücreleri hâlini alır. Meristemler bulundukları yerlere göre isim alırlar. Kök, gövde veya bunların yan organlarının uçlarında bulunan meristem dokuları apiteal meristem adını alır. Kök veya gövdenin uzanmasını sağlarlar. İnterkalar meristemler ise sürekli dokular arasında kalan meristemlerdir. İnterkalar meristemin de görevi organın uzunluğuna büyümesini sağlamaktır. Çevreye paralel bölünmelerle organın enine büyümesini sağlayan meristematik doku ve kambuyumdaki meristem lateral meristemdir.
B. Sürekli doku(Yetkin doku): Bölünme özelliği göstermeyen sürekli doku hücreleri meristem hücrelerinden geniş vakuollere mâlik olup, daha az protoplazma taşımaları, hattâ bâzan büsbütün protoplastlarını kaybedip ölü hâle getirmeleriyle ayrılırlar. Çeperleri kalın olup, farklı dokularda kalınlıkları ve kimyasal yapıları farklıdır. Sürekli doku, morfolojik ve fizyolojik özellikleri göz önüne alınarak sınıflandırılırsa beş kısımda incelenebilir.
1. Koruyucu doku (Örtü doku): Organların dışında bulunan ve iç kısımdaki dokuları her bakımdan, meselâ; kuraklığa, çok fazla su kaybına, dış tesirlere karşı koruyan dokudur. Bu dokuyu teşkil eden hücreler genellikle tabakalar hâlinde organların üstünü kaplamaktadır. Yapraklardaki epiderma, kök ve gövdelerin mantar tabakaları koruyucu dokuya misal olarak gösterilir. Yapraklardaki epiderma üzerinde kütin denilen mumsu bir tabaka vardır. Yaprak yüzeyinden su kaybını azaltır, ayrıca dış ortamdaki gazlar ile epiderma altındaki hücre arası boşluklarında bitkinin fizyolojik faaliyeti sonucu toplanan bâzı gaz ve su buharının alış verişini sağlamak gâyesiyle epidermada stoma adı verilen gözenekler bulunur. Yine epiderma üzerinde epidermanın dışa doğru meydana getirdiği tüy, kabartı gibi çıkıntılar bulunur.
2. Parankima(Temel doku): Asıl dokular olup, bitki bünyesinin büyük bir kısmını kaplayan, ince çeperli canlı hücrelerdir. Besin maddesi bakımından zengin özsuyu ile dolu vakuoller ihtivâ ederler. Vazifelerine göre farklı isimler alırlar:
a. Assimileme parankiması: Işık karşısında klorofil maddesi sâyesinde organik maddeler meydana getirir. Yapraklarda bulunur.
b. Havalandırma parankiması (Aerankima): Hücreler ile dış ortam arasındaki madde alışverişini sağlama bakımından oldukça geniş hücre arası boşluklarına malik parankima hücrelerine denir.
c. İletme parankiması: İnce çeperli olan iletme parankiması, hücreleri assimileme parankimasından iletken dokuya kadar özümleme maddelerini çok sayıda dar hücrelerden az sayıdaki daha geniş hücrelere safha safha toplayarak iletim yolundaki çeper sayısını azaltmakla geçişmedeki direnci azaltarak sağlar.
d. Depo parankiması: Parankima hücreleri bâzan gerek su gerek farklı besin maddelerini yedek olarak saklama ödevini yapabilir.
3. Destek doku: Bitkiler hem kendi ağırlıklarına, hem de dış tesirlere karşı özelliklerini koruyabilmek, dayanıklı olabilmek için bazı doku elementlerini gerekli bölgelere koyarak direnç, destek ve esneklik sağlarlar. Çeperleri fazla kalınlaşmış böyle dayanıklı hücrelerden meydana gelmiş dokuya destek doku denir. Sklerankima ve kollenkima olmak üzere iki kısımda incelenir. Sklerankimayı meydana getiren hücreler olgunlukta hücre çeperleri hem kalın hem de çoğunluk odunlaşmıştır. Protoplastlarını kaybetmiş ölü hücrelerdir. Uzaması sona ermiş organlarda bulunur. Kollenkima ise çeperleri selülozdan yapılmış olduğundan esnek, canlı hücrelerden ibaret olduğu için uzamakta olan organlarda, özellikle genç gövdelerde, yaprakların orta damarlarında, çiçek ve yaprak saplarında bulunur. Köşe kollenkiması, levha kollenkiması gibi çeşitleri vardır.
4. İletken doku:Kara hayatına uymuş yüksek bitkilerde topraktaki su ve suda erimiş maddelerin topraktan uzak bulunan organlara asimileme (özümleme) organlarında meydana gelen organik maddelerin de kullanılmaya veya depo edilmek üzere organik madde yapma yeteneğinde olmayan, organlara iletimini sağlayan dokudur. Bitkilerde birbirinden farklı yapı ve vazifede iki tip iletken doku vardır. Bu iki dokudan biri topraktan aldığı su ve suda erimiş anorganik maddeleri topraktan uzak organlara ileten hücrelere sâhip ksilem’dir. Diğeri özümleme organlarında meydana gelen organik bileşikleri harcanacakları ve saklanacakları organlara ileten hücrelerin bulunduğu floem’dir. Ksilem aşağıdan yukarı, floem yukarıdan aşağı doğru iletimin vukua geldiği dokulardır. Ksilem su ileten borular, ksilem lifleri ve ksilem parankimasından yapılmıştır. Floem, kalburlu borular, arkadaş hücreleri, floem sklerankiması ve floem parankiması olmak üzere farklı doku elementlerinden meydana gelir.
5. Salgı sistemi: Bitkilerde metabolizma sonunda meydana gelip tekrar metabolizmaya girmeyen maddeler salgı maddeleridir. Salgı maddeleri sıvı veya katı haldedir. Salgı maddeleri arasında su, ferment, alkaloit, glikozit, balözü, müsilaj, lateks, reçine, eterik yağ ve kristaller sayılabilir. Bu maddeler her ne kadar metabolizma artığı iseler de, bitki için değişik yönlerde fayda sağlamakta rol oynarlar. Salgı maddeleri ya hücre içinde depo edilir. Böyle salgıya hücre içi salgı denir.Ya da hücreden dışarı atılır. Böyle salgı ise hücre dışı salgıyı teşkil eder. Salgı hücreleri ve bu hücrelerin bir araya gelerek meydana getirdikleri salgı bezlerinin belli bir kökeni yoktur. Bitkinin herhangi bir organında, herhangi bir doku içinde bulunabilirler.
Alm. Kultur Gemebe, Fr. Culture de tissus, İng. Tissue culture. Çok küçük doku veya organ parçalarının uygun besin ortamlarında steril şartlarda yetiştirilmesi.
Hücre ve doku kültürü sistemlerinin gelişmesi geçen yüzyılın sonlarında başlar. 1878 yılında Claude Bernard, canlı dokuların aktivitelerinin düzenlenmesinde iç çevrenin önemine de inerek, bu iç çevrenin dokularla etkileşmeye girdiğini ve aktivitelerini düzenlediğini ortaya koymuştur.
Önceleri bitki doku kültürü hayvan doku kültüründen tamamen ayrı olarak gelişmiş, son yıllarda her iki alanda karşılıklı bilgi alışverişi olmuştur. Doku kültürleri 1838-39’da Scheilden ve Schwalk’ın hücre çalışmasıyla başlamış, bunu 1898’de Haberland’ın aseptik kültürde bitki dokusunu geliştirmesi, 1904’te Hanning’in Cruciferae (Turpgiller familyası)de embriyo kültür çalışmaları tâkip etmiştir. 1934’te White, domates köklerini, B vitamini sağlayan bira mayası ekstresi kullanarak sürekli olarak geliştirmeyi başarmıştır. İlk defa 1950 yılında Prof. F.C. Stewart, Dr.Georges Morel bitkilerin doku kültürleriyle yetiştirilebileceğini göstermişlerdir.
Türkiye’de bu konudaki ilk çalışmalar 1970’li yılların ilk yarısında başlamış olup, 20 yıllık bir geçmişi bulunmaktadır. 1973’te ilk bitki doku kültürü laboratuvarı Ankara Üniversitesi Zirâat Fakültesi Bahçe Bitkileri Bölümünde kurulmuş ve konuyla ilgili üretime yönelik çalışmalar başlatılmıştır. 1978’de Tarım Orman ve Köyişleri Bakanlığına bağlı Ege Bölge Zirâî Araştırma Enstitüsünde, hemen arkasından Yalova’da Atatürk Bahçe Kültürleri Araştırma Enstitüsünde, Ege Üniversitesi Zirâat Fakültesi Bitki Koruma bölümünde doku kültürü laboratuvarları kurulmuş ve çalışmalar başlamıştır.
Doku kültürü işleminde kullanılan besi yerinin bakteriyle kontaminasyonu en büyük tehlike olarak görülür. Fakat bunun yanında kimyâsal maddelerin de zararı unutulmamalıdır. Bunun için malzemenin hazırlanmasında ve seçiminde özel tedbirlerin alınması, kullanılacak cam eşya ve diğer malzemeler ile besi yerlerinin temâsı düşünülerek steriliteye önem verilmektedir.
Kültür ortamında gerekli olan besinler bitkinin türüne ve kültürün hazırlanma amacına göre farklı olabilir. Birçok doku ve organ kültürleri, kültüre dayanıklılık veren yarı-katı AGAR ortamında üretilirler. Temizlenmiş agar tozu % 0,5-% 1 yoğunlukta kullanılır. Bâzı embriyo kültürlerinde bu yoğunluğun üzerinde ortam hazırlanabilirse de bu büyümeyi azaltabilir.
Besin ortamını oluşturan maddeler başlıca altı grupta toplanırlar: 1) Ortamın % 97’sini saf su teşkil eder. 2) Mineraller (azot, fosfor, potasyum, kalsiyum, kükürt vs.), besin birleşimleri hâlinde verilirler. 3) Karbonhidratlar. 4) Vitamin ve hormonlar (B1, B6 vitamini ve ındol asetik asit [IAA], naftel asetik asit [NAA], kinetin, gibberellik asit gibi hormonlar). 5) Amino asitler ve diğer basit azotlu birleşikler. 6) Organik kompleksler (% 10-15’lik Hindistan cevizi sütü gibi). Mesela orkide tohum kültüründe muz püresi çok faydalıdır. Ayrıca Murachige-Skoog tuz ortamı, White ortamı, Knudson C, Knop solüsyonu gibi hazır besin ortamları çeşitli kültürler için kullanılmaktadır.
Bitki doku kültürleri üretim şekli bilinen geleneksel üretim şekillerinden farklılık gösterir. Başlangıçta çok küçük bitki parçalarının (meristem, polen, anter, protoplast, kök veya yaprak parçaları gibi) kullanılması, steril şartlarda çalışılması yapay gıda ortamına ekilen bitki materyalinin çevre şartlarında geliştirilmesi açısından üretim çalışmaları oldukça farklı ve zordur. Bu üretim tekniğine doku kültürü tekniği denildiği gibi, aseptik kültür veya mikro üretim adları da verilmektedir.
Doku kültürleri üretim çalışmaları ileri ülkelerde ticârî yarar sağlayıcı uygulamalarda kullanılmaktadır. Bu yararlardan başlıcaları şunlardır:
a) Bilinen generatif ve vegetatif üretim usûlleriyle çoğalması zor olan bitkilerin üretilmesi. b) Virüsten temiz bitkilerin eldesi. c) Bitki genetik kaynağı materyalinin uzun süre muhafazaya alınması. d) Bitki ıslahı. e) Kimyâ sanâyi ve eczâcılıkta çeşitli bitki organlarının elde edilmesi gibi.
Klasik usûllere göre üretimi zor ve yavaş olan bitkilerin doku kültürlerinden yararlanarak çoğaltılmasını amaçlayan çalışmalarda frezia, zambak, salatalık, asma, erik ve salep gibi bitkiler kullanılmaktadır.
Alm. 1. Weberei (f), 2. Webwaren-handel (m), 3. Textilindustrie (f), 4. Webkunst (f), Fr. 1. Profession (f) ou etat (m) de tisserand (m), 2. Textile (m), İng. Textile industry. Kumaş dokuma işi veya dokuma ticâreti. Kısâs-ı Enbiyâ’da dokumacılığın ilk yaratılan insan hazret-i Âdem’den beri temel sanatlardan olduğu bildirilmektedir. Bu ve diğer dînî kaynaklarda, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflere dayanılarak verilen bilgilerde, hazret-i Âdem’e îmân edenlerin şehirlerde yaşadıkları, okuma, yazmayı bildikleri, demircilik, iplik yapma, kumaş dokuma, çiftçilik ve ekmek yapma gibi sanatlarla uğraştıkları uzun açıklanmaktadır. Yapılan arkeolojik kazılarda, Mısır ve Peru’da bulunan resimlerden, eski dokumacılık ve kullanılan çeşitli âletler hakkında değişik bilgiler bulundu. Dünyânın çeşitli yerlerinde türlü şekilde kullanılan dokumacılığın gelişmesi, kullanılma şekil ve biçimleri farklı olmuştur. Zâten çok eski devirlere âit elde fazla bilgi yoktur. Yalnız daha ziyâde kadınların uğraştığı bir sanat olarak kabul edilmektedir.
Avrupa’da bu sanatın gelişmesi ortaçağdan sonra olmuştur. İlk önce Bizans’ın sonra da Müslümanların bu gelişmede önemli tesirleri görüldü. Ortaçağ boyunca Avrupa’da ilkelliğini muhâfaza eden dokumacılık 13. asırda gelişmeye başladı. Şaftlı dokuma tezgahının yapılması hem daha seri hem de desenli kumaşların yapılmasına imkân sağladı. Tezgahlar üzerindeki çalışmalar rönesanstan sonra hızlandı. Amerika’da koloniler devrinde dokumacılık ev sanatı olarak gelişmişti. On sekizinci asırda dokuma makinalarının yapılması el sanatından bugünkü dokuma endüstrisine geçişi sağladı. Makinalaşmada görülen yenilikler dokuma sanâyiinde de oldu ve günümüzün dev tekstil fabrikaları kuruldu. Bugün toplumun her çeşit ihtiyaçlarını karşılayabilecek kalite ve desene sâhip kumaşlar, seri olarak dokuma makinalarında üretilmektedir. Bütün bu teknik imkanlara rağmen el tezgâhlarında dokunan halı, ipek, kadife ve masa örtülerinin kalitesi daha üstün olmaktadır.
Dokuma: Bir kumaşın dokunabilmesi için önce iplikleri hazırlanır. Dokumanın kalitesi en başta ipliğe bağlıdır. İpliklerle çözgüler hazırlanır. Bunlar uzunlamasına ipliklerdir. Günümüzde otomatik makinalara gerilir. Bunların bir altından bir üstünden geçecek şekilde mekikle yanlamasına atkılar geçirilir. Atkıları, tarakla sıklaştırmak sûretiyle dokumanın sık ve düzgün olması sağlanmış olur. Seri hâlde devâm eden bu hareketle süratle kumaş dokunur. Eskiden bir makinaya bir işçi gerekirken, bugün 30-40 makinaya bir usta kâfi gelmektedir. Dokunan kumaşlar düz veya desenli olabilir. Düz dokunan tek renkli kumaşların çözgü ve atkısı aynıdır. Desenlilerde ise çözgüde deseni veren ayarlama yapıldıktan sonra atkıda başka renk olabilir. Bu başka renk olan atkı kumaşa ayrı bir desen verir. Bir de düz dokunup üzerine baskı sûretiyle çeşitli renkler verilen kumaşlar vardır. Kumaşlar kullanılan ipliğe göre; yünlü, pamuklu, ipekli, keten, dokuma diye ayrılabilir. Bunların tezgâhlarının yapılışları esasta aynı olmasına rağmen bâzı hususlarda farklılık gösterirler.
Dokuma tezgahları: İlk önceleri iptidâî şekilde olan tezgâhlar zamanla geliştirildi. İlk önceleri dokumanın mekik aralığından geçirilmesi için iki kişinin çalışması îcâb ediyordu. John Kay, dokumacının bir ipi çekip bir sürücüyü çalıştırma tekniğini geliştirdi. Böylece mekiğin öteki yana geçmesi kolaylıkla sağlanıyordu. Fakat değişik insanlar değişik şekilde çalıştıkları için mekikle tezgâhın diğer parçaları arasındaki uyumlu çalışma tam sağlanamadı. On dokuzuncu asırda bu çalışma gerçekleştirildi. Günümüzde dakikada 200 atkı hızı aşkın tezgâhlar yapılmıştır.
Dokuma sanâyiinde bugün üç çeşit tezgâh kullanılmaktadır. Bunlar; el tezgahları, otomatik ve mekiksiz tezgâhlardır.
El tezgahları: Tek veya belirli sayılarda atkı atılarak dokunması gereken dokumaları otomatik makinalar dokuyamaz. Bunun yanında ucuz ve her yerde kullanılır olması da bunların tercih sebebidir. Bunlar, takım tezgâhlarında yapılmış olup, eskilerinden çok düzgündürler. Mekiğin içindeki masuradaki iplik bir alttan bir üstten giderek atkı işi rahatça yapılır. Güvenilir ve temiz olmasından dolayı el tezgâhları ve el dokumacılığı artmaktadır.
Otomatik tezgâhlar: Bugün kullanılan tezgâhların çoğunluğu bu cinstir. Masuradaki atkı otomatik olarak gidip gelmektedir. Buradaki esas özellik mekikteki iplik bitince, mekik kutusundaki yenisinin otomatik olarak dokumaya devam etmesidir. Burada dokuma işlemi hiç kesilmez. Tezgahlardaki mekanik, elektrikî ve optik düzenlemeler, mekikteki ip bitince yenisinin hemen devreye girebilmesini temin edecek şekilde yapılmışlardır. Gevşek ve sarkık kısımlar dokumayı bozmasın diye hava emişli parçalar çalışarak onları düzene sokar.
Mekiksiz tezgahlar: Dokuma tezgahlarının çalıştığı yerlerde gürültü çok olur. Bilhassa mekiklerin gidip gelmesi normal konuşmayı işittirmiyecek kadar ses yapar. Mekiklerin olmaması gürültüyü oldukça azaltır. Bu cins makinaların sessizliği yanında hızlı çalışmaları da ayrı bir üstünlüktür. Yalancı mekikli, oklu ve sıvı püskürtmeli olanları vardır. Bu atkı masuraları, makinanın yanında bulunur. Bunların en yenisi sıvı püskürtmeli olandır. Bu tezgahlarda argaç aralığında atkı hâriç hiçbir şey bulunmaz. Argaç aralığından atkı, hava veya su ile püskürtülerek geçirilir. Bu iş için kullanılan püskürtme gücü kâfi gelmediğinden, ipin gevşek tutularak gerilmeden hareket etmesini sağlayan âletler de konulur. Su püskürtmeli sistem daha verimli olmasına rağmen, bu usûl su geçirmez dokumalar ve paslanmaz mâdenden yapılan tezgâhlarda kullanılır.
Türkiye’de dokumacılık: Selçukluların Anadolu’ya hâkim olmalarından sonra dokumacılık sanatında önemli bir gelişme görülmüştür. Denizli’deki altın telli dokumaları, Adana ve Sivas’taki pamuklu dokumalar, çeşitli yerlerdeki halı ve kilim dokumaları o devrin en güzel örnekleridir. Ayrıca Bursa ve Bilecik’teki pamuklu, iplikli, çatma yapımı da ileri seviyedeydi.
Osmanlı Devletinin kurulması ve kısa zamanda gelişip memleketler fethetmesi dokuma sanâyi üzerinde de etkili olmuştu. Bilhassa orduların gün geçtikçe artması, asker sayısının çokluğu, ordunun giyim ihtiyâcını karşılayabilecek bir dokuma sanâyiinin gelişmesine yol açmıştı. Şam, Adana ve Halep’te dokunan çeşitli kumaşların yanında Bursa’da da zamânın en güzel kadifeleri, renk renk bezler, peştamallar, fitiller, ibrişimler, çanta nakışları dokunurdu. Malatya’nın renkli Malatya bezleri, Diyarbakır’ın kırmızı bezi, Ankara’nın sofu, Kütahya, Uşak ve Kula’nın halıları imparatorluğun bütün ihtiyaçlarını karşılayabilecek durumdaydı. Bu devirde Avrupa’dan üstün olan Osmanlı dokuma sanâyii, üstünlüğünü 18. asra kadar devâm ettirdi. Bu asırda Avrupa’daki makinalaşmanın yurdumuza sokulup gelişmeden istifâde etme gayretleri Üçüncü Selim ve Abdülazîz Han zamânında görülmüşse de, bu ancak 19. asrın ikinci yarısında mümkün olabilmiştir. Bursa ve Lübnan’da ipek, Adana, Tarsus, İzmir’de pamuk ipliği, Afyon ve İzmir’de halı ipliği fabrikaları kurulmuştur. Bunlar özel teşebbüse âit olup, devlet eliyle sâdece İzmit, Feshâne, Hereke ve Bakırköy fabrikaları kurulmuştur.
Bugün ise başta İstanbul, Adana, İzmir, Eskişehir, Malatya, Kayseri olmak üzere pekçok vilâyetimizde en gelişmiş tezgahlardan meydana gelen modern fabrikalar vardır. Dokumalarımız, Avrupa’dakiler ile boy ölçüşebilecek kalite ve modernliktedir. Halı dokumacılığı ise fabrikaların yanında Anadolu’nun pekçok yerinde el tezgahlarında dokunmaktadır. Bünyan’ın, Lâdik’in, Isparta’nın el dokuma halıları emsallerinden çok üstün kalite ve değerdedir.
Alm. Nagelgeschwür. Panaraitium (n), Fr. Panaris (m), tournide (f), İng. Whitlow, felon. Parmağın birinci boğumunun avuç içine bakan kısmının iltihaplanması. Çoğunlukla küçük bir delici yaralanmayı tâkiben, parmak ucu içine giren mikroplar kısa zamanda çoğalarak bir iltihap meydana getirirler. Biriken iltihap abse şeklini alır ve parmak ucunda bir gerginlik yapar. Absenin yaptığı baskı neticesinde küçük damarlar kapanarak parmak ucunda bir kansızlık meydana gelir.
Mikroplar arasında en çok dolamaya sebeb olanlar stafilokoklardır. Daha sonra sırasıyla streptokoklar, e.coli, proteuslar gelir.
Belirtileri: Kırmızılık, şişlik ve ağrıdır. Bastırılınca bir dalgalanma hissi verir. Hareketleri şişlik ve ağrıdan dolayı kısıtlanmıştır.
Bâzan kendiliğinden boşalabilen bu iltihap, ihmal edildiği takdirde kemiklerin de iltihaplanmasıyla bir osteomiyelit (kemik ve kemik iliği iltihabı) ile sonuçlanabilir. Bu sebeple hemen doktora başvurmalıdır.
Tedâvi: Tedâvisi cerrâhî olarak abseyi boşaltmaktır. Bunun için parmak, ya tırnak ucuna veya parmak eksenine paralel bir biçimde kesilir. Birincisi iz bırakmaması ve his duyusunu bozmamasından dolayı tercih edilir. Cerrâhî müdâhaleden sonra kuvvetli bir antibiyotik tedâvisi yapılmalıdır.
Alm. Blutzirkulationssystem (n), Fr. Appareil (m) circulatoire, İng. Circulatory system. Vücudun, aldığı besin maddelerini, oksijeni ve kendi yaptığı hormonları gövdenin çeşitli kısımlarına dağıtması; dokularda metabolizma sırasında meydana gelen zararlı maddelerin zararsız hâle gelmelerini veya atılmalarını sağlayan organlara ulaşması ile görevli sistem. Dolaşım sistemi kalp ve onunla kapalı devre yapan damarlardan kurulmuştur. Kalp, bu sistemin pompasıdır. Damarlarla pompanın attığı kanı vücutta dolandıran borulardır. Kırmızı kan damarları, yapısı ve fonksiyonları bakımından üç ayrı kısımda incelenebilir:
1) Atardamarlar,
2) Toplardamarlar,
3) Kılcal damarlar.
Dolaşım sisteminin çalışması kalbin canlılık durumuna bağlıdır. Kalp, göğsün ortasında ucu sola dönük olarak yer alır. Çizgili kaslardan meydana gelmesine rağmen irâde dışı çalışır. Kalbin çalışması birbiri ardından gelen sıkışıp-ufalma (sistol) ve gevşeyip-genişleme (diastol) hareketleri ile olur. Kalbin hareketlerini “kalbin iletim sistemi” denilen yapılar sağlar. Kendi içinde meydana gelen uyarıyla ritmik olarak çalışan tek organımız kalbimizdir.
Kalbin özel sinir sistemi “sino-atrial düğüm”, “atrioventriküler düğüm” ve “his demeti” denilen sinir liflerinden meydana gelir. Kalbin özel tembih sistemi otonom sinir sisteminin etkisi altındadır. Bu sistemin “parasempatik” bölümünden gelen uyarılar kalbi yavaşlatırken “sempatik” bölümünden gelen uyarılar kalbin l dakikadaki atım sayısını arttırır. Kalbin normaldeki atım sayısı dakikada 60-90 arasındadır. Kalb atışları genel olarak bilekte nabız oluğuna basarak veya kalbi dinleyerek sayılır. Kalbin normalden fazla atmasına “taşikardi” normalden az atmasına “bradikardi” denir.
Kalbin sıkıştığı an, karıncıklardaki kanı aorta ve akciğer atardamarına attığı andır. Bu anda sol karıncıktaki temiz kan vücuda atılırken, sağ karıncıktaki kirli kan oksijenlenmek üzere akciğere yollanır.
Atardamarlar: Kalbin pompaladığı kanı organ ve dokulara götüren ve kılcal damarlara dağıtan borulardır. Kesitlerinde genellikle yuvarlak ve kalın duvarlı olarak görünürler. (Bkz. Atardamarlar)
Toplardamarlar: Vücutta kullanılan kanı akciğere pompalanmak üzere kalbe getiren damarlardır. Genişlikleri atardamarlardan daha fazladır. Toplardamarların içinde kanın geri kaçmasını önleyen kapakçıklar bulunur. Duvarları ise atardamar duvarından daha incedir.
Kılcal damarlar: Atardamarlar dokulara yaklaştıkça düzenli bir şekilde dallanırlar. Bu dalların çapı gittikçe küçülür ve sonunda kılcal damarları meydana getirirler. Kılcalların atardamar tarafındaki kısmına “arteriol”, toplardamar tarafındaki kısmına “venül” denir. Madde alış-verişi genel olarak arteriol ve venüller arasındaki kapiller damar ağında olur.
Dolaşım sisteminin görev olarak iki alt grubu vardır:
1) Büyük dolaşım (sistemik dolaşım),
2) Küçük dolaşım (akciğer dolaşımı).
Büyük dolaşım: Kalbin sol karıncığına akciğerlerden oksijenlenmiş olarak gelen kan aradaki mitral deliği vâsıtasıyla sol karıncığa geçer. Sol karıncığın kasılmasıyla içindeki kan aorta atılır. Atardamarlar boyunca kan bütün vücuda yayılır. Kapiller damarlar seviyesinde kan doku arasında madde ve gaz alış verişi vukû bulur. Burada oksijenden fakirleşen ve bâzı maddelerini kaybeden (kirlenen) kan toplardamarlar vâsıtasıyla kalbin sağ kulakçığına gelir. Kanın kalbin sol karıncığından çıkıp sağ kulakçığa dönmesine kadar olan bu işleme büyük dolaşım denir.
Küçük dolaşım: Kalbin sağ kulakçığına gelen kirli kan aradaki triküspit kapağından sağ karıncığa geçer. Sağ karıncığın kasılmasıyle akciğerlere giden kan buradan temizlenmiş (oksijenlenmiş) olarak kalbin sol kulakçığına döner. Bu olayın bütünü de küçük dolaşımı meydana getirir. Bu dolaşımın şemasını ilk olarak çizen, Türkistanlı Ali bin Ebi’l-Hazm’dır (v. 1288). (Bkz. İbn-i Nefîs)
Kan damarlarının yanısıra doku sıvısının bir kısmı da akkan damarları (lenf dolaşımı) ile sistemik dolaşıma iletilir. Lenf damarları kör uçlu, ince duvarlı borular şeklindedir. Bunlar birleşerek büyük akkan damarlarını, bunlar da birleşerek “göğüs akkan kanalı”nı meydana getirirler. Bu kanal boyunda toplardamar sistemine dökülür.
Dolaşım sisteminde kanın dolanımının sağlanması için kalp kasılma ve gevşemesine göre damarlarda belli bir basınç meydana gelmektedir. Buna kan basıncı veya “tansiyon” ismi verilir. Sistolik kan basıncı, 110-140 mm civa, diyastolik kan basıncı, 70-90 mm civa arasında olmalıdır. Ancak yaşla paralel olarak normal sınırlar biraz aşağı veya yukarı kaydırılabilir. Yaş arttıkça normal üst sınırlar yükselir. Ayrıca cinse göre ve tansiyon ölçülme pozisyonuna göre (ayakta, oturarak veya yatarak) de değişiklik olabilirse de genel olarak bu rakamların üstü yüksek tansiyon altı ise düşük tansiyonu gösterir. Tansiyonun normal olmaması başta kalp, beyin, böbrek ve göz olmak üzere birçok dokuda rahatsızlık ve bozukluklara sebeb olur.
İstanbul’da Dolmabahçe semtinde, deniz kıyısında, Abdülmecîd Hanın 1853-56 yılları arasında Mîmâr Garabet Balyan’a yaptırdığı saray. Vaktiyle Boğaziçi’nin bir parçası olan deniz, 1614’te Sultan Birinci Ahmed’in emriyle Kaptan-ı Deryâ Dâmâd Halil Paşa tarafından doldurularak geniş bir arâzi meydana getirildi ve pâdişâhın Has Bahçesine ilâve edildi. Bu iş İkinci Osman zamânında bitirilebildi. Has Bahçenin içinde bir de pâdişâha âit Kasır yapıldı. 1719’da Sultan Üçüncü Ahmed, sonra Birinci Abdülhamîd Han (1774-1789) tarafından bu kasra çok güzel çiniler döşettirildi. Sultan İkinci Mahmud (1808-1839) bu kasrın yerine büyük bir saray yaptırdı. “Eski Dolmabahçe Sarayı Hümâyûnu” denilen bu saray ahşaptan yapılmıştı.
Sultan İkinci Mahmud ve oğlu Birinci Abdülmecîd Han (1839-1861), diğer saraylarda olduğu gibi burada da oturdular. Sonra, Sultan Abdülmecîd 1853’te bu sarayı yıktırarak onun yerine bugünkü Dolmabahçe Sarayını yaptırdı. Yeni Sarayın inşâsı 1856’da bitti. Önceleri “Beşiktaş Sarayı Hümâyûnu” denilen bu saraya halk, sonradan “Dolmabahçe” demiştir.
Sultan Abdülmecîd’in annesi Bezm-i Âlem Vâlide Sultanın sarayın az ötesinde Kabataş’a doğru yaptırdığı iki minâreli küçük zarif câminin inşâsı da aynı yıl tamamlandı.
Sarayın mîmârları o devirde meşhur olan ermeni Garabet Balyan ile Muayede Salonu ve Merasim Kapılarını yapan oğlu Nikogos Balyan’dır. Deniz tarafı 600 m uzunluğunda olan mermer rıhtıma dayanmaktadır. 64.120 metrekarelik bir sahada kurulan Dolmabahçe Sarayı, Dolmabahçe’den Beşiktaş’a doğru dört büyük kısımdan meydana gelmektedir. Bunlar Mâbeyn-i Hümâyûn (selâmlık), Muâyede Salonu (taht salonu), Harem-i Hümâyûn ve Velîahd Dâireleridir. Bu kısımlar asıl sarayı meydana getirir ve yüzölçümü 16.670 metrekaredir. Sarayın kapladığı sahada bunlardan başka; câmi, tiyatro, istabl-ı âmire, serasker dâiresi ile hazîne-i hassa ve mefrûşât dâireleri vardır. Bunların hemen arkasından ise; kuşluk, camlı köşk, gedikli câriyeler ve kızlarağası dâireleri, hareket köşkleri, Hereke dokumahânesi, baltacılar, agavât, bendegân ve musâhibân dâireleri ile sarayda bulunan hizmet görenlerin hepsini doyuracak büyüklükte matbah-ı âmire (mutfak) yer almıştır. Saray müştemilâtında bulunan saat kulesi sonradan İkinci Abdülhamîd Han zamânında yapılmıştır.
Sarayın asıl girişi olan, saat kulesi tarafındaki kapı ile Kabataş-Beşiktaş yolu üzerindeki iki âbidevî kapıdan başka bir kısmı denize açılan on kapısı daha vardır. Bu kapılardan bâzıları fevkalâde bir demir işçiliği göstermektedir.
Veliaht Dâiresi, şimdi Resim ve Heykel Müzesidir. Asıl saray gibi, Türkiye Büyük Millet Meclisine değil, Millî Eğitim Bakanlığı Müzeler Genel Müdürlüğüne bağlıdır.
Saray yol tarafından yüksek duvarlarla ayrılmıştır. Sarayın bütün dış kısımları Marmara Adasından çıkarılan beyaz mermerle inşâ edilmiştir. Sarayın iç kısımlarında da su mermeri ve somaki kullanılmış olup, döşemeleri ise ahşaptır.
Saray, bodrumu ile birlikte üç katlıdır. Kırk altı salonu ve iki yüz seksen beş odası vardır. Sarayın en büyük ve muhteşem yeri Muâyede Salonudur. Dünyânın ünlü salonlarından biri sayılan bu salonun yüzölçümü 1800 metrekaredir. Yan ilâveleriyle 2250 metrekareyi bulmaktadır. Salonun 56 sütun üzerine oturan kubbesi 36 m yüksekliktedir. Dolmabahçe Sarayı çok değerli antikaları ve dünyânın en büyük taban halılarından birkaçı ve 36 billur avizesiyle göz alıcı bir güzelliğe sahiptir. Saray, TBMM başkanına bağlı olup, resmî konukları ağırlamakta kullanılmaktadır.