DÎVÂN-I ÂLÎ
Alm. Staatsgerichtshof (m), Fr. Cour supréme (f), İng. High Court of Justice.
1. 1924 Anayasası’nın 61-67. maddelerine göre kurulan, bakanların, danıştay üyelerinin, yargıtay başkan ve üyelerinin, başsavcının görev suçlarından meydana gelen dâvâları görmeye yetkili mahkeme. Dîvân-ı Âlî’nin yerini 1982 Anayasası içinde Anayasa Mahkemesi almış olup görev ve yetkileri şöyledir: Anayasa Mahkemesi, kânunların, kânun hükmünde kararnâmelerin ve TBMM iç tüzüğünün Anayasaya şekil ve esas bakımlarından uygunluğunu denetler. Anayasa değişikliklerini ise sâdece şekil bakımından inceler ve denetler. Anayasa Mahkemesi Cumhurbaşkanını, Bakanlar Kurulu üyelerini, Cumhûriyet Baş Savcılığını, Cumhûriyet Başsavcı vekilini, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ve Sayıştay Başkan ve üyelerini Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Askerî Yargıtay, Askerî Yüksek İdârî Mahkemesi başkan ve üyelerini, görevleriyle ilgili suçlardan dolayı Yüce Dîvân sıfatıyla yargılar.
2. Anadolu Selçuklularında, bütün memleket işlerinin yürütüldüğü Büyük Dîvâna “Dîvân-ı Âli” ve “Dîvân-ı Saltanat” denirdi. Bu Büyük Dîvân, bugünkü hükümet ve meclisin gördüğü vazîfeleri yapardı. Başkanı sultan olup, ikinci başkanı vezirdi. Vezir her gün dîvândaki işleri tâkib ederdi.
Dîvân-ı Âlî’den başka ikinci derecede olan, bugünkü bakanlıklara eşit sayılan; Niyâbet-i Saltanat Dîvânı, İstifa (Mâliye) Dîvânı, Tuğra Dîvânı, Adliye Dîvânı gibi dîvânlar da vardı.
Alm. Osm Staatsrat, Fr. Chancellerie (f) imperiale-ottomane (hist), İng. The Imperial Council. Mühim devlet işlerinin görüşüldüğü ve karara bağlandığı yüksek merci. Dîvân-ı Hümâyûn bugünkü Bakanlar Kuruluna benzetilebilir.
Diğer Türk ve İslâm devletlerinde olduğu gibi, Osmanlılarda da dîvân-ı hümâyûn adı ile bütün mühim devlet işlerinin görüldüğü ve karara bağlandığı bir merci olmak üzere büyük dîvân vardı. Osmanlı Devletinin merkez teşkilâtının üç büyük temel unsurundan biri de dîvân-ı hümâyûn ve kalemleridir. Diğerleri bâb-ı âsafî ve kalemleri ile bâb-ı defterî ve kalemlerinden meydana gelmektedir. Dîvân-ı hümâyûnda, imparatorluğa âit siyâsî, idârî, askerî, örfî, şer’î, adlî ve mâlî işler, şikâyet ve dâvâlar görüşülüp ilgililer tarafından tetkik edildikten sonra bir karara bağlanırdı. Dîvân hangi dil ve millete mensub olursa olsun, her sınıf halka, kadın erkek herkese açıktı. Devletin idârî, siyâsî ve örfî işleri doğrudan doğruya, diğerleri bir mürâcaat, bir îtirâz veya bir lüzum üzerine tetkik edilirdi. Memleketin herhangi bir yerinde haksızlığa uğrayan, zulüm gören veya mahallî kâdılarca haklarında yanlış hüküm verildiğini iddiâ edenler, vakıf mütevellîlerinin haksız muâmelelerine uğrayanlar, idârî veya askerî âmirlerden şikâyeti olan herkes ve diğer dâvâcılar dîvân-ı hümâyûna bizzat başvururlardı. Bütün dâvâlar burada tarafsızlıkla görülürdü. Ayrıca harp ve sulh gibi kararlar dîvânca verildiği gibi bütün mühim devlet işleri de burada müzâkere edilir ve netîcelendirilirdi. Dîvânda bitmeyen veya pâdişâha arza muhtâc olmayan gerek resmî ve gerek husûsî işler pâdişâhın mutlak vekîli olan vezîr-i âzamın ikindi dîvânında müzâkere edilir ve karara bağlanırdı.
Dîvân-ı hümâyûn, mutat toplantılarından başka kapıkulu askerlerine ulûfe dağıtımı için üç ayda bir fevkalâde olarak toplanırdı. Gelen yabancı elçiler de, bu vesîle ile sadrâzamla görüşürler ve daha sonra pâdişâhın huzûruna çıkarlardı. Buna Galebe Dîvânı denirdi. Pâdişâhın tebeasıyla ve bilhassa askerî sınıflarla vâsıtasız olarak görüşmesi gâyesiyle tahtın, Bâbüssaâde denilen, sarayın üçüncü kapısı önünde kurulması sûretiyle akdedilen olağanüstü toplantılara ise Ayak Dîvânı denirdi. Ayak dîvânları ekseriya ihtilâl veya karışıklık zamanlarında olurdu. Hükümdâr burada halkla veya askerle doğrudan doğruya temâs eder, dertlerini dinlerdi. Ayak Dîvânının mühim ve acele işleri müzâkeresi ve derhal bir karara varılması için hükümdârın veya serdâr-ı ekremin başkanlığında saray dışında ve meselâ sefer zamanlarında ordunun bulunduğu yerde toplandığı da olurdu. Bu sırada müzâkerelere yalnız devlet ricâli ve tecrübeli komutanlar iştirâk ederlerdi.
Fâtih devrine kadar dîvâna bizzat pâdişâhlar başkanlık ederlerdi. Daha sonra pâdişâh adına vezîriâzamlar başkanlık etmişlerdir. Pâdişâh nerede bulunursa dîvân orada toplanırdı. Yalnız vezîriâzam seferde bulunurken büyük dîvân onun başkanlığında toplanırdı. Fâtih zamânında da dîvân her gün toplanmakta olup, haftada dört gün pâdişâhın huzûruna arza girilirdi. Dîvân-ı hümâyûn toplantıları 16. yüzyıldan sonra haftada dört güne inmiştir. Târihçi Gelibolulu Mustafa Âli’nin yazdığına göre Üçüncü Murâd zamânına kadar haftada dört gün dîvân ve bu dîvân toplantılarından sonra dört defâ da arza girilirken, dört defa arza girmek çok görüldüğünden arz günleri ikiye indirilmiştir.
Toplantı Cumartesi, Pazar, Pazartesi ve Salı günleri yapılırdı. Bu dört günde dîvân-ı hümâyûn üyeleri saraya gelip işlere bakarlardı. Pazar ve Salı günleri müzâkerelerden sonra vezîriâzam ile diğer vezirler, kazaskerler ve defterdârlar arz odasında pâdişâhın huzûruna kabul olunarak dîvân işleri hakkında her biri ayrı ayrı îzâhat verirdi. Dîvân heyetine vezir rütbesinde olmadıkça yeniçeri ağası iştirâk edemezdi. Vezir olmayan yeniçeri ağası arz günlerinde dîvân üyelerinden önce arza girip yeniçeri ocağına dâir söyliyeceğini söyler, sonra maiyetiyle berâber ağa kapısına girerdi. Dördüncü Mehmed’in pâdişâhlığı ve Fazıl Ahmed Paşanın sadrâzamlığı zamânında evvelâ Avusturya ve sonra Leh seferleri dolayısıyla pâdişâh Edirne’de bulunduğundan, dîvân müzâkerelerini yalnız arz günlerine inhisar ettirerek, haftada iki gün, yâni Pazar ve Salı günleri toplanması kararlaştırılmıştı. Pâdişâh 1677’de İstanbul’a gelince yine aynı sûrette haftada iki gün olarak devâmı emredilmişti. Bu durumda devlet işleri yavaş yavaş sadrâzamların ikindi dîvânlarına yükletilmiş oluyordu. İkinci Ahmed’in saltanatının son senelerinde haftada iki gün toplanan dîvânın azlığı ve iş sâhiplerinin mağdûriyeti göz önüne alınarak bu hükümdârın emriyle dîvân toplantıları yine haftada dört gün olmuştu.
Dîvân toplantılarının 18. yüzyıl başlarında Üçüncü Ahmed zamânında haftada iki ve sonra bire indiği görülmektedir. Daha sonraki devirlerde dîvân toplantıları büsbütün terk edilerek işlerin halli sadrâzam dîvânına bırakılıp, pâdişâhların irâdeleri alınmak için hükümdâra telhisçi gönderilmek sûretiyle paşa kapısında görülür olmuş ve dîvân akdi üç ayda bir, kapıkulu ocaklarına maaş verme ve yabancı elçi kabûlü şekline dönüşmüştür.
Dîvân-ı hümâyûnun Topkapı Sarayında Kubbealtı denilen binâsını Kânûnî Sultan Süleymân zamânında vezîriâzam Dâmâd İbrâhim Paşa yaptırmıştır. Bundan evvel, sonradan eski dîvânhâne denilen başka bir dîvân toplantısı yeri bulunmaktaydı. Dîvân-ı Hümâyûn binâsı, ikinci yer veya alay meydanı denilen orta kapı ile Bâbüssaâde arasındaki sâhada sol kısımdadır. Kubbealtı veya Dîvân-ı hümâyûn binâsı esas îtibâriyle üç kubbealtındadır. Bu üç kubbeden birisi dîvân üyelerinin toplandığı müzâkere salonudur. Burada üyelerin oturacağı yerler bellidir. Bu salonda vezîriâzam ile diğer vezirlerin oturdukları yerin üstünde pâdişâhların dîvân toplantılarını gizlice dinledikleri “Kasr-ı Adl” denilen kafes pencereli yer bulunmaktadır.
Dîvân-ı hümâyûn 18. yüzyıldan sonra önemini kaybetmesine rağmen büsbütün ortadan kaldırılmayarak imparatorluğun sonuna kadar muhâfaza edilmiştir.
Dîvân-ı Hümâyûn Üyeleri
Vezîriâzam (Sadrâzam): Osmanlıların ilk devirlerinde vezîriâzamlar ilmiye sınıfından gelmişlerdir. Pâdişâhın mutlak vekilidirler. Kânunnâmelerde yazıldığına göre vezîriâzamlar imparatorluktaki ilmiye tevcîhlerine de dâhil olmak üzere bütün tâyin ve aziller, katiller, terfî ve ilerlemelerde birinci derecede merci olup, her iş onun emir ve müsâadesiyle olurdu. Sefer dışındaki zamanlarda vezir, kazasker ve şeyhülislâm gibiler hakkındaki muâmelelerde pâdişâhın muvâfakatı alınırdı. Sadrâzamlar sefere gittikleri zaman devlet merkezindeki işleri görmeleri için, vekil olarak bir veziri kaymakam bırakırlardı. Buna “Rikab-ı Hümâyûn” veya “Sadâret Kaymakamı” denilirdi. Sadâret kaymakamı da gerek dîvân-ı hümâyûnda, gerekse paşakapısında dîvân toplandığı zamanlarda görülen işleri müstakil defterlere yazdırır, buna da Rikab Defteri ismi verilirdi. Dîvân-ı hümâyûn üyelerinin seferde bulunması hâlinde bu dîvânlara vekilleri gelirdi.
Kubbe vezirleri: Vezîriâzamdan sonra gelen diğer vezirler ikinci vezir, üçüncü vezir, dördüncü vezir vb. şekilde adlandırılırdı ve sayıları yediye kadar çıkabilirdi. Dîvân müzâkerelerinde ve siyâsî herhangi bir işin hallinde de tecrübeli devlet adamları olan bu kubbe vezirlerinin fikirlerinden istifâde edilirdi.
On yedinci yüzyılın başlarından îtibâren defterdâr, nişancı ve kaptanpaşaların vezirlikleriyle berâber vezirlerin adedi artmıştır. Hattâ bâzı beylerbeyliklere tâyin edilen zevâta da vezirlik rütbesi verilmiştir.
Kazasker: 1480 târihine kadar bir adetken bu târihten sonra Rumeli ve Anadolu kazaskerlikleri ismiyle iki olmuştur. Yavuz Sultan Selim zamânında Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun fethi üzerine 1516’da Arap ve Acem kazaskerliği ismiyle üçüncü bir kazaskerlik kurulmuş, Diyarbekir de bu kazaskerliğe merkez olmuştur. Daha sonra Suriye ve Mısır’ın da ilhâkıyle Arap ve Acem kazaskerliği merkeze nakledilmiştir. 1518’den sonra da lağv edilmiş ve kazaskerlik tekrar ikiye inmiştir. Kazaskerler, dîvânda şer’î meselelere bakarlardı. (Bkz. Kazasker)
Nişancı veya tevkıî: Devlet kânunlarını iyi bildiğinden gerektiğinde bu meseleler hakkında fikri alınırdı. Dîvândan pâdişâh adına sâdır olan fermanlara tuğra çekmek de bunların vazîfesiydi. Dîvân üyesi olmasına rağmen vezir rütbesinde olmadıkça arz günlerinde pâdişâhın huzûruna giremezlerdi. Defterhânedeki tahrîr defterine bizzat nişancılar yazı yazabilirdi.
Defterdârlar: Fâtih Kânunnâmesi’ne göre defterdâr, pâdişâhın malının vekilidir. Defterdârlık teşkilâtına “Bâb-ı Defterî” de denilir. Başdefterdârdan sonra Anadolu mâlî işlerini görmek için Anadolu Defterdârı geliyordu. Yavuz Sultan Selim devrinde buraların mâlî işlerini görmek üzere Halep’te bir defterdârlık daha kuruldu. Fakat bu devlet merkezinde değildi. On altıncı yüzyıl ortalarında devlet merkezinde Şıkk-ı Sânî adı ile bir defterdârlık daha kurulmuştur. Bu şekilde Başdefterdâr, Anadolu Defterdârı ve Şıkk-ı Sânî isimlerinde üç defterdârlık olmuştur.
Dîvân-ı hümâyûn sabah erkenden toplanır ve kuşluk zamânına ve bâzan da öğleye kadar devâm ederdi. Dîvân-ı hümâyûna gelecek olan devlet adamları sabah namazını çoğu zaman Ayasofya Câmiinde kılar, Yeniçeri ocağı ile süvârî bölük ağaları ve bir miktar yeniçeri, sarayın Bâb-ı Hümâyûn denilen ve Ayasofya Câmiine bakan kapısı önünde iki sıra üzerine dizilirler, dîvân erkânı namazdan sonra buradaki yerlerini alırlardı. Bu sırada duâcı duâ ettikten sonra Bâb-ı Hümâyûn kapıcıları kapıları açarlardı. Dîvân-ı hümâyûnda dîvân üyelerinden başka reisülküttâb, çavuşbaşı, kapıcılar kethüdâsı, büyük ve küçük tezkireciler ve tercümanlar hizmet görürlerdi. Dîvânda nişancı, tuğra çekilmesi lâzım gelen ferman, berat, menşur gibi evrâka tuğra çekerdi. Örfî işleri ise vezîriâzam kararlaştırırdı.
On sekizinci yüzyılın son çeyreğinden îtibâren Osmanlı kabînesi şu şekilde teşekkül ettirilmiştir.
Sadrâzam.
Sadâret Kethüdâlığı: 1835 yılında Umûr-ı Mülkiye Nezâreti ve 1837 yılında Dâhiliye Nezâreti olmuştur.
Reisülküttaplık: 1836 yılında Umur-ı Hâriciye Nezâreti olmuştur.
Defterdârlık: 1838 yılında Mâliye Nezâreti olmuştur.
Çavuşbaşılık: 1836 yılında Deâvî Nezâreti ve 1870 yılında Adliye Nezâreti olmuştur.
Yeniçeri Ağalığı: 1826 yılında Seraskerlik, 1908 yılında Harbiye Nezâreti olmuştur.
Kapudan-ı Deryâlık: 1878’den sonra Bahriye Nezâreti olmuştur.
Daha sonraları kabîneye Şeyhülislâm da dâhil edilmiştir.
Dîvân-ı Hümâyûn Kalemleri
Dîvân-ı hümâyûnda Reisülküttaplık ile maiyeti olan beylikçinin nezâretleri altında dîvân-ı hümâyûn kalemleri bulunmaktaydı.
Amedî Kalemi: Reisülküttabın husûsî kalemi olup aynı zamanda bütün dış işleriyle meşgul olup ve sadrâzamlıkla sarayın irtibâtını temin ederdi. Pâdişâhın kendisine sadrâzam tarafından yazılacak tahrir, telhis ile yabancı devletlerle yapılacak antlaşmalara dâir ahidnâme ve musâlahanâme sûretleri, sadrâzam tarafından yabancı devletlere gönderilen mektup müsveddeleri ve protokoller, elçi, konsolos, tercüman ve yabancı tüccarlara âit yazışmalar burada yazılır ve bu kalemde saklanırdı.
Beylikçi veya Dîvân Kalemi: Dîvânda müzâkere olunup karara bağlanan işlerin, îcâb eden yerlere havâlesi ve dîvân sicillerinin tutulmasıyla vazîfeliydi. Ferman ve beratlar burada yazılırdı. Beylikçi yazı işlerinden dolayı Reisülküttâbın emri altında bulunurdu.
Tahvil Kalemi: Bu kaleme, Nişan Kalemi veya Kese Kalemi de denilmektedir. Vezir, beylerbeyi, sancakbeyi beratlarıyle, vilâyet kâdılarının beratları, zeâmet ve timarların kayıtları hep burada tutulurdu.
Rüûs Kalemi: Genellikle küçük berat olarak târif edilir. Vezir, beylerbeyi, sancakbeyi ve vilâyet kâdısı derecesine çıkmış, ilmiye sınıfı hâriç olmak üzere, bütün devlet memuriyetlerine intisâb edenlerin veya kendilerine evkaftan vazîfe verilenlerin muâmeleleriyle meşgul olur ve kayıtlarını tutardı. Tahvil ve Rüûs kalemleri bugünkü özlük işlerinin görevini yaparlardı.
Teşrifâtçılık Kalemi: Dîvân-ı hümâyûndaki mühim vazîfelerden biri de teşrifâtçılık idi. Gerek sarayda ve dîvân-ı hümâyûnda, gerekse sadrâzam konağında yapılan merâsimlerde elindeki defter gereğince protokolü tatbik ederdi.
Vak’anüvislik Kalemi: Osmanlılarda vak’anüvislik ismiyle resmî bir memûriyet ve kalemin kuruluşu 18. yüzyıl başında ortaya çıkar. Bu kalem devlet işlerine âit verilen vesikaları tedkik ve kaydederdi. İlk meşhur vak’anüvis târihçi Mustafa Nâimâ Efendidir.
Mühimme Odası Kalemi: 1797 târihinde çıkan nizamnâmeyle, dîvân veya beylikçi kalemlerindeki Mühimme Nüvislerin (yazanların), bir yerde çalışmaları için Mühimme Odası veya Mühimme Kalemi kurulmuştur.
Dîvân-ı hümâyûn kalemlerinin şeflerine Hâcegân ve bir kalemin en kıdemli memuruna Halîfe denirdi.
Dîvân-ı Hümâyûn Defterleri
Dîvân-ı hümâyûnda çeşitli işler hakkında tutulmuş pekçok defter bulunmaktadır. Bunların arasında en önemlileri mühimme, ahkâm, tahvil, rüûs, nâme, ahidnâme defterleridir.
Mühimme Defterleri: Dîvân-ı hümâyûnun muntazaman toplandığı zamanlarda her dîvân toplantısında görüşülen siyâsî, içtimâî, mâlî, idârî ve örfî kararların kayıtlarını ihtivâ eden defterlere “mühimme defterleri” denirdi. Dîvân toplantılarında zabıt tutma usûlü olmayıp görüşülen işin netîcesi, yâni karar sûreti dîvân kâtipleri tarafından kaleme alınırdı. Bu karar sûretini daha sonra reisülküttâb gözden geçirip tashîh eder ve daha sonra îcâb eden yere yazılır ve en son olarak nişancı tarafından hüküm veya fermanın tuğrası çekilirdi. Dîvân-ı hümâyûn işlerinin Bâb-ı âlî’ye nakli sırasında mühimme defterleri de, oraya taşınmıştır. Elde mevcut mühimme defterleri 16. yüzyıl ortalarından başlamaktadır.
Mühimme defterleri de birkaç çeşittir. Biri normal dîvân görüşmelerine âit olan defterlerdir. Diğer bir mühimme defteri de “Mektûm Mühimme Defteri” olup, adından da anlaşılacağı üzere gizli yazılan hüküm ve fermanları havidir. Bunlardan elde mevcud olanlar 18. yüzyıldan başlamaktadır. Savaş zamanlarında lâzım olan defterler sadrâzam ve serdâr-ı ekremle berâber sefere gönderildiğinden, seferdeki görüşmelere âit tutulan mühimme defterlerine “Ordu Mühimmesi” denilmektedir. Sadrâzamın seferde bulunması dolayısıyle devlet merkezinde Rikab-ı Hümâyûn Kaymakamının başkanlığı altında toplanan dîvân veya meclisteki görüşmelere âit tutulan defterlere “Rikab Mühimmesi” ismi verilmiştir.
Ahkâm defterleri: Bâzan bir eyâlete ve bâzan muhtelif eyâletlere âit olarak tutulmuşlardır. Bu defterlerde vâlilere, kâdılara ve sâireye hitâben yazılan hükümler bulunmaktadır.
Tahvil defterleri: Bu defterlerin pekçok çeşitleri vardır. Tahvil muâmeleleri sadrâzamın emrini müteakip en son olarak yapılırdı.
Rüûs defterleri: Rüûs genellikle küçük memûriyet, vazîfe veya mültezimlere o işin verildiğini gösteren tâyin vesikası olarak küçük berat şeklinde târif edilmektedir. On altıncı yüzyıl rüûs defterlerinde büyük memuriyetlere âit beratlar da bulunmaktadır. Rüûs defterlerinin kâdı, mukâtaât, rikab, vakıf, müderrislik ve zeâmet rüûsu gibi çeşitleri bulunmaktadır.
Bu belli başlı defterlerin dışında pekçok dîvân-ı hümâyûn defteri de bulunmaktadır.
(Bkz. Kaşgarlı Mahmud)
Alm. Alttürk. Schreibgerat (n), Fr. Sorte d’écritoire (f) en métal (hist.), İng. Pen-case (often combined with an ink-holder) hist. Mürekkeple yazı yazmaya yarayan yazı takımı. Mürekkep koymaya yarayan hokka, kalem koymaya mahsus kısmın (kalemdân’ın) baş tarafına perçinlenir veya vidalanırdı.
Hokkanın mandallı kapağı bulunurdu. İçine, didiklenmiş, lika denilen ham ipek konulurdu. Mürekkep bununla karıştığı için dökülmezdi. Bu hokkalara kırmızı boya da konmak için ikiye bölünenler olduğu gibi, iki hokkalı üç hokkalı olanları da vardı. Divit, sâhibinin mâlî durumuna göre; tenekeden, tunçtan, mâdenden, bâzan da gümüşten yapılırdı. Bâzılarının üzerleri taşlarla süslenirdi. Osmanlılar zamânında divit genellikle pirinç, bakır veya ceviz, abanoz, zeytin ve kuka ağaçlarından îmâl edilirdi. Pişmiş topraktan, gümüş, altın ve sombalığı kemiklerinden yapılanlar olduğu gibi, demir üzerine gümüş ve altın kakmayla süslenerek yapılanlar da olurdu. Divitler ekseriyâ kuşak arasına sokularak taşınırdı. İhtiyaç duyulduğunda bunları kavga esnâsında bıçak gibi kullananlar da olurdu.
Divitin kalem koymaya mahsus sapının uzunluğu ekseri 25 cm kadardı. Buna rağmen muhtelif boyda olanları da vardı. Eskiden divit yapan esnaf, geçimlerini bu işi yapmakla sağlarlardı. Üsküdar’da Kazasker Ahmed Efendi adını taşıyan mahalle eskiden divitçiler olarak anılırdı. Orası Divitçiler Çarşısı olduğu için bu ismi almıştı. Meşhur divitçiler yaptıkları divitlere isimlerini kazırlardı. Çok sanatkârâne yapılanları makbul sayılır ve yüksek kıymetle satılırdı.
Tanzimâttan sonra kıyâfetin değiştirilmesi, arasında saklandığı kuşağın kullanılmaması yüzünden divite îtibâr gittikçe azaldı. Dolma kalemin bulunmasıyla de büsbütün ortadan kalktı. Sanat incelikleri taşıyan kıymetli divitler bugün müzelerde muhâfaza edilmektedir.
(Bkz. Şeker Hastalığı)
Alm. 1. Zwerchfell (n) an. 2. Blende (f), phot. 3. Membran (-e), Schalidose (f), Fr. Diaphragme (m), fot. fiz. biol. ve zool., İng. Diaphragm anat., phys., mech. İnsanda ve memelilerde göğüs boşluğunu karın boşluğundan ayıran kas ve kirişten yapılmış zar. Diyafram kubbe şeklinde olup ortasında yürek oturduğu için burası çukurdur. Böylece diyafram bu çukurluğun sağında ve solunda çift kubbe şeklini alır. Diyaframın sol kısmı daha aşağıdadır. Nefes alırken alçalan diyafram, nefes verirken göğüs boşluğuna doğru yükselir. Karın boşluğuna doğru alçalırken akciğerlerin genişlemesine, nefes verirken göğüs boşluğuna doğru yükselerek akciğerlerdeki havanın atılmasına yardımcı olur. Diyaframın bu hareketi çıplak vücuda dışarıdan bakmakla da belli olur. Nefes alındığında karın cidarının içeri çekilmesi, nefes verildiğinde dışa doğru bombeleşmesi diyaframın hareketlerinden dolayıdır. Diyafram erkeklerde kadınlara nazaran daha fazla görev yapar. Kadınlarda teneffüs hareketleri enine doğrudur, yâni daha çok göğüs kafesinin hareketleriyle yapılır. Kadında bu özelliğin hâmilelikte büyük önemi vardır. Böyle olmasaydı gebeliğin son aylarında annenin nefes alıp vermesi son derece güçleşirdi.
Diyaframın bir merkezî kısmı, bir de çevresel adale kısmı vardır. Merkezî kısım sedef renginde kirişsi bir tabakadır. Burada ortaya yakın sağ tarafta ana toplardamarın geçtiği delik bulunur. Çevresel adale kısmında ise yemek borusu, mide-akciğer sinirleri, aortun geçtiği mühim delikler vardır. Bu delikler içinden geçen damarlar vs. dışarıdan tamamen diyaframla sarılıdır. Bu sarılı olma yeterli derecede olmazsa karın içi organları gevşek deliklerden göğüs içine geçerek “diyafram fıtıkları”nı meydana getirirler. Fıtıklaşan organlardan en sık mide göğüs boşluğuna geçer. Fıtıklaşma olması için organın tamâmının göğüs boşluğuna geçmesi gerekmez, ancak bir kısmı geçse bile fıtık meydana gelir. Diyafram fıtıkları sık görülen olaylar olup, cerrâhî girişimle düzeltilmektedir.
Tıbbî mânâdaki diyafram dışında çeşitli alanlarda târif edilen ve kullanılan bâzı araçlar için de diyafram adı verilmektedir. Optik sâhasında diyafram bir ışık huzmesinin geçişini belli alanda sıralamak için yapılmış, üzerinde daralıp genişletebilen bir delik bulunan ışık geçirmeyen levhalardır. Bu tip diyaframlar mikroskop, fotoğraf makinesi, gibi birçok optik cihazda kullanılmaktadır. Fotoğraf makinalarında kullanılan modern diyaframlarda, merkeze yaklaştıkça kapanan, çevreye doğru açılan dâire şeklindeki levhaların hareketleriyle objektif açıklığı sağlanabilmektedir.
Sanâyide iki ayrı vasatın arasında mutlak bir geçirmezlik gerekli görülen cihazlarda, bu geçirmezliği temin eden, kimyasal ve fizikî tesirlerle bu özelliğini kolay kaybetmeyen maddeler kullanılır. Bunlara da diyafram ismi verilmektedir.
Alm. Dialekt (m), Fr. Dialecte (m), İng. Dialect. Bir dilin, husûsiyetler tayışan en küçük kolu. Lâtincede dialectus, Grekçede dialektos olarak geçmektedir. Kelime bu durumu ile batı dillerinden gelmiştir.
Diyalekt; bir dilin belirli bir bölgede konuşulan ve mahallî husûsiyetler taşıyan en küçük kolu olup, ağız da denmektedir. Diyalektle uğraşan ilim kolu ise diyalektoloji olarak adlandırılmaktadır. Diyalekt, belirli bir yere âit oluşundan dolayı sınırlıdır. Bu bakımdan en yakın mesâfede birbirine komşu birkaç diyalekt bulunabilir. Diyalekt, yâni ağızın, konuşulduğu bölgenin her yönüyle husûsiyetlerini taşıdığını, tâbi olduğu ana dile paralel bir gelişmenin yanında, az da olsa kendine has kelime türetmeye yönelerek, imkânlarını zorladığını bilmek gerekir.
Sınırlı olmasından dolayı, târih içinde yüzyıllarca dar bir mahalde konuşulan ağzın, mensup olduğu yazı dilinden ayrılıklar göstermesi pek tabiîdir. Çünkü yazı dili bir milletin kültürünün muhâfazası için gelişmiş, başka dillerle münâsebette bulunmuş, kendi kâideleri içinde yeni dil unsurları hâsıl etmiş, başka dillerden aldığı yabancı kelimeleri kânunlarına uydurmuş ve kendisine mensup ağızlarda hâkim olarak varlığını sürdürmüştür. Ağız ise, şâyet yazılı mahallî metinleri varsa mensûbu bulunduğu dille ayrıldıkları noktaları o ölçüde takib etmek mümkündür. Ağızdaki gelişme, hep sözde kalması sebebiyle yazı diline nisbetle daha hızlıdır. Bu yüzden bâzan bir ağız ile mensûbu bulunduğu kültür, yâni yazı dili arasında büyük ayrılıklar ortaya çıkabilir. Hattâ, bugün Rusya ve Türkî cumhûriyetlerde olduğu gibi, bu durum kasıtlı olarak kullanılır ve her bölgeye ayrı bir alfabe konulursa, bir milletin arasındaki anlaşma sınırlandırılmış ve kontrol altına alınmış olur. Ayrıca aradaki ufak farklardan hareket edilerek zamanla aynı dilin başka başka iki şekli ortaya çıkarılmış olur. Bu da bir milletin parçalanması için kâfi sebeptir.
Ağızın zamâna ve tekniğe tahammülü yoktur. Teknik, bir ağızın tesbitinde ne kadar fayda sağlarsa, girdiği bölgenin ağızını da derhal değiştirmeye yönelir. Bilhassa radyo, televizyon ve videonun girdiği yerlerdeki konuşma hemen değişikliğe uğrar ve kültür, yâni yazı dilinin bu vâsıtalarla ağıza tesiri bölge diyalektine hâkimiyet sağlar. Böylece ağız mensûbu bulunduğu yazı diline iltihak etmiş olur. Bunun yanında bölgenin dışarıyla temas eden insanlarıyla, dışarıya gitmeyen ve dar coğrafyasında hayat süren insanları arasında da ağız yönünden farklar görülür. Dışarı giden insanlar bölge ağızına, bölgeye yabancı dil unsurları getirdikleri gibi ağızlarını da muhâfaza etmezler. Aynı şey, okuma yazma bilen ve bilmeyen insanlar arasında da söz konusudur. Okumuş yazmış insanların ağızlarında yazı dilinin tesiri çok fazladır. Okuma yazma bilmeyen kişiler ise yalnız duyduklarıyla kalıp ağızlarını muhâfaza ederler. Şu hâlde ağızın tekniğe ve medeniyete tahammülü çok azdır.
Ağız, mensubu bulunduğu kültür dili ile aynı dile bağlı lehçe ve şîvelerde bâzı meselelerini aydınlatmada ipuçlarına sâhiptir. Ayrıca bir dilin târih içindeki gelişimi, diğer lehçe ve şîvelerle mukâyese imkânını da vermektedir. Bunun yanında yazı dilinin beslenmesi ve geliştirilmesinde diyalektlerin, yâni ağızların oynadığı rol çok büyüktür. Fakat şurası açıktır ki, Türkçenin diyalektleri henüz istenildiği gibi tesbit edilmiş olmadığı gibi, bu ağızların tesbiti için gerekli çalışmalar da yapılmış değildir. Hattâ yaşayan ağızlar için bir arşivden de mahrum bulunmaktayız. Batı ülkelerinde bu çalışmalar 100 seneyi aşkın bir süredir tesbit edilmeye çalışılmış, arşivler kurulmuş ve diyalektoloji ile ilgili olarak, dil atlasları bile yapılmıştır.
Almanya’da diyalekt çalışmaları 19. asırda başlamış olmasına rağmen, temeli bir hayli gerilere götürülebilir. Luther bile eserini meydana getirirken halk diline gitmeyi ihmâl etmemiştir. Bu ülkede asıl diyalekt çalışmaları J.Grimm ile başlamıştır. J.Grimm târihî dil araştırmalarıyla Alman diyalekt araştırmalarını sağlam bir yola sokmuştur. Fakat Almanya’da asıl diyalekt araştırmalarına romantizmin dayandığı millî ve târihî varlığa duyulan arzu sebeb olmuştur. Böylece millî düşüncenin temeli sayılan dil üzerine J. Grimm, F. Bopp ve W.V.Humbold çalışmalara başlamışlardır. Bavyeralı A. Schmeller (1785-1852) de bölgesinin ağızlarını gramer bakımından incelemiş ve diyalektoloji (ağız çalışmaları)nin kurucusu olmuştur. A. Schmeller ağızları fonetik ve morfolojik (ses ve yapı) bakımından dilin eski çağlarını aydınlatan bir vâsıta olarak kabul etmiştir. Bu bilginden sonra Almanya’da ağız incelemeleri ve araştırmalarının en önde gelen hedefi ağızların tasnifini yapmak olmuştur. Hattâ 1876 yılından sonra sesi esas alan gramerciler ortaya çıkmıştır. Bütün bu çalışmalar mahallî ağızların ses ve yapısı ile kelime servetini ve cümle yapısını ihtivâ eden tasvîrî gramerlerin yazılmasını sağlarken; ağızlara has fonograf arşivlerinin meydana getirilmesini ve neticede G.Venker’in gayretleri Alman Devleti Dil Atlası’nı yapmaya kadar götürmüştür.
Buna paralel olarak Fransa’da da diyalekt çalışmaları yapılmış ve Fransa Dil Atlası ortaya konmuştur. Fransa’da bu işi başlatanlar Tourtoulon ve Bringuier olmuş; J.Gilliéron ile öğrencisi E. Edmond da teşkilâtlandırmışlardır. Son iki bilgin işe başlarken Almanya’daki çalışma ve tecrübelerden faydalanmışlarsa da vâsıtasız bir metod tâkib etmişlerdir. Onlar Fransa’da 639 yer seçerek dil malzemesi derlediler. Ayrıca ağızlardaki kelime servetini toplamayı da ihmâl etmediler. Netîcede 1903 yılında Gilliéron ve Edmond Fransız Dil Atlası’nın elli ciltlik haritasını yayına muvaffak oldular. Eser milyondan fazla dil şeklini ihtivâ ediyor ve 1920 haritadan meydana geliyordu.
Türkçe için bu araştırmalar, devrine göre, bütün Türk lehçe ve şîvelerini içine alır mâhiyette; daha 11. asırda büyük Türk dilcisi ve Türkçe müdâfii Kaşgarlı Mahmud’la başlamıştır. Kaşgarlı’dan bu yana ele geçmemiş eserler hâriç, Türk diyalekti meşhur Türkolog W.Radloff’a kadar bu alandaki çalışmalar durmuştur. Kaşgarlı Mahmud’un yolundan giden Radloff bilhassa Türkiye dışı Türklerinin ağız malzemelerini toplayarak bu alanda Türkolojinin önde gelen hâdimi olmuştur. 10 cilt tutan Proben’i çeşitli Türk şîvelerine âit diyalekt malzemesini ihtivâ etmektedir. Proben’in 7. cildi Türkiye ağızlarına ayrılmış fakat bu toplamayı Macar Kunoş yapmıştır.
Dil Kurumu’nun kurulmasıyle halk ağzına açılış başlamış, bir yandan bu Kurum, diğer bir yandan da üniversitelerimiz olmak üzere diyalekt malzemeleri toplatılmış, hattâ bu malzemelerin bir kısmı incelenmiş, Türkiye ağızlarından toplanan kelime serveti Derleme Dergisi adı altında on iki ciltlik olarak neşredilmiştir. Fakat Türk dilinde uydurmacılık ile tasfiyeciliğin açtığı yara, yazı dilimizi bir hayli yozlaştırmış, ağızlardan gelen kelime serveti kültür dilimizin içinde yer alamamış, girenler de ekseriyetle yanlış olarak kullanılmıştır.
Anadolu ağızlarıyla ilgili ilk büyük derleme Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu’nun gayretleri ile ortaya çıkarılmış ve 8 cildin üstünde eser meydana getirilmiştir. Bundan başka çeşitli üniversitelerimizin mensupları araştırmalara katılmışlar, ağızlar üzerinde doktora tezleri hazırlanmış ve Prof. Dr. Zeynep Korkmaz gibi araştırmacılarımız bu çalışmaları günden güne ileri götürmüşlerdir. Ayrıca başta Prof. Dr. Sadettin Buluç’un başlattığı çalışma ile yapılan araştırmaların bibliyografyaları ilim erbâbına tanıtılmaya çalışılmıştır. Türkiye ağızlarının en derli toplu bibliyografyası geniş bir şekilde Prof. Dr. Tuncer Gülensoy tarafından Anadolu ve Rumeli Ağızları Bibliyografyası adıyla ortaya konmuştur. Henüz Türkiye ağızları üzerinde bir dil atlasımız olmadığı gibi ağızlardan toplanan malzeme, uydurmacılık yüzünden yazı dilimize mâl edilememiş ve dilimizin zenginleşmesi gerçekleştirilememiştir.
Allahü teâlâ ile kulları arasında olan işler, ibâdetler. Müfredi (tekili) diyânettir. İnsanların birbirleri ile olan münâsebetlerine “Muâmelât” denir.
Diyânâtta âdil (adâletli) ve bâlig (ergenlik yaşına gelmiş) bir Müslümanın sözüne inanılır. Müslüman olmayanların, açıkça günâh işleyenlerin sözlerine inanılmaz. Diyânette bir kadın da bir erkek gibidir. Suyun pis olduğunu söylerse, bu su ile abdest alınmaz, toprakla teyemmüm edilir. Fâsık (büyük günâh işlemeye devâm eden) veya hâli belli olmayan bir Müslüman söylerse, kendi araştırır. Gâlip zannına (kuvvetli kanâatine) göre hareket eder. Kâfir veya çocuk suya pis derse ve inanırsa, dökmeli, sonra teyemmüm etmelidir. Hediyede ve izin vermekte bir çocuk sözü de kabul edilir. İçeri buyurun deyince girilir. Çocuğun satın almak için izinli olup olmadığı satanın çok zan ile anlamasına bağlıdır.
Âdil bir kimse, bir etin leş olduğunu söylerse, meselâ mürted (İslâm dîninden çıkmış) kesti dese, bir başka âdil de, leş değil dese, meselâ Müslüman kesti dese, leş kabul edilir. Su ve her çeşit şerbet ve taam (yiyecek) için pis dese, öteki de pis değil dese, temiz kabul edilir. Haber verenler çok ise, sayısı fazla olanların dedikleri kabul edilir. Temiz ve pis kumaşlar karışmış ve temizleri az ise ve kaplar karışınca temizleri çok ise, temizlerini araştırıp, temiz zannettiklerini kullanır. Kapların temizleri eşit veya az ise, hepsi diyâneten pis kabul edilir.
Din işlerini yürütmekle vazîfeli devlet dâiresi. Şer’iyye ve evkâf vekâletinin kaldırılmasından sonra 3 Mart 1924’te Diyânet İşleri Reisliği adıyla kuruldu. 22 Haziran 1965 senesinde kabul edilen Diyânet İşleri Başkanlığı kuruluş ve görevleri hakkında kânun yeniden düzenlendi. Bu kuruluş kânunu ise 26 Nisan 1976 târih ve 1982 sayılı kânunla önemli derecede değiştirildi. Ancak bu değişiklikler 18 Aralık 1979’da Anayasa mahkemesi tarafından iptâl edildi. Yeni bir düzenleme de yapılmadı.
Diyânet İşleri Başkanlığı, Başbakanlığa bağlı bir kuruluş olup, Başbakanın teklifiyle Cumhurbaşkanı tarafından tâyin edilir.
Bugünkü durumu 18 Temmuz 1984’te kadro kararnâmelerine göre çıkarılan Diyânet İşleri Başkanlığı Merkez ve Taşra Teşkilâtı Görev ve Çalışma Tâlimatları gereğince düzenlenmiştir.
Diyânet İşleri Başkanlığı Merkez Teşkilâtı, Başkanlık Makâmı, Danışma, Esas, Yardımcı Birimler ile Şûrâ, Kurul ve Komisyonlardan meydana gelmektedir.
Başkanlık Makâmı: Başkan, Başkan Yardımcıları, Başkanlık Bürosu, Basın ve Halkla İlişkiler Müşâvirliğinden kuruludur.
Danışma Birimleri: Diyânet İşleri Başkanlığı Teşkilâtının danışma birimleri Başkan adına her türlü teftiş, denetleme, inceleme işlemlerini yürüten Teftiş Kurulu, Başkanlığın her türlü hukuk işlerini yürüten Hukuk Müşâvirliği ve Teşkilâtın görev alanına giren konularda gerekli inceleme, araştırma, plân ve programları yapan, yapılan uygulama netîcelerini değerlendiren, Başkanlık ile Devlet Plânlama Teşkilâtı arasında Başkanlığı ilgilendiren konularda işbirliği sağlayan Araştırma ve Plânlama Başmüşâvirliğidir. Başmüşâvirliğe bağlı olarak Organizasyon ve Metod ile Plânlama Müşâvirlikleri bulunmaktadır.
Esas Birimler: Diyânet İşleri Başkanlığının en önemli kesimlerinden biri olan Esas Birimler, Din İşleri Yüksek Kurulu, Dînî Hizmetler Dâiresi, Olgunlaştırma Dâiresi ve Hac Dâiresinden meydana gelmektedir.
Yardımcı Birimler: Diyânet İşleri Başkanlığı’nın yardımcı birimleri; Personel Dâiresi, Koordinasyon ve Değerlendirme Dâiresi ve bunlara bağlı üniteler, Donatım Müdürlüğü, Dâire Tabibliği ile Sivil Savunma Uzmanlığıdır. Bu birimler Başkanlığın çalışmalarına yardımcı olabilmek için uzmanlık alanlarına giren görevleri yapmaktadırlar.
Şûrâ, Kurul ve Komisyonlar: Din Şûrâsı, Başbakanın çağrısı üzerine beş yılda bir Ankara’da toplanır. Diyânet İşleri Başkanının yönetiminde din adamlarından meydana getirilen Şûrâ’nın aldığı kararlar danışma niteliğindedir. Diyânet İşleri Başkanı, Daha önce Diyânet İşleri Başkanlığında ve Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığında bulunanlar ile Din İşleri Yüksek Kurulu Başkan ve üyeleri, Diyânet İşleri Başkan Yardımcıları, Dâire Başkanlığı ve Hukuk Müşâviri, Şûrâ’nın tabiî üyeleridir. Din İşleri Yüksek Kurulu üyeliğine atanacakların adaylığını, Aday Belirleme Kurulu yapar.
En kıdemli Başkan Yardımcısının Başkanlığında Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı, Birinci Hukuk Müşâviri, Personel Dâiresi Başkanı ile Koordinasyon ve Değerlendirme Dâiresi Başkanından Yüksek Disiplin Kurulu meydana getirilmiştir. Merkez Disiplin Kurulu da; bir Başkan Yardımcısının başkanlığında, Dînî Hizmetler Dâiresi Başkan Yardımcısı, İkinci Hukuk Müşâviri, Personel Dâiresi Başkan Yardımcısı ile Koordinasyon ile Değerlendirme Dâiresi Raportöründen kurulur.
Diyânet İşleri Başkanlığı taşra teşkilâtı; il ve ilçe müftülükleriyle eğitim merkezlerinden meydana gelmektedir.
İl ve ilçelerde Diyânet İşleri Başkanlığını temsil eden müftülükler, bölgelerindeki dînî hizmetleri yöneten din görevlileri bulunmaktadır. İl müftüleri doğrudan doğruya Diyânet İşleri Başkanlarına, İlçe Müftüleri ise İl Müftülüklerine bağlıdır. İl ve İlçe Müftüleri bölgelerindeki din hizmetlerini, dînî kuruluşları yönetir ve din görevlilerinin hizmetlerini düzenleyip denetlerler.
Diyânet hizmetlerinin en iyi şekilde yürütülebilmesi için, teşkilâtın her kademesinde görev yapan personelin kendi görev dalında eğitilmesini ve mesleğe uyumlarını sağlamak, görev verimliliğini artırarak daha üst görevlere hazırlamak amacıyla kurulan “Eğitim Merkez”leri İstanbul, Bolu, Elazığ, Ankara ve Antalya’da bulunmaktadır. Eğitim merkezleri doğrudan Diyânet İşleri Başkanlığına bağlıdırlar.
Diyânet İşleri Başkanlığına bağlı, merkez ve taşra teşkilâtları dışında Türk işçilerinin yoğun olarak bulunduğu ülkelerde Yurtdışı Din Hizmetleri Müşâvirlikleri bulunmaktadır. Bu müşâvirlikler bulundukları bölgelerde din hizmetlerinin yürütülmesini sağlamaktadırlar.
Alm. Stimmgabel, Diapason, Fr. Diapason, İng. Diapason. Çelikten yapılmış U şeklinde, titreştirilince ana seslerden birini vermek üzere yapılan bir âlet. Bir insanın veya müzik âletinin yetişebileceği ses alanına da diyapazon denir. Piyano, keman, gitar gibi müzik âletleri tellidirler. Bunların telleri ayarlı gerilmezse sesleri düzgün çıkmaz. Fazla gerilince veya gevşetilince akordu bozulmuş olur. Seslerdeki incelikleri kulakları ile hassas olarak ayırt edebilenler diyapazonun sesini dinleyerek telli müzik âletlerini kolayca ayarlayabilirler. Zira diyapozonun ucuna vurulduğu zaman çıkan ses hep aynı notayı çıkarır.
Diyapazon çelikten yapılmış olup U biçiminde kıvrılmıştır. Bir sapı ve altında bir tarafı açık tahta kutu vardır. Kıvrılan kollar ne kadar küçük olursa çıkan ses o kadar tiz olur. Diyapazonun akordu hiç bozulmadığı için devamlı kullanılabilir. Ses tonunu yükseltmek için çatalın uçları eğe ile biraz eğelenir. Ses tonunu azaltmak için diyapazonun ayağının ucu eğelenir.