DİŞLİ ÇARKLAR

Alm. Zahn-, Kettenrader, Ritzel (n.pl.), Fr. Roues dentées, İng. Gears, cogwheels. Hareketli veya gücü dönen bir milden diğerine iletmekte kullanılan eleman. Dişlerin profilleri dönmeleri esnâsında birbirlerine çarpmadan, takılıp sıkışmadan ve birbirlerinin üzerinde kaymadan iç içe girip birbirlerini döndürerek hareketi iletebilecek şekildedir. Matematikçilerin 19. asır boyunca süren uzun çalışmaları sonucu bu problemin çözümü diş profillerinde episikloit ve dâire açınımı profillerinin kullanılmasıyla çözüldü. Bugün diş profilleri evolvent şeklindedir. Evolvent, bir dâire üzerinde yuvarlanan bir doğrunun üzerindeki noktaların geometrik yeri şeklinde tanımlanabilir.

Dönme hareketi iletilen iki mil arasında dakikadaki devir sayılarının oranı, hareketi ileten dişli çiftinin çapları veya diş sayıları ile ters orantılıdır.

Dişli çarkların en çok tanınanı otomobillerin vites kutusunda olanıdır. Hızlı dönen otomobil motorunun gücü bu kutuya iletilir. Vites kutusunda bu devir düşürülerek, otomobilin ana miline verilir. Dişli kutusunda son bir düşürme yapılarak, hareket arka tekerlek millerine iletilir.

Dişlilerin başlıca büyüklükleri: Bir dişli çarkta dişlinin üstünden geçen çemberin çapına diş üstü çapı, çarkın dişlerinin dibinden geçen çemberin çapına diş dibi çapı denir. Bu iki çap farklı diş yüksekliğini tanımlar. Diş yüksekliği, birlikte çalışan dişlilerin birbirine geçtiği çalışma baş boşluğu kadar daha az derindedir.

Birbirine giren iki dişlinin arasında kalan boşluğa yan boşluk adı verilir. Bu boşlukların olması dişli çiftinin çalışması bakımından gereklidir. Boşluğun az olması dişlilerin ısınmasına, fazla olması da dişlinin sesli çalışmasına ve çabuk yıpranmasına sebeb olur. Bunun için dişlilerin diş kalınlıkları ve eksenler arası mesâfeleri dişlilerin tasarımı sırasında hassas olarak hesâb edilir.

Dişli çarklar millerin birbirine göre konumlarına ve dişli şekillerine göre değişik sınıflara ayrılırlar. Başlıca dişli çark ve çeşitleri şunlardır:

Dişliler: Birbirine paralel millerlerde hareket iletilmesinde kullanılırlar. En yaygın olan bu türde dişler düz şekillidir.

Helisel dişli çarklar: Bu dişlilerde, dişler dişli çark silindirine helisel olarak sarılmışlardır. Yâni dişler, diş eksenine paralel değil bir açı yapacak şekildedirler. Bu tür dişli çiftlerinde dişler birbirleriyle temâsa geçerken bir önceki dişler hâlâ temas hâlindedirler. Birbirleriyle temas hâlindeki diş sayıları fazla olduğundan, düz dişlilere göre daha yumuşak ve sessiz çalışıp daha büyük güçleri iletebilirler. Vites kutularında ve büyük güç ileten dişli mekanizmalarında yaygın olarak kullanılırlar. Çalışma esnâsında dişlerin eğik olmasından dolayı eksenel yönde de bir kuvvet meydana getirdiklerinden bu kuvveti taşıyabilecek şekilde yataklanmalıdırlar. Bu etkilerini dengelemek için çift yönlü helis şeklinde açılmış ok veya çavuş dişli denilen dişliler veya iki helisel dişli çifti berâber kullanılır.

Kremayer: Burada dişlerden biri silindirik diğeri ise düz kremayer şeklindedir. Dönme hareketini doğrusal hareket veya doğrusal hareketi dönme hareketine çevirmek için kullanılır. Dişleri düz veya helisel olabilir.

Konik dişliler: Konik dişlilerin biçimi kesik koniye benzer. Eksenleri belli bir açıyla kesişen dişler arasında güç aktarımında kullanılırlar. Miller aynı düzlemde ve eksenleri kesişecek konumdadır. Eksenlerin birbirine dik olduğu tip en çok kullanılır. Düz, helisel veya eğrisel olabilir. Diş profilleri evolvent değil okloit denilen özel bir eğri şeklindedir. Hipoit dişli denilen eksenleri birbirini kesmeyen, aynı düzlemde bulunan miller arasında güç ileten tipleri de vardır.

Sonsuz vida: Bu tür dişlilerde eksenler ayrı düzlemlerde birbirlerine dik konumdadır. Küçük çark sonsuz vida ismini alır. Vidaya benzer şekildedir. Üzerine dolanan bir veya birkaç helisel diş bulunabilir. Mekanizma sonsuz vidadan tahrik edilir. Tahrik büyük dişli çarktan yapılmaz. Yâni hareket nakli tersinir değildir. Sonsuz vidanın çark üzerine sarıldığı gibi globoid mekanizma olmak üzere iki türü vardır. Bu mekanizmalarda dişler arasındaki aşırı sürtünme dolayısıyla verim düşüktür. Fakat çok büyük çevrim oranları (1/30- 1/200) sağlanabildiğinden büyük oranda hız düşürülmesi gereken yerlerde kullanılır.

Planet mekanizmaları: Düz olan dişli çarklardan meydana gelir. Büyük bir güneş dişli çevresinde ve aynı zamanda daha büyük bir iç dişlinin dış güneş içinde dönen küçük birkaç planet dişliden meydana gelen bir sistemdir. Bir planet mekanizmasında dış güneş, planetler veya iç güneşin sâbit tutulması ve giriş çıkışın diğerlerinden sağlanmasıyla çeşitli tahvil oranları elde edilebilir. Otomatik transmisyonda ve başka yerlerde kullanılır.

Îmâlât: Yaygın olarak kulanılan büyük güçler taşımayan ve devir sayıları düşük dişliler dökme demir, bronz ve alüminyum alaşımlarından yapılır. Plastik (naylon, teflon) sinterlenmiş malzemelerde son zamanlarda yaygın şekilde kullanılmaktadır. Özel mukâvemet isteyen yüksek devir sayılı büyük güç ileten makinalarda yüksek mukâvemetli (krom-nikelli) çeliklerden faydalanılır. Dişli çarklar daha büyük yük taşıma kâbiliyetine sâhib olabilmeleri için ısıl işleme tâbi tutularak sertleştirilirler. Dişli çarklarının yüzey sertleştirilmesinde kullanılan usûller; semantasyon, endüksiyon, alev ve nitrürleme ile sertleştirmedir.

Düşük güç ve hızla iletebilen dişli çarklar döküm veya dövme ile îmâl edilebilirler. Küçük dişliler beyaz alaşımdan veya plastikten pres döküm olarak yapılırlar. Yüksek mukâvemet ve hassâsiyet istenen hâllerde dişliler talaş kaldırma yöntemlerine göre form freze ve yuvarlanma yöntemine göre açılabilirler. Form freze ve yönteminde kesici takımın profili, işlenecek çarkın diş profilinin aynısıdır. Dişler taksimat tahribâtı ile donatılmış herhangi bir üniversal freze tezgahında kesilebilir. Bu yöntemde her seferinde diş genişliği boyunca diş aralığında bir kere talaş kaldırıldıktan sonra diş taksimatı kadar döndürülerek öteki diş aralığında talaş kaldırılır. Dişler teker teker açıldığından hem yavaş hem de yuvarlanma yöntemi kadar hassas değildir. Yuvarlanma yönteminde dişli açılacak taslak kesici takım berâberce hareket ederler. Kremayer, planya azdırma ve radyal planya olmak üzere üç diş açma yöntemi vardır. Dişler çok hassas ve çabuk açılabilirler.

Dişli çarklar îmâlatındaki talaş kaldırma izlerinin temizlenmesi için taşlanırlar. Hassas bir dişli dâimâ taşlanmalıdır. Eğer dişli çark çelikten yapılmış ve su verilmişse taşlama kaçınılmaz bir işlemdir.

DİŞOTU (Ammi Visnagae)

Alm. Zahnstocher Ammei, Fr. Herbe auxcure-dents, İng. Tooth-pick. Familyası: Maydonozgiller (Umbelliferae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Trakya, Batı Anadolu, Akdeniz, Güney Doğu Anadolu bölgeleri.

30-80 cm boyunda, bir senelik otsu ve özel kokulu bir bitki. “Kılır, hıltan” adlarıyla da bilinir. Yaprakları parçalı, parçalar iplik şeklindedir. Çiçekler temmuz-eylül ayları arasında görülür. Çiçek durumu 3-8 cm uzunlukta, çok kollu, bileşik şemsiye şeklindedir. Meyveler olgunlaşmaya başlayınca çiçek durumunun kolları birbiri üzerine kapanır, çiçek tablası şişer. Çiçekler beyaz, meyve açık veya koyu gri renklidir.

Kullanıldığı yerler: Bitkinin kullanılan kısmı kurutulmuş olan olgun meyveleridir. Dişotu meyvelerinde sâbit yağ, uçucu yağ, khellin ve visnagin vardır. Khellin, dişotu bitkisinin kök, gövde, yaprak ve bilhassa meyvelerinde bulunmaktadır.

Anadolu’da yetişmekte olan bitkilerden elde edilen meyveler, en iyi kalite kabul edilir. Mısır menşeli meyveler ile aynı miktarda khellin taşımaktadır. Dişotu meyveleri çok eskiden beri doğu ülkelerinde gaz ve idrar söktürücü olarak kullanılmaktadır. Bronşlar, idrar yolları, safra yolları ve kronerler üzerine antispazmotik tesiri görülmektedir.

Dişotu bitkisinin kurutulmuş gövde ve dalları, Güneydoğu Anadolu’da toprak damların altına konulmakta ve bitkinin özel kokusunun bit, pire ve tahta kuruları gibi haşarâtın evlerde yaşamasına mâni olduğu söylenmektedir. Yer solucanları üzerinde yapılan denemelerde, dişotu meyvelerinden hazırlanan ekstrelerde yer solucanlarının öldüğü tesbit edilmiştir. Ayrıca çiçek durumu sapları halk arasında kürdan olarak da kullanılmaktadır.

DÎVÂN

İslâm devletlerinde idârî, mâlî, askerî meselelerin ve her türlü dâvâların görüşülüp gerekli hükümlerin verildiği toplantı ve toplanılan yer. Kelimenin târih içinde ortaya çıkışı, hazret-i Ömer zamânına kadar uzanır. Hazret-i Ömer zamânında Medîne’de hükûmet dâiresi teşkil edilerek, maaş ve vazîfe defterleri tutulmuştur. İsimlerin yazıldığı deftere toplanmış olmasından dolayı dîvân adı verilmiştir.

Emevî Devletinde belli başlı dört dîvân vardı. İdârî işler bu dîvânlar vâsıtasıyla yürütülürdü. Bunlar:

1. Dîvân-ül-Harâc: Mâlî işlerle ilgili dîvân. Abdülmelik bin Mervân devrine kadar bu dîvânlar Rumca ve Farsça yazılıyordu. Abdülmelik bin Mervân, İran ve Şam bölgesinin defterlerini Arapçaya çevirtti. Daha sonra da oğlu Velîd halîfe olunca, Mısır defterlerini Arapça’ya tercüme ettirdi. 2. Dîvân-ür-Resâil: Bu dîvâna bakan reis, mektuplarla ilgilenirdi. Bunlar merkezden vâlilere ve vâlilerden de merkeze gönderilen mektuplardı. 3. Dîvân-ül-Müstagallât: Çeşitli gelirlere bakan dîvân. 4. Dîvân-ül-Hatem: Hazret-i Muâviye tarafından kurulan bu dîvândaki memurlar, halîfenin emirlerini istinsâh ederek yâni nüshalarını çoğaltarak gereken yerlere gönderme vazîfesini yürütürlerdi. Emirler yazılıp dürülerek iple bağlanır ve mumla mühürlenirdi. Bu dört dîvândan başka, emniyet teşkilâtının organizesi ve vazîfeli memurlara maaş verilmesini, askerî harcamaların tanzim edilmesini yürüten başka dîvânlar da vardı. Yine posta işlerine bakan Dîvân-ül-Berîd de hazret-i Muâviye zamânında kurulmuştur.

Abbâsîlerde de, devletin kuruluşundan îtibâren işler, dîvân adı verilen muhtelif dâirelerde yürütüldü. Abbâsîlerde, önce en büyük dâireye dîvân denildi ise de, daha sonra muhtelif dâirelere de bu isim verildi. Abbâsîlerin orta zamanlarında dîvân çok gelişme gösterdi. Devlet işlerini görüşmek ve yürütmek için, devletin ileri gelenlerinden büyük bir dîvân kurulurdu. Bu dîvânda; vezîr, kâdılkudât ve diğer vazîfelilere ayrılmış yerler vardı. Halîfe için de bir makam ayrılırdı. Ancak halîfe buraya oturmaz, dîvâna bakan yüksek bir yerden, dîvândaki müzâkereleri tâkib ederdi. Dîvânın üyeleri onu görmezlerdi. Abbâsilerde dîvâna, Halîfe Mu’tasım devrinde Dîvân-ı Adl denildi. Abbâsî Devletinde, devlet teşkilâtı, Erbâb-ı Seyf ve Erbâb-ı Kalem olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Vezir, hâcib, nakîb, dîvân-ı mezâlim, Erbâb-ı Seyfden idi. Erbâb-ı Kalem ise; dîvân erkânı, ulemâ, belediye reisi, evkâf memurları ve diğer kalem erbâbıydı. Abbâsî devrinden îtibâren ve daha sonraki senelerde dîvân, bütün İslâm devletlerinde yaygın bir hâle geldi.

Abbâsîler zamânında yönetim işlerini bir arada yürüten Dîvân-ı İnşâ’dan başka yalnız halîfenin husûsî mektuplarını yazıp gerekli yerlere gönderen, Sultâniyât adıyla başka bir dîvân daha kuruldu. Bunlardan başka umûmî işlere bakan Dîvân-ül-Âm, adâlet işlerine bakan Dîvân-ül-Adl, Kâdılkudât, Divitdâr, Hâcib, Nakîb gibi memurların katıldığı dîvânlar da kuruldu. Yine halîfenin uygun gördüğü işlere bakan Dîvân-üz-Zimâm, sarayda memur olanların işlerini yürüten Dîvân-ül-Aksâm, denetim vazîfesini yapan Dîvân-üz-Zamân, halkın devlet memurlarından dolayı şikâyetlerini dinleyip ilgilenen Dîvân-ül-Mezâlim, vâlilerin hesaplarına bakan Dîvân-üt-Tevkî’, vakıf işlerini yürüten Dîvân-ül-Birr de, Abbâsîler zamânında kurulan dîvânlar arasında yer aldı. Büyük dîvânlara tâbi dîvânlar, yâni muhtelif devlet dâireleri vardır. Büyük dîvâna âzâ olanlardan her biri, ayrıca kendi vazîfe sâhasını ilgilendiren işlerin idâresi için reisi bulunduğu bir dîvâna sâhipti. Devlete bağlı eyâletlerde de dîvânlar kurulmuştu. Bu dîvânlar da, büyük dîvâna bağlı ve aynı esaslar dâhilinde yürütülüyordu.

Müslüman-Türk devletlerinde de dîvânlar kurulmuştur. Büyük Selçuklu Devletinde merkezde veya hükümdârların bulundukları yerlerde umûmî devlet işlerini yürüten ve Dîvân-ı Sultân adı verilen büyük bir dîvân vardı. Bundan başka, merkezde devletin mâlî, askerî, adlî, muharrerât gibi işlerini yürüten ikinci derecede dîvânlar vardı. Eyâletlerde de dîvânlar kurulmuştu. Vezir büyük dîvânın reisi ve mesul âmiriydi. Buna Sâhib-i Dîvân-ı devlet denilirdi. İlk zamanlarda bu dîvâna hükümdâr başkanlık etmişse de, genelde idâreyi vezîr yürütürdü. Büyük Selçuklu Devletinde hükümdârın re’sen, yâni başlı başına verdiği emirler de, dîvânda görüşülüp, istişâre ve müzâkere edildikten sonra karara bağlanırdı. Kesin olarak bilinmemekle berâber, kaynaklardan anlaşıldığına göre; vezir, mâliye vekîli olan sâhib-i zimam vel-istifâ veya müstevfî, sâhib-i tuğra veya tuğrâî denilen nişancı veya münşî ve devletin umûmî müfettişi müşrif ve millî müdâfaa vekîli olan emîr-i ârız-ül-ceyş, dîvânın belli başlı üyeleriydiler.

Selçuklularda ilk dîvân, 1036 senesinde Tuğrul Beyin başkanlığında toplanmaya başladı. Dîvân haftada iki defâ toplanırdı. Kutalmışoğlu Süleymân Şâh, Anadolu’ya gönderildiği zaman, Büyük Selçuklu dîvânından onun maiyetine vezir ve devlet ricâli verilmişti.

Selçuklu Devletinde büyük dîvândan başka şu dîvânlar vardı:

1. Müstevfî Dîvânı: Bu dîvân, devletin mâlî işlerine bakardı. Bütün mâlî işlerden mesuldü. Vilâyetlerdeki Amîd denilen haraç ve tahsil memurları bu dîvâna bağlıydı. Her vilâyetin varidâtını ve masraflarını tâyin, bu dîvâna âitti.

2. Tuğra ve İnşâ Dîvânı: Sultânın vilâyetlerle ve eyâletlerle haberleşmesini sağlar, berat, nişan veya menşur denilen hükümdâr tuğrasını taşıyan, arâzi ve tâyinlere âit vesikaları verirdi. Dîvânın reisine, Tuğra, İnşâ veya Tuğrâî adı verilirdi. Bu dîvân, Tuğra ve Dîvân-ür-Resâil vel-İnşâ olarak ikiye ayrılır ve ikincisinin reisine Münşî denilirdi. Tuğrâînin bir vazîfesi de; sultan ava çıktığı zaman, maiyetinde bulunup vezire vekâlet etmekti.

3. Müşrif Dîvânı (Dîvân-ül-İşrâf):Bu dîvânın vazîfesi, devletin mâlî ve askerî işlerinin yolunda gidip gitmediğini teftiş etmekti. Dîvân reislerine İşrâf-ı Memâlik, Sâhib ü Dîvân-ı İşrâf-ı Memâlik veya İşrâf-ül-Memleke denirdi. Bu reisler, son derece îtimâda şâyân, dîvân ve devlet işlerinde tam bir vukûf sâhibi olan kimselerden seçilirdi. Onlar da îcâb ettikçe, şehirlere ve nâhiyelere vekil göndererek işleri inceletirlerdi. Bu vekillerde de îtimâd ve liyâkat aranırdı.

4. Dîvân-ı Ârız: Dîvân-ı Arz da denilen bu dîvânın vazîfesi; askerin maaş ve levâzımâtını temin etmekti. Bugünkü tâbirle Millî Savunma Bakanlığının vazîfesini üstlenmişti. Ordunun levâzımâtına ve ihtiyâçlarına bakan, maaşlarını veren, defterleri tutup yoklamalarını yapan dîvândı. Reisine Emîr-i Ârız denirdi.

Anadolu Selçuklu Devletinin mühim dâirelerinden biri de Dîvân-ı Tuğra idi. Bütün menşûr, berât ve nâmeler, bu dîvânda yazılır ve hükümdâr alâmet ve tuğrası burada çekilirdi. Bu dâirenin reisine Tuğrâî denirdi. Bunlar Arapça ve Farsçayı iyi bilen âlim ve ediplerden tâyin edilirdi. Bir diğer dîvân da Dîvân-ı İşrâf olup, devletin mâlî ve idârî işlerini kontrol eder ve îcâb eden yerlere nâib, yâni dîvân nâmına vekil memur gönderirdi. Bir de adliye işlerine bakan Emîr Dâd Dîvânı vardı. Tevkif işlerine bakardı. Îcâb edince vezîri ve diğer dîvân âzâlarını da tevkif edebilirdi. İlhanlılarda, Akkoyunlularda ve Memlûklerde de dîvânlar vardı. Bu dîvânların teşkilâtları, birbirine çok benzemekteydi.

Selçuklularda, bu dîvânların dışında, büyük dîvâna dâhil olmayan dîvânlar da vardı. Şer’î işlerin dışında kalan dâvâlara bakan Dîvân-ı Mezâlim, posta işlerini gören Dîvân-ı Berîd bunlardandı. Dîvân-ı Berîd’in reisi, Sâhib-i Berîd olarak anılırdı. Bunu hükümdâr kendisi tâyin ederdi. Bu dîvân vâsıtasıyla hükümdâr, memleketin her tarafından haber alırdı. Memleketin dört bir ucundan haber getirmek üzere Peykler, yâni piyâdeler (sâîler) vazîfelendirilirdi.

Anadolu Selçuklularında ise devletin bütün işlerini yürüten büyük dîvândan başka çeşitli dîvânlar vardı. Büyük dîvâna, Dîvân-ı Saltanat veya Dîvân-ı Âlî denirdi. Bu dîvâna vezîr, îcâb edince de hükümdâr başkanlık ederdi. Büyük dîvândan başka, büyük dîvân tarafından kendilerine havâle edilen işleri gören ikinci derecede dîvânlar vardı. Bu dîvânlar Niyâbet-i Saltanat veya Niyâbet-i Hazret, Müstevfî, Pervâne, Tuğrâ veya İnşâ, Ârız, İşrâf-ı Memâlik dîvânlarıydı. Bu dîvânların reisleri, büyük dîvânın âzâlarından idiler. İkinci derecedeki dîvânlardan Niyâbet-i Saltanat makâmındaki kimse, vezirden sonra gelirdi ve hükümdâr merkezde bulunmadığı zaman, ona âit devlet işlerine bakardı. Niyâbet-i Hazret; Anadolu Selçukluları, Moğolların nüfûzu altına düştükten sonra, Moğollar adına Selçuklu idâresinde söz sâhibi olan nâibe verilen addı. Devletin bütün mâlî işlerine Dîvân-ı İstifâ bakardı. Yalnız arâzi ve iktâ defterleri ve onların muâmeleleri, büyük dîvâna ve bu dîvâna bağlı Pervâne denilen dîvâna bırakılırdı. Pervâne, büyük dîvânda bulunan arâzi defterlerinde, has ve iktâ yâni dirlik olan timara âit tevcihâtı yapan ve buna dâir menşûr ve beratları hazırlayan mühim bir dâireydi. Bu dâirenin reisine Pervâneci ve bu berât ve menşûrlara da Pervâne denilmiştir.

Osmanlı Devletinde ise devlet işlerini yürüten, gerekli kararları alan devlet yetkililerinin toplandığı yüksek kurul anlamına gelen dîvân vardı. Bu durum, devletin daha kuruluş yıllarında ortaya çıkmıştı. Kısa zamanda vazîfesi ve vazîfesinin sınırları üzerinde duracağı kânunları tesbit edilmiş bir hâle gelen dîvân, bütün devlet kuruluşlarının üstünde husûsî bir ad ile anılmaya başlandı. En büyük dîvân, Dîvân-ı Hümâyûn’du. (Bkz. Dîvân-ı Hümâyûn)

Dîvân kelimesinin hazret-i Ömer zamânındaki mânâsı, göz önüne alınınca, “yazıya geçme” “defter tutma” gibi bir anlamla karşılaşırız. Buradan hareketle şâirlerden bâzıları yazdıkları şiirleri deftere geçirmişler, böylece şiir defterleri, yâni dîvânlar ortaya çıkmıştır. Bu şiirler yalnız bir şâire âit olup, sâdece bir şâirin şiirlerinin toplandığı defterlere “dîvân” adı verilmiştir. Bu şekilde ortaya konan dîvânlar, İslâmî Edebiyatta başlangıçtan beri görülegelmiştir. Türk Edebiyâtında ise, Ahmed Yesevî’nin Dîvân-ı Hikmet adlı eseri ile ortaya konmuş, bunu doğu ve batı Türklüğünde yazılan dîvânlar tâkib etmiştir. Fâtih devrine gelinceye kadar Yûnus Emre, Ahmedî, Şeyhî gibi şâirler birer dîvân bırakmışlar, Fâtih’ten sonra ise, başta bâzı Osmanlı pâdişâhları olmak üzere dîvânlar yazmışlardır.

Dîvânlar, yığma veya gelişi güzel bir şekilde olmayıp, belirli bir tertibe göre düzenlenmişlerdir. Bu tertipte başta kasîdelerin bulunduğu “kasâid”, sonra gazellerin bulunduğu “gazeliyât”, bunu da beyit, kıta, rubâî, târih ve mısralar ile çeşitli şiirlerin yer aldığı “müfred” kısımları tâkib eder. Bu şiirlerde de konu olarak bir düzenleme vardır. Önce münâcât, tevhid, nâtlar bulunur.

DİVAN EDEBİYÂTI

Alm. Die klassich-osm. Versliteratur, Fr. Littérature de poésies de la période class, ottom, İng. hist, of Ott. literature, calassical school of poetry. Divan Edebiyâtı, Türklerin İslâmiyeti kabul etmeleriyle 11. yüzyılda Karahanlılar devrinde Mâverâünnehr’de ve 13. yüzyılda bilhassa Anadolu’da ortak İslâm kültür ve medeniyetinin tesirinde ortaya koydukları edebiyâta verilen isimdir.

Divan Edebiyâtı; başlangıçta, belki “dîvân” kelimesinin taşıdığı mânâlar içinde değerlendirilmiş ve gelişmiştir (Bkz. Dîvân). Ancak “Dîvân” kelimesinin lügat (sözlük) mânâlarına ilâve olarak, edebiyâtımızın bir devresine adını verecek kadar gelişmiş, kendine has, husûsî bir hüviyet kazanmıştır.

Klâsik Türk Edebiyâtı

Şâirlerin, şiirlerini dîvânlar içinde toplaması sebebiyle “Divan Edebiyâtı” olarak isimlendirdiğimiz bu edebiyâtta şiir en mühim unsur sayılır. Ancak dîvânlar dışında aynı sanatkâra âit başkaca pekçok şiirin ve nesrin de bulunduğu düşünülürse “Divan Edebiyâtı” isminin dar mânâda kaldığı, bu edebiyâtın bütününü ifâde etmediği görülür. Bu bakımdan; “Divan Edebiyâtı” diye isimlendirdiğimiz bu edebiyâta belli hükümlere ve kurallara bağlılığı ifâde eden “Klâsik Türk Edebiyâtı” isminin verilmesi daha anlamlıdır.

Taklit ve Orijinallik

“Kuş”a bakıp “uçak” yapmak gibi, her yeni, bir taklidin eseridir. Fakat artık o uçak kuş değildir, taklitten uzak orijinal bir şeydir. Klâsik Türk Edebiyâtı (Divan Edebiyâtı) da ortak İslâm kültür ve medeniyetinin tesiri altında kalmış, gelişmiş ve sonradan kendine has, orijinal özelliğine kavuşmuştur. Klâsik Türk Edebiyâtı, Türkün bir medeniyet dâiresinden diğer bir medeniyet dâiresine geçişte önceleri taklid ederek aldıklarını yeni bir tarz, yeni bir üslup içinde kendine benzettiği, mahallîleştirdiği, millîleştirdiği bir edebiyâttır.

Medeniyet, Kültür ve Lisan

İran ve Arap edebiyâtları ile lisanlarının taklid edildiği ve kullanıldığı, Divan Edebiyâtında sık sık tenkid edilen bir konudur. Halbuki taklid etme ve bir yabancı lisanı kullanma önce edebiyâtta değil kültür ve medeniyette görülen bir hâdisedir. Her medeniyet ve kültür önce “lisan” ile kabul edilir. Medeniyet unsurları olan bilim, teknik ve metodu almak için, önce o medenî milletlerin lisanını öğrenmek lâzımdır. Aynı şekilde kültür unsurları olan örf ve âdetlerde, lisanda, dinde, ahlâkta, sanatta ve edebiyâtta değişme yine, hâkim olan kültürün lisanını öğrenmekle olur. İslâm medeniyetinin temel çizgilerinden biri ilimdir.İlim, İslâmda ibâdet sayılır. İlim yalnız medeniyetin değil, edebiyâtın yükselmesine de hizmet eder. Bu bakımdan Türklerin, İslâmiyeti kabul edince medeniyet, kültür ve edebiyâtlarının yükselmesinde Arapça ve Farsçayı öğrenip kullanmaları tabiî bir hâdisedir. Tanzimattan sonra da Batı medeniyeti, hattâ kültürü taklid edildi. Fransızca, İngilizce ve Almanca lisanları öğrenildi ve yeni edebiyâtımızda, yeni türlerle birlikte kullanıldı.

Dünyâ görüşü: Klâsik Türk Edebiyâtı (Divan Edebiyâtı) Türk Edebiyâtının yazılı, en çok ve en uzun ömürlü edebiyâtıdır. Divan Edebiyâtı, Türkler İslâm medeniyeti dâiresine girdikten sonra meydana gelmiş olduğu için, dünyâ görüşü bakımından, bu medeniyetin kaynağı olan kitâbî (Kur’ân-ı kerîme âit) hükümlere (âyetlere, nasslara) ve onun ortaya koyduğu hayat anlayışına bağlıdır. Divan Edebiyâtında, tasavvuf inancı ve buna bağlı aşk anlayışı hâkim unsurdur (Bkz. Tasavvuf). Divan Edebiyâtındaki tasavvuf, olayların gönülle anlaşılmasını, Yaratan’dan ötürü yaratılanı hoş görmeyi, ferdi insân-ı kâmil mertebesine ulaştırıp, Rabbine kavuşma (fenâ ve bekâ) yollarını gösterip teşvik eder ve dile getirir.

Klâsik Türk Edebiyâtında tabiat, klişe motifler hâlinde anlatılmıştır. Her seferinde bir kere daha en güzel üslûpla anlatılmak istenmiştir. Ancak mahallî âdetler ve sosyal hâdiseler de devirlerine göre ihmâl edilmemiş ve pekçok esere aksetmiştir. Hattâ Âlî ve Veysî gibi şâir ve müellifler, başlı başına bir devri eserlerinde tenkid etmekten geri kalmamışlardır.

Ayrıca Cem Sultan ve Sevâdî gibi şâirler eserlerinde bizzat kendi hayatlarına yer vermişler, az çok başlarından geçeni anlatmışlardır. Bu durum hemen her şâirin kasîde ve şiirlerinde de görülmektedir.

Kaynakları

Klâsik Türk Edebiyâtı şiir ve nesir sâhasında dînî ve içtimâî şu kaynak eserlerden faydalanmıştır.

Kur’ân-ı kerîm: İslâmiyetin ana kaynağı Kur’ân-ı kerîm âyetlerinde yer alan bilhassa îmân, ibâdet esasları, beşerî-ahlâkî hükümler, önceki peygamber ve ümmetleriyle ilgili kıssalar, Klâsik Türk Edebiyâtında çeşitli edebî şekil ve türlerde kullanılmıştır. Bu sâhada yazılmış başlıca edebî şekil ve türler şunlardır:

Terceme (manzum, mensur, kısmî, tam); tefsir (kısmî, tam); kırâat, tecvid, lügat, Esmâü’l-Hüsnâ, sebeb-i nüzûl (sûrelerin iniş sebebi); ilm-i kelâm; havâss-ı Kur’ân (sûrelerin niçin, nerede okunacağı); fıkıh, akâid gibi.

Hadîs-i Nebevî: İslâmî edebiyâtın ikinci temel kaynağı hadîslerdir. Peygamberimizin hadîs-i kavlî ve hadîs-i fi’lî olarak toplanan hadîslerinin tamâmına Sünnet de denir. Belli bir mevzuda toplanmış, tercüme edilmiş müstakil hadîsler de vardır: Kırk Hadîs (Hadîs-i Erbâin), Yüz Hadîs, Binbir Hadîs Tercümeleri gibi.

Kısas-ı Enbiyâ: Peygamber efendimiz başta olmak üzere Kur’ân-ı kerîmde zikredilen bütün peygamberlerin kıssaları Klâsik Türk Edebiyâtı (Divan Edebiyâtı)nda yer almıştır. Peygamberimizin veya diğer bütün peygamberlerin hayatından bahseden kıssalar, siyer (sîret) adıyla daha çok nesir olarak müstakilen yazılmıştır. Ayrıca Hilye veya Şemâil-i Şerîf (Peygamberimizin fizyonomisi; Hilye-i Hâkânî gibi); Mi’râciye; Hicriye veya Hicretnâme; Mucizât-ı Nebî gibi müstakil türleri de zikredilebilir.

Menâkıb-ı Evliyâ, velîlerin hayatından, kerâmet ve nasîhatlarından bahseden menkıbelerdir. Bir velîye âit olanları Menâkıbnâme, birçok velînin hayâtından bahsedenleri ise Tezkiretü’l-Evliyâ ismini alır. Menkıbelerinden çok sık bahsedilen velîler arasında İbrâhim Edhem, Hallâc-ı Mansûr, Bâyezîd-i Bistâmî, Cüneyd-i Bağdâdî hatırlanabilir.

Tasavvuf: Divan Edebiyâtında tasavvufun te’siri geniştir ve önemli bir yeri vardır. İnsanın iki âlemde saâdetine mâni olacak her şeyi saf dışı bırakmış olan tasavvuf inancı, maddeden mânâya geçişin gayreti içinde yaradılışın sırrını çözmeye çalışmıştır. (Bkz. Tasavvuf)

Diğer İslâmî Edebiyât türleri: Menâsikü’l-Hac (Hac farizesi ile ilgili hususlar; coğrafî, târihî vs. yönden yol üzerindeki yerlerin tasviri, Bahtî’nin, Sinan-ı Mekkî’nin eserleri), Salavât Mecmuaları, Duâlar (Mecmuâları), Fetâvâ, Mevâiz (vâzlar), Evrâd (virdler, zikirler), Vakfiyeler, Vasiyetnâmeler, Fazîletnâmeler (din ulularının, şehirlerin, ayların, günlerin fazîletlerinden bahis; 15. asırda Mehmed Yemînî’nin eseri), Tarîkâtler, Yüz Sözler (Sad Kelimât-i Âli).

Yerli malzeme: Dîvân şiirinde; yukarıda sayılan ortak İslâmî kaynak eser ve türlere ilâveten şâirlerin kendi devirlerini, çevrelerini, örf ve âdetlerini târihî hâdiselerin tesir ve netîcelerini malzeme olarak kullandıkları da görülmüştür. Bilhassa 18. yüzyıldan sonra yerli unsurlar daha çok kullanılmıştır. Ramazaniyye veya Iydiyye (Ramazan, bayram eğlenceleri), Gazevatnâme ve Fetihnâme örnek olarak gösterilebilir.

İslâmî Edebiyâtta Kullanılan Deyimler (Istılahlar) ve Terimler:

Tefsir: Lügatte “örtülü şeyi açmak”tır ve deyim olarak Kur’ân-ı kerîmin açıklanmasıdır. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Kur’ân-ı kerîmin hepsinin tefsirini Eshâbına bildirmiştir. Kur’ân-ı kerîmden başka metinlerin açıklanması için “şerh” tâbiri kullanılır. Kur’ân-ı kerîmin şerhi denmez; Kur’ân-ı kerîmin tefsiri, Mesnevî şerhi denir. Hadîslerin açıklanması da şerhtir. Bunlar halk edebiyâtımızın da kaynaklarını teşkil eder. (Bkz. Halk Edebiyâtı)

İktibas: Deyim olarak iktibas, konuşmada, nesirde veya şiirde âyet veya hadîsten aynen veya bir ibâre alınarak yapılır. Başka bir şâirden, eserden de iktibas yapılabilir.

Mi’râc: Vuslat, kemâl (mi’râc-ı kemâl) diye de geçer.

Tahşîye (Tahşî etmek, Ta’lik): Kitapta kenara, yana yazılan ilâve yazıdır, der-kenar da denir. Meselâ “Beyitte tahşîye (ta’lik) edilmiştir.” veya “derkenârdır” diye geçer.

Zeyl: Lügatte “eteğin ucu” olup, bir eseri tamamlayacak mâhiyette eserdir. Keşf-uz-Zünûn Zeyli, Zeyl-i Siyer-i Veysî gibi.

Müntehâbât: Lügatte “intihâb edilmiş, seçilmiş” olarak geçen kelime için eski gazetelerde “Millet vekili intihâbına başlandı.” denilmektedir.

Nazîre (Tanzîr): Bir şâirin manzum bir eserine, daha çok gazeline başka bir şâir tarafından aynı vezin ve kâfiyede yazılan benzer eser, şiir.

Te’lif: “Eser yazma, yazılmış eser.” On beşinci asra kadar tercüme eserlere de te’lif denirdi.

Tasnîf: Tasnîf yapana musannif denir. Musannif, önceleri mütercim ve müellif, sonraları antoloji hazırlayan mânâsına kullanıldı.

Tahrir: “Yazma, yazılma” daha ziyâde “istinsah etme” olarak kullanılırdı.

Tebyîz etme: “Beyaza çekme” mânâsiyle müellifin müsvedde eserini yeniden temiz kağıda yazmasıdır. Bu müellif hattı olabilir.

Nakıl: Tam tercüme değil de adapte mânâsına kullanılır.

Câmü’l-Hurûf: Eski yazmalarda bir kitabı cem eden, derleyip toplayan veya bizzat müellifin kendisi olabilir.

Kâtibü’l-Hurûf: Müstensih, eserin yeni bir nüshasını yazan.

İcmâl: “Özetleme, sâdeleştirme”, Mücmel: “Özetlenmiş, hulâsa, muhtasar”; Bibliyografik icmâl: Mevzû ile ilgili bütün eserlerin tenkitli değerlendirilmesi.

Telhîs: “Hulâsa etme, özetleme”; İcmâle benzer, bir eserin kısaltılmışı, Telhîs-i Muhammediye.

İhtisâr: “Kısaltma, sâdeleştirme.”

Târihî Gelişmesi, Sanatkârları ve Eserleri

Klâsik Türk Edebiyâtı dediğimiz Divan Edebiyâtının 13. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar devâm eden altı asırlık târihî seyri içinde ortaya çıkan sanatkârlar ve yazılan başlıca eserleri şöyle ifâde edilebilir.

On üçüncü yüzyıldan önce Anadolu’da Divan Edebiyâtı örneklerine rastlanmaz. Bu bakımdan Anadolu Divan Edebiyâtı 13. yüzyıldan îtibâren başlamaktadır denilebilir. Bu asırda, Selçuklular devrinde bilinen ilk eserler Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin (1207-1273) Farsça yazdığı Dîvân-ı Kebîr, Mesnevî, Fîhî mâ fih gibi eserlerdir. Eski Anadolu Türkçesinin bilinen ilk şâiri Ahmed Fakih’tir (ölm.1221; Çarhnâme, Kitâb-ı Evsâf-ı Mesâcid-iş-Şerîfe). Asrın ikinci yarısında dînî-tasavvufî ve ahlâkî manzûmeleriyle Şeyyâd Hamzâ (Yûsuf u Züleyhâ); Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled (1226-1312; Farsça İbtidânâme, Rebâbnâme ve içlerinde 238 Türkçe beyit; ayrıca 20 kadar Türkçe manzûme); tasavvufun en karışık meselelerini bütün inceliğiyle samîmî ve sâde Türkçesiyle gösteren Yûnus Emre (1240-41/1320-21: Dîvân, didaktik Risâletü’n-Nushiyye) vardır. Divan şiirinin ilk büyük temsilcisi, dînî olmayan mevzularda eserler veren ve ele geçmeyen 20.000 beyitlik Selçuklu Şehnâmesi bulunan Hoca Dehhânî bu asırda yer alan mühim şahsiyetlerdir.

On dördüncü yüzyılda Türkçe, Anadolu’da tamâmen yerleşmiş; Osmanlı Devletinin kuruluş dönemi olması sebebiyle de daha çok dînî- tasavvufî, hamâsî, târihî ve ahlâkî eserler görülmüştür. Âşık Paşa (1272-1333; sâde dille, tasavvufî akîdeye uygun Garibnâme, Fakrnâme, Vasf-ı Hâl); Divan Edebiyâtının temelini atanlardan biri sayılan, mutasavvıf, nazım tekniği kuvvetli, dile ve aruza hâkim Gülşehrî (Mantıku’t Tayr); dînî olmayan mesnevîleriyle şöhret kazanmış Hoca Mesûd (Süheyl ü Nevbahar, Ferhengnâme-i Sâdi); Süli Fakih (Kıssa-yı Yûsuf Mesnevîsi); -Klâsik Edebiyâtın kurulmasında büyük rolü olan, çok eser veren, Türkçe ilk Osmanlı Târihi müellifi, lisana hâkim Ahmedî (ölm. 1413; Dîvân, İskendernâme, Cemşîd ü Hurşîd, Tevârih-i Mülûk-i Âli-i Osman); Şeyhoğlu Mustafa, Hurşidnâme mesnevîsi ve Kenzü’l-Küberâ adlı mensur eseri ile önde gelirler. Âzerî Türkçesiyle tanınmış Kâdı Burhâneddîn (1344-1399); sâde nesir dili ile halk için yazan Mustafa Darîr (Siyer-i Nebî, Fütûh’uş-Şam Tercümesi, Kıssa-yı Yûsuf); Azerî Türkçesiyle eserler veren heyecanlı, coşkun, lirik şâir Nesîmî (ölm.1404) asrın ileri gelen temsilcileridir.

On beşinci yüzyılda Divan Edebiyâtı tam anlamıyla yerleşmiş ve klâsik husûsiyetini kazanmıştır. Osmanlı Devleti bu asırda gelişme ve yükselme göstermiş, siyâsî başarı edebiyâta da aksetmiştir. Nazım ve nesirde Ahmed-i Dâî (Dîvân, Çenknâme, Câmasbnâme); asrın ilk yarısının en büyük ve Şeyhü’ş Şuarâ ünvanlı şâiri Şeyhî (1371-1431; Dîvân, Harnâme, Hüsrev ü Şîrin); kasîdeleri ve söyleyişi ile ünlü diğer büyük şâir Ahmed Paşa (ölm. 1479); bilhassa gazelleriyle ve sâde dille mahâret kazanan, Türkçe deyimleri ve atasözlerini çok kullanan Necâti (ölm.1509; Dîvân); Pâdişâh ve Şehzâdeler arasında Murâdî (İkinci Murâd), Avnî (Fâtih), Adlî (İkinci Bâyezîd), Cem Sultan, ayrıca şehrengiz türünün ilk örneğini veren Mesihî (1470-1512; Şehrengîz); kadın şâirlerden Mihrî Hâtun (ölm. 1506) ve Zeynep Hâtun; mesnevî yazarları arasında Anadolu sâhasında ilk hamse sâhibi Hamdullah Hamdi (1449-1503; Hamse, Yûsuf u Züleyhâ) ve diğer mesnevî şâirleri Tâcizâde Câfer Çelebi (ölm. 1515; Hevesnâme); Behiştî ve Revânî bu asrın belli başlı sanatkârlarıdır.

On beşinci yüzyılda süslü (secili, sanatkârâne) nesir örneğini Sinan Paşa (1440-1486; Tazarrunâme) ile Neşrî (Cihannümâ) vermiştir. Sâde nesir temsilcileri olarak Mercimek Ahmed, Ahmed Bîcân, Uzun Firdevsî sayılabilir. Devrin mühim târihlerinden olarak Âşıkpaşazâde’nin (1393-1481) Tevârîh-i Âl-i Osman’ı ile Oruç Beğ Târihi ve Dursun Beğ Târihi’ni gösterebiliriz.

On altıncı yüzyıl Klâsik Türk Edebiyâtı nazım ve nesir alanında sanatkâr ve eser yönünden büyük gelişme gösterir. Hele Fuzûlî ve Bâkî, asrın olduğu gibi Divan Edebiyâtının da yetiştirdiği büyük şâirlerdendir. Fuzûlî (ölm. 1556) Azerî lisanını kullanmış lirik bir şâirdir. 15 kadar eserlerinden bâzıları Dîvân, Leylâ ve Mecnûn Mesnevîsi, Hadîkatü’s-Süedâ isimli Maktel-i Hüseyn’dir (Bkz. Fuzûlî). Bâkî (1526-1600) “Sultanü’ş-Şuara” diye anılır ve âlimdir. İstanbul Türkçesinin en güzel örneklerini vermiştir. Divan şiirini İran şiiri seviyesine çıkarmıştır. Eserlerinden bâzıları Dîvân, Mısır’daki İslâm âlimlerinden İmâm-ı Kastalânî’nin Mevâhibü’l-Ledünniye tercümesi olan Meâlimü’l-Yakîn ve Fezâilü’l-Cihâd tercümeleriyle Hadîs-i Erbaîn tercümesidir. (Bkz. Bâkî)

Devrin diğer sanatkârları arasında; devrinde diğer sanatçılara üstâdlık yapmış, zengin hayâlleri olan, Dîvân, Siyer-i Nebî, Şem ü Pervâne, Şehrengiz gibi eserleriyle tanınan Zâtî (1471-1546); Dîvân şiirinin inceliklerini bilen, rindliği terennüm eden Hayâlî (ölm. 1557); sâde ve yapmacıksız anlatımıyla Fusûsu’l-Hikem’i tercüme eden Nev’î (1533-1599); sâde bir üslûbu, akıcı bir dili olan, mesnevî yazmadaki ustalığıyle şöhret bulan Taşlıcalı Yahyâ Bey (ölm. 1582); “Terkib-i bend” denilince ilk akla gelen Bağdatlı Rûhî (ölm. 1605); ve ayrıca Emrî, Figânî, Kara Fazlı (ölm. 1563), Lâmiî Çelebi (1472-1532), Hâkânî (ölm. 1606; Hilye) zikredilebilecek isimlerdir.

On altıncı yüzyıl, nesir türleri bakımından da zengin bir asırdır. Osmanlı sâhasında ilk tezkire yazarı olarak Sehî Bey’i (ölm. 1586; Heşt Behişt tezkiresi ile) tanırız. Diğer tezkire müellifleri Kastamonulu Lâtifî (ölm. 1582; Lâtifî Tezkiresi); Âşık Çelebi (ölm. 1571; Meşâriü’ş-Şuarâ)dir. Târih türünde Tevârîh-i Âl-i Osman ve Âsafnâme eserleriyle Lütfi Paşa (ölm. 1562); Tâcü’t- Tevârîh isimli eseriyle Hoca Sâdeddîn (1536-1599); Künhü’l-Ahbâr, Kavâid-ül-Mecâlis, Nasîhatü’s-Selâtin gibi eserleriyle Gelibolulu Mustafa Âli (1541-1599) ve Tevârîh-i Âl-i Osman isimli eseriyle Kemâl Paşazâde 16. asrın başlıca târih müellifleridir.

Seyâhatnâme türünde eser veren Seydî Ali Reis (ölm. 1562; Mir’atü’l- Memâlik) ve coğrafya dalında mâlûmat veren Pîrî Reis (ölm. 1544; Kitâb-ı Bahriye) devrin diğer önemli şahsiyetleridir.

On yedinci yüzyıl Klâsik Türk şiirinde kasîde ve hiciv vâdisinde büyük yeri olan Nef’î (1582-1636; Dîvân, Sihâm-ı Kazâ); gazel tarzında üstat kabul edilen İstanbul Türkçesini güzel kullanan, hoş nükteli Şeyhülislâm Yahyâ Efendi (1552-1643) ile Şeyhülislâm Behâî ve “Hikemî” şiir türünü başlatan, akıcı bir dil kullanan Nâbî (1640-1712; Dîvân, Hayriye, Hayrâbâd, Sürnâme, Hadîs-i Erbaîn Tercümesi, manzum; Tuhfetü’l-Haremeyn, Münşeât mensur) ilk hatırlanan isimlerdir.

Nâilî (ölm. 1666) asrın büyük şâiri olup, gazel tarzını yeni bir edâ ile kullanmış ve “Sebk-i Hindî” uslûbunu şiirimize ilk defâ tanıtmıştır. Diğer mühim şahsiyetler Nev’îzâde Atâî (1582-1634; Hamse, Hadâikü’l-Hakâik fî Tekmileti’ş-Şakâyik); Şeyhülislâm Behâî (1601-1653); Neşâtî (ölm. 1674); Fehim (ölm.1648); Nedim-i Kadîm (ölm. 1670); Azmizâde Hâletî (1569-1630); mahallî mevzuları, halk tâbir ve atasözlerini manzûmelerinde çokça kullanan Sâbit (ölm. 1712); Ganîzâde Nâdirî (1572-1624; Mirâciye mesnevîsi’dir.

On altıncı yüzyılda nesir sâhasında hayli yenilikler görülür. Bilhassa dildeki klâsikleşme, konularda çeşitlilik, eserlerin çokluğu, secili (süslü, sanatkârâne) nesir örnekleri dikkati çekici husûsiyetlerdir. Devrinin Türk edebiyâtının en şöhretli seyâhat yazarı Evliyâ Çelebi (1611-1681; Seyâhatnâme); ilmî sâhada ciddî eserler vermiş ilk defâ Osmanlı ülkeleri coğrafyasını yazmış ilim adamı ve geniş bilgili bir yazar olan Kâtib Çelebi (1608-1657; Keşfüz-Zünûn, Cihannümâ, Tuhfetü’l-Kibâr, Takvîmü’t-Tevârih, Mizânü’l-Hak, Düstûru’l-Amel); hâdiseleri tahlil ve tenkid ederek yazan Nâimâ (1652-1715; Nâimâ Târihi); yine hâdiseleri canlı bir üslûpla, orijinal tarzda veren Peçevî İbrâhim Efendi (1574-1650 Peçevî Târihi); Dördüncü Murad’a devlet idâresinin ıslahı için bir risâle yazan Koçi Bey; süslü nesir temsilcileri Nergisî (ölm. 1634; Hamse, Münşeât) ve Veysî (1561-1628; Siyer-i Veysî, Hâbnâme, Münşeât) önde gelen şahsiyetlerdir.

Devrin, tezkire vâdisinde eser veren sanatkârların başında Riyâzî (ölm. 1644; Riyâzü’ş-Şuarâ) gelir ve diğer tezkirecileri; Güftî (ölm. 1677; Teşrifâtü’ş-Şuarâ, manzum); Rızâ (ölm. 1671) ve şâirler hakkında kısa bilgi veren güldeste nev’inden (Zübdetü’l-Eş’ar) eseriyle tanınan Kafzâde Fâizî’dir.

On sekizinci yüzyılda Divan Edebiyâtı mahallîleşme konuları ve dil sâdeleşme hareketleri ile İran edebiyâtından kopma ve uzaklaşma noktasına gelir. Mahallîleşme cereyanı ile şarkı türünün kullanılması ve İstanbul Türkçesinin şiir dili olarak benimsenmesi faaliyetleri bu asra canlılık kazandırmış ve bilhassa Nedim’le (ölm. 1730) gerçekleştirmiştir. Nedim, gazel ve şarkılarında orijinaldir. Dîvân şiirinin son büyük üstâdı Şeyh Gâlib (1757-1798; Dîvân, Hüsnü Aşk) bu asrın ikinci yarısında yetişmiştir. Zengin ve geniş hayalleri ile “Sebk-i Hindî” üslûbunun en kuvvetli temsilcisidir.

Yüzyılın diğer önemli şâirleri arasında Sünbülzâde Vehbî (ölm. 1809); Enderunlu Fâzıl (ölm. 1810); Koca Râgıb Paşa (ölm. 1762); târih düşürmede Sürûrî (ölm. 1813); Fıtnat Hanım (ölm. 1780); hiciv ve mizah yönü kuvvetli Haşmet (ölm. 1761) zikredilebilir.

On sekizinci asrın nesir alanındaki târihçileri Râşid (ölm. 1735); Silahdâr Fındıklı Mehmed Ağa (1658-1727); şuarâ tezkirecileri Safâyî (ölm. 1715), Sâlim (ölm. 1743); Râmiz ve sâdece Mevlevî şâirlerinden bahseden Esrâr Dede (ölm. 1735); hal tercümesi müellifleri Şeyhî (1667-1732; Şakâyık Zeyli’ne yeni bir zeyl ilâve etmiştir), kendi zamânına kadar gelen müftü, şeyhülislâm ve hattâtlarından bahseden Süleymân Sâdeddîn Efendi (1718-1787; Devhatü’l-Meşâyîh, Tuhfe-i Hattâtîn); sefâretnâme yazarları Yirmisekiz Çelebi Mehmed (ölm. 1732), Ahmed Resmî Efendi (1700-1783); nâşirleri Tokatlı Kânî (1711-1791), İbrâhim Müteferrika (1674- 1745) ve Muhayyelât isimli, eski masal ile Batılı hikâye arasına yazılmış, orijinal eserin sâhibi Giritli Aziz Ali Efendi (ölm. 1789) belli başlı isimlerdir.

On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından sonra Tanzimât hareketleri günlük hayatta olduğu gibi edebî hayatta da büyük değişmelere sebeb oldu. Batılı medeniyetlerin tesiri altında gelişen bu edebiyât cereyânına “Batı Tesirinde Türk Edebiyâtı” adı verilir. Ortak İslâm kültür ve medeniyeti tesirindeki Klâsik Türk Edebiyâtı (Divan Edebiyâtı) yanında, Batı tesirindeki Türk Edebiyâtı da kendi şekil ve muhtevâsı içinde gelişmiş ve yeni kültür, medeniyet ve lisanları (Fransızca)nın îcâblarını alıp kullanmıştır. Böylece daha 19. asrın başlarında çözülmeye başlayan Divan Edebiyâtı asrın sonlarında yerini yeni cereyan (akım)lara bırakmış ve “klâsik” oluş hüviyetini kaybetmiştir.

On dokuzuncu yüzyıl sanatkârları arasında mahallîleşme akımının temsilcisi Enderunlu Vâsıf (ölm. 1824); üslûb nazım tekniği ve mesnevîleri ile tanınan Keçecizâde İzzet Molla (1785-1829; Mihnet-Keşân, Gülşen-i Aşk); Tanzimât nesir dilinin öncüsü sayılan ve Âdem Kasîdesi’yle meşhur Âkif Paşa (1787-1845); dil ve tekniği kuvvetli Şeyhülislâm Ârif Hikmet Bey (1786-1859) ve nihâyet “Encümen-i Şuarâ” adıyla bilinen Klâsik Türk şiiri geleneğinin son temsilcileri Leskofçalı Gâlib (1828-1867); Yenişehirli Avni (1826- 1884) ve Hersekli Ârif Hikmet (1840-1903) ve Recâizâde Celâl zikredilebilir.

Nesir alanında tıp ve târih yazarı Şânizâde Atâullah (1711-1826) lügatlarıyla tanınan Mütercim Âsım (1755-1819; Arapça-Türkçe Kâmus Tercümesi ve Farsça-Türkçe Burhân-ı Kâtî’); antolojik mâhiyette eser müellifi Mehmed Emîn (Silâhdârzâde Tezkiresi) ve son tezkireci Fatin (Hatîmetü’l-Eş’âr) hatırlanan ilk isimlerdir.

On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından sonra Batılı eğitimi görmüş “Aydın Kesimi Türk Edebiyâtı” temsilcileri, klâsik-gelenekçi edebiyât ve kültürümüzle bağlarını kopardılar ve hattâ cephe alarak “Klâsik Türk Edebiyâtını” Batı ölçüleriyle tenkid ettiler. Nâmık Kemâl, Divan Edebiyâtını “realiteyle ilgisiz, sun’î ve boş” sayar (1866; Tasvîr-i Efkâr’da makâle). Ziya Paşa, Şiir ve İnşâ makâlesinde Divan Edebiyâtını millî olmamakla suçlar; ancak bir süre sonra yazdığı Harabât isimli Dîvân şiiri antolojisiyle Divan şiirini över. Tanzimâtçılarda bu “ikilikli tavır” şekil ve muhtevâda devâm etmiştir. Daha ileri zamanlarda aruz-hece tartışması, millî edebiyât akımının ortaya çıkması ve dilde sâdeleşme hareketleri Klâsik Türk Şiiri (Divan Şiiri)ni maddî sâhada artık kullanılmaz hâle getirmiştir. Ancak, “klâsik”in sonralara kalıcılığı, tesir güzelliği ve çarpıcılığı 20. asır Türk edebiyâtının büyük şâirlerini zaman zaman cezbetmiştir. Dîvân şiirinin tür ve nazım şekillerini çok başarılı kullanmasından dolayı, Yahyâ Kemâl’i (ölm. 1958) Klâsik Türk şiirinin son temsilcisi sayanlar olmuştur.

Edebî Türler

Divan Edebiyâtında tür ve nazım şekli hep birbiriyle karıştırılmıştır. Tür denilince, yazılan manzûmenin veya nesrin hangi konuda yazıldığı anlaşılmalıdır. Yâni tür, “konu”dur, “mevzu”dur. Şekil ise şiirin dış yapısına hâkim olan fizîkî husûsiyetlerdir.

Klâsik Türk Edebiyâtı (Divan Edebiyâtı)nda kullanılan dînî tasavvufî ve ahlâkî nazım eserlerinin türlerini şöyle sıralayabiliriz:

Tevhid, münâcât, nât (kasîde şeklinde); mevlid, hilye, tercüme ve tefsirler, yüz ve kırk hadis tercümeleri, siyerler, Muhammediye, maktel, mev’ize, Esmâül-Hüsnâ şerhleri, kasîde-i bürde tercümeleri ve fıkıh, kelâm akâid, tecvid.

Bunlardan başka, münferit hikâyeler, dînî, tasavvufî, ahlâkî ve “nâme” başlığı altında toplanan değişik konulu, mesnevî nazım şekliyle yazılmış eser ve türler de şunlardır:

Gazavatnâme, surnâme, sâkinâme, maârifnâme, kıyâfetnâme, siyâsetnâme, sefâretnâme, sergüzeştnâme, nasîhatnâme, pendnâme, mîrâcnâme (mirâciye) menâkıbnâme; münâzara tarzında rind ü zâhid, beng ü bâde, beng ü çağır, gül ü mül, bahar ü şifâ; bir şehrin güzelliğini tasvir eden şehrengizler, makam sâhibi şahısları anlatan târifâtlar (târifnâmeler); çeşitli konularda (aşk, dînî, târihî, hayâlî vb.) yazılmış Leylâ vü Mecnûn, Hüsrev ü Şirin, Yûsuf ü Zelîha, Hüsn ü Aşk, Cemşid ü Hurşîd, Süheyl ü Nevbehâr, Vâmık u Azrâ, Cân u Cânân; beş mesnevînin bir araya gelmesi ile meydana gelen hamseler.

Kasîde nazım şekliyle yazılan diğer türler: Hicviye, mersiye, hezl (tenzil; mîzâh, güldürmece tarzında).

Divan Edebiyâtında nesir eser türlerinin başlıcaları da şunlardır:

Münşeât (resmî yazılar ve mektuplardan toplanmış eserler; Münşeâtü’s-Selâtin, Feridun Beyin, 16. asır gibi), târihler, vak’anüvis târihler, nesir hamseler, tezkireler (çeşitli meslek sâhiplerinin hayatlarını ve eserlerini anlatır; tezkîretü’l-evliyâ, tezkîretü’l-meşâyih, tezkîretü’ş-şuarâ, tezkîretü’l- hattatîn gibi), dînî ve tasavvufî nesir eser türleri de manzum türlerle müşterektir: Tazarrunâme (Sinan Paşanın), tefsirler, şerhler, siyerler, evliyâ menkıbeleri, evliyâ tezkireleri, peygamberler kıssaları, makteller.

Ahlâkî nesir türleri:Kelile ve Dimne Tercümesi (Kul Mes’ud’un), Kâbusnâme Tercümesi (Mercimek Ahmed’in), Ahlâk-ı Alâî (Kınalızâde Ali’nin).

Seyâhatnâme türleri: Seyâhatnâme (Evliyâ Çelebi’nin), Sefâretnâme (Yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin) gibi.

İlmî nesir türleri: Konuları çeşitli olup Cihannümâ (Kâtib Çelebi’nin) bir örnek verilebilir.

Nazım Şekilleri

Nazım şekli; bir manzûmenin şekil yönünden, dış yapısı bakımından incelenmesidir. Muhtevâ (konu, mevzu, nesre çevirme, açıklama, edebî sanatlar) bu incelemenin dışında bırakılır. Bir şiirin nazım şekli yönünden incelenmesinde sırayla şu hususlara uyulur:

1) Nazım şekli (mesnevî, koşma gibi), 2) Nazım birimi (beyit, dörtlük), 3) Kâfiye dizilişi (AA,BA, CA; aaba, ccca), 4) Kafiye çeşidi (-ar- tam kafiye, -lar gibi rediftir.), 5) Vezni (aruz veya hece oluşuna göre).

Türk, İran ve Arap edebiyâtlarında müşterek olan nazım şekillerinde nazım birimi beyittir. Nazım şekilleri beyitlere göre kurulur. Başlıca nazım şekilleri şunlardır:

Kasîde, gazel, mesnevî, rubâî, tuyuğ, kıt’a müstezâd, şarkı, musammatlar (murabba, muhammes, müseddes gibi), tardiyye, terkib-i bend ve tecri’-i bend gibi. (Bkz. Nazım Şekilleri)

Vezin

Divan şiirinde vezin aruzdur. Arap şiirinin vezni olan aruz; İranlılar yoluyla bize geçmiştir. Uzun (kapalı) ve kısa (açık) hece esâsına dayalı cüzlerin yanyana kullanılmasıyla meydana gelen kalıplara aruz kalıpları denir.

Divan şiirinin ilk devrinde aruzun Türkçeye uygulanmasında aruz kusurları olan imâle ve zihaflar fazla yer almıştır. Bu zamanda daha ziyâde hece ölçüsüne yakınlık gösteren vezinler kullanılmıştır.

Klâsik Türk şiirinde en çok kullanılan aruz kalıpları; recez, remel, serî’, hafîf, muzârî, müctes, mütekârib’dir. (Bkz. Arûz)

Dil ve Üslûb

Divan Edebiyâtının dili, 15. yüzyıla kadar Arap ve Acem dillerinin tesirinden uzak kalmış, bu asırla birlikte Arapça ve Farsça kelimeler Türkçeye önemli miktarda girmiş ve kullanılmıştır. Sonraları şiir ve nesirde kullanılan bu kelimelerin belâgat kâidelerine bağlı bir edebî sanat anlayışı içinde kullanılmasıyla üslûbun esâsı meydana getirilmiştir. Üslûba tesir eden başlıca edebî sanatlar şunlardır:

Cinas, tenâsüb, mecâz, mecâz-ı mürsel, telmih, tevriye, hüsn-i ta’lil, tecâhül-i ârif, mübalağa, teşbih, istiâre, teşhis ve intak, telmih, tezat, seci’, aks, rücû’ vs. (Bkz. Edebî Sanatlar)

Klâsik Türk Edebiyâtında rastgele benzetme ve hayal kullanılmaz. Şâirler, insanın iç ve dış dünyâsındaki güzelliklerini ve tabiatı belli bir benzetme ve tasavvurla çizerler. Şiirin özünü, çekirdeğini, esâsını mazmunlar teşkil eder. Mazmun, “beyitlerdeki gizli mânâ” demektir. Mazmun, değişmez kalıp hâlinde vardır, hükümdür; bütün mesele, mazmundaki gizli mânâyı, hükmü çözmektir. Bu sebeple her şâir, kendine has üslûbu (aklı, malzemesi) ile bir mazmunu (hükmü) sanatlı biçimde ortaya koymaya çalışır. Bir bakıma yaradılışın sırrını, maddeye bakarak çözmeye uğraşır. Mazmunu “çözmek” demek “maddeye bakıp mânâyı anlamak” demektir. Meselâ; yanak ve yüz, şekli ve rengi göz önünde tutularak sabah, güneş, mum, gül, ateş, ayna, ay sûretindedir; saç kokusu, rengi ve şekli ile misk, anber, ud, sünbül, ejder, zincir, perişan, kâfir, kemend, bulut, tuzak ve dar ağacıdır. Şarab ilâhî aşktır. Sâkî, vahdet şarabını sunan pîrdir. Bu mazmunlar Divan Şiirinde kalıplaşmıştır. Tamâmen mecâzî mânâya bürünmüşlerdir. (Bkz. Ebedî Türler)