DİLEKÇE
Alm. Antrag (m), Gesuch (n), Fr. Petition (f), İng. Petition. Bir dileği, isteği veya şikâyeti bildirmek üzere resmî dâirelere sunulan imzâlı yazı. Arzuhâl ve istidâ kelimeleri de aynı mânâda kullanılır.
Dilekçenin yazılması, şekli ve muhtevâsı önemli bir yer tutar. Geçmiş asırdaki devletlerde, şikâyet veya istek sâhibi kişilerin tek tek veya topluca, yazılı olarak dilekçe sundukları bilinmektedir. İslâm halîfeleri ve hükümdârları, halkın sözlü ve yazılı dilekçelerle yaptıkları mürâcaatları bizzat kendileri veya kurdukları dîvânlarda değerlendirmişlerdir. Bu dîvânlara Mezâlim veya Adâlet Dîvânı denilirdi. Osmanlılar zamânında da, ilk önceleri bizzat pâdişâhın iştirak ettiği dîvânlar teşkil edildi. Sonraları sadrâzam veya sadâret kaymakamının başkanlığında Çarşamba Dîvânı adıyla her hafta toplanan dîvânlarda, halkın istek ve şikâyetleri dinlenir, dilekçeleri değerlendirilir, hazır bulunan heyet tarafından dâvâlar ânında çözüme kavuşturulurdu. Osmanlı arşivleri dilekçe örnekleriyle doludur. Bunlar genellikle haksızlıktan şikâyet, ücretin veya görevin taleb edilmesi veyahut bir yanlışlığın düzeltilmesi için verilirdi. Dilekçeler, şehirlerden köylere kadar idâreci her makâma verilebilirdi. Dilekçe yazmasını bilmeyenler arzuhâlcilere yazdırırlardı.
Günümüzde vatandaşlar 1982 Anayasası’na göre, kendileriyle veya kamu ile ilgili dilek ve şikâyetlerini yetkili makâmlara ve TBMM’ne yazı ile bildirme hakkına sâhiptirler. Türkiye’de dilekçe hakkının kullanılması 1 Kasım 1984 târih ve 3071 sayılı kânunun 4. maddesine göre TBMM ve idârî makamlara verilen dilekçelerde; başvuru sâhibinin adı ve soyadı ile, iş ve ikâmetgâh adresinin ve imzâsının bulunması mecbûrîdir. Dâvâ açmak için mahkemelere verilen dâvâ dilekçelerinde Hukuk Usûlü Muhâkemeleri Kânunu’nun 179. maddesine göre bâzı kayıtların bulunması lâzımdır. Medenî Yargılama Hukûkunda dâvâ dilekçesinin başında dilekçenin verildiği mahkemenin adı, dâvâcının ve dâvâlının ad ve soyadları ile adresleri yazılır. Daha sonra, dâvânın konusu, dâvâ sebebi ve hukûkî sebepler gelir. Son olarak da, netîce-i taleb, yâni dâvâcının karar verilmesini istediği şey açık bir biçimde yazılır. Dilekçenin altında, dâvâcının veya vekilinin imzâsı yer alır. Bu arada dâvâlının dâvâcıya cevap vermesi için gerekli süre tanınır. İdârî Yargılama Usûlünde ise, idârî dâvâlar; Danıştay, İdâre Mahkemesi ve Vergi Mahkemesi Başkanlıklarına hitâben yazılmış dilekçelerle açılır.
Doğu Anadolu’da Erzen ve Bitlis’te 1085-1192 yılları arasında hüküm sürmüş olan bir Türk beyliği.
Kurucusu olan Dilmaçoğlu Mehmed Bey, Malazgird Muhârebesinden sonra, diğer Türk beyleri gibi Anadolu’ya akınlarda bulundu. 1085 senesinde Diyarbakır alındıktan sonra Bitlis ve Ahlat da Selçuklu kuvvetleri tarafından fethedilmişti. Bitlis ve havâlisi Dilmaçoğlu Mehmed Beyin idâresine bırakıldı ve kendisine timar olarak verildi. Bir süre sonra bu bölgede beyliğini kuran Mehmed Beyin ölüm târihi bilinmemektedir.
Mehmed Beyin yerine Toğan Arslan geçti. Toğan Arslan önce, Türkiye Selçuklu Sultânı Birinci Kılıç Arslan’a, onun ölümünden sonra da Sökmenlilere bağlandı. Toğan Arslan, Meyyâfârıkîn (Silvan)e bağlı yirmi beş köyü ele geçirince, İbrâhim Sökmen’in idâresinin zayıflığından faydalanarak bağımsızlığını îlân etti. Fakat bu hâl uzun sürmedi. Daha sonra Artuklulara bağlanan Toğan Arslan, İlgâzî ile birlikte, Haçlılara ve Gürcülere karşı savaştı.
Toğan’ın Artuklulara bağlanması, Sökmenli Beyi İbrâhim’i kızdırdı. Netîcede Dilmaçoğulları üzerine 1124 yılında sefere çıkarak Bitlis’i muhâsara altına aldı. Fakat başarı elde edemedi.
Musul Atabegi İmâdeddîn Zengî’nin ordusuna 10.000 dînâr haraç ödeyerek ülkesini tahrib olmaktan kurtaran ve 1134 veya 1137 senesinde öldüğü rivâyet edilen Toğan Arslan’ın yerine oğlu Hüsâmüddevle Kurtî geçti. O da babası gibi Artuklular ile birlikte Gürcülere karşı yapılan seferlere katıldı. 1130 senesinde Dovin’i zaptetti. Bir sene sonra Gürcü Kralı İvane, Anadolu’ya saldırdı ise de, Hüsâmüddevle tarafından hezîmete uğratıldı. Hısn-ı Keyfâ Artukluları Beyi Rükneddîn Dâvûd’un saldırısı üzerine, Kurtî, Mardin’e giderek yine Artuklulardan Timurtaş’ın himâyesine girdi. 1143 senesinde ölünce yerine kardeşi Yâkut Arslan geçti. Ancak Yâkut Arslan da kısa bir süre sonra öldü ve yerine kardeşi Fahreddîn Devletşah idâreyi eline aldı.
1161 senesinde Gürcistan üzerine yapılan seferlere katıldı. Bu seferden sonra Artuklularla Dânişmendliler arasında çıkan savaşta, Devletşah, Artukluların yanında yer aldı. Bir süre sonra Devletşah ile Mardin Artuklu Beyi Necmeddîn Alp arasında anlaşmazlık çıktı. Devletşah, Artuklu hükümdârına karşı koyamayacağını anlayınca, 1168 yılında Meyyâfârıkîn’e kadar giderek, itâatini bildirdi ve çıkması muhtemel bir savaşın önüne geçti. Devletşah, 1192 senesinde öldü. Aynı sene içinde, Ahlat Emîri Begtimur, Dilmaçoğullarının merkezi Bitlis’i ele geçirdi.
Bundan sonra Dilmaçoğulları Beyliği siyâsî ve askerî bir varlık gösterememesine rağmen Erzen ve havâlisinde 1394’e kadar varlığını korudu. Bu târihte Akkoyunlular tarafından tamâmen ortadan kaldırıldı.
Dilmaçoğulları Beyleri |
Bey Oluş Târihi |
Muhammed Bey |
1085 |
Toğan Arslan (takriben) |
1104 |
Hüsâmüddevle Kurtî |
1137 |
Şemseddîn Yâkut Arslan |
1143 |
Fahreddîn Devletşah |
1145 |
Alm. Religion, Fr. Religion, İng. Religion. İnsanları dünyâda rahat ve huzûra, âhirette ebedî saâdete götürmek için Allahü teâlâ tarafından peygamberleri vâsıtasıyla gösterilen yol. Dînin sâhibi ve ortaya koyan Allahü teâlâdır. Bunun için din ismi altında insanların uydurduğu eğri yollara din denmez, dinsizlik denir.
Din insanlara çok lüzumlu bir nizam olup, dinsizlik ise düşünülebilecek en fenâ bir davranıştır. Din insanlara tıpkı yiyecek, içecek gibi lâzımdır. Çünkü, nasıl yiyecek ve içecek vücut için lâzımsa, rûhun gıdâsı olan din de rûha lâzımdır. Din ortadan kalkarsa, insanlar hissiz, idrâksiz ve düşüncesiz bir makina, bir otomat hâline gelirler. Din insanlara iyi ahlâk, sevişmek, kudret, cesâret, dayanma gücü, sabır, rahat ve huzur getirir. İnsanları ortak îmân, amel, anlayış ve fazîletlere erdirerek bölücülüğe, yıkıcılığa mâni olur. Hakîkî bir din, insanı Yaratanı ile muhâtap kılan ve O’na kavuşturandır.
Allahü teâlâ, ilk yaratılan insan ve ilk peygamber olan Âdem aleyhisselâmdan beri, her bin senede bir peygamber vâsıtasıyla insanlara bir din göndermiştir. Bu peygamberlere “resûl” denir. Her asırda, en temiz bir insanı peygamber yaparak, bunlar ile dinleri kuvvetlendirmiştir. Resûllere tâbi olan bu peygamberlere “nebî” denir (Bkz. Peygamber). Buna göre bâzı târih kitaplarında iddiâ edildiği gibi insanlığın başlangıcı bir ilkellik vahşet değil bir medeniyettir. ilk defâ Allahü teâlânın bildirdiği din ile doğru yolu bulan insanlar sonradan hırs ve bilgisizliğin tesiriyle bu yoldan ayrılarak vahşileşmişler, medeniyetten uzaklaşmışlardır.
Bütün peygamberler, hep aynı îmânı söylemiş, hepsi ümmetlerinden aynı şeylere inanmalarını istemişlerdir. Fakat kalple, bedenle yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri başka başka olduğundan, İslâmlıkları, Müslümanlıkları ayrıdır. Din, Allahü teâlâyı tanıtan yol olduğuna göre, dünyâda tek bir din olması gerekir. Hâlbuki dünyâ üzerinde birbirinden farklı dinler ve inanışlar vardır.
Bugün yeryüzündeki dinler ilâhî dinler ve bâtıl dinler olmak üzere ikiye ayrılır. Bâtıl dinler Zerdüştlük, Taoizm, Konfiçyüstlik, Monohoizm, Totemcilik gibi insanlar tarafından uydurulan ilkel kabîle dinleridir. Semâvî din de denilen ilâhî dinler, muharref yâni tahrif edilmiş, bozulmuş dinler ve hak din olmak üzere ikiye ayrılır. Muharref dinlerin asıllarını Allahü teâlâ peygamberleri vâsıtasıyla göndermiş, sonraları insanlar tarafından tahrif edilmiş, bozulmuştur. Hıristiyanlık ve Yahûdîlik böyledir. Hak din ise, Allahü teâlânın gönderdiği şekilde bozulmadan kalan dindir. Bugün yeryüzünde hak din olarak sâdece İslâm dîni vardır. Zîrâ, diğer semâvî dinlerin insanlar tarafından bozularak maksatlarından uzaklaştırıldığı, hattâ tam tersine insanı yaratanından ayırıp peygamberlerden kopararak, uydurma zümre ve müesseselere (Hıristiyanlığın kilise teşkilâtı ve ruhban sınıfı gibi) mânâsız bir esârete götürdüğü hatırlanırsa, İslâmiyetin insanla Allahü teâlâ arasında saf, olgun ve hakîkî bir bağ kuran yegâne “hak din” olduğu açıkca görülür. Bu bakımdan İslâmiyet Müslüman olanın dünyâ işlerini tanzim eder. Aynı zamanda güzel ahlâkı tamamlayan, insanı maddî ve mânevî huzûra, sonsuz saâdete erişmesi için sağlam temeller üzerine kurulmuş esasları getiren büyük bir ahlâk okuludur. İnsanları iyiliğe, dürüstlüğe, hoşgörü sâhibi olmaya, büyüklere saygı ve küçüklere karşı şefkat göstermeye, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine uymaya ve ona teslim olmaya teşvik eder. Kısacası insana faydalı, onu doğru yola koymaya yarıyan en büyük âmildir (sebeptir).
İslâmiyet geldikten sonra, önceki dinlerin hükümleri yürürlükten kalkmıştır. Buna göre Yahûdîler ve Hıristiyanlar da dâhil bütün insanların İslâmiyeti din olarak seçmeleri gerekmektedir. Nitekim Allahü teâlâ İslâmiyetten başkasını din olarak kabul etmeyeceğini bildirmekte, Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Muhammed’in (aleyhisselâm) getirdiği İslâm dîninden başka din isteyenlerin dinlerini Allahü teâlâ sevmez, kabul etmez. İslâm dînine arka çeviren, âhirette ziyan edecek, Cehennem’e gidecektir.” buyrulmaktadır. (Âl-i İmrân sûresi: 85)
Din hiçbir zaman kötü niyetler, özel çıkarlar, siyâsî entrikalar, gizli işler, mânâsız olaylar için kullanılamaz. Bu husus dinlerin sonuncusu ve en mükemmeli olan İslâmiyetin yüce kitabı Kur’ân-ı kerîmde açıkça anlatılmaktadır. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîmin Hadîd sûresi 9,10. âyetlerinde meâlen; “Gizli toplantılarda günah işlemeyi, düşmanlık etmeyi ve peygambere karşı gelmeyi fısıldaşmayın! Allah’a karşı gelmekten sakınmayı konuşun! Gizli toplantılar insanları üzmek (ve kirletmek) için şeytanın istediği (ve yaptırdığı) şeydir.” buyurmaktadır.
Hâdiselere ve etrâfa ibretle bakan bir insan dîne hemen inanır. Dünyâdaki nizâmın, âhengin inceliklerini, varlığın sırrını bilen bir insan bütün kalbiyle Allah’a inanır. Bir yaprağın faaliyetlerini bilen bir insan hayrete düşer. Meselâ bir yaprak, bir insan gibi nefes alır. Gündüzleri oksijen, geceleri karbondioksit verir. Su buharı çıkarır. Su buharı ile karbonik asidi, güneş ışığındaki enerji yardımıyle birleştirerek ondan un, nişasta, yağ, şeker yapar. Âdetâ bir fabrikadır. Bunları anlayabilen bir insan bütün bunları hayranlıkla görür ve bu hârikayı yaratan büyük kudrete, bir olan Allah’a ve O’nun gönderdiği dîne candan inanır.
Din bizi, zararlı ve fenâ iş yapmaktan koruyan, ihtiraslarımızı frenleyen, rûhumuzu besleyen ve temizleyen iyi huyları meydana çıkararak insanları hayırlı, yardımcı, büyüklerini dinler bir hâle getiren ilâhî bir yoldur. Din, işlerde başarı için ümid ve cesâret veren, başarısızlıklarda tesellî eden, ızdırapları unutturan, insanlara yaşama gücü veren, onu yetiştiren ve olgunlaştıran, Allah yolunu açan ve toplumları dünyâda huzûra, âhirette ise ebedî saâdete kavuşturan bir kudret hazînesidir.
Alm. Dynamik (f), Fr. Dynamique (n), İng. Dynamics. Hareketi ve hareket kânunlarını kuvvetle ilgi kurarak inceleyen mekaniğin bir dalı. Kinematik de mekaniğin bir dalıdır, fakat sâdece hareketi inceler, kuvvetle münâsebet kurmaz.
Kuvvetleri; cisimlere tatbik edildiğinde şeklini ve boyutunu veya hareket hâlini değiştiren kuvvetler, sürtünme kuvvetleri, ağırlığı meydana getiren yerçekimi kuvveti, mağnetik kuvvet, elektrikî kuvvet diye sınıflara ayırmak mümkündür. Bir cismin dinamik incelenmesi o cismi meydana getiren noktaların incelenmesi ile mümkündür. Maddesel nokta bütün kütlesi ağırlık merkezinde toplanmış yoğun kütle demektir. Rijit cisimler bu kabul esas alınarak incelenirler. Güneşin etrâfında elipsoit bir yörüngede dönen dünyâ, dünyânın etrâfında dönen ay ve sun’î uydu, birer maddesel noktadır.
Dinamiğin prensipleri:
1. Eylemsizlik prensibi: Bir cismin üzerine hiçbir kuvvet etki etmiyorsa (veya etki eden kuvvetlerin bileşkesi sıfırsa) bu cisim hâlini muhâfaza eder. Yâni cisim duruyorsa, durmaya devâm eder. Şâyet hareket hâlindeyse hızının doğrultusu, yönü ve değeri hiç değişmez. Bir başka ifâdeyle, bir kuvvet etkisi altında olmayan bir cismin ivmesi sıfırdır.
2. Dinamiğin temel prensibi ve kütlenin târifi:Bir cisme sâbit bir kuvvet etki ettirilecek olursa, bu cisim sâbit bir ivme kazanır. Kuvvet ivme arasındaki sâbit orana, hareket eden cismin kütlesi denir. Kuvvet (F), kütle (m) ve ivme (a) ile gösterilirse, m=F/a olur. Bu bağıntı F=m.a veya a=F/m şeklinde de yazılabilir. F=m.a bağıntısı kuvvet birimlerinden Newton (Nt) ve Dyn (Din)i târif etmeye de yarar.
1 Newton; 1 kilogramlık bir kütleye 1m/sn2lik ivme verebilen kuvvettir (Nt = kg.m/sn2).
1 Dyn; 1 gramlık bir kütleye 1 cm/sn2lik ivme verebilen kuvvettir (Dyn = gr.cm/sn2).
1 Nt = 105Dyn’dir.
3. Etkinin tepkiye eşitliği prensibi:Her etkiye karşı dâimâ eşit ve zıt yönde bir tepki vardır. Yâni iki cisimden biri diğerine bir etki yapıyorsa, ikinci cisim de birinciye, aynı büyüklükte ve zıt yönde bir tepki yapar.
Burada mühim bir husûsu belirtmek îcâb etmektedir. Zaman, mekân ve hareket gibi konular, İslâm âlimleri tarafından asırlar önce tedkik edilmiş ve onların eserleri vâsıtasıyle batı bilim dünyâsına geçmiştir. Batıda bu eserlerin ışığında yetişen fen adamları, İslâm âlimlerinin kitaplarından öğrendikleri pekçok ilmî keşifleri, sanki kendi buluşlarıymış gibi göstermişler ve bu keşiflerin gerçek sâhiplerini gizlemişlerdir. Batının bu tutumu, İslâm düşmanlığından kaynaklanan koyu bir Haçlı taassubunun netîcesidir.
Böylece, İslâmiyetin ilme verdiği önemi çok iyi bildikleri için, geceli gündüzlü çalışıp ömürlerini fedâ ederek pekçok keşifler yapmış olan İslâm âlimlerinin ismi unutulurken, en küçük bir buluş yapan Hıristiyanlar “büyük kâşif”, “ilmin öncüsü” olarak meşhur edilmişlerdir.
Bugün, İngiliz fizikçisi Newton’a (1642-1727) mâl edilen “Dinamiğin Prensipleri”, Newton’dan asırlar önce İslâm âlimleri tarafından incelenmiştir. Meselâ meşhur tefsir ve fen âlimi Fahrüddîn-i Râzî (1149-1209) fizik ve tabiat ilimleri sahasında asrının bir tânesiydi. Fiziğin temel konularından olan hareket, hız, zaman, mekân ve enerji konularını derinlemesine inceledi. Dinamiğin birinci ve üçüncü prensiplerini gâyet açık ve esaslı bir şekilde ortaya koydu. Yine İslâm âlimlerinden İbn-i Mülka (1087-1165) Kitâb-ül Mu’teber isimli eserinde dinamiğin üçüncü prensibini gâyet açık bir şekilde îzâh etmiştir. Dinamiğin birinci prensibi İbn-i Sînâ tarafından da keşfedilmiştir.
İslâm âlimlerinin asırlar önce yazdığı eserler incelendikçe, onların akıllara hayranlık veren çalışmaları ortaya çıkmakta ve İslâmiyetin ilme verdiği değer daha iyi anlaşılmaktadır.
Alm. Dynamit (n), Fr. Dynamite (m), İng. Dynamite. Nitrogliserinden yapılan patlayıcı madde. İlk defâ 1866 yılında İsveçli bilgin Alfred Nobel tarafından bulunmuştur. A.Nobel, yağımsı ve kolay patlayan trinitrogliserin maddesini kizelgura emdirerek elde ettiği maddeye dinamit ismini verdi. Böylece darbeyle patlamayan ve emniyetle taşınabilen bir patlayıcı keşfetmiş oldu. Keşfettiği bu yeni patlayıcının kendi topraklarında ve kendi vatandaşlarına karşı kullanıldığını gördü. “Nobel Barış Ödülü” vakfını kurmada bunun etkisi büyük oldu.
Dinamitin çıkış maddeleri yağların sabunlaşması esnâsında elde edilen gliserindir. Gliserinin sülfürik asit katalizörlüğünde nitrik asitle verdiği reaksiyon sonucu trinitrogliserin bileşiği meydana gelir:
(H2SO4)
C3H5(OH)3
+
HNO2
¾¾¾®
C3H5(O-NO2)3
Gliserin Nitrik
Asit Trinitrogliserin+H2O
Trinitrogliserin, sarı, yağ kıvamında çok kolay patlayan 45°C’de korunması güç bir maddedir. Bunun, kizelgur adı verilen silisyumdioksit kimyasal formülüne sâhip, sünger görünümlü bir maddeye emdirilmesi sonucu, şiddetli patlayıcı, ancak patlayabilmesi için belli bir ısı isteyen bir patlayıcı (dinamit) elde edilir. Dinamit yapılan yerde basınç düzenlenir ve çalışanlara özel giysiler giydirilir. Kizelgur dinamiti artık nâdiren kullanılır ve sâdece târihî bir önemi vardır.
Günümüzde dinamit nitrogliserinden yapılmaktadır. Nitrogliserin gliserin trinitrat ve kendi gibi patlayıcı bir bileşik olan etilen glikol dinitrat karışımından hazırlanır. Etilen glikol dinitrat donmayı önlemek için katılır. Dinamitin katı kısmı, kâğıt hamuru veya diğer karbonlu yanıcı maddelerden ve patlamada yanma oksijenini sağlayacak sodyum nitrat veya amonyum nitrattan meydana gelmektedir. Dinamit içindeki nitrogliserin muhtevâsı istenen patlama gücüne veya hızına göre % 5’ten % 90’a kadar değişir.
Bâzan nitrogliserini emdirmek için nitro-selüloz kullanılır. Bu durumda ürün jele benzer ve bu patlayıcılar jelâtin dinamitleri ismini alır. Su altında bile kullanılabilirler. Dinamit hâlâ değerini muhâfaza etmektedir. İnsanlığın felâketi için kullanılmış olmakla berâber günümüzde teknolojik önem taşımaktadır. Mâden ve kömür işletmelerinde, yol ve su kanallarının inşaatlarında, tünellerin kazılmasında, limanların genişletilmesinde, büyük kayaların parçalanmasında kullanılır.
Alm. Dynamo, Fr. Dynamo, İng. Dynamo. Mekanik enerjiyi elektrik enerjisine çevirerek elektrik akımı üreten âlet. Jeneratör de denir. Kullanılacak elektrik akımını temin edecek şekilde çeşitli büyüklükte dinamolar vardır. Alternatif akım üreten dinamolar ve doğru akım dinamoları diye iki grupta toplanırlar.
Bir dinamoda biri hareketli diğeri sâbit iki ana parça bulunur. Birisi mağnetik alan meydana getirir. Diğeri bu alan içindeki bir bobindir. Hareketli parçaya “rotor”, sâbit parçaya “stator” denir. Bir dinamonun belli başlı parçaları şunlardır:
1. Endüvi: Genellikle dönen kısımdır ve üzerinde gerilim endüklenir. İsmi de gerilim endüklenen yer olduğu için endüvidir. Bir endüvi şu kısımlardan meydana gelir:
a) Göbek: Silisli dinamo saclarından yapılır. Bu saclar 0,35-0,5 mm kalınlığındadır. Bu sacların üzerinde oyuklar bulunur sargılar bu oyuklara yerleştirilir.
b) Mil: Saclar bu mile sıkıca geçirilmiştir, iki başından yataklara oturtulur.
c) Kolektör: Endüvi ile birlikte olmasına rağmen ayrıca incelenir.
2. Endüktör: Duran kısımdır. Gerilim endükleten kısımdır. Bu da ince silisli saclardan yapılmıştır. Bu sacların çevresine makinanın cinsine göre (seri- paralel) sargılar sarılır.
3. Gövde: Endüktörün yerleştirildiği kısımdır. Demir dökümden yapılır.
4- Kolektör ve fırçalar: Kolektör bakır dilimlerinin yan yana gelmesiyle hazırlanır. İki dilim arası yalıtılmıştır, mile sıkıca geçirilir. Fırçalar ise kömür ve benzeri maddelerden yapılır ve bunlar yaylar aracılığı ile kolektörün üzerine bastıracak şekilde yerleştirilirler, bunlar endüklenen gerilimi dışarı almaya yararlar.
Dinamonun çalışma prensibi:Kapalı bir iletken tel, bir mağnetik alan içinde döndürülürse, telin sınırladığı yüzey içinden geçen mağnetik akı değişir. Kapalı iletkende, bu değişikliği dengeleyecek şekilde mağnetik alan meydana getirecek olan bir elektron hareketi başlar. Buna “indüklenme” denir.
Böylece elektrik akımı meydana gelir. Bu akıma “indüksiyon akımı” denir. İletkenlerin mağnetik alandaki bu özellikleri dinamoların çalışma prensibini meydana getirir.
Mağnetik alan içindeki kapalı çerçeve, dönme hareketi esnâsında yönü periyodik olarak değişen bir elektrik akımı verir. Bu akım çerçeve ucundan, değme bilezikleri ile alınır. Akım yön değiştirdiği için “alternatif akım” denir. Bu tip dinamolara “alternatör” adı verilir.
Tel çerçevenin uçları değme bilezikleri yerine iki kolektör lameline bağlanırsa, akımın sıfır olduğu yerde lameller karşı taraftaki fırçalara değer.
Böylece çerçeveden çekilen indüksiyon akımının şiddeti sıfırla maksimum bir değer arasında değişmekle berâber yönü aynıdır. Çerçeve sayısı arttığında akımlar birbirine eklendiğinden dalgalanma azalarak aynı yönde dalgalanmayan bir akım elde edilir.
Dinamolarda tek bir çerçeve kullanılmayıp bir çekirdek etrâfına sarılmış bobinler bulunur. Mağnetik alanı meydana getiren mıknatıs veya elektromıknatıs stator olarak kullanılır. Sargı bobini rotordur. Kullanılacak elektrik akımı rotordan kolektör ve fırçalarla çekilir.
Mağnetik alan olarak elektromıknatıslardan faydalanılır. Elektromıknatısları besleyen akım dinamonun ürettiği kendi akımıdır. Mağnetik alan ve üretilen akım birbirini besleyerek doyuma ulaşırlar.
Alternatif akım dinamolarında akım alınan bobinler (armatürler) ekseriya stator olarak kullanılır. Rotor, stator içinde dönen bir mıknatıs tekerleğidir. Bu mıknatıs tekerliği doğru akım veren bir yardımcı dinamo ile mıknatıslıdır. Bu durumda alternatörün ürettiği akım statorun sâbit uçlarından alınır.
Statordaki ayrı sargı sistemleri sayısı, ayrı ayrı iki, üç gibi çoğaltılırsa bu durumda elde edilen akımlara iki fazlı, üç fazlı alternatif akım denir. Şehirde kullanılan tek fazlı alternatif akım üç fazlı alternatif akımın bir fazıdır.
Alm. Dynamometer (n), Kraftmesser (m), Fr. Dynamometre (m), İng. Dynamometer. Kuvvet ölçen âlet. Cisimlere bir kuvvet tatbik edilince esnekliklerine bağlı olarak şekil değişikliği gösterirler. Bu şekil değişikliği, tatbik edilen kuvvetle doğru orantılıdır. Bundan faydalanılarak esnekliği fazla olan cisimler, kuvvet ölçücü olarak kullanılırlar.
Yaygın kullanılan dinamometreler, helozonik çelik yaylardan yapılırlar. Yayın uzama veya kısalması kuvvete karşılık gelecek şekilde taksimâta ayrılmıştır. Tatbik edilen kuvvete bağlı olarak dinamometre ibresi taksimât üzerinde bir sayıyı gösterir.
Dinamometrelerin üzerinde ölçebileceği maksimum (azamî) kuvvet yazılıdır. Şâyet bu maksimum kuvvetten daha büyük bir kuvvet uygulanırsa dinamometre kırılır, en azından esnekliği bozulur.
Alm. Dinar (r), Fr. Dinar (m). Unite monetaire Yougoslave. İng. Arabic gold coin. Çeşitli ülkelerde kullanılan para birimi. Irak, Kuveyt, Yugoslavya dinarı gibi.
Dinar, ilk defâ M.Ö. 269 yılında Roma İmparatorluğunda “denarius” adıyla kullanılmıştır. Bu para birimi daha sonra Bizanslılara onlardan da Araplara geçerek dinar adını almıştır.
Emevî halîfeleri ve Abbâsîlerin ilk zamanlarında İslâm memleketlerinde basılan altın paraya da “dinar” denilmiştir. Fıkıh kitaplarında dinar denilince altın para anlaşılmaktadır.
Bugün Suriye, Irak, Kuveyt ve Yugoslavya’daki para biriminin adıdır.
Dokuzuncu yüzyılda yetişmiş meşhur botanik ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Ahmed bin Dâvûd ed-Dîneverî olup, künyesi Ebû Hanîfe ve Ebû Mûsâ’dır. En-Nahvî, El-Lugavî nisbeleri de verilmiştir. Dokuzuncu asrın başlarında Irak’ın Dînever kasabasında doğdu. Bu yüzden Dîneverî lakabıyla şöhret buldu. 895 (H.282) senesinde, doğduğu yerde vefât etti.
Küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayan ve Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin talebelerinden olan Dîneverî, din ve fen ilimlerinde en iyi şekilde yetişti. Nahiv, lugat, matematik, astronomi, kozmografya, botanik, biyoloji, târih ve hadis ilimlerinde zamânın bir tânesiydi. Kûfe ve Basra âlimlerinden ilim tahsil etti. Lisan ilmini, Kûfeli nahiv âlimi İbn-i Sikkît ve babasından öğrendi. Diğer ilimlerde de birçok âlimden ders aldı. Arapların dil, örf ve âdetlerini ve düşünce yapısını çok iyi bildiğinden, Arap âdâbını, tefekkürle birleştirdi. Belâgatta yüksek bir dereceye sâhipti. Önceleri astronomi ile uğraştı ve rasatlar yapmak için İsfehan’a gitti. Yaptığı rasatları, Kitâb-ür-Rasad isimli eserinde topladı. Sonraları doğduğu yer olan Dînever’e döndü ve ilmî çalışmalarına devâm etti.
Dîneverî, otlar üzerinde de derin tetkikler yaptı. Otların kök salıp filizlenmesini, büyüyüp gelişmesini derinlemesine inceledi. Ayrıca, hayvanlar üzerinde araştırmalarda bulundu ve zooloji sahasında da söz sâhibi oldu. Bilhassa, bal arısı ve nebâta zararlı küçük haşerât üzerinde araştırmalar yaparak, botanik ilmi yanında, bugün entomoloji olarak bilinen zoolojinin böcekler bölümüyle ilgili sahada, sonra gelen ilim adamlarına öncülük yaptı.
Zühd ve takvâda üstün, hadis ilminde sika (güvenilir) olduğu bildirilen Dîneverî, insanlığa faydalı olmak için dînimizin âlet ilimlerinde eserler verirken, Müslümanlara rahatlık sağlayan fen bilgileriyle ilgili çalışmalar da yapmış ve eserler vermiştir.
Dîneverî’nin yazdığı ve batı dünyâsında kendisini tanıtan en meşhur eseri, Kitâb-ün-Nebât’tır. Altı ciltten meydana gelen eser, sahasında yazılanların en tanınmışlarındandır. Eserde, bütün otların Arapça isimleri verilmekte ve özellikleri bildirilerek, tasnifleri yapılmaktadır. Her maddeyi ele alırken, kendinden önce gelen âlimlerin ortaya koyduğu tedkikleri zikretti. Bunlara, kendi araştırmalarını ilâve etti. Bu eser, kendinden sonra gelen âlimler için temel mürâcaat kaynağı oldu. Dîneverî, eserinin üçüncü ve beşinci ciltlerinde, zooloji ile de ilgili önemli bilgiler verdi. Özellikle çekirge ve türlerini tasnif ederek, entomoloji sâhasındaki ilmini ortaya koydu.
Eserde; Arap kabîlelerinin hangi bitkiye ne ismi verdikleri ve târifleri, onların lisanından alınarak kaydedilmiştir. Daha çok eski şâirlerin şiirlerinde geçen bitkilerin ve Arabistan nebâtlarının târif ve tanımını yapan filolojik bir eser vasfını hâizdir. Bunun yanında, Arabistan’ın hangi ikliminde, hangi şartlarda, hangi bitkilerin nasıl yetiştirileceğine dâir bilgi veren bir zirâat kitabı husûsiyetini taşımaktadır.
Kitâbın asıl bölümlerini bitkiler meydana getirmekte ve üç kısımda incelenmektedir. Birinci bölümde ekilen gıdâ, ikinci bölümde yabânî, üçüncü bölümde meyveleri yenen bitkiler anlatılmıştır. Yabânî bitkilerin yetiştiği bölgeler, genel yapıları ve sanâyide kullanım alanları hakkında bilgi verilmektedir.
Târih-ül-Ahbâr-it-Tivâl (Ebû Hanîfe Târihi) adlı eseri kitapları arasında tam olarak zamânımıza kadar ulaşanıdır. Bu eserinde, dünyâ târihini umûmî olarak ele alıp, Asr-ı saâdet ve halîfeler devri hâdiseleri hakkında geniş bilgiler vermekte, hâdiseleri kendi devrine kadar getirmektedir. Eser, 1888 ve 1912 yıllarında basılmıştır.
Kitâb-ül-Fesâha, Kitâb-ül-Envâ, Kitâbu İslâh-il-Mantık, Kitâb-ül-Küsûf, Kitâb-ül-Vesâyâ, Kitâbü Lahn-il-Amme, Cevâhir-ül-İlm, Kitâb fil-Cebr vel-Mukâbele diğer eserlerinden bâzılarıdır.
Alm. Dinosaurier (m.pl.), Fr. Dinosaures (m.pl.), İng. Dinosaurs. Çoğunlukla İkinci jeolojik zamanda (Mezozoik dönem) havada, suda ve karada yaşamış ve soyu tükenmiş sürüngenlerin bir takımına verilen ad. Dinosaurus, yâni dinozor “Korkunç kertenkele” demektir. Et yiyeni, ot yiyeni, cücesi, devi, hantalı, atiği vardı. Paleontologların dinozor fosilleri üzerinde yaptıkları zaman incelemeleri, bunların I. jeolojik zamanın Permiyen devrinde, yâni bundan 270 ilâ 225 milyon yıl kadar önceki bir zaman diliminde, dünyâ sahnesine çıkmış olabileceklerini ortaya çıkarmıştır. Bunlar arasında 30 m uzunluk ve 80 ton ağırlığa ulaşanları mevcuttu. Uçan bâzı türlerinde kanat uçları arası 16 metreyi buluyordu. Serçe kadar olanları da vardı. Dinozorların muazzam cüsselerine rağmen, ayaklarının diğer sürüngenlerde olduğu gibi vücutlarının yanında değil de gövdelerinin altında oluşu hareket kabiliyetlerini kolaylaştırmıştır. Tyrannasaurus Rex (korkunç kertenkelelerin kralı) adındaki çeşidinin, saatte 70 km’lik bir hızla koşabildiği, Robert Bakker tarafından ispat edilmiştir. 250 milyon yıl kadar önce yaşadıkları sanılan dinozorlar, 65-70 milyon yıl önce, II. jeolojik zamanın son devri olan Kretase (veya tebeşir) devrinde birdenbire tükendiler.
Dinozorlar, yıllardır soğukkanlı, aşırı büyümüş kertenkeleler olarak tanınmıştır. Son yıllarda yapılan incelemeler, davranışları hakkında kıymetli bilgiler ortaya çıkarmıştır. Bu bilgiler, 1978 yılında jeolog Jack Horner ile Bob Makela’nın ABD’de Montana’da 80 milyon yıl kadar önce fosilleşmiş 15 dinozor yavrusunu barındıran taşlaşmış bir yuvayı keşfetmesiyle elde edildi. Bu keşiften sonra iki jeolog her yıl bu bölgede kazılarına devam ederek, çeşitli devrelerinde iken fosilleşmiş birçok dinozor fosili ihtivâ eden on kadar yuva ve yüz kadar da dinozor yumurtası buldular. Yuvalarda farklı büyüklükte yavruların varlığı, dinozorların yumurtadan çıkan yavrularını belli bir gelişme devresine kadar besleyip koruduklarını ve yüksek bir analık şefkatine sâhib olduklarını ortaya koydu. Jeolog Horner, dinozorların soğukkanlı hayvanlar olmalarının da desteklediği hızlı bir bazal metabolizmaya sâhib olduklarını ve bu sebepten hızlı bir büyüme sergiledikleri iddia edilmektedir.
Birçok araştırmalar ise, dinozorların gerçekte sıcakkanlı, yüksek vücut metabolizmaları olan hayvanlar oldukları eğilimine ağırlık kazandırmıştır. Bu yeni teoriye göre dinozorların tıpkı memeli hayvanlar gibi karmaşık fizyolojileri ile yeryüzünün değişik çevrelerinde yaşadıkları ileri sürülmektedir.
Dinozorlar arasındaki teorilerin birbirinden farklı olmasında bu yaratıkların fizyoloji ve hayat tarzlarını incelemek için elde bulunan tek imkânın müzelerdeki dinozor kalıntılarından ibâret olmasının büyük payı vardı. Kalıntılara dayanarak ilmî sonuçlar bulmak imkânı yok gibidir. O yüzden dinozorlar hakkındaki bilgiler bir spekülasyondan ileri gidemiyordu. Günümüzde ise yapılan çalışmalar sonucunda dinozorlar hakkındaki bilgilerimiz artmış bulunmaktadır. Yavrularına karşı olan şefkatleri, sosyal alışkanlıkları, avlanma stratejileri, zekâ seviyeleri, beslenme rejimleri gibi çeşitli konularda net bilgiler elde edilmiş bulunmaktadır.
Dinozorların nesli niçin tükendi? Bu konuda çeşitli hipotezler ileri sürüldü: İklimin soğuması, besin kaynaklarının değişmesi, oksijen azlığı, kozmik ışınların artması, memeli hayvanların saldırısı vs. Bugüne kadar bu hipotezlerin hiç biri herkesçe kabul edilmedi.
California Üniversitesi Jeoloji Profesörü Walter Alvarez’e göre, 65 milyon yıl önce dünyâya birkaç yıldız çarptı. Meydana gelen toz bulutları güneşi sakladı. Dünyâda yaşanan uzun meteor kışının soğuğuna dayanamayan çeşitli canlılarla berâber dinozorlar da kayboldu. Alverez, teorisini yıldızlarda bulunan iridyum madeninin dinozor kalıntılarında bol miktarda görülmesine dayandırmıştı.
Sovyet jeologu Vasili Yeliseyev ise, dinozorların raşitizm denen kemik yumuşaması hastalığından öldüklerini ileri sürmektedir. Dinozorlar yeryüzünde 180 milyon yıl kadar yaşadılar. Bu süre içinde dünyâ iklimi çok değişti ve ilkel Gondvana kıtası parçalanarak bugünkü kıtalar meydana geldi. Dinozorlar bu büyük değişmelere rağmen kendilerini yeni ortamlara uydurdu ve çoğalmaya devâm etti. Kretase devri sonlarına doğru (bundan 65 milyon yıl kadar önce) dinozorlar birden bire tükendi.
Vasili Yeliseyev, Kongo Halk Cumhûriyetinin balta girmemiş ormanlarında incelemeler yaparken orman hayvanlarının savan hayvanlarından çok daha küçük olduğunu fark etti; gri gazel, tavşan büyüklüğündedir. Büyük kirpilerin ılık kuşaklarda yaşayanları çok iri olduğu hâlde orman kirpileri küçük bir aslan yavrusu kadardır. Orman zürafası (okapi) 1.5-2 m, savan zürafası ise 6 m yüksekliktedir. Cengel (balta girmemiş orman) su aygırları 1.5, savan su aygırları ise 4 m uzunluktadır. Fil avcıları, cengel fillerinin dişlerinin savan fillerine göre daha küçük ve kalitesiz olduğunu söylemektedir. Kongo köylerinde erişkin keçiler oğlak kadardır.
Bütün bunların sebebi ne? Cengellerde yağmur suyu CO2 ve organik asitlerle yüklü olduğundan çok aşındırıcıdır, kayaları şiddetle aşındırır ve toprağın derinliklerine sızar, bu sırada topraktaki Na, K ve Ca gibi eriyen elemanları yıkayıp götürür. İskeletin gelişmesi içinse, kalsiyum tuzları gereklidir. Nemli ormanlarda yaşayan hayvanların küçük oluşu bununla ilgilidir. Buna karşı savanlara çok daha az yağmur düşer. Bu yağmur derinlere sızamadan buharlaşır, böylece savanlarda kalsiyum tuzları toprakta kalır; savan bitki ve hayvanları bu kalsiyumu kullandıklarından büyük olur.
Peki bunların dinozorlarla ilgisi nedir? Kretase sonlarına doğru geniş kurak alanları su bastı. Dünyânın iklimi sıcak ve nemli bir hâl aldı, öyle ki kuzey kutbunda palmiyeler büyüdü. Denizlerin çok yayılması sonucu nemlilik çok arttı ve dinmeyen yağmurlar başladı. Bu büyük yağmurlar topraktaki Ca tuzlarını yıkayıp denizlere ve göllere götürdüler. Toprak kalsiyumca fakirleşince dinozorların kemikleri yumuşadı ve tonlarca ağırlığın altında eğrildi. Bu dev hayvanlar bundan öldü. Kazılarda eğrilmiş dinozor kemiklerine çok rastlanmaktadır. Dinozor yumurtalarının kabuklarının inceldiği ve kusurlu olduğu da anlaşılmıştır. Raşitizm önce ot yiyici dinozorları çökertti, bunlar et yiyici dinozorların kurbanı oldular. Et yiyici dinozorlar ot yiyici dinozorlar ölünce öldü, çünkü yiyecek bir şey kalmamıştı. Kalsiyumsuz kalmak kedi kadar küçük dinozorları etkilemedi, kaplumbağa ve kertenkeleler de kalsiyum eksikliğinden etkilenmedi. Küçük dinozorlarla memeliler arasında bir ölüm- kalım savaşı başladı ve memeliler bütün cüce dinozorları yiyip bitirdiler.
Dinozorlarla ilgili bir diğer esrar da bâzı yerlerde üstüste yığılmış dinozor iskelet ve kemiklerine rastlanmasıdır. Âdetâ dinozorlar ölmek için belli bir noktaya toplanmışlardır. Böyle bir “dinozor mezarlığı” Büyük Sahra’da Agades civârında bulunmuştur. Bugün bunun açıklaması şöyle yapılmaktadır: Dinozorlar çok ağır oldukları için karada kolay yürüyemiyorlardı, ömürlerinin büyük bir kısmını herhalde suda geçirdiler. Ot yiyen dinozorların dişleri çok zayıf bulunmuştur ve bunların yalnız yumuşak su bitkileri yiyebildikleri düşünülmektedir. Büyük ihtimâlle dinozorlar sularda, özellikle ırmaklarda öldü; akıntıyla sürüklenen cesetler deniz ve göllerde birikti. Sâkin denizlerin dibinde kalan ve üstleri hızla örtülen iskeletler bütün halde bugüne kadar kaldı. Buna karşı dalgalı bir kıyıya erişen iskeletler parçalandı, kemikler aşındı ve birbirine karıştı. Kretase sonlarında denizler karaları istilâ etmeseydi bugün belki dinozorlar görülebilecekti. Milyonlarca yıldır devâm eden dünyâ ve onun üzerinde zamanla değişen hâdiseler insanlar için büyük bir ibrettir. Bir yaratıcının bulunduğuna işârettir.
Rusya Federasyonu ile Ukrayna topraklarının bir kısmını sulayan bir nehir. Volga ve Tuna’dan sonra Avrupa’nın üçüncü uzun nehridir. 2200 km uzunluğundaki bu nehir, Valdai Dağları yaylasının güneyinden doğar, Smolensk’e ulaşır, Beyaz Rusya’ya girer, bu cumhûriyetin doğu kısmından geçerek Ukrayna’ya ulaşır. Soldan Desna Irmağı ile birleşen nehir, Kiev’e geçer. Daha sonra Dinyeper Yaylasını bir eğri çizerek dolaşır ve kıyı dilinin kısmen kapattığı bir haliç meydana getirerek Odessa’nın doğusundan Karadeniz’e dökülür. Dinyeper, Volhıya kütlesinin sert kayalıklarda meydana gelmiş bir bölgeyi aşar. Nehrin rejimi Doğu Avrupa akarsularının rejimindendir. Kışın don sebebiyle suları azalır, ilkbaharda büyük bir artış gösterir. Yazın ise yoğun buharlaşma sebebiyle suları azalır. Önemli bir hidroelektrik kaynağıdır. En önemli kolları Brezine (585 km), Pripyat (Pripet 790 km), Tetenev (365 km), Ingulets (550 km), Desna (1180 km), Psel (800 km)dir.
Kuzey Avrupa’da Karpatlardan doğan 1411 km uzunluğunda bir nehir. Polonya ve Volhov yaylalarından çıkarak Besarabya Ovasına girer. Irmak geniş bir limanla Karadeniz’e dökülür. Dinyester’in rejimi kıta rejimidir. Başlıca özelliği ilkbaharda sularının yükselmesidir. Uzun bir kolu yoktur.
1068-1071 târihleri arasındaki Bizans imparatoru. Kostantinous Diogenes’in oğludur. Doğum târihi kesin bilinmemektedir. Kapadokyalı soylu bir âileye mensuptu. İmparator Onuncu Kostantinous’un 1067’de ölümüyle dul kalan İmparatoriçe Eudokia ile evlenerek, 1 Ocak 1068’de Bizans tahtına çıktı.
İmparator olur olmaz, Franklardan, Uzlardan ve Makedonyalılardan topladığı orduyla Selçuklulara karşı seferlere başladı. Kayseri, Sivas, Divriği, Toroslar ve Haleb yoluyla güneye indi. Menbic’i aldıktan sonra, İstanbul’a döndü. 1070’te Kayseri, Palu ve Sivas bölgelerinde harekâtta bulundu. Ancak, bütün bunlara rağmen, Selçuklu Türklerinin Anadolu içlerine girmelerini önleyemedi. Bunun üzerine Türk akınlarını kesin olarak kırmak gâyesiyle yeniden harekete geçti. Muhtelif ırklardan meydâna gelen kalabalık bir ordunun başında Türkleri Anadolu’dan sürmek ve arkasından İran’a yürüyerek Sultan Alparslan’ın merkezini zaptetmek için 13 Mart 1071’de yola çıktı. Ancak 26 Ağustos’ta târihin en büyük meydan muhârebelerinden biri olan Malazgirt Savaşını kaybetti. Bütün hazîneleri ile birlikte Sultan Alparslan’a esir düştü (Bkz. Malazgirt Meydan Muhârebesi). Kendisine bir hafta kadar güzel bir îtina ve âlicenaplık gösteren Sultan Alparslan, Diogenes ile bir ittifak yaparak ülkesine dönmesine müsâade etti. Yapılan antlaşmaya göre İmparator, bir buçuk milyon altın fidye ödeyecek, her sene 360 bin altın vergi verecek, imparatorluk ülkesinde bütün Müslüman esirleri serbest bırakacak, lüzûmu hâlinde Sultan Alparslan’a asker gönderecekti.
Sultan Alparslan’ın verdiği birliğin muhâfazasında yola çıkan İmparator Diogenes, bu muvaffakiyetsizliğinden dolayı azledilmiş ve Mihâil tahta çıkmıştı. Sivas ve Adana’da yeni imparatorla iki defâ muhârebeye tutuşan Diogenes, ikisinde de mağlup oldu. İkincisinde yakalanarak gözleri oyuldu ve çok geçmeden Kınalıada’da kapatıldığı manastırda öldü.
Alm. Diplomatie, Fr. Diplomatie, İng. Diplomacy. Devletler hukûkuna göre milletlerarası ilişkilerin düzenlenmesi ve milletlerarası münâsebetleri yürütme ve yönetme sanatı. Birinci niteliği müzâkeredir. Diplomasi bütün dünyâda, devletler umûmî hukûku kurallarına göre yürütülür. Amacı, devletler arasındaki anlaşmazlıkları zora başvurmadan barışçı yollardan çözmektir. Bu iş için devletler, başka ülkelerde elçi, orta elçi ve maslahatgüzerler bulundurur. Bu memurlar, iki ülke arasındaki resmî ilişkileri temsilci sıfatıyla düzenler, tâkib eder ve yürütürler. Günümüzde diplomasi sâdece siyâsî nitelikli olmayıp, ekonomik, teknik, kültürel ve askerî yönleri de içine almaktadır.
Ancak, 1918 yılından bu yana devletler arasında yerleşen bir teâmüle göre, devletlerarası yüksek düzeyli diplomatik meseleler, konunun önemine göre, dışişleri bakanları, hükümet başkanları, hattâ devlet başkanları seviyesindeki şahsî ikili temaslarla yürütülmesi alışılagelmiştir. Bunun yanında devletlerarası alt düzeydeki meselelerle ekonomik çerçeveli kararlar, elçi veya konsolos memurları aracılığıyla yürütülürdü. Diplomatik görüşmeler, hangi seviyede yapılırsa yapılsın, genellikle ikili veya çok taraflı antlaşmalar yapılmasıyle netîcelenirdi.
Sürat asrında bulunmamız sebebiyle (telekominikasyon ve uçak) diplomasi de bu sür’atten payına düşeni almış bulunmaktadır. Artık eskisi gibi, tâlimât almış bir şahıs ve ekibin insiyatif ve kâbiliyetinden çıkan ikili diplomasi yerine milletlerarası forum diplomasisi ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu husus diplomasiye yardımlaşmayı da ekleyerek, NATO, Birleşmiş Milletler, İslâm Ülkeleri gibi kuruluşların teşkilini sağladı ve diplomatik alanda devletler birliğini teessüs ettirdi.
Eski çağlarda bugünkü modern anlamda diplomasi yoktu. Devletlerarasında belirli konuların görüşülmesi için kabul edilen elçiler gönderilirdi. Bu elçiler, gönderildikleri ülkede devamlı diplomatik görev yapmazlar, işleri bitince tekrar ülkelerine dönerlerdi. Hattâ ortaçağın başlarında devlet başkanları birbirleriyle diplomatik meseleleri görüşmede, ya karşı karşıya gelerek bizzat veya mektuplaşarak yaparlardı. Sâdece yedi ve sekizinci yüzyıllarda, papalığın Bizans sarayında elçi bulundurduğunu siyâsî târihler yazmaktadır. Papalığın bu elçisi de uzmanlaşmış diplomatik personel değildi. Ancak, sonradan çıkan yüzyıl savaşları, diplomatik personelin uzmanlaşmasını bir nevi mecbûriyet hâline getirdi. On dört ve on beşinci yüzyıllarda devletlerarası antlaşmaların ortaya çıkardığı derin boyutlu, çetin meseleler, o zamânın devlet başkanlarının zarûrî olarak teknisyenlere ve hukukçulara danışmak zorunda bıraktı. Bundan sonra da diplomasi, dünyâda bir meslek hâline geldi. Devletlerarası elçilikleri her devlet, başka ülkelerde kurmaya başladı.
Avrupa’da diplomatik elçilerin önemini ilk düşünen ülke, Venedik Cumhûriyeti olmuştur. Bu ülke, komşu ülkelere gönderdiği devamlı elçilerden çok fayda görmüştür. Venediklilerin bu başarısı, Cenevizlilerle Fransızların dikkatini çekince, onlar da başka ülkelere devamlı elçiler göndermeğe başladılar.
1970’li yıllarda bir yandan 35 ülkeli Avrupa Güvenlik Konferansı toplanırken, öte yandan 36 ülkeli İslâm Zirve Konferansının toplandığı müşâhede edildi. 1974 senesinde ise dünyâ, târihin en büyük konferanslarından birine sahne oldu: Karakas’ta 5000 delegenin katıldığı Birleşmiş Milletler Üçüncü deniz Hukuku Konferansı.
Bundan da anlaşılıyor ki, diplomatik ilişkiler diplomatlar arasında değil, devlet adamları ve teknisyenler arasında da yaygınlaşmış oldu.
Türklerde diplomasi: Eski Türk yazıtları ve Çin belgeleri, Türkler ile Çinliler arasında diplomatik ilişkilerin olduğunu gösterir. Ayrıca 567 yılında Batı Göktürk Devletinin Bizans’a elçi ve heyet gönderdiği, buna karşılık 568 yılında Bizans’ın da Türklere elçi gönderdiğini târihler yazmaktadır. Batılı ülkeler, ortaçağdan îtibâren Osmanlı Devletine elçi göndermeye başlamışlardır. Türkiye’de sürekli oturma izni ilk defâ 1454 yılında Venedik elçisine verilmiştir. Daha sonra 1500 yıllarında, Avusturya, Fransa ve İngiltere’nin Osmanlı Devletinde dâimî diplomatik elçilikleri kurulmuştur. 1774 yılında yapılan Kaynarca Antlaşmasıyle Rusya, Osmanlı diplomasisinde boy göstermeye başlamıştır.
Osmanlı Devleti, başka ülkelerin askerî durumuna ve sosyal güçlerine göre, diplomatik ilişkilerini kurardı. Karşı devlete, gücü ve askerî niteliğine göre, ehemmiyet verirdi. Bugün de devletler arasında hemen hemen aynı durum görülmektedir.
On sekiz ve on dokuzuncu yüzyıllarda Osmanlı diplomasisi bâzan Fransa’nın, bâzan da İngiltere’nin etkisi altında kaldı.
Birinci Dünyâ Harbinden önce dünyânın en güçlü devleti, Devlet-i Âliyye, yâni Osmanlı Devletiydi. Onun pâdişâhını ziyârete gelen Alman İmparatoru İkinci Wilhelm, “Siyâseti (diplomasiyi) Sultan İkinci Abdülhamîd Handan öğrendim.” demekten kendini alamamıştır.
Bâzı kereler de bu devletlerin yerine şartlara göre Rusya son zamanlarında Japonya ve ABD bizimle diplomatik ilişki kurmuşlardır.
Cumhûriyet Türkiyesi’nin diplomasisi ise, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesi ana prensibi üzerine kurulmuştur. Batı yanlısı veya batı ağırlıklı bir politika izlemektedir.
Diplomasinin bir de temsil niteliği vardır. Diplomatlar vâzîfeli bulundukları devlette kendi devletlerini temsil ederler. Yabancı ülkedeki bir sefir (büyükelçi) protokol yönünden görev yaptığı ülkenin devlet başkanı nezdinde, kendi devlet başkanının şahsî temsilcisi durumundadır.
Diplomaside protokol, diplomatik lisan ve diplomatik yazışma bir usûl, üslûp ve meslek olarak temâyüz etmiştir.
Eskiden büyük bir gizlilik içinde yürütülen diplomasi, günümüz insanının her türlü siyâsî olay hakkında aydınlanma isteği ve ihtiyâcı karşısında alenîleşmiş bulunmakta; birçok anlaşma veya anlaşma metinleri derhâl kamuoyuna açıklanmaktadır. Ülkelerin dış politikaları ile dünyâ olayları parlamentolarda halka açık şekilde tartışılmaktadır.
Diplomaside her konu açık seçik beyân edilir, tartışılır denemez. Her ülkenin güvenliğini ilgilendiren hususlar, bir sürü teknik noktalar fevkalâde gizlilik istediğinden, diplomaside bu tür haberleşme şifreli mesajlarla olmaktadır. Bu husus diplomasinin vazgeçilmez gereğidir.