DİKİLİTAŞ
Alm. Obelisk (m), Fr. Obelisque (m), İng. Erect stone monument; obelisk. Eskiden bir zafer veya ölmüş birinin hâtırasını yaşatmak için yere dikey olarak dikilen yekpâre taşlar. Bunların üzerlerinde yazılar ve kabartmalar da bulunur. Târihî ve arkeolojik kıymetler taşırlar. Bugün dünyânın önemli şehirlerinde pekçok dikilitaş vardır. Bunlar çeşitli devirlerde bâzı sebeplerle dikilmişlerdir. Herbirisi ayrı ebatta, ayrı şekilde ve ayrı kompozisyondadırlar. Kimisi bütün olarak bir tek şeyi anlatmaya çalışırken, bâzıları kabartmalar ve duruş şekliyle bir şeyler anlatmaya çalışırlar.
Dikilitaşlar yapıldıkları devir ve yapan veya yaptıran milletlerin kültürleri hakkında bize bilgi verirler. Günümüze kadar büyük bir kısmı korunarak gelebilmiş olan bu âbidelere günümüzde de önem verilmiş ve koruma altına alınmışlardır. Bu dikilitaşların üzerlerindeki yazılar ve kabartmalar, taşın dikiliş sebebi, diktiren kimsenin ismi, taşın dikiliş târihi gibi bilgiler taşırlar. Bâzıları da son derece sâdedir veya hakkında bilgi edinilebilecek herhangi bir şey taşımazlar. Bunlara da halk tarafından uydurulmuş isimler ve hikâyeler yakıştırılır.
Dikilitaşlar genellikle iki kısımda incelenir:
A. Târih öncesi devirlerine âit dikilitaşlar: Bu nevi dikilitaşlar da genellikle iki grup altında incelenir:
1. Menhirler: Bunlar toprağa sağlamca oturtulmuş, yüksekliği 20 metreyi aşabilen kaba saba ve yontulmamış âbidelerdir. İngiltere’de, Mısır-Karnak’da, Sibirya’da ve dünyânın diğer bâzı yerlerinde de bu çeşit taşlara rastlanır.
2. Kromlekler: Dâire şeklinde dizilmiş dikilitaş gruplarına denilir. Özellikle İngiltere’de, İskoçya’da, Norveç ve İsveç ile Baltık Denizi kıyılarında mevcuttur.
B. Târih devirleri dikilitaşları: Bu grupta incelenen dikilitaşlar ikiye ayrılır.
1. Steller: Çoğu zaman dikdörtgen biçiminde rastlanan, bir insanı veya mühim bir târihî hâdiseyi anmak maksadıyla dikey olarak yerleştirilmiş taşlar olup, üzerlerinde yazılar, kitâbeler, çeşitli bitki ve hayvan figürleri bulunur. Eski çağlarda yaşayan Mısırlılar, Mezopotamyalılar, Akkadlar, Asurlular, Kasifler, Hititler, Urartular, Yunanlılar, Etrüksler, Amerika’da Mayalar, Orta Asya’da Hunlar, Göktürkler tarafından bu tür dikilitaşlar yapılıp dikilmiştir. Orhun âbideleri bunlardan sayılır.
2. Obeliksler: Dört kenarlı olup da ucu yukarı doğru gittikçe incelen bir piramitle sona eren sütunlara denilir.
Dünyânın en meşhûr dikilitaşları şunlardır:
İtalya’da Büyük Sirk (Circus Maximus)teki dikilitaşlar, Vatikan Obeliski, Carcalla Obeliski, Gnomon Obeliski, Augustus Obeliskleri, Paris’te Luxor Obeliski, Londra Obeliski ve İstanbul Obeliksleri. Pekçok ünlü Avrupa şehirlerinde de görülen bu dikilitaşlardan yurdumuzda da çok sayıda vardır. Yurdumuzda bulunanlardan en eski ve en yeni târihlilerini bir arada İstanbul’da görmek mümkündür. Onun için eski ve yeni târihlilerine örnek verebilmek için İstanbul’daki dikilitaşları ana hatlarıyla gözden geçirmek lâzımdır.
İstanbul’da Bizans devrinden kalma çok dikilitaş vardır. Bunlar, Bizans İmparatorluğunun başşehri olduğu için, İstanbul’un bir takım meydanlarına âbide şeklinde dikilmiştir.
Augusten Meydanı: Sultanahmed Câmii ile Ayasofya arasında kalan kısımdı. Burada ortada bir zafer takı vardı. Bu zafer takının altında da “miliarum” adı verilen ve batıya bağlanan yolların başlangıç noktasını gösteren, altından yapılmış bir miltaşı bulunmaktaydı.
Çemberlitaş: Bizans zamânında Constantin Formu’nun ortasında yer almaktaydı. İmparator Constantin Helius tarafından 4. yüzyılın ilk yarısında dikilmiştir. Tepesinde İmparator Constantin Helios’un yaldızlı tunçtan bir heykeli vardı. Bu âbide porfir taşından bir sütundur. Gördüğü zararlardan dolayı tehlike arz edince ve sütunda çatlaklar meydana gelince, tunç çemberler ile çevrilip sağlamlaştırıldı. Bu sebepten dolayı Çemberlitaş diye anılır. Taştan örülmüş kaidesi de Osmanlılar zamânında yapılmıştır. (Bkz. Çemberlitaş)
Arcadius Sütunu: Bugünkü Cerrahpaşa semtinde bulunur. Bizans devrinde Herolophes (Kurutepe) olarak da anılan bu semtte İmparator Arcadius kazandığı bir zaferin hâtırasına diktirmiştir. İmparator Arcadius’un yaptırdığı bu sütundan dolayı Arcadii Formu (Meydanı) diye isimlendirilmiştir. Arcadius Sütunu meydanın tam ortasında kalmaktaydı. Bugün evlerin arasında bulunmaktadır. Sütunun içinde tepesine çıkmaya yarayan spiral şekilde bir merdiven vardır.
Gotlar sütunu: Sarayburnu’nda bulunan 4. yüzyılda yapılmış bir âbidedir. Basit bir kâide ve korint başlığı bulunan bir sütundan ibârettir.
Kıztaşı: İmparator Marcianus tarafından beşinci yüzyılda diktirilmiştir. Fâtih’te ismiyle anılan semttedir. Kaidesinde Nike (zaferi temsil eden ve ellerinde çelenk bulunan genç kızlar) kabartmaları vardır. Bu sebepten kıztaşı denilmiştir. Mermerden ve üzerinde kabartmalar bulunan kâidesi üzerinde duran ve üstünde kompozizit başlığı olan bir sütun hâlindedir. Başlığın üzerinde Tatianus isimli birisinin imparator adına heykeli dikilmişti.
Atmeydanı: Bugün Sultanahmed Câmii ile İbrâhim Paşa Sarayı arasında kalan kısımdır. Bizans zamânında burada hipodrom vardı. Hipodromun “spina” adı verilen orta kısmında sanat değeri olan dikilitaşlar bulunur. Birisi İmparator Theodosius’un Mısır’dan getirip diktirdiği taş olup, Firavun Üçüncü Tutmosis’in dikili taşıdır. Üzerinde çeşitli şekillerden meydana gelmiş eski Mısır alfabesiyle yazılmış yazılar bulunur. l8.75 m yüksekliğindeki bu taş, dört cepheli olup, üst kısmı piramit şeklinde biter. Bizans devrinde yapılmış bir kâide üzerindedir. Yine bu meydanda Firavun’un dikilitaşı ile Constantin Porphyrogenetos’un yaptırdığı dikilitaşın arasında bulunan mâdenî bir sütun daha vardır. “Burmalı Sütun” diye bilinir. Delphoi’den getirilip buraya Bizans devrinde dikilmiştir. Birbirine sarılmış üç yılandan meydana geliyordu. Üst kısmında ise bugün kırılmış olan ve görülmeyen üç tâne yılan başı yer alırdı.
Bu meydanda üçüncü olarak Bizans İmparatoru Constantin Porphyrogenetos’un 10. yüzyılda diktirdiği bir dikilitaş daha vardır. Biçim olarak Firavun’un dikilitaşına benzer ama bu, taşlardan örülerek yapılmıştır. Bu da bir kâide üzerinde bulunmaktadır.
İstanbul’un fethinden sonra Osmanlıların son yüzyılına kadar sütun veya heykel şeklinde dikilitaş dikilmemiştir.
Alm. Nahmaschine (f), Fr. Machine (f) a coudre, İng. Sewing machine. Kumaş, deri, kâğıt gibi birbirine tutturulması istenen şeylerin dikilmesinde kullanılan el, ayak ve elektrikle çalışan makina. İlk makina, ağaçtan olup, deri dikmek için yapılmıştır. Bu makinayı 1790’da îmâl eden Thomas Saint patentini almıştı. Aradan yarım asıra yakın bir zaman geçtikten sonra, 1830’da Fransız terzi Barthelmy Thimmonier mekanik olarak çalışan makinanın berâtını aldı. Bu makinanın iğnesi bir ileri bir geri giderek çalışıyordu. Tatbikatta pratik ve kullanışlı olması el emeği vererek bu işle uğraşanları memnun etmemişti. Bu bakımdan boş kalacak olan yüzlerce işçi makinayı parçalamışlardı.
1846’da Amerikalı Elias Howe, dikiş makinasında mekik kullanılmasını geliştirerek bugünkü modern dikiş makinalarının benzerini yapmıştı. Ancak Howe’un makinasına Amerika’da ilgi duyulmamıştı. Howe, İngiltere’ye geçerek buradaki patent haklarını William Thomas’a satmıştır. Bu şahıs daha sonra bu işten çok zengin olmuştur.
Daha sonra dikiş makinasına ilgi duyan Amerikalı Isaac M. Singer, kalp şeklinde bir parça ilâve ederek, Howe’un eğri iğnesi yerine düz iğne kullanmıştır. Amerikalı Allen B.Wilson da yaptığı ilâvelerle sürekli dönme hareketini sağlamış ve dikiş hızını arttırmıştır. Dört hareketli beslemeyle dişli alt plak kumaşı ilerletmekte ve süreklilik sağlamaktadır. Howe, Amerika’ya geldiğinde Singer şirketini ve diğerlerini patent haklarından dâvâ etmiştir. 1870’te o zamanda alınan patentlerin zamânı dolmuştur.
İlk elektrikli dikiş makinası 1889’da Singer Şirketi tarafından piyasaya sürülmüştür. Ancak, ev makinaları 1920’lerde yaygınlık kazanmıştır. Zikzag makinalar ise, İkinci Dünyâ Harbinden sonra Amerika’da ortaya çıkmıştır. Zikzag makinalarla ev dikişi yeni bir canlılık kazanmıştır. Bu makinalarla değişik süslü dikişler yapmak, ilik açmak ve düğme dikmek gibi işler de yapılabilmektedir.
Ev dikiş makinaları dakikada 1500’e kadar dikiş yapabilir. Sanâyide olanlar ise dakikada 5000’e kadar ulaşabilir. Tek iğne yanında çok iğneli olan makinalar da mevcuttur.
Dikiş makinaları zincir dikişli ve kapalı dikişli diye ikiye ayrılabilir. Zincir dikişte iğne deliğinden ve kumaştan geçen tek bir iplik mevcuttur. İplik çekilerek zincir yapılarak dikiş sürdürülür. Bu tür makina daha çok çuval, çantadaki dikişlerde kullanılır.
Kapalı dikiş yapan makinalarda ise, dikiş iğnesi kendisinden geçen bir iplik ve masuradan gelen iplikle dikişi yapar. Bu tip makinalar kumaş, deri, ayakkabı dikiminde kullanılır.
Ev dikiş makinalarının çoğu, düz dikiş veya zikzag dikiş makinalarıdır. Düz dikişte iğne aşağı yukarı doğru hareket ederken, düz dikiş yapar. Zikzagda ise iğne aşağı yukarı yanında, yana da hareket eder. Bu sûretle eğrisel dikişler veya şekilli dikişler ortaya çıkar.
Basit ve modern dikiş makinalarının uç kısmında bulunan iğneleri düşey ve ucu deliklidir. Üstte bulunan makaranın ipliği bu delikten geçer. İğnenin altında gizli olarak bulunan mekikteki ipliğin ucu ile iğneden geçen ipliğin ucu dikilecek kumaş üzerinde birleştirilir. Makinanın kolu el, ayak veya elektrikle çevrilince, iğne alçalır ve kumaşı deler. Böylece kumaşın alt yanında bir ilmek bırakır ve hafifçe yukarı yükselir. Bu sırada mekik ilerliyerek içindeki ipliğin ucunu ilmekten geçirir. Yukarı doğru kalkan iğne kendi ipliğini çeker, ilmik gerilir ve mekiğin bıraktığı ipi sıkıştırır. Dikiş boyunca bu hareket saniyede 50-100 arasında olacak şekilde büyük bir hızla devâm eder.
Eski tip dikiş makinalarında mekik yatay olarak gedip gelecek şekilde yapılmıştı. Modern makinalarda mekik yuvarlak, tam ve yarım devirlidir. Memleketimize ilk gelen makinaların ekserisi el ile çalışan tiptendi. Sonraları ayaklı olanları kullanılmaya başlandı. Günümüzde modern elektrikli makinalar daha çok kullanılmaktadır.
Eskiden makinalar düz dikiş ve kenar bastırmak için kullanılırdı. Bugün ise değişik işlerde değişik maksatlar için kullanılmaktadır. Kumaş ve deri konfeksiyon sanâyinde, ayakkabı sanâyinde, ev dikişlerinde çeşitli tipleri kullanılmaktadır. Memleketimizde değişik isimlerde çeşitli dikiş makinaları îmâl edilmektedir.
Alm. Diktion, Fr. Diction, İng. Diction. Konuşmada, kelimenin seçilmesi, imlâsına ve veznine göre söylenmesi ve ifâdenin râhatlıkla anlatılması. Fesâhat, belâgat, telaffuz ve nâtıka kelimelerinin ifâde ettiği mânâların toplamı.
Tiyatro, piyes gibi sahne oyunlarında, radyoda, televizyonda hitâbette, şiir okumada, sözle ilgili sanatlarda diksiyonun önemi büyüktür. Mânâ ve ses bakımından cümleye uygun düşen kelimeyi seçmek, seçilen kelimeyi, ses tonunu vererek doğru bir şekilde söylemek, fikri, az kelime ile öz olarak ifâde edebilmek sanatıdır. Bu işin başarılı olabilmesi için; yaratılıştan gelen bir kâbiliyetin bulunması, konuşma organlarının sağlam ve işlek olması lâzımdır. Konuşulan her sözün, söylenilen nutkun, okunan şiirin tesirli olabilmesi için, sesin tonu, âhenginin, jest ve mimiklerinin birbirine uygunluğu gerekir. Bunlar da konuya, dile, davranışa, kelime hazînesine bağlıdır. Diksiyon, yukardaki şartlar bulunmakla berâber uzun süre çalışma ister.
Diksiyonun bölümleri:
Ses eğitimi: Ses, solunum, vurgu, durak, ses tonu.
Kelime eğitimi: Kelimelerin seçimi, kelimenin söylenişi. Vurguya dikkat edip kelimeleri birbirine ulama veya durakları ayarlama.
Söz akımı: Sözlerdeki canlılık, noktalamalara dikkat etmek.
Anlatım: Anlatımda tabiîlik, üslûp, açıklık, ses kuvveti, tasavvur, incelik, hareket, taklit.
Jest ve mimik: Jest ve mimikleri ayarlamaktır.
Diksiyonun metodları:
1. Dinleyeni inandırmak ve hayecanlandırmak.
2. Dinleyenin hoşuna gitmek, bıktırmamak, sıkmamak, usandırmamak, açık ve gerçek konuşmak.
Türkiye’de diksiyon faaliyetlerine ilk defâ 1936 senesinde başlandı. Daha sonra Tahsin Banguoğlu tarafından nazarî fanatik ile “ses eğitimi” dersi ilâve edildi.
Alm. Diktaphon (n), Diktiermaschine (f), Fr.Dictaphone (m), İng. Dictaphone. Herhangi bir sesi, konuşmayı kaydederek, istenildiği zaman tekrar eden makina. Diktafonlar esas olarak fonoğrafın gelişmiş bir şeklidir. Makinaya konuşanın sesi bir mikrofon vâsıtasıyle kaydedici kısma iletir. Bu kısım elektrik akımı olarak aldığı titreşimleri plak, bant, şerit veya tel gibi bir cisme kaydeder. Kaydedilen sesin dinlenmesinde ise bu işlemin tersi olur. Kaydedici kısım plak veya bant üzerinden geçince titreşir. Yine elektrik akımı olarak iletilen titreşim sese çevrilerek aktarılır. Diktafonların önemli bir özelliği de; bir kere dinlenilen kısmın tekrar dinlenilebilmesi, hızı ve durdurulabilmesinin arzuya bağlı olmasıdır.
Thomas Edison 1877’de ilk insan sesini kaydetmiştir. Alexander Graham Bell, % 50 arı mumu ve % 50 parafin kullanarak elde ettiği malzemeye kayıt yaparak cihazı geliştirmiştir. l886’da Tainter Graphophone ses kayıt ve çoğaltma cihazının patentini almıştır. Diktafon olarak îmâl edilen makinalarsa 20. yüzyılın başında yapılmaya başlanmıştır. Bunlar kolla çalıştırılmakta ve şekil olarak dikiş makinalarına benzemekteydiler. l936’da yapılan ilk elektrikli diktafondan sonra makina büyük gelişmeler göstermiştir.
İş hayâtının hızlı akışı içerisinde bâzı emirlerin, mesajların dikte ettirilmesi sebebiyle diktafon bu alanda idârecileri oyalamadığından büyük bir kolaylık getirmiştir. İş sâhibinin veya idârecinin makinaya okudukları, sekreter tarafından dinlenilerek yazılır. Diktafonlar telefona bağlanarak karşı tarafın konuşmasını veya konferanslardaki konuşmaları kaydetmek için de kullanılabilirler. Ancak günümüzde diktafonların yerini teyp cihazları almıştır.
Alm. Sprache (f), Fr. Langue (f), İng. Language. İnsanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabiî bir vâsıta, kendisine mahsus kânunları olan ve ancak bu kânunlar çerçevesinde gelişen canlı bir varlık, temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış bir gizli anlaşmalar sistemi, seslerden örülmüş içtimâî bir müessese. Dilin târihi ilk insan ve ilk peygamber Âdem aleyhisselâmla başlar. Hazret-i Âdem’in evlâdı çeşitli dil ile konuşurdu. Kendisine kitap gelip, fizik, kimyâ, tıp, eczâcılık, matematik bilgileri öğretildi. Süryânî, İbrânî ve Arabî dillerle kerpiç üstünde çok kitap yazıldı.
Dil, tabiî vâsıtadır. Ona hükmedilemez, onun tabiatına uymak mecburiyeti vardır. Dil, canlı bir varlıktır. Her canlı gibi onun hayâtında da bir takım merhâleler, gelişmeler görülür. Ona müdâhale yapılamaz, ancak tabiî gelişmesini önleyen bir durum ortaya çıkarsa, kendi şartları içinde müdâhale yapılabilir.
Dil, gizli anlaşmalar sistemidir. Bu anlaşmalar târihin bilinmeyen zamanlarında aynı kavmin fertleri arasında yapılmış ve böylece her kavmin ayrı bir dili olmuştur. Türklerin gök, deniz, dağ dedikleri varlıklara, Araplar, Hintliler başka isimler vererek âdetâ sözleşmişlerdir.
Dil, içtimâî bir müessesedir. Bir cemiyetin, bir kavmin, bir milletin en büyük dayanağı dildir. Millet kendi diliyle anlaşır, millî birliğini korur, başkalaşmaktan, dağılıp yok olmaktan kurtulur. O halde dil, millî değerlerimizin bütününü teşkil eden “kültür”ün ilk ve temel unsurudur; bir milletin ses dünyâsıdır; düşüncesinin aynasıdır; millî hâfızanın, hâtıraların, duygu ve düşüncenin, maddî ve mânevî değerlerin, buluş ve keşiflerin ortak bir hazînesidir; fertleri birbirine bağlayan, yaklaştıran içtimâî akrabâlık bağıdır.
Dilin Mânâları
Dilin, ilmî mânâlı geniş târifleri yanında ifâde kâbiliyetleri daha sınırlı diğer mânâlarını da şöyle sıralayabiliriz:
Dilin meram mânâsı: Çeşitli hareketler, renkli bayraklar, şekil verilmiş bâzı cisimler, kokular, yakaya takılmış çiçekler meram anlatmak için dil karşılığı olarak kullanılabilir.
Dilin ses mânâsı: Dilin, ses olarak muhtelif mânâları vardır. Bir ırkın, cemiyetin anlaşma vâsıtası (Türk dili); bir akımın, bir devrin kelime hazînesi (Servet-i Fünûn dili, Divan dili); meslek gruplarının konuşma, anlaşma tarzı (Özel dil: Doktor dili, şoför dili, gemici dili, argo); bir yazarın veya bir yazının ifâdesi, üslûbu (Yahyâ Kemâl’in dili, sâde dil, süslü dil) gibi. Ayrıca; dili tutuldu, dili kolay anlaşılmaz, çok acı konuştu, güç bir dil gibi cümle gruplarındaki konuşma kâbiliyetini, konuşmadaki düzgünlük ve grameri ifâdede kullanılan ses mânâları da vardır.
Dilin yapısı, teşekkülü, târihî gelişimi, coğrafya sahası, kullanış yeri ve çağı, kullanan zümreleri bakımından mânâları: Alçak dil (aşağı dil), amelî dil, ana dil, benimsenmiş dil, cârî dil, çocuk dili, anormaller dili, arkaik dil, avam dili, bayağı dil, devlet dili, dış dil, din dili, diplomatik dil, divan dili, duygu dili, dünyâ dili, edebiyat dili, ergin dili, eski dil, fakir dil, gazete dili, genel dil, gizli dil, halk dili, havandaki ıslık dili, insan dili, ibâdet dili, iç dil, ihtisas dili, ilim dili, kakafon dil, kardeş dil, karışık dil, klâsik dil, konferans dili, konuşma dili, mahallî dil, meslek dili, millî dil, modern dil, nazarî dil, ortofon dil, ölü dil, özel dil, resmî dil, saf dil, sahne dili, şiir dili, tabiî dil, teklifsiz dil, teknik dil, tiyatro dili, milletlerarası dil, yabancı dil, yapma dil, yaşayan dil, yazı dili, yeni dil, zengin dil.
Dilin dünyâ dilleri mânâsı: Dil ses, hece, kelime ve cümlelerden meydana gelir. Dildeki meram, kelimeleri meydana getiren unsurla ifâde edilir. Dış yapı, kelimenin işitilen ses unsurudur; iç yapı, kelimenin anlamıdır. İçle dış birbirini bütünler. Kelimelere verilen ses yakıştırma olup iğretidir. Yâni sesle, anlam arasındaki ilgi tam değildir. Eğer sesle, anlam arasında tam bir alâka olsaydı, dünyâ dilleri (lisanları) hep aynı sesle karşılanır ve bugünkü dil çokluğu da olmazdı. Türkçe, İngilizce, Çince gibi. Ayrıca kelimenin mânâsı da zamanla değişir (yavuz, evlat), kısaltılır (vb., PTT), daraltılır veya genişletilir (kuşluk, salatalık, dil, yüz gibi).
Dile Tesir Eden Sosyal Değişiklikler
Dile tesir eden içtimâî değişiklikleri de şöyle sıralayabiliriz: İhtilâl, inkılâp, göç, komşuluk, aynı kültür ve medeniyet dâiresinde bulunma. Sosyal değişme dilde ses ve kelime kaybına sebeb olduğu gibi, gramer kâidelerinde ve düşünme sisteminde bile tesirli olmaktadır. Hattâ bu sebeplerden yeni dil unsurları ortaya çıkmaktadır.
Dillerin Sınıflandırılması
Her kavmin dili (lisanı) ayrıdır. Dünyâda 2796 dilin varlığından söz edilir. Dil isimleri kavmin isimlerinin sonuna -ca -ce, -ça, -çe eklerinin getirilmesiyle yapılır: Türkçe, Almanca, Arapça, Çince gibi.
Dil bilimcileri, yeryüzündeki dillerin yakınlıklarını menşe ve yapı bakımından olmak üzere iki kolda sınıflandırmışlardır:
1. Menşe Bakımından Yakınlık
Bu diller, bir dil âilesidir, aynı kaynaktan çıkmış, akrabâ dillerdir. Âiledeki dillerin kaynağı, bir ana dile dayanır. Ancak, bu ana dile âit metinler elde pek bulunmaz, ama akrabâ diller eskiden böyle bir dilin var olduğunu gösterir. Yeryüzünde başlıca dil âileleri şunlardır:
Hint-Avrupa Dilleri Âilesi
A. Hint kolu: (1) Hint dilleri (Sanskritçe, Hintçe, Avestçe), (2) İran dili (Farsça), (3) Afgan dili (Afganca).
B. Avrupa kolu: (1) Germen dilleri (Almanca, Felemenkçe, İngilizce, İskandinav dilleri), (2) Roman dilleri (Fransızca, İspanyolca, Portekizce, İtalyanca, Rumence), (3) Slav dilleri (Rusca, Bulgarca, Sırpça, Lehçe, Çekçe, Litvanca, Slovakça, Çingenece, Ermenice ve Yunanca).
Hâmi-Sami Dilleri Âilesi
Arapça, Aramca, Akkadca, Habeşçe, İbrânice.
Bantu Dilleri Âilesi
Sudan dilleri, Bantu dilleri, Çat dilleri.
Çin-Tibet Dilleri Âilesi
Çince, Siyamca, Birmanca, Tibetçe.
Ural-Altay Dilleri Grubu (Âilesi)
Ural-Altay dilleri, yukarıda sıraladığımız diğer dil âileleri gibi bir ana âileden geldiği kuvvetli bir ihtimâlse de, sağlam bir âile meydana getirmezler. Aralarındaki yakınlık aynı kaynaktan gelmekten çok, bir yapı birliğine dayanır. O halde, bu dilleri bir âileden çok, bir dil grubu saymak daha doğru olur.
A. Ural kolu: (1) Fin-Uğur dilleri(Fin kısmı: Fince, Estçe, Livce, Karelce, Lapça, Votyakça, Züryence, Çeremisçe, Mordvince (Permce); Uğur kısmı: Ostyakça, Vogulca, Macarca), (2) Semoyed dilleri (Semoyedce).
B. Altay kolu: (1) Türk dili (Bütün Türk lehçeleri), (2) Moğol dilleri (Buryatça, Oyratça, Kalmukça, Kalkacca), (3) Mançu dilleri (Mançuca, Lamutça, Tunguzca).
Şu halde Türkçe, Ural-Altay dillerinin Altay koluna bağlı bir dildir. Türkçeye en yakın dil ise Moğolcadır.
2. Yapı Bakımından Yakınlık
Bu dilde şekil ve mânâ olmak üzere iki kısım bulunur. Bu kısımların birbirleriyle münâsebetleri bakımından diller üçe ayrılırlar:
1) Tek heceli diller: Bu dillerde her kelime tek hecelidir. Kelimelerin çekimli hâlleri yoktur. Cümlelerdeki mânâ daha çok kelimelerin sırasından veya vurgularından anlaşılır. Tek heceli olduklarından birbirlerine çok benzeyen kelimeleri ayırabilmek için zengin bir vurgu sistemi vardır. Ana, paylamak, at gibi anlamları olan “ma” kelimesinin hangi mânâsının kullanıldığı vurgularla belirtilir. Çin-Tibet dilleri bu şekildedir.
2) Eklemeli diller: Kelime kökü ile eklerden meydana gelen eklemeli dillerde, her değişik mânâlı kelimeyi yapmak için köklere ekler eklenir. Bu diller ön ekli veya son ekli olabilir. Bak-ı-ş-tık-ları-n-da kelimesinde görüldüğü gibi eklemeler sırasında kök değişmez. Türkçe, Macarca, Fince gibi diller eklemeli dillerden olup, Türkçe son ekli eklemeli bir dildir.
3) Çekimli diller: Bu dillerde de kök ve bâzı ekler vardır. Ancak kökler, yeni bir kelime yaparken çok defâ değişir. Yâni, bâzan az sayıdaki ekler kullanılırsa da, daha çok, kök içinden kırılarak değişik şekiller kazanır, hattâ kök tanınmaz hâle gelir, kökten hiç bir iz kalmaz. Fransızcada aller- vais; İngilizcede to go-went-gone olması gibi; veya Sâmi dillerinden Arapçada olduğu gibi.
Konuşma Dili ve Yazı Dili
Dili, konuşmayla ve yazıyla olmak üzere iki cephesiyle kullanırız. İnsanların karşı karşıya sesli olarak görüşürken kullandıkları dile konuşma dili; insanların söylemek istediklerini yazıyla anlatırken kullandıkları dile yazı dili deriz.
Konuşma Dili ve Husûsiyetleri
1) Tabiîdir; 2) Yazı dilinden önce vardır; 3) Yazıda kullanılmaz; 4) Bu bakımdan yapısındaki değişme ve gelişmeler hemen yazı diline aksetmez; 5) Konuşulduğu gibi yazılmaz; 6) Aynı dil sâhası içinde kelime, ses ve şekil ayrılıkları gösterir; 7) Bu sebeple aynı dil sâhası içinde ayrı konuşma dilleri bulunabilir; 8) Aynı dil sâhasındaki ayrı konuşma dilleri muhtelif şîveleri ve ağızları meydana getirir: Lehçe, bir dilin bilinen târihinden önce karanlık bir devirde kendisinden ayrılmış çok büyük ayrılıklar gösteren kollardır. Çuvaşça ve Yakutça gibi. Şive, bir dilin bilinen târihî seyri içinde ayrılmış ses ve şekil ayrılıkları gösteren kolları, bir kavmin ayrı kabîlelerinin farklı konuşmalarıdır. Anadolu, Âzerî, Kazakça, Kırgızca, Özbekçe gibi. Ağız, bir şîvenin içindeki söyleyiş farkından doğan küçük kollara veya bir memleketin çeşitli bölge ve şehirlerinde kelimeleri söyleyiş bakımından ayrılan konuşmalara denir. Karadeniz, Trakya, Konya, İstanbul Türkçeleri gibi. 9) Ancak içlerinden yalnız birisi yazı diline esas teşkil edebilir; 10) Canlı dildir; 11) Seslidir, can ve söyleniş hâlinde vazîfe görür; 12) Vurgulardan, ses tonundan istifâde eder; 13) Yüz ve vücut hareketlerinden, el ve baş işâretlerinden faydalanır; 14) Anlaşılmadığı zaman, tekrarlanabilir, açıklanabilir; 15) İyi, kötü kullanıldığına fazla dikkat edilmez; 16) Gelişi güzel bir dildir; 17) Evde, sokakta, hergünkü hayatta kullanılan dildir; 18) Nesillere, fertlere bağlıdır; nesillerle ortadan kalkar.
Yazı Dili ve Husûsiyetleri
1) Eserde, kitaplarda, kısacası yazıda kullanılır; 2) Medeniyet ve kültür dilidir; 3) Edebî dildir; 4) Aynı dil sâhasında tek yazı dili kullanılır, halbuki aynı sâhada ayrı ayrı konuşma dilleri de vardır; 5) Bütün bir ülkeyi içine alır; 6) Müşterektir; 7) Konuşulduğu gibi yazılır; yazıldığı gibi konuşulur; 8) Uydurma bir dil değildir; 9) Yalnız bir konuşma dilinden doğmuştur; 10) Yalnız bir konuşma dilinden doğmuş olmakla birlikte; yazı dili olarak yurdun diğer konuşma bölgelerine de yerleşir; 11) Bu sebeple, diğer konuşma dilleri için sun’îdir; 12) Aynı dil sâhasının çeşitli kaynakları ile beslenir; 13) Yabancı dillerin ortak kültür değerlerini alarak veya kuvvetini hissettiği yabancı bir kültürün tesirinde kalarak sun’î bir dil hâline gelir; 14) Ve bu hâkim kültürün tabiîleştiği sürece tabiîleşir, hâkim kültürün dejenere edildiği zaman da tekrar sun’îlik kazanır; 15) Muhâfazakârdır; 16) Tek taraflıdır, yüz-yüzelik yoktur, bir gıyâbîlik vardır; 17) Husûsî bir dikkat gerektirir; 18) Ses, kelime ve cümle unsurlarının yerli yerine konulmasını ister; 19) Dilin tam bir ifâde kâbiliyetine sâhip olan cephesidir; 20) Dillerin târihî gelişmesini, mâzisini tâkib edebilme imkânı verir; 21) Dilin gerçek aynasıdır.
Türk Yazı Dilinin Târihî Gelişmesi
Eski Türkçe: Eski Türkçe devresi, Türk dilinin bilinen ilk devresidir, ana Türkçe devresidir. Türkçenin bütün yapısı bu devre ile îzâh edilir. Öncesi, Türkçenin karanlık devresi olup, Çuvaşça ve Yakutça ile, daha ileride Moğolca ile birleşir.
Mîlâdî 8, 12 ve 13. asırlar arasında kullanılmıştır. Türk yazı dilinin ilk yazılı örnekleri olan Orhun Kitâbeleri her ne kadar 8. asra âit olsa da bu kitâbelerde yazı dilinin çok işlenmiş bir yazı dili olduğunu görmekteyiz. Bu sebeple Türk yazı dilinin başlangıcını çok daha öncelere, belki de mîlâdî ilk asırlara götürmek mümkündür.
Eski Türkçe devresi, Türklüğün müşterek bir yazı dili devresidir. Bu müşterek yazı dili devresinde kullanılan Türkçe, Kaşgâr Türkçesi (Hakaniye Türkçesi) olup, Uygur yazısı ile yazıldığında Uygurca ismini de almaktadır.
On ikinci ve on üçüncü asırlarda, Türkler büyük kitleler hâlinde kuzeye ve batıya yayılmış; yeni kültür merkezleri meydana gelmiş; İslâm kültür ve medeniyeti Türkler arasında yeni kavramlarıyla, yeni bir yazının kabûlüyle yerleşmiştir. Ayrılan Türklük kolları, yeni kültür merkezleri etrâfında kendi şîvelerine dayanan yeni yazı dillerini kullanır olmuşlardır. Böylece bu asırlarda Kuzey Doğu Türkçesi ve Batı Türkçesi meydana gelmiştir.
Kuzey Türkçesi, Doğu Türkçesi: On üçüncü ve on dördüncü asırlarda da kullanılan Kuzey Doğu Türkçesi, 15. asırda Kuzey Türkçesi ve Doğu Türkçesi adıyla iki yazı diline ayrılır. Kuzey Türkçesi, Kıpçak Türkçesidir. Doğu Türkçesi (Çağatayca) de 15 ve 16. asırlarda en parlak devrini yaşayarak bugün modern Özbekçe olarak yazı dilini sürdürmektedir.
Batı Türkçesi: On üçüncü asırda teşekkül etmeye başlamıştır. Selçuklulardan îtibâren metinlerini bugüne kadar tâkib edebildiğimiz bir yazı dili. Hazar Denizinden Balkanlara kadar uzanan sâhada yer alır. Esâsını Oğuz şîvesi teşkil ettiği için Oğuz Türkçesi (Oğuzca) de denir.
Oğuzca, 17. asırda doğu ve batı Oğuzca dâirelerine ayrılır. Doğu Oğuzcası Azerî ve Doğu Anadolu sahasında, Batı Oğuzcası Osmanlı sahasında yer alır; ancak aralarında iki yazı dili olacak kadar bir fark mevcut değildir. Her ikisi de aynı şîveyi (konuşmayı) kullanır, bir yazı dilinin kardeş iki dâiresidir. Ayrılık sebeplerini, Doğu Oğuzcasına bilhassa Kıpçak unsurlarının tesirinde ve bâzı Moğol izlerinde aramalıdır. Kelime başında b- m, k-h, t-d, ilk hecede e-i değişmeleri, bâzı fiil çekimleri gibi.
Batı Türkçesinin gelişmesi: Batı Türkçesi, altı-yedi asırlık uzun hayâtı içinde safhalar geçirir. İç yapısında kök ve eklerde bâzı ses ve şekil değişmelerine uğrar. Bu, tabiî değişmesi ile ilgilidir.
Gelişme 13. asırdan günümüze kadar gelen zaman boyunca, şu üç devreye ayrılabilir:
1. Eski Anadolu Türkçesi,
2. Osmanlı Türkçesi,
3. Türkiye Türkçesi.
Eski Anadolu Türkçesi: Eski Anadolu Türkçesi, 13 ve 15. asırlar arasında kullanılan Türkçedir. Bu devre, sonraki iki devreden oldukça farklıdır. “Orta Asya kültür ve medeniyeti” tesirindeki “Eski Türkçe” ile, “ortak İslâm kültür ve medeniyeti”nin tesirindeki “Batı Türkçesi” arasında yer alan ortak bağların hissedildiği bir devredir. Yâni, Batı Türkçesini, Eski Anadolu Türkçesi ve Osmanlıca-Türkiye Türkçesi diye ikiye ayırmak da mümkündür. Osmanlıca ile Türkiye Türkçesi arasında bâriz bir ayrılık yoktur.
Bu devrede Batı Türkçesine geçen Arapça ve Farsça kelime ve terkipler fazla değildir, ancak devrenin sonlarında yavaş yavaş artmıştır. Böylece 15. asrın sonlarında Osmanlı Türkçesinin doğuşu hazırlanmış olur. Bu devrin Türkçesi daha açık ve anlaşılır olarak karşımıza çıkar. Mevlid, Yûnus Dîvânı bunun en güzel örnekleridir.
Eski Anadolu Türkçesinde cümle yapısı, Türkçenin başlangıcından günümüze kadar hiç değişmeyen normal cümle yapısını muhâfaza eder. Cümle unsurları yerli yerindedir. Ancak Farsçanın tesiri de nesirde “ki” li cümleler oldukça fazla görülür. Ayrıca bu devir Türkçesi, Eski Türkiye Türkçesi diye de adlandırılır. Daha çok bu isim Türklüğün Rumeli’ye geçişinden sonraki devre için kullanılmıştır.
Osmanlı Türkçesi (Osmanlıca): Osmanlıca, Batı Türkçesinin ikinci devresidir. 16-20. asırlar arasında kullanılmış bir yazı dilidir. Dil bilgisi (gramer) bakımından Osmanlıca ile Türkiye Türkçesi arasında belirli ayrılıklar vardır. Aslında Türkçede, Osmanlıcanın da içinde yer aldığı 16. asırdan günümüze kadar, belirli bir gelişme görülmez.
Osmanlıcayı Türkiye Türkçesinden ayıran tek şey, onun dış yapısındaki gelişmelerdir. Osmanlıca dış yapısı ile hem Eski Anadolu Türkçesinden, hem Türkiye Türkçesinden ayrılır.
Aydın kesim sanatkârları, hem yeni kültürü kendi kavramlarıyla tanıtmak, hem de sanat yapmak maksadıyla bu devir Türkçesi yabancı unsurlara bir hayli açılmıştır.
Osmanlıcada nazım dili nesir diline göre daha sâdedir. Nazım dili ile nesir dili arasında görülen fark, cümle yapısı bakımındandır. Klâsik Türk şiirinde (Divan şiirinde) mânâ bir beyitte biter. Beytin dışına, diğer beyte taşılmadığından, divan nazmındaki cümle en çok bir beyit uzunluğundadır. Bu sebeple Osmanlıca şiirde cümleler dâimâ kısa, unsurları yerli yerinde ve sâde Türk cümlesi (özne-tümleç-yüklem sıralanışında) olarak yapısını muhâfaza etmiştir. Nesirde ise belirli bir ölçüye sığmak mecbûriyeti olmadığı için Osmanlıca nesir unsurları, istenildiği kadar geniş, uzun tutulabilmiştir. Ayrıca Arapça ve Farsçadan alınan pekçok kelime metinleri anlaşılamaz hâle getirmiştir. Bu durum daha ziyâde Arapça ve Farsçanın yabancı dil sayılmamasından kaynaklanmıştır. Hattâ her üç dilin unsurları birbirine karışarak, hiç birinde görülmeyen mümtezic (uyuşan, kaynaşmış) kelimeler ortaya çıktığı gibi, bir hayli galat (yanlış) kelimeler de türemiştir.
Osmanlıcanın son devresinde uzun, bozuk Türkçe nesir yapısı tekrar sâde ve kısa cümleli biçimini kazanmıştır. Nazımda ise yeni edebiyâtla birlikte mânânın bir beyitte tamamlanması mecbûriyeti ortadan kalkınca, uzun cümleler ortaya çıkmıştır. Bu hâl bilhassa Servet-i Fünûn edebiyâtında görülmüştür. Osmanlıca, nesir ve nazım cümleleri bakımından Türk cümlesini sağlam bir yapı ile Türkiye Türkçesine devretmiştir.
Türkiye Türkçesi: Türkiye Türkçesi, Batı Türkçesinin son ve bugün de devâm eden devresidir. 1908 Meşrûtiyetinden sonra başlar. Cumhûriyete kadar süren ilk devrede Osmanlıca henüz sahneden çekilmemiştir. Osmanlıca ile yeni dilin cümleleri berâber kullanılır. Daha Tanzimatla girmeye başlayan Batılı kültür unsurları, Osmanlıcaya hâkim olan İslâmî kültür unsurlarıyla yer değiştirme mücâdelesine başlamıştır.
Bir dil, bir başka dile sâdece dil husûsiyetleriyle doğrudan tesir etmez. Yeni kültür, dili kendi kelimeleriyle, kavramlarıyla canlı tutmaya çalışır; dilin cümle yapısına hemen karışmaz, belki hiç karışmaz. Bâzan, Osmanlıcada olduğu gibi kültür, dilin cümle yapısına da tesir eder.
İşte Türkiye Türkçesi de, İslâmî kültür unsurlarının Türkçe üzerinde hâkimiyetinin zayıfladığı devrede, Batılı kültür unsurlarının girmesiyle ortaya çıkmıştır.Türkçe artık Batı dillerinden girecek olan kelimelere, yeni kavramlara kapısını açmış olur.
Bu devrede Türk cümlesi kısalmış, cümle unsurları yerli yerine oturmuştur. Osmanlıcadan Türkiye Türkçesine geçiş, yazı dilinin konuşma diline yaklaştırılmasıyla başlamıştır. Türkiye Türkçesinde bugün kullandığımız Türk yazı dili temel olarak İstanbul ağzına dayanmaktadır.
Osmanlıcanın son devresinde Arapça ve Farsçadan giren unsurlarla meydana gelen uzun ve ağdalı cümleler nasıl bir ifratsa, Türkiye Türkçesinin son devresinde uydurma kelimelerle varılan dildeki aşırılık da bir tefrittir.
Alm. Zunge (f), Fr. Langue (f), İng. Tongue. Ağız boşluğunda yer alan, tatmayı, yutkunmayı sağlayan ve seslerin oluşumuna katkıda bulunan, etli, uzun, hareketli bir organ. Dil yassı ve oval biçimli olup, çizgili kaslardan yapılı ve serbest yüzeyleri mukoza ile örtülüdür. Kasların çokluğu,yapışma yerlerinin ve kas lifleri yönlerinin çok çeşitli olması, liflerin kasılma ve esnemesini kolaylaştıran yağ dokusunun bolluğu, dilin çok çeşitli hareketler yapabilmesini sağlamaktadır. Dil aynı zamanda vücutta en çok şeklini değiştirebilen organdır. Dili örten mukoza sinir bakımından çok zengindir.
Sayılan bu özellikleri, dile çok çeşitli görevler yapabilme imkânı vermiştir. Çiğneme, yutma, emme, konuşma ve tatma işlerinde çok önemli roller oynar. Çiğneme esnâsında dil, yemek parçalarını diş kavisleri arasına sokar. Dilin üst yüzeyinde bulunan “papilla filiformes” denilen kabartılar, dişler tarafından parçalanmış, tükrükle ıslatılmış yemek parçalarını kolay yutulabilecek lokmalar hâline getirir. Yutma sırasında sert damağa dayanarak lokmalar üzerine önden arkaya basınç yapmak sûretiyle lokmaların arkaya ve aşağıya, yemek borusuna doğru kaymasını sağlar. Konuşma sırasında çeşitli hareketleri ve şekil değiştirmesi sâyesinde ağız boşluğunda çeşitli büyüklük ve şekilde boşluklar ve aralıklar meydana getirerek gırtlaktan çıkan sesin değiştirilmesi ve çeşitli harflerin telaffuzunda önemli rol oynar. Dil mukozasında çok sayıda sensitif sinirlerin bulunması sebebiyle, dil çok duyguludur. Ağız boşluğuna giren yabancı cismi derhal fark eder. Dilin ucu, ağız boşluğundaki köşelere ve küçük çukurlara sokularak, yemek kırıntılarını ve yabancı cisimleri uzaklaştırır ve bu şekilde ağzı temizler. Dilin üzerinde bulunan tad organları, besinlerin lezzetinin alınmasını ve zararlı besinlerden sakınılmasını sağlar.
Dil, arkadan kaslar ve bağlarla dil kemiğine ve alt çene kemiğine bağlıdır. Dil kemiği (os hyoideus) alt çene ile âdem elması denen nefes borusuna âit kısmın arasında yer alır. Dilde sekizi çift olmak üzere on yedi kas vardır.
Dil mukozası üzerinde çeşitli şekilde küçük kabartılar görülür. Bu kabartılara dil papillaları (papilla linguales) denir. Bu papillalar şekil bakımından beş gruba ayrılır. Papilla filiformes (iğsi çıkıntılar)ler, dil üzerinde bulunan papillaların en çok görülenidir. Sert epitel tabakası ile örtülü olup yemek parçaları üzerinde mekanik etki yaparlar. Papilla funqiformes (mantarsı çıkıntılar) ler dilin ön kısmında bulunurlar; tad duygusu ile ilgilidirler. Papilla circumvallatae’ların sayısı 7-12 arasında olup, dilin arka üst yüzeyinde V şeklinde çukur bir çizginin önünde bulunurlar. Tad duyusu ile ilgilidirler. Papilla foliatae’ler, dil köküne yakın kısımda bulunurlar. Yaprak şeklinde olup tad duyusunu alan tad tomurcuklarını bulundururlar.
Ağır enfeksiyon hastalıklarında, özellikle tifoda dilde koyu kahverengi bir mukoza tabakası oluşur ki, bu tabloya paslı dil denir.
Dil iltihâbına glossitis denir. Fazla sigara içmek, çok sıcak veya yakıcı yiyecek ve içecekler, veya ihmal edilmiş çürük diş ve mikroplu diş etlerinden olur. Düzensiz çıkmış veya kırılmış dişlerden ileri gelen dil iltihapları bulunduğu gibi, frengiden, vitaminsizlikten ileri gelen dil iltihapları da vardır. Dilde görülen ülserler sathî yaralar, herpes enfeksiyonundan dolayı oluşabildiği gibi, dil kanserinin belirtilerinden biri de olabilir. Dil yüzeyinin kronik tahrişi sonucu, lökoplaki denen beyaz renkte bir kalınlaşma görülür. Kansere yol açabilir. Dil kanserlerine oldukça sık rastlanır ve genellikle bakımsız dişlerle ilgilidir.
Dilin aşırı derecede gelişmesine makroglossi, aşırı derecede küçük olmasına ise mikroglossi denir. Bu anormallikler doğuştan veya sonradan olabilir.
Alm. Seezunge, Fr. Sole franche, İng. Common sole. Familyası: Yan yüzergiller (Pleuronectidae). Yaşadığı yerler: Kuzey denizlerinde ve Türkiye sularının kumluk sâhil bölgelerinde. Özellikleri: Üstü küçük pullarla örtülüdür. Tatlı sularda da yaşar. Çeşitleri: Sarı, alaca, benekli dil balığı gibi türleri vardır.
Kemikli balıklar (Teteostei) takımından, dibi kumlu sığ denizlerde, sol yanına yatık olarak yaşayan bir balık. Küçük veya orta boylu, ince pulludur. 60 cm boyunda 4 kg ağırlıkta olanları vardır. Gözleri sağ taraftadır. Sol tarafta göz yoktur. Bu sebeple etrâfını görebilmesi için sol yanına yatık olarak yüzer. Üst gözü sırt yüzgecinin altında öne doğrudur. Sırt yüzgeci bütün sırt boyunca uzanır. Dilbalığı yaşadığı yerin rengini alır. Kurt yiyerek beslenir. Bâzan tatlı sulara da geçer. Atlas Okyanusu, Manş ve Akdeniz’de yaygındır. Türkiye’nin bütün sularında bulunur. Avlanması zordur. Mayıs-haziran aylarında yumurtlar. Yumurtaları diğer yassı balıklarda olduğu gibi suda serbest olarak yüzerler. Beyaz eti gâyet makbuldür. Yassı balıkların en lezzetlisidir. 100 gramında 94 kalori vardır. En lezzetli zamânı kasım-mart ayları arasıdır. Derisi yüzüldükten sonra tavası çok güzel olur.
Alm. Grammatik (f), Fr. Grammaire (m), İng. Grammar. Dilleri bütün cepheleriyle konu edinip inceleyen ilmin adı. Arapçada sarf ve nahv ilmi, batı dillerinde ise gramer olarak adlandırılır. Bir dili seslerden cümlelere kadar, ihtivâ ettiği bütün dil birliklerini, geniş bir şekilde mânâ ve vazîfe olarak inceleyen ilme dilbilgisi denir.
Dilbilgisi incelediği dil unsurlarına göre kendi içinde bölümlere ayrılır. Dilin seslerini inceleyen kısmına ses bilgisi (fonetik), yapı yönünden kelime ve şekilleri konu edinen kısmına şekil bilgisi (morfoloji veya sarf), kelime ve şekillerin çıkış yerlerini, yâni menşelerini araştıran kısmına menşe veya türeme bilgisi (etimoloji), kelime ve şekillerin aralarındaki münâsebetler ile cümleleri inceleyen dalına ise cümle bilgisi (sentaks veya nahv) denmektedir. Dil ancak bu saydığımız unsurlarla tamamlandığı gibi, dilbilgisi de bu unsurlardan teşekkül etmektedir. Bu bölümlerin hemen hepsi dilbilgisi içinde ayrı ayrı incelenmelerine rağmen, birbirlerinden kat’î çizgilerle ayrılmazlar ve dâimâ birbirlerine karışırlar. Bu îtibârla dilbilgisi “bir dili bütün cepheleriyle bir bütün olarak ele alıp inceleyen ilmin adıdır.”
İnsanoğlu târihî akış içinde, zamanla biriken bilgiler sâyesinde hemen her şeyi inceleme ve araştırma mevzuu yapmış, dillerin sırrını çözmeye çalışmış ve böylece yeni bir ilim dalı ortaya çıkarmıştır. Dillerin incelenmesi, Eski Yunan ve Hintlilerden başlayarak dillerin bağlı olduğu kâideler tesbit edilmeye çalışılmış ve bu kâidelerin ortaya çıkardığı bilgiye de “gramer bilgisi” denmiştir. Buna paralel olarak her dilin kelime hazînesi toplanmış netîcede sözlükler ortaya çıkmıştır. Gramer sâyesinde dillerin doğru okunup yazılması gerçekleşmiş, düşünce ve duygular bu şekilde zapt u rapt altına alınmıştır.
Dilbilgisi çok eski ilimlerdendir. Grekçeden, Lâtinceye, oradan diğer dillere yayılmıştır. En eski gramercilerin Hintliler olduğu bilinir. M.Ö. 1. asırda batıda dilbilgisinin kurucusu Aristotales kabûl edilir. Aristo, grameri, mantığın aynası hâline getirmiştir. Dionysois M.Ö. 1. asırda Dilbilgisi Sanatı adıyla ilk dilbilgisi kitabını yazmıştır. M.S. 4. asırda Romalı Donatus’un yazdığı dilbilgisi kitabı, batıda yıllarca okutulmuştur. Bunların dışında İskenderiye dil mektebinin gramer ve lugat konularında mühim yer tuttuğu görülür. İslâmî devirde görülen dilbilgisi çalışmaları daha çok bu mektebi taklit etmiştir. Emevîler devrinden îtibâren İslâm âleminde pekçok gramer ve lugat yazılmıştır (Bkz. İslâmî Edebiyat). Türkiye’de 1858 yılında rüşdiyelerin açılması ile okutulmaya başlanır. On sekizinci asra kadar filozofların elinde kalan dil, onlar tarafından şekilci mantığın sözdeki şekli olarak mütâlaa edildiği gibi, düşüncenin de değişmez kânunlarına bağlılığı şeklinde değerlendirilmiştir. Böylece dil bilgisi yalnız gramerin değil, aklın da temsilcisi olmuştur. Fakat 19. yüzyıldan sonra dilin apayrı bir müessese olduğu, kendi kânunlarına bağlı, canlılığa sâhip bulunduğu fikri ortaya çıkmıştır. Yine bu asırda diller arasındaki akrabâlıklar tesbit edilirken, dillerin ayrı âileler meydana getirdiği keşfedilmiştir. Böylece dilleri inceleyen, karşılaştırmalı gramer ortaya çıkmıştır. Ayrıca gramerin; bir dilin târihini ve zaman içindeki değişme ve gelişmesini inceleyen târihî gramerin yanında, bir dilin veya lehçenin belirli bir zamandaki durumunu konu edinen “tasvîrî gramer” gibi çeşitleri vardır. Bunun yanında bütün dilleri karşılaştırarak, sınıflara ayıran, onların iç ve dış kânunlarını araştıran bilgi koluna da “umûmî lenguistik” denmektedir. Ayrıca dillerle uğraşan ve bir dil üzerinde araştırmalar yapan dil bilginine de “lengüist” adı verilmektedir.
Türkçe ilk dilbilgisi kitabı, bugün elde bulunmayan Kaşgarlı Mahmud’un 11. asırda yazdığı Cevâhirü’n-Nahv adlı eseridir. Ebû Hayyân’ın Arap diliyle, Arapça dil bilgisi metoduna göre düzenlenmiş eseri Kitâbu’l-İdrâk li Lisâni’l Etrâk (yazılışı 1312 baskı 1931) ilk Türk dilbilgisidir. Osmanlı Türkçesinde yazılmış ilk dil bilgisi kitabı ise; Bergamalı Kadri’nin Müyessiret-ül-Ulûm (1530) adlı eseridir.
On dokuzuncu asra kadar bütün dilbilgisi kitaplarında Arap dilbilgisi metodu izlenmiştir. Türk dilinin yapısı, kâideleri bu usûle göre tesbit edilmiştir. Kimisinde Arap, kimisinde Fransız dilbilgisi metoduna uyularak yazılan, Osmanlıcanın yapısını anlatan eserler şunlardır: Ahmed Cevdet ve Fuâd paşaların Medhal-i Kavâid (1851), Kavâid-i Osmâniye (1865), Kavâid-i Türkiye (1875), Abdullah Râmiz Paşanın Lisân-ı Osmânî’nin Kavâidini Hâvî Emsile-i Türkî (1866), Ali Nazmi’nin Lisân-ı Osmânî (1880), Selim Sâbit’in Nahv-ı Osmânî (1881), Abdurrahmân Fevzi’nin Mikyâsül-Lisan Kırtâsü’l-Beyân (1881), Manastırlı Rıfat’ın Külliyât-ı Kavâid-i Osmâniye (1885), Şemseddîn Sâmi’nin Nev-Usûl Sarf-ı Türkî (1892), Necib Âsım’ın Osmanlı Sarfı (1894).
Fransız lisânının metodunu uygulayan yazarlar ve eserleri: Şeyh Vasfi, Mufassal Yeni Sarf-ı Osmânî (1901), Mufassal Nahv-ı Osmânî (1901); Hüseyin Câhid Türkçe Sarf u Nahv (1908); Ahmed Cevad, Lisân-ı Osmânî (1912); Anton Tıngır; Türk Dilinin Sarf-ı Tahlisi.
Meşrûtiyet döneminde Tedkikât-ı Lisâniye Encümeni tarafından Maârif Nezâretince Sarf ve Nahv-ı Türkî (1930) yayınlanmıştır.
Cumhûriyet döneminde kurulan Dil Encümeni (1928) alfabe ve dilbilgisi hakkında da iki rapor hazırlamış; 1928’de Lâtin harfleri TBMM’de kabul edilmiş, bir süre sonra da 1932’de Türk Dili Tedkik Cemiyeti kurulmuştur. Daha sonra ortaöğretimde kullanılacak dilbilgisi kitabını Tahsin Banguoğlu hazırlamıştır (1940). Bu târihten sonra dilbilgisi çalışmaları iki kolda gelişir. İlk ve ortaöğretimde kullanılmak üzere yazılan dilbilgisi kitapları ile Türkçenin ana grameri vasfında ilim dilbilgileri ve monogrofiler (T.N. Gencan, K. Demiray, A.C. Emre ve Prof. Dr. M. Ergin gibi...) Ayrıca Prof. Dr. Fâruk K. Timurtaş, târihî Türkiye Türkçesi ile ilgili olarak Eski Türkiye Türkçesi ile Osmanlı Türkçesi Grameri III, adlı eserlerini bu devirde vermiştir.
Avrupa’da Türk dili ve grameri üzerindeki çalışmaların târihi çok eskidir. Alman H.Megiser’in (1612) eseri, yazarı bilinmeyen İbrâhim Müteferrika baskısı eser (1732) gibi Birinci Dünyâ Savaşından sonra Türklere karşı duyulan ilgiyle Avrupa üniversitelerinde doğu dilleri ve Türk dili bölümleri açıldı ve pekçok Türkçe dilbilgisi kitapları yazıldı. J.W. Redhouse (1884), J. Deny (1912), J.Nemeth (1916), Ettore Rossi (1939), S.Topalina (1940), A.N.Koronov (1941), A.Tietze, S.G.Lisse (1943), Harbert Jansky (1943), Robert Godel (1945), N. Nitek (1945), Normon A. Mcquown (1946), Heinz Appenzeller (1948), P.H.Rühl (1949), L.Rosony (1960), G.L.Lewis (1967).
Türk dillerinin mukâyeseli grameri yazılmamış olmakla berâber bu sâhada yerli ve yabancı birçok ilim adamı çalışmıştır. W.Radloff (1882-1883), A.Cevad Emre (Türk Lehçeleri Mukayeseli Grameri 1949), N.K. Dimitriev (1956-1959, 1961, 1962) gibi.