DEVLET GİRAY HAN - 1

Kırım hanlarının altıncısı. 1530’da doğan Devlet Giray, Mübârek Giray’ın oğlu olup, İstanbul’da sarayda yetişmiştir. Babası Mübârek Giray, Yavuz Sultan Selim Hanın Mısır Seferi sırasında şehid olmuştur.

Sâhib Giray’ın Osmanlı Devletine karşı bağlılığını azaltmak istemesi üzerine Kânûnî Sultan Süleymân’ın desteğiyle 2 Ekim 1551’de Bahçesaray’da tahta çıktı. Sâhib Giray ve oğulları ile ona bağlı mirzaları öldürttü. Böylece hanlıkta hâkimiyetini pekiştirdi. Rusların 1552’de Kazan’ı ve 1557’de Astırahan’ı ele geçirmeleri üzerine Devlet Giray, Rusya içlerine bir sefer düzenledi. Ancak Kazaklar ve Çerkezlerin Kırım kalelerine saldırmaları üzerine geri döndü. İkinci Selim Han, Osmanlı tahtına çıktıktan sonra Astırahan’ı ele geçirmek ve Osmanlı tüccar ve hacılarını emniyet altına almak için Don ve Volga ırmaklarını bir kanalla birleştirmek için harekete geçti. Ancak Devlet Giray bu  teşebbüsün kendisinin hâkimiyetine darbe indirebileceği gibi basit bir sebeb yüzünden çeşitli oyunlarla Osmanlıların kanal işinden vazgeçmesini sağladı.

Devlet Giray Han, 1571’de Rusya üzerine yaptığı seferde Moskova’ya girerek şehri yakıp yıktı. Bu zaferden sonra “Tahtalan” lakabıyla anıldı. Sultan İkinci Selim Han da kendisini tebrik etti. 1577’de vebâ hastalığına tutulan Devlet Giray Han, bu hastalıktan kurtulamayarak vefât etti. Kırım’da Bahçesaray şehrinde, Han Câmi-i şerîfi civârına defnedildi. Gözlöva’da büyük bir câmi-i şerîf ile birçok çeşmeler yaptırdı. Daha başka hayratları da vardır. Edebiyâtta da söz sâhibiydi.

DEVLET GİRAY HAN - 2

Kırım hanlarının yirmi dördüncüsü. Babası Hacı Selim Giray Han olup 1654’te doğdu. Veliahtlığı zamânında 1694’te Engürüs, 1695’te Sadrâzam Ali Paşanın Varadin Seferine katıldı. 1696’da Rus Çarı Petro, Azak Kalesini kuşatınca, kardeşleriyle berâber kalenin muhâfazasına yardım etti. Petro kaçmak zorunda kaldı.

Selim Giray Han, 1699’da yaşlılığını ve hacca gideceğini belirterek büyük oğlu Kalgay Devlet Giray’ı yerine aday gösterdi. Bu isteği kabul eden İkinci Mustafa Han, ayrıca Devlet Giray’ı Edirne’de kabul ederek iltifâtlarda bulundu. Ancak birâderi Saâdet Giray kendisinden yüz çevirince, isyân ve huzursuzluklar başgösterdi. Bu sebeple, 1703’te Hanlıktan alındı ve yerine babası Selim Giray, dördüncü defâ getirildi. 1708’de Kaplan Giray, Kabartay Seferinde ağır bir bozguna uğradığı için azledilerek yerine ikinci defâ Devlet Giray getirildi. Rusya üzerine birkaç defâ sefer yaptı. O sıralarda meydana gelen Rus harbi esnâsında meşhur Prut Savaşında Tatar Sâlih ve Çerkez Mehmed Paşaların yardımlarıyla Rusları Temmuz 1711’de Huş Geçidinde çevirip Osmanlı ordusuna yardımcı oldu. O sırada Osmanlı ülkesine sığınmış bulunan İsveç Kralı Onikinci Şarl’la (Demirbaş Şarl) esir muâmelesi yaptığı için Osmanlı devlet politikasını zedeledi. Bu sebeple hanlıktan alınması uygun görülerek Edirne’ye çağrıldı. Edirne yakınlarında Derbent köyüne gelen Devlet Giray’a durum bildirildikten sonra Gelibolu’ya gönderildi. 11 Nisan 1713’te Gelibolu’da yeni Kırım Hanı Kaplan Giray’la karşılaşan Devlet Giray, Rodos’a gitti. Böylece siyâsî hayattan çekildi.

Sürgünlüğü affedilerek Vize’de kendisine verilen çiftliğe yerleşen Devlet Giray, 1725’te orada vefât etti ve Ayazpaşa Câmii civârına defnedildi.

DEVLET GİRAY HAN - 4

Kırım hanlarından. Kırım hanlarının otuz sekizincisi olup, Arslan Giray Hanın ikinci oğludur. 1729’da doğdu.

Arslan Giray Hanın hanlığı zamanında veliaht oldu. Veliahtlığında mühim askerî hizmetlerde bulundu. 1769’da amcası Giray Hanın vefâtı üzerine Kırım Hanlığına tâyin edildi. O sıralarda meydana gelen 1768-1774 Osmanlı-Rus Harbinin Osmanlıların aleyhine gelişmesi neticesinde Hotin Kalesinin düşmesi ve Rusların Turla Irmağını geçmesi gibi üzücü hâdiselerin zuhuru esnâsında Osmanlı Devletinden birçok yardım görmesine rağmen burayı alamadığı için Hanlık’tan alınarak Kıbrıs’a sürüldü. Bir müddet sonra affedilerek Malkara’daki çiftliklerinden birinde oturmasına müsâade edildi.

1771’de Rusların Kırım’a saldırmaları üzerine Osmanlı orduları komutanı Canikli Ali Paşa ile, beraberinde ona yakın Hanzâde ve Devlet Giray olduğu halde Kırım’ı kurtarmakla görevlendirildi. Tatar, Çerkez ve Nogay askerlerinin de yardımıyla başarı sağlandı. Ruslarla Küçük Kaynarca Antlaşması yapıldıktan sonra Kırım bağımsızlığına kavuştu. 1775’te Devlet Giray ikinci defa Kırım Hanlığına tâyin olundu. Hanlığın tek başına tutunamayacağını anlayınca, Kırım Hanlığının Osmanlı İmparatorluğuna bağlı bir ülke olduğunu îlân etti. Ancak Kırım Mirzaları Ruslarla birleşince Devlet Giray zor durumda kaldı. Nihayet 1776’da bu görevinden alınarak İstanbul’a çağrıldı ve Vize’de oturmasına izin verildi.

Osmanlı Devletine bağlı ve sâdık bir kimse olan Devlet Giray, 1780’de orada vefât etti.

DEVLET GÜVENLİK MAHKEMESİ (DGM)

Devletin güvenliğine karşı işlenen suçlarla ilgili dâvâlara bakmakla yükümlü mahkeme. 1961 Anayasası’nda 1973’te yapılan değişiklikten sonra, ilk defâ 1773 sayılı kânunla kurulan Devlet Güvenlik Mahkemeleri, Anayasa Mahkemesinin, kânunu şekil yönünden iptal etmesi üzerine 11 Ekim 1976’da kaldırıldı. 1982 Anayasası’nda yeniden düzenlenen bu mahkemeler, 16 Haziran 1983 târih ve 2845 sayılı Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kuruluş ve yargılama usûlleri hakkındaki kânun ile yeniden kuruldu ve çalışmalarına 1 Nisan 1984’te resmen başladı.

Ankara, Diyarbakır, Erzincan, İstanbul, İzmir, Kayseri, Konya ve Malatya il merkezlerinde kurulan Devlet Güvenlik Mahkemeleri, suç işleyen kişilerin sıfat ve memuriyetleri ne olursa olsun, yargılama yetkisine sâhiptir. Devlet Güvenlik Mahkemeleri; devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne ve hür demokratik düzene karşı işlenen suçlarla, nitelikleri Anayasa’da belirtilen Cumhûriyet aleyhine işlenen ve devletin iç ve dış güvenliğini ilgilendiren suçlara ilişkin dâvâlara bakar.

Devlet Güvenlik Mahkemeleri, bir başkan ve iki üyeden meydana gelir. Her Devlet Güvenlik Mahkemesinde ayrıca iki yedek üye, bir savcı ve yeteri kadar savcı yardımcıları bulunur. Bu mahkemelerin kararlarına karşı temyiz yeri Yargıtay’dır. DGM’nin yargı çevresine giren bölgelerde sıkıyönetim ilân edilmesi hâlinde, bu bölgelerle sınırlı olmak üzere kânunla belirlenen esaslara göre DGM Sıkıyönetim Askerî Mahkemesine dönüştürülebilir.

DEVLET İSTATİSTİK ENSTİTÜSÜ (DİE)

Başbakanlığa bağlı, ülkenin ekonomik, kültürel ve sosyal faaliyetleriyle ilgili istatistikleri düzenlemek, değerlendirmek ve yayınlamak amacıyla kurulan kamu kuruluşu.

Cumhûriyet döneminde ilk istatistik teşkilâtı, 1926’da kurulan Başvekâlete bağlı İstatistik Umum Müdürlüğüdür. Bu kuruluş 1930 sonrasında hızlı bir gelişme gösterdi. 1962’de çıkartılan bir kânunla, Devlet İstatistik Enstitüsü olarak değiştirildi. 8 Haziran 1984 târih ve 219 sayılı kânun hükmünde kararnâmeyle yeniden düzenlendi.

Başbakanlık, DİE üzerindeki emir ve yetkilerini bir devlet bakanı vâsıtasıyla kullanır. Enstitü, gerek duyduğu bilgileri kamu kurum ve kuruluşları ile gerçek ve özel kişilerden istemeye, verilen bilgilerin doğruluğunu araştırmaya yetkilidir. Ayrıca sonu (0) veya (5) ile biten yıllarda genel nüfus sayımı, sonu (1) ve (6) ile biten yıllarda genel sanâyi ve işyerleri sayımı, sonu (3) ile biten yıllarda genel tarım sayımı yapmak, Enstitü’nün görevleri arasındadır. Yüksek İstatistik Şûrâsına; Devlet Plânlama Teşkilâtı, kamu kurum ve kuruluşları ile İktîsâdî Devlet Teşebbüsleri, Türkiye Ticaret Odaları ve Ticâret Borsaları üst kademe yetkilileri ve Sendikalar, enstitü başkanının çağrısı üzerine üye olarak katılırlar. Şûra, en az iki yılda bir toplanır. Devlet İstatistik Enstitüsünün ana hizmet birimleri Ekonomik İstatistikler Dâiresi, Sosyal İstatistikler Dâiresi, Tetkik ve Araştırma Dâiresi ile Teknik İşler Dâiresinden meydana gelir.

DEVLET PLÂNLAMA TEŞKİLÂTI (DPT)

Ülke kaynaklarının verimli bir şekilde kullanılmasını ve kalkınmanın hızlandırılmasını sağlamak, ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmayı plânlı bir şekilde yürütmek, uzun süreli kalkınma plânları ile yıllık proğramlar hazırlamak ve bunların uygulanmasını tâkib etmek gâyesiyle kurulmuş, Başbakanlığa bağlı kuruluş.

Devlet Plânlama Teşkilâtı, ilk defâ 30 Eylül 1960’da 91 sayılı kânunla kuruldu. Ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmanın bir plâna bağlanacağı, 1961 Anayasası’nın 129. maddesinde yer aldı. 8 Haziran 1984 târih ve 223 sayılı kânun hükmünde bir kararnâme ile yeniden düzenlenen DPT; Plânlama Teşkilâtı Müsteşarlığı ile Yüksek Plânlama Kurulundan meydana gelir. Başbakanın başkanlığında ilgili devlet bakanı, Mâliye ve Gümrük, Tarım, Orman ve Köy İşleri, Sanâyi ve Ticâret, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanları ile DPT Müsteşarından kurulu olan Yüksek Plânlama Kurulu; ekonomik, kültürel ve sosyal kalkınmayı ve politika hedeflerini plânlamada Bakanlar Kuruluna yardımcı olur. DPT müsteşarlığı, Bakanlar Kurulunun tasdik ettiği esaslar ve hedefler doğrultusunda uzun vâdeli kalkınma plânı ve yıllık programları hazırlar. Uzun vâdeli kalkınma plânı Başbakanlığa sunulduktan sonra, Yüksek Plânlama Kurulunca incelenir ve Bakanlar Kuruluna iletilir. Burada kabul gördükten sonra da TBMM’nin onayına sunulur. DPT müsteşarlığının hazırladığı yıllık programlar ise, Yüksek Plânlama Kurulunca incelenir ve Bakanlar Kurulunca kabul edildikten sonra kesinlik kazanır.

DPT müsteşarlığındaki ana hizmet birimleri şunlardır: İktisâdî Plânlama Başkanlığı, Sosyal Plânlama Başkanlığı, Kalkınmada Öncelikli Yöreler Başkanlığı, Koordinasyon Başkanlığı, Avrupa Topluluğu Başkanlığı, İslâm Ülkeleri Ekonomik İşbirliği Başkanlığı, Teşvik ve Uygulama Başkanlığı, Yabancı Sermâye Başkanlığı ve Serbest Bölgeler Başkanlığı.

Devlet Plânlama Teşkilâtının yurt dışında temsilcilikleri, danışma birimleri ve yardımcı birimleri de vardır. Devlet Planlama Teşkilâtının 223 sayılı Kânun Hükmünde Kararnâmeye göre vazifeleri şunlardır:

1. Memleketin tabiî, beşerî ve iktisâdî her türlü kaynak ve imkânlarını tesbit ederek, tâkib edilecek iktisâdî, sosyal ve kültürel politikayı ve hedefleri tâyinde hükümete müşâvirlik yapmak.

2. Bakanlıkların ve kamu kurum ve kuruluşlarının iktisâdî, sosyal ve kültürel politikayı ilgilendiren faaliyetlerinin koordinasyonunu temin etmek için görüş ve tekliflerde bulunmak ve bu hususlarda müşâvirlik yapmak.

3. Hükümetçe kabul edilen hedefleri gerçekleştirecek uzun vâdeli kalkınma planları ile yıllık programları hazırlamak.

4. Kalkınma planlarının ve yıllık programların başarı ile uygulanabilmesi için ilgili kurum ve kuruluşların ve mahallî idârelerin kuruluş ve işleyişlerinin ıslahı husûsunda görüş ve tekliflerde bulunmak.

5. Kalkınma planlarının ve yıllık programların uygulanmasını tâkip ve koordine etmek, değerlendirmek ve gerekli hallerde planda ve yıllık programlarda usûlüne uygun olarak değişiklikler yapmak.

6. Özel sektör ve yabancı sermâye faaliyetlerinin plan hedef ve gâyelerine uygun bir şekilde yürütülmesini teşvik ve tanzim edecek tedbirleri tesbit ve teklif etmek, uygulamayı tâkib etmek.

7. Kalkınmada öncelikli yörelerin daha hızlı şekilde gelişmesini sağlayacak tedbirleri tesbit ve teklif etmek, uygulamayı tâkip ve koordine etmek.

8. Kalkınma planı ve yıllık programlardaki ilke ve hedeflere uygun olarak, milletlerarası ekonomik kuruluşlarla münâsebetlerin geliştirilmesinde gerekli görüş ve tekliflerde bulunmak.

DEVLETLER HUKÛKU

Alm. Internationales Recht, Fr. Droit İnternational, İng. İnternational Law. Bağımsız devletlerle milletlerarası kuruluşların uymak zorunda olduğu hukuk kurallarının bütünü. Bu hukuka, Devletlerarası Hukuk, Milletlerarası Hukuk ve Devletler Umûmî Hukûku da denir.

Devletlerin yabancı şahıslara olan ilişkilerini düzenleyen Devletler Husûsî Hukûku, Devletler Hukûkunun bir kolu değildir. Ayrı bir hukuk dalıdır. Devlet hukûku, devletler topluluğunun bağımsız bütün üyelerini eşit olarak bağlar. Devletler Hukûku bakımından bütün devletler, toprak genişlikleri ve kuvvetleri ne olursa olsun eşittir. Devletler hukûku, milletlerarası kişiler saydığı devletlerle ve onların devletler topluluğu içindeki davranışlarıyla uğraşır. Kuralları gereğinde zorla devletlere uygulatacak bir kuvvet, bir otorite yoktur. Uygulayacak devletlerin iyi niyetlerine bağlıdır. Milletlerarası bir kuruluş olan Birleşmiş Milletlerin kararları dahi devletlerin Devletler Hukûku kurallarına uymasını sağlamakta yeterli olmamaktadır.

Devletler hukûkunun târihçesi: Avrupa ülkelerinde, Devletler Hukûku, günümüzdeki hüviyetini ancak 19. yüzyıl ortalarından îtibâren almaya başlamıştır. Halbuki günümüzde yeni yeni söz konusu olan Devletler Hukûku problemlerine zamanımızdan bin sene önce İslâm âlimleri kâideler koyarak çözümler getirmişlerdir. Devletler Hukûkuna âit meseleler, çeşitli fıkıh ve siyer kitaplarında en teferruâtlı şekilde ortaya konmuştur. Çeşitli kaynaklardaki bu bilgileri, Büyük İslâm âlimi Serahsî (mîlâdî 1009-1090) Siyer-i Kebîr Şerhi adlı eserinde toplamıştır. Bu eser Devletler Hukûku sâhasında ilk yazılı eser olarak kabul edilmektedir. Câfer-i Tayyâr’ın Habeşistan’da Necâşî’nin huzûrunda söylediği sözler de Devletler Husûsî Hukûkunun temelini teşkil etmiştir.

Kaynaklar: Devletler hukûkunun dört çeşit kaynağı vardır. Bunlar: 1) Devletlerarası antlaşmalar, 2) Teâmüller (Milletlerarası davranış şekilleri), 3) Genel hukuk ilkeleri, 4) Milletlerarası mahkemelerin ictihatları. Bir işlemin teâmül sayılabilmesi için bütün devletlerin kendilerini ona uymak mecbûriyetinde saymaları ve yine bütün devletlerce uzun zamandan beri uygulana gelmesi gerekir. Bunlar; hukuk ilkeleri, devletin devamlılığı, ahde vefâ gibi ilkelerdir.

Devletler Hukûkunun düzenlediği konular şunlardır:

Devletin ülkesi ve yetkileri, milletlerarası ulaştırma, kara ulaştırması, akarsular ulaştırması, deniz ulaştırması (açık deniz, iç sular, kara sular, kıta sahanlığı, boğazlar vb.) hava ulaştırması, milletlerarası uyuşmazlıkların barışçı yollarla çözülmesi (diplomasi, siyâsî hakem ve yargı yoluyla çözer), savaş ve tarafsızlık gibi devletlerarası problemlerdir.

DEVLETLEŞTİRME

Alm. Verstaatlichung (f), Fr. Nationalisation (f), İng. Nationalisation. Ticârî, sınâî, ulaştırma vs. gibi iktisâdî kuruluşun devlet mülkiyetine geçirilmesi. Devletleştirme olabilmesi için, bu kuruluşun daha evvel özel teşebbüs elinde olması gerekir. Devletleştirme ile millîleştirme iki ayrı ekonomik ve hukûkî terimdir. Millîleştirmede teşebbüsün sâhibi yabancı bir kişi veya onların şirketleridir. Devletin kendisi veya vatandaşların bunu kendi mülkiyetlerine almaları millîleştirmedir.

Kamulaştırma ise özel mülkiyette bulunan gayri menkullerin devlet tarafından alınmasını ifâde eder.

Devletleştirme başlıca, rejim değişikliği sosyalizm, devletçilik gibi sebeplerle yapılır. Öte yandan özel kesimin kârlı bir şekilde çalıştıramadığı, gerekli yatırımları gerçekleştiremediği temel endüstrilerle, birinci derecede kamu yararını ilgilendiren ulaştırma, haberleşme ve enerji tesisleri de, tabiî tekel meydana getirebilecekleri için devlet mülkiyetine geçirilir. Kamulaştırmada dâimâ bir gayri menkulün mülkiyetinin bir kamu tüzel kişisine geçmesi sözkonusu olduğu hâlde, devletleştirmede bir hizmetin özel teşebbüsün elinden alınarak bir kamu tüzel kişisi tarafından yerine getirilmesi söz konusudur.

1982 Anayasasının devletleştirme ile ilgili maddesi aynen şöyledir:

“Kamu hizmeti niteliği taşıyan özel teşebbüsler, kamu yararının zorunlu kıldığı hâllerde devletleştirilebilir. Devletleştirme gerçek karşılığı üzerinden yapılır. Gerçek karşılığın hesaplanma tarzı ve usûlleri kânunla düzenlenir” (mad. 47).

DEVLETŞAH (Alâüddevle Bahtişah Gâzi Semerkandî)

On beşinci yüzyılın en ünlü edebiyat târihçisi. 1431 senesinde Semerkand’da doğdu. Emir Alâüddevle’nin oğludur. Asil bir Türk âilesindendir. Önce Şahruh’un sonra da Ebü’l-Kâsım Bâbur’un yanında bulundu. Ömrünü Timur Hana bağlı beylerin saraylarında geçirdi. 1495 senesinde vefât etti. Horasan’ın asilzâdelerinden olan Devletşah, ilim tahsiline elli yaşından sonra başlamasına rağmen, akranları arasında ilim, fazîlet ve kanâatiyle tanındı. Hayâtının bâzı zamanları sıkıntı içinde geçti. Dâimâ ârif ve şâirlerle düşüp kalkmış ve zamânını  dîvân, târih ve siyer kitaplarını okumakla geçirmiştir.

Tezkiret-üş-Şuarâ isimli eserini Sâhib Kıran Sultan adına 1487 yılında yazmıştır. On Arap şâirine âit bir mukaddime, 143 İran şâirini anlatan yedi tabaka ile Herat Sarayına âit altı büyük şahsiyeti ihtivâ eden tezkire, Hüseyin Baykara’ya yer ayrılan bir hâtimeden meydana gelmektedir. Seçme şâirlerin hayatları ve şiirlerinden parçalar bulunan eseri, kendisinden sonra gelen Türk ve İran tezkirecilerine örnek olmuştur. Anlatım ve plân yönünden olduğu gibi, aldığı seçme parçalar bakımından da önemlidir.

Tezkire’nin çeşitli yerlerde yazma nüshaları bulunmaktadır. İlk defâ Bombay’da 1887/88 (H. 1305) senesinde taşbasması olarak yayımlandı.

Tezkiresinden başka şâirlerin hayâtını anlatan birçok risâle ve kitâbı da bulunmaktadır. Tezkire ilk defa Türkçeye Sultan İkinci Mahmud devrinde Süleymân Fehim tarafından tercüme edilmiş ve 1843 yılında basılmıştır. İkinci olarak Necâtî Lugal tercüme etmiştir ve eser MEB yayınları arasında iki cilt hâlinde neşredilmiştir (1. cilt 1963, 2. cilt 1967).

DEVLİK HASTALIĞI

(Bkz. Jigantizm)

DEVŞİRME

Saray hizmetleriyle, Bostancı Ocağı ve Yeniçeri Ocağında istihdâm edilmek üzere Osmanlı Devletinin Hıristiyan halkından topladığı çocuklara verilen isim.

Orhan Gâzi devrinde, yalnız Türklerden teşkil  edilen Osmanlı ordusunun kâfî gelmemesiyle, harpte ele geçirilen güçlü ve kuvvetli esirlerden, faydalanma yoluna gidilmiştir. Böylelikle “Pençik Oğlanı” denilen ve her beş esirden birinin alınması yoluyla bir ordu teşkil edilmiştir. Sultan Birinci Murad zamânında Pençik Oğlanı teşkilâtı bir kânuna bağlanarak, Gelibolu’da Acemi Ocağı kuruldu. Böylece Kapıkulu Ocağının temelleri atılmış oldu.

Acemi Ocağı teşkilâtı daha sonraları ihtiyâç nisbetinde genişletildi ve yeni kânunlarla daha mükemmel bir hâle kondu. Fütûhâtın ilerlemesi üzerine bir taraftan askere olan ihtiyâç, diğer taraftan siyâsî hâdiseler netîcesinde ordu mevcûdunun azalması Pençik Oğlanından başka Devşirme ismiyle Osmanlıların Rumeli’deki topraklarında bulunan Hıristiyan tebaadan ocağa yeniçeri namzedi olarak efrâd alınmasını gerektirdi. Bu sûretle Hıristiyan tebaa evlâdından asker devşirmek için bir Devşirme Kânunu yapıldı. Bu yeni kânunla baştan başa gayri müslim olan Rumeli halkı yavaş yavaş Müslümanlaştırılacak, böylece Müslüman olmuş askerle Türk ordusu kuvvetlenecekti. İki yönlü faydası olan Devşirme Kânunu artık eski ehemmiyetini kaybeden Pençik Kânunuyla asker alınmasının yerine geçmiş, kuvvetli ve sürekli olarak iki buçuk asır devâm etmiştir.

Devşirme işiyle birinci derecede Yeniçeri Ağası alâkadârdı. Ağa gerek Acemi Ocağı ve gerek diğer hizmetlerdeki acemilerle Türk çiftçilerinin hizmetlerinde bulunan acemileri göz önünde bulundururdu. Yeniçeri Ocağına Acemi Oğlanı verilmesi ve Acemi Ocağına oğlan alınması hep onun tezkiresiyle olurdu. Bunun için devşirmeye lüzum hâsıl olunca, Yeniçeri Ağası bir arîza ile dîvâna mürâcaat ederek ihtiyâç miktarını gösterirdi. Bunun üzerine kânun gereği Osmanlı ülkesindeki muhtelif mıntıkalara memurlar sevk olunarak sancakbeyleri, kâdılar, topraklı süvârî ve zeâmet sâhiplerinin de yardımlarıyla acemi efrat devşirilirdi. Devşirme için ocak tarafından bir emin ile bir memur tâyin olunması kânundu. Başka yerden olamazdı.

Devşirme memuru vazîfesinde tamâmen serbestti. O tâyin olunduğu mıntıkada her bir kâdılığı, yâni kazâları gezip görerek, kânûnî vasıfları hâiz olmak şartıyla, sekiz-on ve on dört yaş arasında kırk hânede bir oğlan hesâbı üzere çocuk devşirirdi. Devşirme memuru bu çocukları alırken kâdılar, sipâhîler veya vekilleri ve köy kethüdâları da hazır bulunurlar ve bir sûistimal olmamasına dikkat ederlerdi. Devşirilen çocuğun köyü, kazâsı, sancağı, baba ve anasının ve sipâhisinin isimleri, doğum târihi ve bütün özellikleri bir deftere yazılır ve bu defter iki nüsha olarak biri devşirme memurunda bulunur diğeri de çocukları sevk eden sürücüye verilirdi.

Kânun üzere Hıristiyan çocukların en asil olanları seçilirdi. İki çocuğu olanın biri ve birkaç çocuğu olanın müsâit olan en sıhhatlisi ve yakışıklısı seçilirdi. Bir oğlu olanın çocuğu alınmaz, babasının hizmetine bırakılırdı. Alınacak çocukların orta boylu olmasına dikkat edilirdi. Anası ve babası ölmüş çocuklar terbiyesi noksan ve aç gözlü olacağı düşüncesiyle, devşirmeye müsâade edilmezdi. Sığırtmaç ve çoban oğullarıyla genç sığırtmaç ve çobanlar, kel ve köse olanların da alınmamaları kânundu.

Devşirilen çocuklar yüzer, yüz ellişer, iki yüz veya daha fazla gruplar hâlinde, muhâfızların nezâretleri altında hükûmet merkezine sevk edilirlerdi. Bunların yollardan kaçmamaları ve değiştirilmemeleri için sıkı tedbirler alınırdı. Devşirmeler devlet merkezine gelince iki, üç gün istirâhat ettirilir, daha sonra yeniçeri ağası tarafından sarayda görev yapacaklarla kapıkulu ve bostancı ocağına gidecekler seçilir ve pâdişâha arz edilirdi.

Devşirme Kânunu bilhassa 17. yüzyılın başından îtibâren Hıristiyan çocuklarının gerekli tetkik ve muâyeneler yapılmadan alınmaları, tutulması gerekli olan eşkâl defterine pek ehemmiyet verilmemesi üzerine bozulmaya başlamıştır. Bu durum Yeniçeri Ocağına devşirme efrâdının alınmasından vaz geçilmesine yol açmıştır. On sekizinci yüzyıl başlarında yalnız Bostancı Ocağı için 1000 devşirme toplanmışken, aynı yüzyılın ortalarında devşirme usûlü kesin olarak bırakılmıştır.

DEYLEMÎ

On birinci yüzyılda yetişmiş büyük hadis âlimi ve târihçi. İsmi Şireveyh bin Şehrdâr bin Şireveyh ed-Deylemî el-Hemedânî, künyesi Ebû Şücâ’dır. Soyu, Esved-i Ansî’yi öldüren sahâbî Fîrûz Deylemî’ye ulaştığı için Deylemî diye meşhur olmuştur. Aslen Hemedanlıdır. 1053 (H. 445) senesinde doğdu. 1115 (H. 509) senesinde vefât etti.

Hadis öğrenmek ve dinlemek için, Hemedan, Bağdat, Kazvin ve İsfehan gibi zamânının ilim merkezlerine gitti. Ebü’l-Fadl Muhammed bin Osmân el- Kümesânî, Yûsuf bin Muhammed el-Müstemlî, Ebül’-Ferec Ali bin Muhammed bin Ali el-Cerîrî el-Becelî, Ahmed bin Îsâ bin Abbâd ed-Dîneverî, Ebû Mansûr Abdülbâki bin Ali el-Attâr, Ebü’l-Kâsım bin el-Bûrî, Ebû Amr bin Mende gibi pekçok âlimden ilim öğrenip, hadîs-i şerîf dinledi. Kendisinden de; oğlu Şehrdâr, Muhammed bin Fadl el-İsferâinî, Hâfız Ebû Mûsâ el-Medînî, Hâfız Ebü’l-Alâ Ahmed bin Hasan bin Ahmed el Attâr, Muhammed bin Ebi’l-Kâsım es-Sâvî, Ebü’l-Fütûh et-Tâî gibi birçok âlim ilim öğrendi ve hadîs-i şerîf dinledi. Talebe yetiştirip, kıymetli eserler yazdı. 1115 (H. 445) senesinde vefât etti. Müsned-i Deylemî diye de meşhur olan Firdevs-ül-Ahyâr adlı eserinde rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzıları şunlardır:

Ümmetimden günâhları çok olanlara şefâat edeceğim.

Kur’ân-ı kerîmin başka sözlere üstünlüğü, Allahü teâlânın yaratılmışlara olan üstünlüğü gibidir.

Namazı ilk vaktinde kılmanın, namazı son vaktinde kılmaya üstünlüğü, âhiretin dünyâya üstünlüğü gibidir.

Toplu olarak yemek yiyiniz. Ayrı ayrı yemeyiniz. Zîrâ toplulukta bereket vardır.

Cumâ günlerinde öyle bir an vardır ki, mü’minin o anda ettiği duâ reddolunmaz.

Eserleri: Deylemî’nin yazdığı eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) Târih-i Hemedân, 2) Firdevs-ül-Ahyâr: İçinde on bin hadîs-i şerîf vardır. Bu eseri oğlu Şehrdâr yeniden tanzim edip kısaltmıştır. 1990’da neşr edilmiştir. 3) Riyâd-ül-Üns li-Ukalâ-il-Üns fî Mârifeti Ahvâli Nebî, 4) Târîh-ul- Hulefâ.

DEZENFEKSİYON

Alm. Desinfektion, Fr. Desinfection, İng. Disinfection. Hastalık yapıcı mikroorganizmaların, insan vücûdunun dışında fiziksel ve kimyasal metodlarla öldürülmeleri işlemi. Dezenfeksiyon yapmaktan maksat, bütün mikroorganizmaların öldürülmesi değil, sâdece hastalıklara yol açanlarının öldürülmesidir. Bütün mikroorganizmaların öldürülmesi işlemine ise, sterilizasyon ismi verilmektedir.

Dezenfeksiyon işlemi; hastalık kaynakları olan insan ve hayvanların vücutlarından çıkan ve içlerinde hastalık yapıcı mikroplar bulunan bütün boşaltım ve salgı maddelerine, bunlarla bulaşmış çamaşır, elbise, eşya ve diğer malzemeye, bu mikroplarla kirlenmiş veya kirlenmiş olması ihtimâlibulunan ellere, yenilen, içilen maddelere ve bunlarla ilgili kaplara, gerekiyorsa hastanın yattığı odaya ve içindeki eşyâlara da uygulanır.

Dezenfeksiyon, bu işi ne gâye ile yapılacağını ve nasıl yapacağını bilen, bunları her hastalığın özelliklerine göre ayarlamasını öğrenmiş ve yetiştirilmiş personel tarafından yapılmalı; gerektiğinde uygulamak için lüzumlu malzeme ve vâsıtalar da el altında bulundurulmalıdır.

Bu işlem, hastalık kaynağının vücudundan çıkan zararlı mikropların çeşitli yollarla, sağlam kişilere bulaşmasını önleyen mühim bir engeldir. Bunun için dezenfeksiyon pratikte; günlük (yâni devamlı) ve nihâî (yâni son) olmak üzere iki şekilde uygulanır.

Günlük dezenfeksiyon: Bulaşıcı hastalığa yakalanmış olanların hastalıklarının devam ettiği ve dışarıya mikropları çıkarttıkları sürece, mikropları taşıyan her türlü salgı ve boşaltım maddelerinin, bunlar ile bulaşmış, kirlenmiş olan çamaşır, eşyâ ve diğer malzemelerin günü gününe dezenfeksiyonudur. Mikropların, hasta vücudundan dışarıya çıkar çıkmaz ve çevreye yayılmadan öldürülmesinden ibâret olan bu usûl, bulaşıcı hastalıkların önlenmesinde alınacak tedbirlerin en etkilisidir. Tifo, kolera, dizanteri, çocuk felci gibi dışardaki cansız vasıtalara da bulaşarak sağlamlara geçen hastalıklarda, hastalığı önlemenin temelini teşkil ettiği gibi, mikropları dayanıklı olması sebebiyle hem direkt, hem de dolaylı olarak bulaşan verem, difteri, çiçek, uyuz, kel için de çok mühimdir.

Son dezenfeksiyon: Hasta iyileştikten veya başka bir yere taşındıktan veya öldükten sonra hastalığı esnâsında bulaştırmış olduğu eşyâlara, gerekiyorsa odaya ve içindeki eşyâya son defâ uygulanan dezenfeksiyondur. Bu işlem özellikle, mikropları uzun süre çevre şartlarına dayanıklı olan verem, difteri, çiçek, menenjit gibi hastalıklar için önem arz eder.

Dezenfeksiyon işlemini ikiye ayırarak inceleyebiliriz:

1. Fizikî usûllerle dezenfeksiyon:

a) Kuru ısı:

Yakıp kül etmek: Kirli pansuman malzemelerine, çöplere vs. uygulanır. Alevden geçirmek: Düz ve pürüzsüz cam ve mâdenî eşya için uygulanır. Isıtılmış kuru hava: 160°- 180° de bozulmayan, cam ve mâdenî eşyâlar için uygundur. Etüvlerde yapılır.

b) Nemli ısı:

Kaynatma: 100°C’de 15-20 dakika kâfidir. Eşyanın suya tamâmen batmış olması lâzımdır. Suya soda veya tuz ilâvesi ile ısının 100°C’nin üzerine çıkartılması da mümkündür. Bu usûlle kaynamasına mahzur olmayan malzemeler dezenfekte edilir.

Pastörizasyon: Likit haldeki besin maddeleri için uygundur. Yüksek ısıda kısa süre bekletip, hemen soğutarak uygulanır. Özel cihazları vardır.

Buhar: Dezenfekte edilecek malzemelere havası boşaltılmış bir ortamda 100°C’nin üstünde hareket hâlindeki su buharı tatbik etmek sûretiyle yapılır. Bunun için Koch kazanları kullanılır. Basınçlı veya basınçsız uygulanabilir, ama basınçlı buhar daha emniyetlidir.

c) Işık:

Güneş ışınlarının dezenfektan tesirinden faydalanmak için halı ve benzeri eşyalar açık havada güneş ışınlarına arz edilebilir. Güneş, sayısız faydalarının yanısıra, tabiî bir dezenfeksiyon kaynağı olarak Allahü teâlâ tarafından insanların hizmetine sunulmuştur. Atalarımızın “Güneş girmeyen eve hekim girer!” sözü bu gerçeği anlatmaktadır. Sun’î olarak da güneşin saçtığı ışınlardan olan ultraviole ışınlarını yayan cihazlarla, ameliyathanelerin, hasta odalarının, toplantı ve konferans salonlarının havası dezenfekte edilebilir.

2. Kimyâsal maddelerle dezenfeksiyon:İyi bir dezenfektan madde; mikropları öldürebilmeli, suda eriyebilmeli, insanlara zararlı olmamalı, nüfuz kâbiliyeti fazla olmalı, tesiri sâbit olmalıdır. Kimyâsal dezenfektanlar kâfi miktarda, tekniğine ve tatbik süresine uygun olarak kullanılmalıdırlar.

Çeşitli kimyâsal maddeler şu şekilde uygulanırlar: Dezenfekte edilecek eşyâ ve malzemenin dezenfektan sıvılar içerisine batırılması; dezenfekte edilecek yüzeylere bu maddelerin bir tabaka hâlinde sürülmesi; dezenfektan sıvıların püskürtülmesi. Bütün bu işlemlerin etkili olabilmesi için dezenfektanların temizlenecek yer veya eşyâ ile en azından iki saat temâs etmesi şarttır.

DIHYE-İ KELBÎ

Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ve sîmâ olarak en güzellerinden. İsmi, Dıhye bin Halîfe olup, Dıhye-i Kelbî diye meşhur olmuştur. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. 670 (H.50) senesinde Şam’da vefât etti.

Dıhye-i Kelbî çok zengindi. Bir kabîlenin de reisiydi. Müslüman olmadan önce de Resûlullah efendimizi severdi. Ticâret için Medîne’den ayrılıp, her dönüşünde Peygamber efendimizi ziyâret eder ve hediyeler getirirdi. Fakat Sevgili Peygamberimiz bunlara kıymet vermez; “Yâ Dıhye! Eğer beni memnun etmek istiyorsan îmân et. Cehennem ateşinden kurtul!” buyururdu.

Dıhye ise, zamânı olduğunu söylerdi. Bedr Savaşından sonra, bir gün Cebrâil aleyhisselâm gelip Dıhye’nin îmân edeceğini haber verdi. Îmân etmek için Peygamber efendimizin huzûruna girince, Resûlullah efendimiz, üzerindeki hırkasını Dıhye’nin oturması için yere serdi. Dıhye (radıyallahü anh), Peygamber efendimize hürmeten Hırka-i saâdeti kaldırıp yüzüne gözüne sürdü ve Kelime-i şehâdet getirip, Müslüman oldu. Cebrâil aleyhisselâm, Resûlullah efendimize çok defâ Dıhye-î Kelbî sûretinde gelirdi.

Dıhye-i Kelbî Rumcayı iyi bilirdi. 628 (H. 6) senesinde Peygamber efendimiz Dıhye-i Kelbî’yi Rum imparatoru Herakliüs’e, İslâma dâvet için elçi olarak gönderdi. Herakliüs Müslüman olmak istediyse de makam sevgisi ve ölüm korkusu sebebiyle îmân etmedi. Fakat Dıhye-i Kelbî’ye birbirinden kıymetli hediyeler verdi. Peygamber efendimize de bir mektup gönderdi. Dıhye-i Kelbî, Medîne-i münevvereye gelince, evine uğramadan Resûlullah efendimizin huzûruna girdi, başından geçenleri anlattı. Peygamber efendimiz Herakliüs’ün mektubunu okudu ve; “Onun için bir müddet daha (saltanatta) kalmak vardır. Mektubum yanlarında kaldıkça onların saltanatı devâm edecektir.” buyurdu. Herakliüs, mektubunda îmân ettiğini yazmış ise de, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz; “Yalan söylüyor. Dîninden dönmemiştir.” buyurdu.

Dıhye-i Kelbî Resûlullah efendimizin Bedr Savaşı hâricindeki bütün savaşlarına katıldı. Hazret-i Ebû Bekir’in halîfeliği zamânında Sûriye Seferinde, hazret-i Ömer zamânında Yermük Savaşında bulundu. Şam Seferine katıldı. Şam’ın fethinden sonra oraya yerleşti ve Muzze’de oturdu. Hazret-i Muâviye zamânında Şam’da 670 senesinde vefât etti.

DIMAŞK ATABEGLİĞİ (Tugteginliler)

Sûriye Selçuklularının ortadan kalkmasından sonra, Dımaşk yâni Şam’da kurulan hânedânlık. Atabeg Emir Zahîreddîn Tugtegin’in kurduğu bu hânedânlığa kurucusunun adından dolayı Tugteginliler de denir.

Sultan Alparslan’ın oğlu olan Tâcüddevle Tutuş, babasının vefâtından sonra Sûriye Melikliğine tâyin edilmişti. Tutuş, komutan Atsız Beyin de hizmetleri ile Fâtımîleri bölgeden çıkardı. Güney ve kuzey Sûriye’ye hâkim oldu. Ağabeyi Melikşâh’ın vefât ettiği 1093 yılında, hizmetinde bulunan Tugtegin’le birlikte Diyarbakır’a gitti. Tutuş orada Tugtegin’i oğlu Dukak’a Atabeg tâyin ederek, Meyyâfârikîn (Silvan) Vâliliğine gönderdi. 1095 yılında Sultan Berkyaruk ile Tutuş arasında yapılan savaşta Tutuş öldürüldü. Tugtegin esir düştü. Daha sonra yapılan esir mübâdelesinde serbest bırakıldı. Bu sırada Tutuş’un oğlu Dukak da Dımaşk’ta hükümdarlığını ilân etti.

Tugtegin Dımaşk’a (Şam’a) gelince, halkın ve idârecilerin sevgi gösterileri ile karşılandı. Kendisine ordu komutanlığı verildi. Melik Dukak’ın annesi Safvet-ül-Mülk Hâtunla evlenince, Melik Dukak dahi onun sözünden çıkmaz oldu. Bu sıralarda Haleb Melîki Rıdvan ile kardeşi Dımaşk Melîki Dukak arasında, bâzı hırslı emîrlerin kışkırtması sonucu mücâdele başladı. İki kardeş arasındaki mücâdeleden istifâde eden Şiî Fâtımîler, Kudüs’ü ele geçirdiler. Çok geçmeden Anadolu’ya giren Haçlı kuvvetleri de Sûriye topraklarına kadar ilerlediler. Ağır bir mîde rahatsızlığından muzdarip olan Melik Dukak, Tugtegin’i bir buçuk yaşındaki oğlu Tutuş’a Atabeg tâyin ettikten bir süre sonra, 1104 yılında vefât etti. Tugtegin idâreyi ele aldı. Dukak’ın oğlunun ölmesi, onun işini daha da kolaylaştırdı.

Tugtegin, önce aleyhinde çalışanları Şam’dan uzaklaştırdı. Sonra da bölgedeki muhâliflerini itâate mecbur etti. İçte durumunu sağlamlaştırdıktan sonra, Haçlılarla mücâdeleye başladı. 1105 senesinde Haçlıların elinde bulunan Rafeniyye’yi fethetti. 1108 senesinde Taberiyye üzerine yürüdü ve Haçlılarla yaptığı savaşta onları hezîmete uğrattı. Kudüs Kralı Birinci Baudouin, bu zaferden sonra, Tugtegin’e antlaşma teklifinde bulundu. İki taraf arasında yapılan  ve on sene süreyle geçerli olan bu antlaşma, daha çok mâlî ve ticârî konuları ihtivâ etmekteydi. Fakat bu antlaşma, 1113 senesine kadar devâm etti. Daha sonra Haçlılar Sûriye’de büyük başarılar kazandılar.

1113 senesinde Musul, Sincar ve Artuklu askerlerinden müteşekkil Selçuklu ordusu, Emîr Mevdûd komutasında Tugtegin’e yardım etmek için Hıms şehrinin kuzeyine geldi. Tugtegin ile Emir Mevdûd arasında yapılan görüşmeler sonucu, Kudüs Krallığı üzerine yürünmesine karar verildi. Türk kuvvetlerinin üzerine geldiğini ve onlarla tek başına savaşamayacağını  gören kral, Antakya ve Trablus’dan yardım istedi. Türk kuvvetlerinin âni baskını ve üst üste taarruzları sonunda, Haçlılar ağır bir yenilgiye uğradılar. Bütün savaş ağırlıklarını bırakarak Taberiyye’ye çekildiler. Ele geçen ganîmetlerin bir kısmı, zafer armağanı olarak Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar’a gönderildi.

Atabeg Tugtegin bundan sonra, Selçuklu sultânının emriyle Haçlılara karşı birçok başarılı seferler yaptı. İlgâzî ve Dilmaçoğlu Toğan Arslan’la birleşerek, 1119 yılında Ensârib ve Zerdâna kalelerini fethetti. Tugtegin ve İlgâzî 1120 senesinde Haçlılar ile Tell-Dànis’te karşılaştılar. Küçük çaptaki çarpışmalardan sonra, Haçlılar geri çekildi. Bu kadar başarılar elde etmesine rağmen Fâtımîlerin idâresindeki Sûr şehrinin 1124 senesinde Haçlıların eline geçmesine mâni olamadı. Ertesi sene Musul Atabegi Aksungur Porsûkî, Haçlılara karşı harekete geçerek, Tugtegin’den yardım istedi.  Tugtegin’in de katıldığı Selçuklu kuvvetleri, 1125 senesi Mayıs ayında El-Azâz’da Haçlılarla karşılaştı. Haçlıların kazandığı muhârebede her iki taraf da ağır kayıplar verdi. Haçlılar ile başarılı mücâdeleler yapan Atabeg Tugtegin, 1128 senesi Şubat ayının on ikisinde Şam’da vefât etti.

Tugtegin’in yerine oğlu Böri geçti. Böri, gençliğinden îtibâren atabegliğin çeşitli merkezlerinde değişik vazîfelerde bulunmuştu. Böri Tegin zamânında Dımaşk’ı tehdid eden en önemli meselelerden biri, Bâtınîler idi. Tugtegin zamânında da vezir olan Tâhir el-Merdeganî, Bâtınîler ile işbirliği yapıyordu. Dımaşk’ta bulunan Bâtınîlerin  şehrin kapılarını açmak ve karşılığında da Sûr’u almak için Haçlılarla anlaştıklarını haber alan Böri, derhâl harekete geçerek vezîri öldürttü. Daha sonra halkın da katılmasıyla şehirde Bâtınî temizliği başlattı. Altı binle yirmi bin arasında Bâtınî öldürüldü. Bu karışıklıklardan faydalanmak isteyen Kudüs kralının idâresindeki bir Haçlı ordusu, Dımaşk üzerine yürüyünce, Böri hızla harekete geçerek, yiyecek bulmak için ordudan ayrılmış olan Haçlı birliğini ağır bir yenilgiye  uğrattı. Kışın yaklaşması ve yenilmeleri, Haçlıları, Dımaşk’ı kuşatmaktan alıkoydu.

Böri zamânında, Dımaşk Atabegliğini tehdid eden diğer bir tehlike ise, Musul Atabegi İmâdeddîn Zengi idi. Zengi, bütün Sûriye’yi kendi idâresi altında toplamak istiyordu. Bir süre sonra bir hîle ile Böri’yi zayıf düşürerek, 1130 senesi Eylül ayının 24’ünde Dımaşk’a bağlı Hama’yı zabtetti. Daha sonra Hıms şehrini muhâsara altına aldı ise de, kışın yaklaşması üzerine Haleb’e döndü. Dımaşk’ta olan olayları unutmayan Bâtınîler, çok sıkı korunmasına rağmen bir fırsatını bularak 1131 senesinde Böri’yi yaraladılar. Böri aldığı yaralar yüzünden 7 Haziran 1132 târihinde vefât etti. Bâtınîleri temizlemekle İslâmiyete büyük hizmet eden Böri, Bâtınîlerin sûikastı ile şehid oldu.

Ölümünden sonra yerine geçen İsmâil, önce Baalbek’e hâkim olan kardeşi Muhammed’i itâati altına aldı. Sonra da Haçlıların eline geçen Bânyâs üzerine yürüyerek, birkaç günlük kuşatmadan sonra şehri ele geçirdi. Musul Atabegliği’nin, Haçlılar ve Abbâsî halîfesi ile olan mücâdelelerinden faydalanan İsmâil, gizlice yaptığı hazırlıklar sonunda Hama üzerine yürüdü ve daha önce Zengi’nin hâkimiyeti altına giren bu şehri 7 Ağustos 1133 târihinde geri aldı. Ardından Şeyzer’i kuşattı ise de verilen büyük haraç karşılığında kuşatmayı kaldırdı. Onun bu başarıları Haçlıları harekete geçirdi. Kudüs Kralı Fulk, 1134 senesinde Havran’ı zaptetti. Buna karşılık İsmâil, Haçlı idâresindeki şehirlere akınlar düzenledi. Başarılarına rağmen İsmâil halka kötü davrandığı ve ağır vergiler koyduğu için, öldürüleceği korkusuna kapıldı ve Musul Hâkimi Atabeg Zengi’ye başvurarak şehri teslim etmek istedi. Durumdan haberdâr olan asker ve halk, buna karşı çıktı ve 1 Şubat 1135 târihinde, İsmâil öldürüldü.

İsmâil’in yerine kardeşi Şihâbeddîn Mahmud geçti. Zengi, İsmâil’in mektubu üzerine Dımaşk önlerine gelerek, şehri kuşattı. Fakat kuşatmanın ve beklemenin bir faydası yoktu. Tarafların görüşmesi ve halîfenin, Zengi’den Musul’a dönmesini istemesi üzerine anlaşma yapıldı. Zengi’nin Dımeşk’ten ayrılmasından sonra, antlaşma şartları yerine getirilmedi. Atabeg Zengi’den korkan Hıms Vâlisi Humartaş, şehri 1135 senesi Aralık ayının otuzunda Şihâbeddîn Mahmud’a teslim etti. Atabeg Zengî, bir süre sonra Hıms önlerine gelip, şehri kuşattı. Ancak buranın kolay kolay ele geçirilemeyeceğini anlayarak, Mahmud ile antlaşma yapıp, 1137 yılında kuşatmayı kaldırdı. 1139 senesinde Mahmud, Bânyâs havâlisini yağmalayan Haçlılar üzerine yürüdü. Aynı sene Dımaşk’e dönen Mahmud, 23 Haziranda kendi adamları tarafından öldürüldü. Mahmud’un öldürülmesinden sonra, atabegliğin kudretli emirlerinden Muîneddîn Üner’in desteği ile Mahmud’un kardeşi Cemâleddîn Muhammed başa geçti. Muhammed’in kardeşi Behram Şâh, Zengî’nin yanına kaçtı ve onu ülkesi üzerine tahrik etti. Zengî bu fırsatları hakkıyla değerlendirdi ve iki aya yakın bir kuşatmadan sonra 1139 senesi Ekim ayının 10’unda Baalbek’i ele geçirdi. Dımaşk üzerine yürüdü ise de zaptetmeye muvaffak olamadı. Cemâleddîn Muhammed ise 29 Mart 1140 târihinde yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak öldü.

Muhammed’in yerine oğlu Mucireddîn Abak başa geçti. Ancak atabegliğin bütün gücü, Muhammed’in annesi ile evlenen Vezir Üner’in elinde idi. Vezir Üner, Emir Zengî’nin ölümünden faydalanarak Musul Atabegliğinin idâresinde olan Baalbek’i ele geçirdi. Daha sonra Haleb Atabegi Nûreddîn Muhmud’un yardımı ile Busra ve Serhat şehirlerini zaptetti. Yine Haleb Atabegi Nûreddîn Mahmud ile berâber Haçlılara karşı taarruza geçerek El-Arima Kalesini ele geçirdiler. Devlete başarılı şekilde hizmet eden Vezir Üner, 19 Ağustos 1149 târihinde ölünce, Abak bütün yetkileri eline aldı. Bu arada aleyhine birçok isyânlar patlak verdi ise de duruma hâkim oldu. Bundan sonra Haleb Atabegi Nûreddîn Mahmud, Dımaşk’ı ele geçirmeye çalıştı. 1150 ve 1151 senelerinde şehri iki defâ kuşattı ise de başarılı olamadı. Nihâyet Nûreddîn Mahmud 26 Nisan 1154 târihinde şehri ele geçirerek Dımaşk Atabegliğine son verdi. Atabeglik’in son hükümdârı olan Abak ise 1169 senesinde Bağdat’ta öldü.

Kültür ve medeniyet: Selçuklu devlet teşkilâtına benzer bir teşkilâtla yönetilen Dımaşk Atabegliği emirleri, başkent Dımaşk’ta mescitler, medreseler, hastâneler ve hamamlar inşâ ettirdiler. Yeni mahalleler ve îmâlât bölgeleri kurdular, su kanalları yaptırdılar. Dımaşk’ın ilk hastânesi olan Dârüşşifâ, Melik Dukak zamânında yaptırıldı. Safvet-ül-Mülk Hâtunun yaptırdığı mescit, Mescid-i Hâtun-ı Zümrüd olarak bilinmektedir.

Tugteginliler devrinde Dımaşk, Sûriye’nin kültür merkeziydi. Çevre ülkelerden birçok ilim adamı buraya geldi. Dımaşk’taki medreselerde dînî ilimlerin yanında fen ilimleri de okutulmaktaydı. Sadırıyye, Eminiyye, El-Medreset-ül-Muiniyye, Medreset-ül-Hâtuniyye ve Caruhiyye Medresesi, bu devirde yapılan ilim yuvaları arasındaydı.

Şeyh Burhâneddîn Ebü’l-Hasan, Ali el-Belhî, Şeyh Şeref-ül-İslâm Abdülvâhid, Necmeddîn eş-Şîrâzî, Zeynüddîn el-Fattalî, Cemâleddîn İbn-ül-Müslim es-Sülemî, Kâdı’l-Kudât Müntehibeddîn Ebü’l-Meâlî Muhammed gibi büyük âlimler Tugteginliler zamânındaki belli başlı âlimlerdir. Yine Dımaşk’ta yetişen iki büyük târihçi İbn-i Kalânisî ve İbn-i Asâkir de bu atabeglik zâmanında yetişmiştir.

Tugteginliler, Sûriye’deki deri sanâyiini büyük ölçüde geliştirdiler. Kâğıt îmâli endüstrisinde de büyük gelişme görüldü. Pamuklu ve ipekli kumaşlar ile tahıl ticâretinde mühim gelişmeler oldu.

Dımaşk Atabegleri

Tahta Geçiş Târihi

Zahireddîn Tugtegin

1104

Böri Tugtegin

1128

Şems,ül,Mülûk İsmâil

1132

Cemâleddîn Muhammed

1139

Mücirüddîn Abak

1140