DESTAN
Alm. 1. Erzahlende Versdichtang (f), 2. (Helden-) Epos (n), Fr. Epique İng. Epic. Milletlerin inanç, fazîlet ve millî kahramanlık mâcerâlarının manzum hikâyeleri. Kelime asıl olarak Farsça “dâstân’dan gelmektedir. Türk dilinde destan şeklini alarak, Türkçeleşmiş bu edebî türün dışında, “dillere destan olmak”, tâbirinde görüldüğü gibi, başka mânâ da kazanmıştır. Batı dillerinde târihten önce veya târihin kuruluşu asırlarında söylenmiş efsânelere lejand (legande), daha çok târih devirlerindeki kahramanlar veya kahramanlıklar üstüne söylenmiş efsânelere de epope (epopee) denir. İlâhî dinlerin bozulduğu zamanlarda tanrılar veya tanrılaştırılan insanlar hakkında söylenerek zamanla inanış hâline gelen efsâneye de mitos (mythos) denir. Mitoloji ise, mitosları inceleyen ilmin adıdır. Türkçede bunların hepsine birden destan denir.
Destanlara konu olan millî mâcerâlar çok defâ târihten önceki devirlerde veya târihin kuruluş asırlarında başlar, bâzan târih boyunca devâm eder. Destanların teşekkülünde efsânelerin ve efsâne devirlerinin büyük tesiri olur. Bir masal atmosferinin hâkim olduğu destanların kahramanları arasında tanrılar, tanrıçalar, gün ışığından, su köpüğünden yaratılmış, bir hayvandan veya ağaç kovuğundan meydana gelmiş mukaddes insanlar, olağanüstü mahlûklar, korkunç canavarlar, devler, periler gibi varlıklar bulunur.
Destanlar, gerek târih, gerek fikir ve sanat bakımından büyük değer taşırlar. Târihi aydınlatır, fikir ve sanat eserlerine kaynak olurlar. Bâzı milletlerin hayâtı, târihten önceki zamanlara uzanır. Bunların târihlerinin başlangıcını bulmak mümkün değildir. Destanlar, böyle milletlerin ilk çağlarını bir takım mitolojik menkıbeler hâlinde anlatırlar. Bununla berâber destan, târih demek değildir. Destanlarla gerçek târih arasındaki münâsebeti tesbit için; “Destanlar, halk gözüyle görülen, halk psikolojisiyle duyulan ve halk hayâlinde masallaştırılan târihlerdir.” denilebilir. Ayrıca destan; bir târih kitabı veya târih belgesi olmaktan çok, kökü târihe dayanan, ilhâmını târihten alan bir halk edebiyâtı verimidir.
Destanlarda milletlerin türlü inançları, dinleri, tanrı veya tanrılar karşısındaki davranışları, iyilikleri ve fazîletleri yanında kötülükleri ve ahlâk düşüklükleri, hayâtı, dünyâyı, olayları anlayış, kavrayış ve yorumlama farklılıkları bütün çıplaklığıyla ortaya çıkar. Bu bakımdan milletlerin eski devirlerini tanımada önemli ipuçları verirler.
Daha Eski Yunan devrinden başlayarak destanlarda anlatılan kişi ve olaylar pekçok sanat ve fikir eserine konu olmuştur. Eski Yunan şiiri ve tiyatrosunun belli başlı konusu Yunan mitolojisi ve unsurlarıdır. Bu konular mîlâttan sonraki asırlarda da Lâtin şâiri Seneca (M.S. 1. asır), Fransız şâiri Voltaire (M.S. 18. asır), İtalyan bestekârı Sacehini (1735-1786), Alman şâiri Geothe (1749-1832), Fransız Racine (1639-1699) gibi edebiyâtçılar ve günümüz yazarları tarafından tekrar tekrar ele alındığı gibi, resim, müzik, mîmârî, heykeltraşlık gibi diğer sanat şûbelerinin de vazgeçilmez konularından birisi olmuştur. Yunan mitolojisinde adı geçen tanrı, tanrıça, kral, kraliçe ve diğer kahramanları tasvir için Avrupa milletlerince mîlât başından bu yana, bilhassa rönesans ve sonrasında yapılan tapınak, heykel, tablo ve bestelerin sayısını tesbit imkânsız gibidir. Bu sebeple Eski Yunan ve Roma putperestliğinin temel unsurlarının, Avrupa sanat dünyâsında şaşılacak ölçüde hâkim olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Destanların bir başka önemi de milletlerin büyük işler yapmak için kendilerine güven duymalarında, türlü sosyal ve târihî sebeplerle uzaklaştıkları millî benliklerine dönmelerinde, yeniden büyük millet olarak, hürriyet ve istiklâllerini korumak için kıyam etmelerinde rol oynamalarıdır. Bu bakımdan destanlar millîdir. Bunun tipik misâllerinden birisi İran destan şâiri Firdevsî’nin Şehnâmesi ve bu eserde Farsça ile anlatılan İran-Acem destanı gösterilir. Şehnâme için “Otuz yıldan çok sıkıntı çektim. Fakat bu Farsça ile Acem’i dirilttim.” diyen Firdevsî’den sonra bir kalkınma hamlesine girişen İran dil, kültür ve edebiyâtının kısa zamanda şarkın en büyük klâsiklerinden olduğu bir vâkıadır. Bir başka örnek Almanya’dan verilerek Nibelungen destanı hatırlatılır. On sekizinci yüzyılın ikinci yarısında Grimm ve Schlegel kardeşlerin eski Cermen masallarını karıştırarak Siegfried isimli Alman destan kahramanını halka yeniden tanıtmaları ve sevdirmesiyle başlayan hareket Wagner’in dört bölümlük Nibelungen halkası isimli bir opera bestelemesi ve Bavyera Kralı İkinci Louis’in Bavyera Dağlarından birinde Walhala adıyla sun’î bir Olympos yaptırmasına kadar uzandı. Bütün bu benzeri çalışmaların Alman milletini her yönden harekete geçirip, Almanların büyük bir milliyet ve medeniyet kurmalarında birinci derecede vazîfe gördüğü kabul edilir. Bu açıdan hareketle, İran’da Firdevsî heykeli, rejimlerin değişmesine rağmen, Fars milliyetçiliğinin bir sembolü olarak her zaman ayakta durmaktadır.
Her milletin destanı yoktur. Bir milletin tabiî destanı olabilmesi için o milletin halk hayâlinin efsâneler uydurmaya elverişli bulunduğu en eski ve iptidâî devirlerde yaşamış olması lâzım geldiği gibi, târihinde de unutulmaz tabîat olayları, büyük savaşlar, göçler, istilâlar, yeni coğrafyalarda vatan kuruluşları gibi halk hayat ve hâfızasını nesiller boyu meşgul edecek hâdiseler bulunmalıdır. Çünkü târih öncesi çağlar, acı tatlı bütün gerçeklerin türlü hayallerle süslenip efsâneleştiği çağlardır.
Destanlar, târih boyunca milletlerin halk şâirleri tarafından gerek dil, gerek nazım yapısı bakımından önce iptidâî terennümler hâlinde söylendi. Destan türküleri, halk arasında yayılıp söylenirken yeni ilâvelerle zenginleşip büyüyerek bir tek şâirin değil, bütün bir milletin ortak eseri hâline geldi. Her yeni ağız, her yeni hayâl, destanlara yalnız vak’a olarak değil, dil ve söyleyiş bakımından da gittikçe güzelleşen parçalar kattı. Zaman ilerledikçe destan gelenekleri zenginleşen milletlerin aydınları arasında büyük destan şâirleri yetişti. Bunlar halk hâfızasında derin izler bırakan destan şiirlerini toplayıp, asıllarına sâdık kalarak dil ve üslup güzellikleri içinde bir bütün hâlinde söylerler. Böylece milletlerin efsânevî târihî mânâsında millî destanları ortaya çıkar. Esâsen millî destanlar, destan devirleri geçtikten sonraki devirlerinde millî mâzilere karşı uyanan derin sevgi ve özleyiş çağlarında yazılır. Yine böyle çağlarda böyle sebeplerle toplanır. Eski Yunanlıların Homeros’u, İranlıların Firdevsî’si millî destan şâirlerinin en tipik misâllerindendir. Türklerin bütün destanlarını toplayarak onları tek bir destan hâline getirecek bir destan şâiri henüz çıkmamıştır. Türk târihinin akışı da dikkate alınarak denilebilir ki: “Türkler, destan devri yaşamaktan, yeni destanlar söylemekten, eski destanları derleyip toplamaya vakit bulamamışlardır.” Bu yüzden ele geçen destan parçaları bir bütünlük göstermezler.
Türk destanları, İslâmiyetten önce ve sonra olmak üzere iki büyük kısımda toplanır. Bu destanların bir kısmı halk dilinde yaşayan destanların derlenip toplanmasıyla elde edilmiş, bâzılarına eski Çin kaynaklarında, Arap, İran târih ve edebiyâtına âit el yazması eserlerde rastlanmıştır. Türk destanlarının pek çoğu teşekkül ettikleri târihten sonra yazıya geçirilmiştir. Ancak destanlar, halk dilinde asırlarca yaşayıp yeni vak’alarla birleştiğinden yazıya geçişteki bu gecikmeler bâzan onların lehinde olmuştur. Türk destanları gönülleri asırların vak’aları için çarpmış olan Türklerin duygu, görgü ve hâtıralarıyla süslüdür. Târihin birbirine benzeyen nice kahramanları ve kahramanlık vak’aları bu destanlarla birbiriyle kaynaşmış ve târih içinde Türk fazîlet ve kahramanlığını hülâsa eden birer örnek olmuştur.
Türk destanlarını, Türk uluslarının (boylarının) çeşitli coğrafyada ortaya koydukları destanlar olarak ele almak gerekir. Bunlar İslâmiyetten önce ve sonra olmak üzere iki şekilde ortaya çıkmışlardır. Destanlar, istisnâları dışında, daha ziyâde eskiden beri görülen ve bir mîrâs olarak târihe intikâl eden Türk- İran düşmanlığını işlerler. Bunun uzantısı olarak İslâmiyetin kabûlünden sonra bile ortaya çıkar. Osmanlı Devletinin batıya çıktığı her seferde, buna karşı her zaman bir İran-Hıristiyan devletleri ittifakı ile karşılaşılır.
İslâmiyetten önceki destanların başında Saka (Şu), Alp Er Tunga, Afrasyap, Oğuz Kağan gelir. Bunun yanında Dede Korkud Hikâyeleri destânî özellik gösterirler ve İslâmî bir renge bürünmüşlerdir (Bkz. Dede Korkud Hikâyeleri). Göktürk destanları içinde, Gök Börü, Börü, Asena ve Ergenekon destanları vardır. Türeyiş ve Uygur Göç destanları da Uygur Türklerine âittir.
Ayrıca cemiyette ortaya çıkan hâdiseler karşısında ferdî olarak uzun şiirlerin destan olarak ele alındığı görülmektedir. Bu manzûmelere Âşık Sadık’ın Mehrali Bey’i ile Ispartalı Seyrânî’nin Vak’a-i Hayriyye’si örnek gösterilebilir. Bunlar arasında züğürtlüğü, Erzincan depremini, salgın hastalıklarla gelen felâketi konu edinenler de vardır. Hâdiseler herkes tarafından bilinip, duyulduğu için, dillerde dolaşmış ve şuyû bulmuş (yayılmış) olmasıyle de “dillere destan oldu” gibi bir deyimi de kendiliğinden getirmiştir.
Türk destanları da; Saltuk Buğra Han Destânı, Kırgız Türklerinin destanı olan Manas, Cengiznâme, Battalgâzî Destânı gibi destanlardır. Ayrıca Oğuz Destânı’nda, İslâm inancına ve terbiyesine adapte edilmiş bir şekil vardır.
Türk destânlarının hemen hepsinde ışık, ağaç, mâden ve mâden isimleri, bozkurt, kadın, at, su sevgisi, aksaçlı ihtiyarlar, kopuz gibi millî ve bediî unsurlara rastlanır. Ayrıca destanlar eski devirlerde kamlar tarafından kopuzla çalınıp söylenirdi.
İbrâhim Desûkî (Düsûkî) hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Rıfâiyye ve Sühreverdiyye yollarından hırka giyen İbrâhim Desûkî’nin Şâziliyye yoluna da intisâb ettiği (bağlandığı) bildirilmektedir. Dört kutubdan birisi olarak kabul edilen İbrâhim Desûkî’nin Şeyh Ebû Medyen el-Magribî’ye ulaşan bir silsilesi de olduğu göz önüne alınırsa, zamanın meşhur velîleriyle görüşüp sohbet ettiği anlaşılır. Hayatının yirmi senesini doğum yeri olan Aşağı Mısır’daki Desûk kasabasındaki halvethânesinde eser yazmak ve talebe yetiştirmekle geçiren İbrâhim Desûkî, hazret-i Ali’nin mânevî vârislerinden sayılır. Pekçok kerâmet, hal ve cömertliğiyle meşhur olmuştur.
Desûkiyye yolunda tasavvuf yolcusundan İslâmiyete sıkıca uyması, kendisini yetiştiren hocanın telkin ve nasihatlerine bağlı kalması, tasavvuf ile şerîati birlikte götürmesi istenir. Bedeviyye, Şâziliyye ve Rıfâiyye yollarının âdâb ve erkânını birleştirerek kendi usûlünü ortaya koyan Desûkiyye yolunun coşkun ve taşkın bir yönü yoktur.
Desûkiyye yolunun esasları şunlardır:
1) Evrâd ve zikirle meşgul olmak, 2) Nefsin arzu ve isteklerine karşı çıkıp, kapılmamak, 3) Sıkıntılara, belâ ve musibetlere, kaybedilen şeylere üzülmemek, 4) İslâm dininin emirlerini yapıp yasaklarından kaçınmak, tasavvuf yolunun inceliklerine dikkat etmek, 5) Evliyânın güzel ahlâkıyla ahlâklanmak.
Moğol istilâsından sonra ilim merkezlerinden biri hâline gelen Mısır’da ve Kuzey Afrika’da yayılmış olan Desûkiyye’nin silsilesi şöyledir: Muhammed aleyhisselâm, Ali radıyallahü anh, hazret-i Hüseyin, Zeynelâbidîn, Muhammed Bâkır, Câfer es-Sâdık, Mûsâ Kâzım, Ali Rıza, Ma’rûf-ı Kerhî, Sırrî-yı Sekatî, Cüneyd-i Bağdâdî, Ebû Ali Rodbârî, Ebû Ali Kâtib, Ebû Osman Mağribî, Ebü’l-Kâsım Gürgânî, Ebû Bekir Nessâc, Ahmed Gazâlî, Abdülkâdir Sühreverdî, Şihâbüddîn Sühreverdî, İbrâhim Desûkî.
Desûkiyye yolu daha sonra Süyûtiyye, Şernûbiyye, Tâziyye ve Âşûriyye kollarına ayrılarak devam etmiştir.
Alm. Die EntlandungslampenFr. Lampes de desharge İng. Discharge lamps. Son yüzyıl içinde Thomson ve Faraday gibi araştırmacılar bir tüpün iki ucuna bağlı elektrotlara akım verildiğinde çok çeşitli sonuçlar elde etmişlerdir. Bu tüpün havası boşaltılmış ve içinde değişik gazlar vardır. Tüpün içindeki gazın cinsi, basıncı, tüpün biçimi çok çeşitli sonuçlar doğurmuştur. Bu çalışmalar sonucu flüoresan lambalar, neon lambalar (reklâm için), sokak aydınlatma lambaları, flaşlar vb. geliştirilmiştir.
Gazların bulunduğu bir yerden akım geçebilmesi için serbest elektronlar gaz atomlarını iyonlaştırarak lambadan geçen akımın daha rahat akmasını sağlarlar, yâni lamba ısındıkça (çalıştıkça) geçen akım artar. Bunun sonucunda tedbir alınmazsa lamba yanar, ölür. Bu sebeple deşarj lambalarının devrelerine seri olarak uygun değerde bir direnç bağlanır.
Deşarj lambalarının çoğu çalışmak için yüksek gerilim ister. Normal şebeke gerilimi bunu sağlayamadığı için, ya transformatörler ile veya indüksiyon bobini ile gerilim yükseltilir. Neon lambaların ortalama her kısmı için; reklâm için yapılanların ise her harfi için 600 V’luk bir gerilim yeterlidir.
Deşarj lambalarından olan deşarj tüpleri, termoiyonik valflerdir (vakumlu lambalar). Bunların içinde çok düşük basınç ve ikiden, on ikiye kadar ızgara (kontrol üniteleri) bulunabilir. Lambanın görevi bir elektrik devresinden geçen akımı kontrol etmektir. Günümüzde bu lambalar yerlerini transistor gibi yarı iletken elemanlara bırakmıştır.
En çok kullanılan deşarj lambası ise flüoresan lambadır. Bu lambanın iki tarafında ısınınca elektron neşredebilen flaman ve içinde asal gazlar ve civa bulunur. Camının iç tarafına flüoresan maddesi sürülmüştür. Devresinde bir starter bir de balast bulunur. Devresine akım verildiğinde flamanlar, balast ve starter üzerinden akım geçer. Starter ısınıp devreyi keser, bu kesilme sırasında balast üzerinde 300-400 Volt kadar bir gerilim indüklenir. Bu yüksek gerilim lambanın iki flamanına tatbik edilmiştir. Bunun sonucu lamba içindeki gaz ısınır ve civa buharlaşır. Daha sonra flamanlar arası akım akışı başlar. Bu akımın değerini devredeki balast sınırlar. Lambanın içindeki iyonlaşmış gaz, tüpün iç yüzeyine sürülmüş olan flüoresan maddesine çarpar. Bu flüoresan maddesi ısınmış gazın morötesi ışınını bize beyaz ışık olarak çevirir, gösterir.
Alm. Determinant, Fr. Determinant, İng. Determinant. Kare matrisler kümesinden reel sayılara tanımlı bir fonksiyon. Bir A kare matrisinin determinantı, detA veya |A| şeklinde gösterilir. Yalnız kare matrislerin determinantı alınır ve değeri bir reel sayıdır.
A = [a]1x1 matrisinin determinantı, detA = a’dır.
FORMüL VAR! (1)
Determinantın hesaplanması (açılımı):Bir determinantın değeri, satırlara veya sütunlara göre açılarak bulunur. Herhangi bir satıra (veya sütuna) göre açılan determinantın değeri değişmez. Birinci satıra göre açıldığında, birinci satırın elemanları ile bu elemanların kofaktörleri (işâretli minörleri) çarpılıp toplanır. Bir elemanın minörü demek, o elemanın bulunduğu satır ve sütun kapatılınca geriye kalan elemanların determinantıdır. Bir elemanın bulunduğu satır ve sütun rakamları toplamı çift ise kofaktörün işâreti (+), tek ise (-)dir. Buna göre birinci satırda bulunan a11 ve a13 elemanlarının kofaktörleri K11 ve K13 pozitiftir. a12 elemanının kofaktörü olan K12 negatif olduğundan a12’nin işâreti (-) alınır. Buna göre 3x3 tipindeki bir A=[aij]3x3 matrisinin determinantı, birinci satıra göre:
FORMÜLL VAR! (2)
Sarrus kuralı: Yukarıdaki satır veya sütuna göre açılımın sonucu olarak bulunmuş pratik bir kuraldır.
Birinci ve ikinci satır determinantın altına sıra ile yazılır. Esas köşegen ve paralelindeki üçer eleman çarpılıp toplanır. Diğer köşegen ve paralelindeki üçer eleman çarpılıp bu toplamdan çıkarılır. Determinantın sağına ilk iki sütun yazılarak da Sarrus kuralı ile determinant açılımı yapılabilir.
Determinant Özellikleri
1. Bir determinantın bir satırı veya sütunundaki bütün elemanlar sıfır ise determinantın değeri sıfırdır.
2. Bir determinantın herhangi iki satırı (veya sütunu) yer değiştirirse determinantın işareti değişir.
3. Bir determinantın iki satırı (veya iki sütunu) orantılı veya aynı ise determinantın değeri sıfırdır.
4. Bir determinantın bir satırı (veya sütunu) k ile çarpılırsa determinant k ile çarpılmış olur.
5. Bir determinantın değeri, elemanter satır işlemleri uygulandığında değişmez.
Alm. Determinizm, Fr. Determinisme, İng. Determenizm. Felsefede, dünyânın belirli bir andaki durumunun, önceki hâlinin sonucu ve gelecekteki durumunun sebebi olduğunu kabul eden görüş. Determinizm, illiyet (sebebi, sonuca bağlayan bağ; nedensellik) ilkesine dayanır. Bu görüş zorunsuzluk ve hür irâdeyi kabul etmeyip, fizikî, rûhî ve ahlâkî bütün olayları bir takım zarûrî sebepler zincirinin zarûretle tâyin ettiğini iddîâ eden bir teoridir. İnsandaki hürriyet ve irâdeyi inkâr ederek hareket ve hâdiselerin meydana gelişini sebeplerin kuvvetine atfeder. Yâni insanın şu veya bu şekilde hareket etmesi mutlaka şu veya bu sebeplerin netîcesi olup irâde nâmında hür ve müstakil bir başlangıç yoktur. Bu sebeple deterministler insanı bir eşyâ gibi değerlendirirler.
Determinizm iki genel kategoriye ayrılabilir. Birinci grup inanç determinizmidir. Bu görüşte, ilkel şekli ihmâl edilirse, dünyâdaki her şeyin bir gâyesi ve ilâhî kudret dâhilinde belirlenen bir sonu vardır. Bu determinizmin ilkel şeklini Saint-Augustin ile Dante, çağdaş biçimini ise Hegel savunmuştur. Bu çeşit determinizm, dînî konularda fikir yürüten filozofun ortaya attığı görüşleri ihtivâ eder. Dünyânın, hayâtın ve eşyânın yaratılış sebep, hikmet ve usûlleri hakkında Hıristiyanlıkta, Yahûdîlikte ve İslâmiyette başka başka nakil ve izahlar vardır. Bunlardan bilhassa İslâmiyetin bildirdiklerinden bir determinist benzerlik çıkarmaya çalışanlar olmuşsa da görünüşte ve asılda böyle bir benzerlik kuramamışlardır. Çünkü determinizm bir felsefî görüştür. Bu felsefî görüşün de aldığı konuların çoğu İslâm dîninde vahye dayanan îtikat konularıdır.
Determinizmin ikinci şekli; mekanistik determinizm olarak da ifâde edilebilecek “bilimsel determinizm”dir. Bu görüşte bilimin sınırlı alanda gerçeğin bulunması için belirli tabiat kânunları araç olarak kullanılmak istenmiştir. Ne var ki günümüzde quantum mekaniği, olayların önceden tesbitinin imkânsız olduğunu ortaya koyarak, mekanistik determinizm görüşünün yanlışlığını tamâmen ortaya koymuştur. Bilimsel determinizm temsilcileri Saint-Simon, Auguste Comte ve Spencer gibi felsefecilerdir.
Alm. Detonator, Fr. Detonateur, İng. Detonatur. Bir patlayıcı sistemde ana veya ön patlayıcıyı faaliyete geçiren cihaz. Herhangi bir patlamada tahrib gücü yüksek, fakat hızı düşük bir reaksiyon meydana gelir. Detonasyon işleminde ise, reaksiyon ses hızında olur. Bu hız, maddenin moleküler yapısına tesir ederek, bir bozulma ve tekrar birleşmeye yol açar. Bozulma ve birleşme esnâsında ortaya çıkan ısı ve basınç dalgaları ana patlayıcıyı patlatır. Bilhassa hassas olmayan, büyük patlayıcılarda kullanılan bir sistemde ise; detonatör bir primer (ön patlayıcıyı patlatır, ana patlayıcı bu patlamanın tesiriyle faaliyete geçer. Böylece ana patlayıcı daha kuvvetli bir basınç dalgasına mâruz kaldığından daha şiddetli bir patlama meydana gelir.
Detonatörlerin tesir ve emniyetini belirleyen ölçüler; güç, hız ve hassâsiyettir. Bu ölçüler çeşitli metodlarla tesbit edilerek detonatörler sınıflandırılırlar. Ayrıca detonatörler çalıştıkları sisteme göre elektrikli, asitli gibi isimler alırlar. Detonatörlerin en yaygın olarak kullanıldığı yerler; büyük patlayıcıların, emniyetli veya zamanlı kullanılması istenen patlayıcıların kullanıldıkları yerlerdir. Bunlara mâden ocakları ve tünel açma çalışmaları örnek verilebilir.
Detonatörlerin gelişmesi büyük bombaların patlatılmasını kolaylaştırma çalışmalarıyla birlikte başladı. 1864 senesinde Alfred Nobel, Edward Howard’ın 19. yüzyılın başında bulduğu civa alüminatı nitrogliserinlerin patlatılmasında, başka bir araştırmacı da, kuru pamuk barutu Nobel’in keşfettiği dinamitte detonatör olarak kullandılar. Küçük patlayıcılarda da detonatör kullanılmasına 19. yüzyılın sonlarında başlandı. Bu konuda bir de standart yapılarak 10 detonatör tipi tesbit edildi. Yine bu senelerde bir İngiliz bilgini olan Abel ilk elektrikli detonatörü keşfetti. Bu târihten sonra yeni bir detonatör ortaya çıkarılamadı, sâdece eski tipler geliştirildi.
Alm. Riese, Gigant (m), Fr. Ogre, geant (m), İng. Ogre, gint. Aslı, Farsça şeytân mânâsında div olup, çok iri, güçlü ve korkunç, hayal mahsûlü olan masal unsuru.
Çok eskiden beri olayın kahramanı olan devler konularına göre anlatıla gelmiştir. Hattâ bâzı dev efsanelerine târihi bir değer bile verilmiştir. Bunlar insanı dehşete düşürecek kadar iri cüsseli yaratıklar olup, herbirinin yüzer tâne elleri vardır. Ayakları da korkunç birer ejderhadır.
Eski Türk masallarında önemli bir yeri olan devler güçlü, kuvvetli, iriyarı insan azmanı yaratıklardır. Yaşayışları insanlara benzer, erkek ve dişileri olup evlenirler, çocukları olur. Ülkeleri Kaf Dağının arkasındadır. Devlerin erkekleri gündüzleri işe gider, anaları evde kalır. Başta peri padişahlarının kızı olmak üzere, devler birçok kimseyi kaçırıp kırk odalı saraylarda saklarlar. Masal kahramanları çeşitli hîlelerle devin sarayına girer, kızı kurtarır. İnsan yiyen devler de vardır, ama bunlar uyanık insanı yemezler. Bâzı devlerin alnının tam ortasında büyük bir gözü olur ve dağlarda yalnız bulunan insanları sarayına götürerek hapseder.
Alm. Devaluation, Fr. Devaluation, İng. Devaluation. Bir ülkenin millî para biriminin yabancı paralara karşı değerinin indirilmesi. Bu indirim; sabit kur politikasında, çeşitli dönemlerde hükümetçe irâdî olarak yapılabileceği gibi, para değerinin arz ve talebe göre belirlendiği para sistemlerinde dalgalanma sonucu otomatik olarak da gerçekleşebilir. Devalüasyona genellikle yurt içi enflasyon nisbetinin, yabancı ülkelerinkinden fazla olması sonucu gerek duyulur.
Eski Yunan ve Roma’da devalüasyon, paranın temsil ettiği maden miktarının azaltılması yoluyla gerçekleştirilmekteydi. Belli bir altın ve gümüş miktarından basılan sikke miktarının çoğaltılması, para değerinin düşürülmesi sonucunu doğurmaktaydı. On dokuzuncu yüzyılda ise kâğıt para miktarının arttırılması sonucu meydana gelen enflasyon, iç fiyatların artışı ve banknotların altına tahvil kabiliyetini yok ederek, para değerinin düşüşüne yol açmıştır. Böylece millî para biriminin karşılığı kabul edilen altın miktarı indirilmiş ve kambiyo kurları da buna göre ayarlanmıştır.
Günümüzde, mâdenî para, altın para sistemi olmadığından yerli para biriminin değerinin düşülmesine, iç fiyatların yükselmesi sonucu elde edilemeyen döviz gelirleri dolayısıyle girişilmektedir. Başlıca ihrâcâtı teşvik etmek için yerli para birimi değeri, belli bir yabancı para esas alınmak sûretiyle ayarlanmaktadır. Ancak bu tür bir uygulamanın başarılı olabilmesi için, devalüasyon sonrası iç fiyatların artışının önlenmesi, yabancı ülkelerin ithâlât kısıtlamalarına başvurmaması gerekmektedir.
Türkiye’de 1946, 1958 ve 1970 yıllarında istikrar programları çerçevesinde büyük devalüasyon yapılmıştır. 1977-1980 arası belirli aralıklarla yapılan devalüasyonlar o târihten bu yana günlük ayarlamalara dönüşmüştür. Ne var ki, kambiyo denetimi hâlâ geçerli olduğundan günlük ayarlamalar, para değerini piyasa şartlarına göre serbestçe belirlenmesi anlamına gelmemektedir. Türkiye’de para birimi düşürülmesi işlemi, Türk Lirası’nın Amerikan Doları karşısındaki değerine göre yapılmakta ve çapraz kurlar, dolara göre belirlenmektedir.
Devalüasyon niçin yapılır? Öncelikle ifâde etmek gerekir ki, ödemeler dengesi (Dış Ticâret Bilânçosu) açıklarını kapatmak için mümkün kur politikalarından biri olan “devalüasyon” denen ve yukarıda târif edilen bu iktisat politikası aracı; ekonomik olduğu kadar politik tartışmalara da âlet olmuştur. Bu sebeple devalüasyon niçin yapılacağına temas etmek faydalı olacaktır. Devalüasyon genel olarak dış ticâreti açık veren bir ülkede idari düzenlemelerle fazlaca değerlenmiş durumda tutulan (sun’î olarak) kuru, denge kuru seviyesine çıkarıp, dış ödemelerin dengeye getirilmesi, dolayısıyla döviz rezervlerini artırmak, dış borçları ödeyebilecek duruma gelmek, ekonomide döviz sağlama fonksiyonunu gören sektörlerin rekabet gücünü takviye etmek gâyesiyle yapılır. Diğer taraftan dış ödemeleri ve kuru, zaten değer kaybetmekte olan bir ülkede sâdece dış pazarlardaki rekâbet gücünü artırmak için paranın başka paralar karşısındaki değeri düşürülebilir (devalüe edilir). Bu durumu sanâyileşmiş bâzı ülkelerde sık sık görmek mümkündür.
Genellikle gelişmekte olan ülkelerde, ülkemizde de olduğu gibi devalüasyon bir “sebeb” değil bir “netice”dir. Bir başka deyişle ekonomik politikada muayyen tercihler veya hatalar yapılır; kontrol edilmeyen bâzı ekonomik değişkenlerin seyri değişir (petrol fiatları gibi) ve öyle bir noktaya gelinir ki, ekonomide dış dengeyi kurmak için devalüasyon kaçınılmaz olur.
On beşinci yüzyılda İran’da yetişen İslâm âlimlerinden. İsmi, Muhammed bin Es’ad es-Sıddîkî, lakabı Celâleddîn’dir. İran’ın Kâzerûn şehrinin Devân nâhiyesinden olduğu için Devânî diye meşhur olmuştur. Hazret-i Ebû Bekir-i Sıddîk’in soyundan olduğu için Sıddîkî diye de bilinir. 1426 (H. 833) senesinde Kâzerûn’a bağlı Devân nâhiyesinde doğdu. 1502 (H. 908) senesinde aynı yerde vefât etti.
İlk tahsilini Kâzerûn’da Câmi-i Mürşidde hadîs okutan babası Muhammed bin Sa’düddîn’den yaptı. Sarf, nahiv, edebiyât, fıkıh ve tefsir ilimleri ile fen ilimlerini öğrendi. Sonra Şîrâz’a gidip Hüseyin Lârî ve Hasan bin Bakkâl gibi devrin meşhûr âlimlerinden ilim öğrendi. Zamânının din ve fen ilimlerini tamamlayıp icâzet, yâni diploma aldıktan sonra, Karakoyunlu hükümdârı Cihân Şâh’ın Tebriz’de yaptırdığı Muzafferiyye Medresesi’nde müderris (profesör) oldu ve ilim öğretti. Daha sonraki yıllarda Akkoyunlu Hükümdârı Uzun Hasan’ın ülkesine giden Celâleddîn Devânî, Şîrâz’daki Medreset-ül-Eytâmda müderrislik vazîfesinde bulundu. Burada fen ve din ilimlerini okutarak pekçok talebe yetiştirdi. Şöhreti her yere yayıldı. Anadolu’dan Mâverâünnehr’den ve Horasan bölgesinden pekçok kimse derslerine akın ettiler. Bir ara tekrar Tebriz’e giden Celâleddîn Devânî, büyük âlim ve velî İbrâhim Gülşenî hazretlerinin sohbetlerine devâm ederek, tasavvufta yetişti. Uzun Hasan’ın oğullarından Yâkûb ve Murad beyler zamânında, Fars bölgesi kâdılığı yaptı. Bir ara Hindistan’a gidip oranın sultânı adına ilmî eserler yazdığı rivâyet edilmiştir. 1502 senesinde memleketi olan Devân’da vefât etti. Devân kasabası yakınında defnedildi.
Celâleddîn Devânî hazretleri, her ilimde söz sâhibiydi. Özellikle kelâm ve mantık ilimlerine dâir yazdığı eserleri meşhurdur.
Eserleri, asırlarca İslâm ülkelerindeki medreselerde ders kitâbı olarak okutuldu. Büyük İslâm âlimi İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât kitâbında Celâleddîn Devânî’nin yüksek derecesini bildirmiştir.
Celâleddîn-i Devânî hazretleri buyurdu ki:
Fazla konuşmamalıdır. Zîrâ çok konuşmak, zihin hafifliği ve akıl zayıflığının alâmetidir. Kişinin îtibârını düşürür, heybetini kırar. Konuşurken gülmemelidir. Mecliste birisi konuşurken sözünü kesip ortaya girmemelidir. Bir kimsenin anlattığı bir şeyi bilse de bildiğini belli etmeyip, o kimse sözünü tamamlamalıdır.
Yemekte ilk lokmayı alırken “Besmele” söylemeli, yemeği bitirince “Elhamdülillah” demelidir. Ev sâhibi ise, en önce yemeğe başlamalı ve herkesten sonra yemekten el çekmelidir, yavaş yavaş yemelidir.
Eserleri: Celâleddîn Devânî’nin İstanbul kütüphânelerinde tesbit edilebilen eserlerinin sayısı otuz beşe ulaşmaktadır. Bunlardan yirmi sekizi Arapça, diğerleri de Farsçadır. Farsça şiirler yazdığı kaynaklarda ifâde edilmektedir. Bir kısım eserleri: 1) Şerh-i Akâid-i Adudiyye, 2) Ahlâk-i Celâlî, 3) Fâtiha ve Kâfirûn Sûrelerinin Tefsîri, 4) İsbât-ül-Vâcib, 5) Ef’âl-ül-İbâd 6) Hakikât-ün-Nefs, 7) Risâlet-üt-Tevhîd, 8) Ta’rifü İlmil-Kelâm, 9) Havra ve Zevra, 10) Arznâme, 11) Enmûzec-ül-Ulûm, 12) Şerh-i Rubâiyyât, 13) Şerhüttehzib, 14) Hûşiyet-üt-Tasavvurât.
Alm. Kamel, Fr. Chamedu, İng.Camel. Familyası: Devegiller (Camelidae). Yaşadığı yerler: Asya, Afrika ve Amerika’nın çöllük bölgeleri. Özellikleri: Açlığa, susuzluğa günlerce dayanır. Vücuduna su depolar, hörgücünün yağını yedek besin deposu olarak kullanır. Ömrü: 40-50 yıl. Çeşitleri: Asya devesi, Afrika devesi vs.
Çöl bölgelerine uyarak uzun süre susuz yaşayabilen, geviş getiren iri cüsseli, memeli bir hayvan. Devegiller âilesinden olup, dişleri tamdır. Mîdeleri üç gözlü olup, kırkbayır bulunmaz. Öd (safra) kesesi de yoktur. Alyuvarları oval (elips) şeklindedir. Uzun ve eğri boyunlu, uzun bacaklı hayvanlardır. Ayakları iki parmaklı tabanı geniş ve yumuşaktır. Yastıklı ayak tabanlarının sâyesinde kuma batmadan yürürler. Sallana sallana yol aldıklarından “çöl gemisi” denmiştir. Sırtı hörgüçlüdür. Hörgüçlerinde yağ depo edebilirler. Hörgücündeki yağı yedek besin deposu olarak kullanırlar. Susuz zamanlarda hörgücündeki yağı, su ve enerjiye çevirebilir. Bu sâyede bir hafta hiç su içmeden normal faaliyetine devâm eder. Uzun yolculuklarda hörgüçleri eriyerek küçülür. Evcildirler. Çift hörgüçlülere “Asya devesi”, tek hörgüçlülere “Afrika devesi”, “hecin devesi”, “hacı devesi” veya “çöl devesi” denir.
Deveye Arap lisanında “cemel”, “ibil” denir. Tüylü aygırına “bahur”, dişisine “nâka”, “mâye” ve yavrusuna “buduk”, “kuşek”, “torok”, “çal” gibi isimler verilir. Yaşıt olanlara “yelek”, iki yaşındakilere “taylak”, üç yaşındakilere “huveydî” denir.
Genellikle Asya devesi 600, Afrika devesi 500 kg ağırlıktadır. Lâstik gibi kuvvetli ağzının üst dudakları yarık olup, en sert ve dikenli bitkileri ağızları kanamadan yerler. Yedikleri çöl bitkilerinin % 80’i sudan ibârettir. Çok acıktığında önüne gelen her şeyi yer, kemirir. Kulübe üstündeki sazlardan, lâstikkap, sicim ve tellere varana kadar ne bulursa üç gözlü midesine indirir. Develer yük ve binek hayvanları olduğu gibi sütünden, tüyünden ve derisinden de faydalanılır. Eti yenilir, kurban olarak kesilebilir. Tezeği yakılır. Deve her türlü işlerde kullanılan ve her şeyinden faydalanılan kanâatkâr bir hayvandır. Kum fırtınalarında uzun ve sık tüylü iki kat olan kirpikleriyle gözlerini koruması, uzun bir yarık şeklindeki burun deliklerini kapayabilmesi, bu amaçla dilediğinde kulaklarını da sıkı sıkıya örtebilmesi, açlık ve susuzluğa günlerce dayanabilmesi sebebiyle sıcak ve kurak memleketlerde atın yerini almıştır.
Târih boyunca, bilhassa Sümerler, Hititler, Hurriler, İranlılar deveyi ordularında kullanmışlardır. Araplar ve Romalılar da deveden faydalanmışlardır. Büyük Sahra ve diğer çöl bölgelerinde bugün bile göçebe kavimlerin hayâtında yük ve binek hayvanı olarak önemli olduğu gibi, etinden ve sütünden de büyük ölçüde faydalanılmaktadır. Devenin vücudunda su depolamaya yarayan cepler vardır. Besin bulunan bir çölde 6-7 ay susuz yaşayabilir. Bir kış boyunca hiç su içmeden yol alabilir. Yaz sıcağında da su içmeksizin 10 gün yürüyebilir. 10 dakikada ağırlığının üçte biri kadar su içebilir. Bir defâda 150-200 kg su içer. Sonra bir hafta suya yanaşmaz. Develer, gerektiğinde vücut sıcaklıklarını yükseltip alçaltabilirler. Tüyleri de güneş ışınlarına karşı bir perde vazifesi görürler. Çevre ısısının vücuda tesirini azaltırlar. Sürüler hâlinde yaşarlar. Çöldeki vahalardan su içmek için hep aynı kuyuya gelirler. Sürüsünü kaybeden bir deve, su içtikleri kuyu başına gelerek günlerce aç kalma pahasına sürünün suya dönüşünü bekler. Deve günde 18 saat devamlı yol kat eder. Saatte 5 km gitmekle günde 100 km yol alır. Hattâ daha hızlı gidenleri vardır. Yol ve yön tâyininde ustadırlar. 40-60 kilometreden otlakları ve yağışı sezebilirler.
Gebelik süreleri 12-13 aydır. Dişi, bir yavru doğurur. Yavru hemen ayağa kalkarak annesini tâkip eder.
Yurdumuzda yetiştirilen deve; Asya ile Afrika develerinin çiftleşmesinden elde edilen melezlerdir. Daha çok güney ve batı vilâyetlerimizde görülmekte, sayıları giderek azalmaktadır. Bâzı bölgelerde deve yarışları ve güreşleri hâlen ilgi ile tâkip edilmektedir.
Deve, çöl insanı için büyük bir nîmet, paha biçilmez bir incidir. Arabistan bedevîleri deveye “Atâullah” yâni “Allah’ın ihsânı” adını verirler. Devenin bu faydaları yanında kini de meşhurdur. Kendisinine yapılan kötü muâmeleyi hiç unutmaz. Fırsatını bulduğu an yapandan korkunç intikâmını alır.
Alm. Distel (f), Fr. (Chardon (m), des champs, İng. Camel’s thorn. Familyası: Baklagiller (Leguminosae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Anadolu.
Baklagiller familyasından, süratle çoğalan çok yıllık otsu bir bitki. Rusya, Batı Sibirya, Ön ve Orta Asya’da yetiştirilmektedir. Alhagi mourorum çeşidi ise Kuzey Afrika, Türkiye, Arabistan, İran’da yetişen, step ve çöllerin karakteristik bitkisidir. Yaprakları dikenli, çiçekleri pembe-kırmızı renkli, bir metre boyundadır.
Kullanıldığı yerler: Develerin önemli besin kaynağıdır. Sıcak günlerde bu bitkilerden bala benzeyen bir besin sıvısı (İran mandası) çıkar ki bu, besin olarak kullanıldığı gibi halk tıbbında da kullanılır.
Alm. Gewöhnlicher strauss, Fr. Autruche, İng. Ostrich. Familyası: Özdevekuşugiller (Struthionidae). Yaşadığı yerler: Arabistan ve Afrika steplerinde sürüler hâlinde. Özellikleri: Yaşayan en büyük kuştur. Tüyleri süs olarak kullanılır. Ömrü: 40-50 yıl. Çeşitleri: Afrika, Masai, Somali devekuşları en iyi bilinenleridir. Amerika devekuşu ayrı bir cinstir.
Nesli tükenmemiş kuşların en büyüğü. Büyümüş bir erkek devekuşu 1.5-2 m yükseklikte, 2.5 m uzunlukta, 150 kg ağırlıktadır. Devekuşlarında karina (göğüs kemiği çıkıntısı) bulunmaz. Afrika devekuşları (Struthio camelus) iki parmaklıdır. Vücutları ağır olduğundan uçamazlar. Normal bir attan hızlı koşarlar. Baş ve boynu çıplak, ayakları uzun, kuvvetli ve etlidir. Görme duyusunun yanında koku alma hissi de kuvvetlidir. Tek ayağı kırılan devekuşu, öbür ayağı ile seke seke yol alamaz. Olduğu yerde kalır. Yardım gelmezse açlıktan ölür. Saatte 60-70 km hızla koşarlar. İlk hızları 100 kilometreyi bulur.
Afrika’da avcılar, devekuşunu avcı jipleriyle kovalarlar. Dişilerde tüyler gri renkte olmasına karşılık, daha iri olan erkeklerde kanatlar ve kuyruk beyaz, diğer kısımlar siyahtır. Devekuşlarının tüyleri yumuşak ve makbuldür. Etleri ve tüyleri için avlanmaları sonucu nesilleri tükenmeye başlayınca, 1860 senesinde, evcilleştirilerek Güney Afrika’da çiftliklerde yetiştirilmeye başlandı. 1882’de Amerika’ya ithal edildi.
Devekuşu söylendiği gibi düşmanından saklanmak için başını kuma gömmez. Aksine, ayakları ile düşmana şiddetli tekmeler atar. Çok korktuğunda, sevkitabiîsi gereği başını karnının altına çekmesi ve uyurken kumun üzerine koymasından bu söz söylenmiş olsa gerektir.
Kursak ve katıları ayrı değildir. Midenin yukarı kısmı kursak, aşağısı katı vazifesi görür. Fare, böcek, ot ve küçük hayvanlarla beslenir. Çakıl, kemik, yumurta ve istiridye kabukları gibi sert maddeleri de yutar.
Üç-dört yıllıklar eşleşir ve yumurtlamaya başlarlar. 1.5 kg ağırlıktaki yumurtası 24 tavuk yumurtası kadardır. Dişiler eştikleri çukurlara 15 kadar sarımtrak kabuklu yumurta yumurtlarlar. Erkeği geceleri kuluçkaya yatmak sûretiyle eşine yardım eder. Yavrular 6 haftalık (42-48 gün) bir kuluçka süresinde çıkarlar. Tavuk iriliğinde olup, tüyleri kirpi gibi dikenlidir. Hemen yürüyerek besin aramaya başlarlar. Devekuşları uzun boyunları ve keskin gözleri sâyesinde çok uzaktan tehlikeyi görebilirler. 5-15 bireylik gruplar hâlinde dolaşırlar. Bâzan antilop ve zebra sürülerine de katılırlar. Erkek devekuşları çok kavgacı ve kıskanç olduklarından çoğunlukla birbirlerini öldürürler. Erkeklerin tüyleri daha yumuşak ve makbuldur. 40-50 yıl yaşarlar. İyi bakıldığı takdirde 80-100 yıl yaşayanları da vardır. Erkek devekuşu aslan kükremesine benzer sesler çıkarır.
Amerika devekuşu (Rhea Americana) ayrı bir cins olup ayakları üç parmaklıdır. Sürüler hâlinde yaşar. Bâzan antilop ve zebra sürülerine de katılırlar. Eti ve yumurtası yenir, tüyleri Afrika devekuşlarından daha kalitesizdir. Buna rağmen tüy ve etleri için “bola” denen kementlerle avlanırlar. Küt ayaklarıyla kendilerini savunurlar.
Tepeli devekuşu (Casuarius emeu), Avustralya, Yeni Gine ve çevrelerindeki adaların sık ormanlarında yaşar. Başında miğfere benzer boynuzsu bir ibik vardır. Ayakları üç parmaklıdır. 40-50 yıl kadar yaşar. Kasuar da denir. Başı ve boynu çıplaktır. Başındaki miğfer, otların arasında yol açmasına yardım eder. Devekuşundan biraz daha küçüktür. 1-2 metrelik maniaları rahatça sıçrayarak aşar. Sulu meyve ve kertenkele yer. İyi yüzer ve balık avlar. Eştikleri çukurlara 3-5 yeşilimsi yumurta yumurtlar. Erkek 6-7 hafta kuluçkaya yatar. Çıkan yavrulara da erkek bakar. Ayakları üç parmaklı olup, en içteki kenar parmakta tırnak, kama gibi uzamıştır. Düşmanlarına karşı korkunç tekmelerle kendini savunur.
(Bkz. Öksürükotu)
Alm. Staat (m); Macht (f), Fr. Etat (m), puissance (f), İng. State, pover. Bir ülkede, bir hükümete ve ortak kânunlara bağlı olarak yaşayan bir milletin veya milletler topluluğunun meydana getirdiği siyâsî varlık. Genel ve klasik bir ifâdeyle, belli bir toprak üzerinde müstakil bir teşkilât kurmuş insan topluluğuna devlet denir.
Bu târiften de anlaşılacağı gibi devlet, ferdî, tabiî ve siyâsî unsurdan meydana gelir. Bu unsurlar sırayla “nüfus, ülke ve hâkimiyet”tir. Nüfus, devletin, birinci gerçek unsurudur. Halkı olmayan bir devlet düşünülemez. Bir devletin var olması için nüfusun az veya çok olmasının önemi yoktur. Nüfusu yüz milyonları geçen devletler olduğu gibi birkaç yüz binlik devletler de vardır. Ancak nüfusun çeşitli sebeplerle ve zamanla yok olması hâlinde devlet de ya yıkılır veya o bölgedeki insanların yerine başkaları geçerek devâm eder. Fakat bu durumda ortaya çıkan devlet eski devlet değil, yeni bir devlettir. Çünkü devletin birinci gerçek unsuru olan nüfus değişmiştir.
Devletin ikinci gerçek unsuru ülkedir. Bir devletin var olması için yalnız nüfus yeterli olmayıp, bu nüfûsun yeryüzünün belli bir bölgesinde, yerleşmiş olması da lâzımdır. Ülke toprağının küçük veya büyük olması, toplu, yâhud ayrı parçalardan meydana gelmesi de önemli değildir. Önemli olan ülkenin belli ve sâbit olmasıdır. Çünkü belli ve sâbit bir ülke olmadıkça devlet hâkimiyetini tam olarak kullanamaz. Zîrâ bunun yeri ve sınırı belli değildir.
Devletin üçüncü gerçek unsuru hâkimiyettir. İnsan toplulukları düzenli ve istikrârlı bir teşkîlât kurmadıkça ve teşkilât o nüfusu belli sınırlar içinde bağımsız olarak idâre etmeye başlamayınca devletin varlığından söz edilemez. Bu bakımdan bir devletin var olması için nüfus ve ülkenin var olması yanında hâkimiyet de şarttır. Hâkimiyet bir toplumun kendisini bizzât idâre etmesi, emredici kurallar, yâni kânunlar koyması ve bunların gerek kendi içinde ve gerekse dışarıya karşı tatbikini sağlamasıdır. Fakat günümüzde kurulmuş ve yaygın bir şekilde bulunan muhtelif milletler arası teşekküller devletlerin hâkimiyet haklarını sınırlamışlardır. Devletlerin bu tip kuruluşlara katılıp katılmamaları kendi isteklerine bağlı olduğu için, hâkimiyet hakkının kısıtlanmasına kendisi rızâ gösteriyor demektir.
Bu üç unsurun tabiî bir sonucu olarak “devletin şahsiyeti” ortaya çıkmaktadır. Bu özelliğiyle devlet tıpkı bir şahıs gibi borç ilişkilerinde bulunur. Şahsiyet unsuru devamlı olduğu için yapılan kânunlar, taahhüd edilen borçlar ve akdedilen antlaşmalar, bunları imzâ edenlerin ölümünden sonra da değişmedikçe devâm ederler.
İlkçağlardan beri kullanılmış olan “polis, civitas, imperium, statum” gibi kelimeler hep devlet kavramını ifâde etmiştir. Eski Türklerde “il” deyimi, bugünkü modern “devlet” anlayışını karşılayan bir sözdü. Göktürk ve Uygur çağlarında “il” kelimesi devlet mânâsına kullanılıyordu. Çincedeki “kuo” sözü devlet demek olup, bunun Türkçe karşılığının “il” olduğu eski Türk ve Çin kaynaklarından da anlaşılmaktadır. Gene eski Türklerde “halk ve toprak” devleti meydana getiren iki önemli unsurdur. Üçüncü unsur ise “kağanlık” idi. Devlet idâresi yerine “il tutmak” tabiri kullanılırdı. Eski Türkler, devletin kendilerine tanrı tarafından verildiğine inanırlar, zaman zaman tanrıya “il veren tanrı” şeklinde hitâp ederlerdi.
Devlet anlayışı, devletin kaynağı ve vasıfları konusundaki görüşler çağlar boyunca değişmiştir. Ayrı ideolojilere göre farklı devlet anlayışları belirmiştir. Aristoteles’ten günümüze kadar hemen bütün filozoflar devlet kavramı ile ilgilenmişlerdir. Hıristiyanlıkta kendi prensipleri açısından devlet konusuyla meşgul olmuştur. İslâmiyetin devlet hakkında vaz ettiği (koyduğu) esaslar, Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler ve asr-ı saâdetten beri kurulmuş olan İslâm devletlerinin icrâatlarından anlaşılabilir.
Devletin siyâsî olarak açıklanmasını ilk defa filozof Hegel ve Pufendorf ele almıştır. Özellikle 16 ve 17. yüzyıllarda Avrupa’da hâkim olan bozulmuş kilise ve papazlara dayalı dînî kudrete karşı siyâsî otoriteyi güçlendirme çabaları devletin bugünkü mânâsıyla ortaya çıkmasını sağlamıştır. Böylece dînî kurallara uygun (teokratik) devlet anlayışı, yerini siyâsî devlet anlayışına bıraktı. Bu arada marksist anlayış siyâsî örgütlenmeyi ifâde eden devlet anlayışına karşı çıkarak devleti egemen sınıfın imtiyazlarını koruyan bir hukukî biçim olarak nitelendirdi ve sınıfsız bir toplumda devlete gerek olmayacağı görüşünü öne sürdü. Ancak, marksizmin uygulandığı ülkelerde bu düşüncenin tam tersi olarak işçi sınıfı adına küçük bir grubun bütün devlete hâkim olduğu ve kendi hak ve imtiyazlarını korumak, artırmak, devâm ettirmek için her türlü baskı ve şiddete baş vurduğu görüldü.
Organik yapı bakımından devletler, “basit devletler” ve “bileşik devletler” olmak üzere ikiye ayrılır. Birinciler iyiden iyiye merkezleşmiş olan ve bölünmez bir bütün meydana getiren devletlerdir. Türkiye Cumhuriyeti böyle bir devlettir. İkinciler ortak bir hükümetin yönetiminde birleşmiş bulunur ve türlü türlü olur. Bâzı çeşitleri târihe mâl olmuş bulunan bu tür devletlerin bugün önde gelen misâlleri ABD ve İsviçre’dir. Bunlar, herbiri bağımsız farz edilen devletlerin geniş ölçüde adem-i merkeziyet ilkesine göre yönetilmek ve özellikle savunma ve dış temsil ortaklığı kurmak yoluyla meydana getirdikleri birliklerdir.
Devletler çeşitli şekillerde doğar; fetihler, paylaşmalar, monarşi ile idâre edilen devletlerin evlenme veya mîrâs yoluyla birleşmeleri, bir yabancı devletin boyunduruğundan kurtulma, bir sömürgenin bağımsızlığa kavuşması gibi. Yeni bir devletin hukûkî bakımdan var olabilmesi için tanınması, yâni öteki devletlerin meydana getirdiği milletlerarası topluluğu kabul etmesi gerekir.
Bugün dünyada genel olarak devletlerin hâkimiyet ve bağımsızlık, eşitlik ve kendilerini temsil ettirme haklarına sâhib oldukları kabul edilmektedir. Fakat devletlerin bâzı vazîfeleri de vardır ve bunların uygulanmaması kendine karşı beynelmilel müeyyidelerin tatbîkine yol açabilir.
Devletin varlığının sona ermesi çeşitli sebeplerden ileri gelir. Toplum bağlarının çözülmesi, devletin çeşitli öğelerinin kendi istekleriyle veya zorla ayrılması, bir devleti başka bir devletin kendi bünyesine katması vs. gibi. Devletlerin ortadan kalkmasıyla hâkimiyetin devri, borçlar, antlaşmalar, kânunların yürürlüğü ve uyrukluk gibi birçok problemler ortaya çıkar.
Devletler arasındaki eşitlik ilkesi 1815’ten beri büyük devletlerin kendilerine hak tanıdıkları imtiyazlar yüzünden devamlı olarak bozulmuş ve bozulmaktadır. Milletler Cemiyeti Konseyinde bu devletler her zaman üye sandalyesinde oturmuşlardı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde de aynı imtiyâz bugün ABD’ye, Fransa’ya, İngiltere’ye, Çin’e, Rusya’ya tanınmaktadır.
Devlet idâresi şekilleri:
Monarşi: Siyâsî otoritenin bir tek kişi ve onun temsilcileri tarafından kullanıldığı rejim.
Aristokrasi: İktidârın asiller veya zenginler gibi belli bir sınıfın eline geçmesi.
Oligarşi: İktidârın az sayıdaki bir azınlık tarafın keyfî idâre şekli.
Demokrasi: Hâkimiyetin halktan kaynaklandığı idâre biçimi.
Teokrasi: Semâvî dinlerden birinin hükümlerine dayalı olarak idâre edilen devlet şekli.
Alm. Staatsschulden (pl), Fr.Dettes (pl) publiques, İng. Public debt, national debt. Devletin harcamalarını karşılamak için verginin yanısıra ve onunla birlikte kullandığı temel kaynak.
Devletin borçlanmaya mürâcaatı, genellikle mâlî sebeplerle olur. Vergi gelirleri, kamu hizmetlerinin mâliyetini karşılama konusunda yeterli olmadığı zaman devlet borç alır. Borçlanma genellikle, olağanüstü ve istisnâî bir finansman metodu olarak kabul edilir. Ne var ki günümüzde özellikle dış borçlanmaya başvurmak, bâzı ülkeler açısından normal bir yol hâlini almıştır. Öte yandan devletler, iç borçlanmaya mâlî sebebin dışında, ekonominin dengesinin korunması amacıyla da mürâcaat etmektedirler.
Devlet borçlanmasının vergiden farkı, verginin kesin, borçlanmanın geçici bir finansman aracı olmasıdır. Borç alınan tutarlar, vâdeleri geldiğinde alacaklılara ödenecektir. Üstelik borç bir menfaat karşılığı verildiğinden, alacaklılar başlıca fâiz geliri de elde edeceklerdir. Devlet borçları, yabancı kaynaklardan (ülke ve piyasa) sağlanmışsa dış, iç piyasadan temin edilmişse, iç borç olarak adlandırılmaktadır. İç borçların bütçe dengesi ile alâkalı bir husus olmasına mukâbil, dış borçlar bir ödemeler dengesi meselesidir. Devlet borçları vâdelerine göre kısa, orta ve uzun vâdeli şeklinde üçe ayrılabilir. Öte yandan borçlanmanın yapılmış şekline göre cebrî ve ihtiyârî olmak üzere iki kategoriye ayrılabilir.
Türkiye’de devletin iç borçlanması başlıca hazine bonoları, hazine tahvilleri, Merkez Bankasından kısa vâdeli avans biçiminde, dış borçlanmada milletlerarası kurum ve kuruluşlardan, yabancı hükümetlerden, ticârî bankalardan yapılmaktadır.