DERİ İLTİHÂBI (Dermatit)
Alm. Dermatitis, Hautentzündung (f), Fr. Dermatite (f), İng. Dermatitis. Vücûdumuzun örtücü tabakası olan ve çeşitli dış tesirlerden onu koruyan derinin yangısı. Ekzama ile dermatit arasındaki fark tam olarak belirlenemez.
Deri iltihabının âmili olarak, deriye değebilecek maddelerin çeşitliliği kadar bol sebeb saymak mümkündür. Bunları fizikî sebepler (deterjanlar, asitler, alkaliler, yağlar, sabunlar, antiseptikler, cilâ mâcunları, çamaşır sodası, terebentin vb.)ve allerjik sebepler (çiçekler, penisilin ile diğer antibiyotik ve kemoterapötikler, bâzı kumaş maddeleri, nikel, kozmetikler, boyalar vb.)diyerek sınıflandırmak mümkündür. Bu tahriş edici maddelerin etkisiyle derinin temas yerinden uzak yerlerinde de dermatit görülebilir ve bu görünüm bâzan ilk yerindeki dermatite benzemeyebilir.
Dermatit olan vücut bölgesinde kaşıntı, yanma, sulanma, kabuklanma, içi su dolu kabarcıklar, kabartılar, kıl köklerinde iltihap gibi çeşitli görüntüler söz konusudur. Mikroorganizmalar bulaşıp çoğalırsa dermatitli saha üzerinde cerahatlenme de görülür.
Temâstan ileri geldiğinden şüphelenilen iltihap hallerinde zararlı maddeyi meydana çıkarmak için sıkı bir araştırma yapmak şarttır. Bu araştırma, hastanın mesleği, ev işleri, boş zamanlarında yaptığı işleri, kullandığı kozmetik ve her türlü ilâçlarla alâkalı olmalıdır. Deri testleri de bâzan dermatite yol açan maddeyi ortaya çıkarabilir.
Tedâvinin esâsı, tahriş edici maddeyi tesbit edip deriyle temâsını önlemekten ibârettir. Bu madde kişinin mesleği îcâbı temas etmesi gereken bir madde ise şahsın mesleğini değiştirmesi gerekir.
Dermatitli bölgeler genellikle kaşındığı için ortaya çıkacak cerahatlenmelerden koruyucu olarak antibiyotikler de kullanılmalıdır. Fakat deriye sürülen ilâçlar bizzat kendileri de dermatite sebep olabildiklerinden ilâç seçiminde dikkatli olmalıdır. Genellikle bu ilâçlar krem veya yağ hâlinde kortikosteroitlerle birlikte tatbik edilirler. Dermatit tedâvisinde derideki olayı duraklatmada kortikosteroitli ilâçlar en yüz güldürücü etkiyi gösterirler. Genellikle hasta dinlenmeli, her zaman zararı görülen alkolü kesinlikle almamalıdır. Şâyet rûhî bir gerilim hâli de hâsıl olursa, sâkinleştirici ilâçların kullanılması doğru olur.
Alm. Ledergewerbe (n), Fr. Ativite (industrie (f) de la cuir, İng.Leather manufacturing. Derinin fiziksel ve kimyasal işlemlere tâbi tutulup kullanılacak hâle getirilmesi.
Dericilik çok eski bir sanat dalıdır. Târihin en eski çağlarından beri insanlar dericilikle uğraşmış, üstünde durup geliştirerek ayakkabı, terlik, elbise, yelken vesaire gibi türlü eşyâlar yapmışlardır. Eski Türkler deriden sandıklar, hayvanlar için semerler yaparlardı. Ayrıca deri üstüne işlemeler yaparak süs eşyası olarak kullanırlardı. En güzel deri işleri; Türkler, Araplar, İspanyollar ve Venedikliler tarafından yapılırdı. İspanyollar dericiliği Araplardan öğrenmişlerdir. O sıralarda Anadolu’nun hemen her köşesinde dericilik gelişmiş haldeydi. İmparatorluk ordusunun koşum takımlarını yapıyorlardı. Fransızlar dericiliğe başladıkları zaman deri teknolojisini Osmanlılardan aldılar. Memleketimizde modern deri sanayii İstanbul’da İkinci Mahmud zamanında Beykoz deresinde tabakhâne kurularak faaliyete geçmiştir. Burada yapılan deriler ordunun ayakkabı ihtiyacını karşılamak için askerî ayakkabı yapımında kullanılmaya başlanılmıştır. Kurtuluş savaşı sırasında ordunun ayakkabı ihtiyacının büyük bir kısmını karşılamıştır. Daha sonra İstanbul’da Kazlıçeşme’de, Ege bölgesinde ve Anadolunun bâzı şehirlerinde özel ve modern deri fabrikaları açılmıştır. Bu fabrikaların ürettiği deriler, kendi ihtiyâcımızı karşıladığı gibi çeşitli yabancı ülkelere de ihrâç edilerek memleketimize döviz getirmektedir. Deri üretiminde büyükbaş ve küçükbaş hayvan derilerinden istifâde edilir. Bunlar sığır, keçi, oğlak, koyun ve kuzu derileridir.
Derinin kimyâsal yapısı: Deri kimyâsal olarak % 55 karbon, % 6-8 hidrojen, %19-25 oksijen, % 14-20 azot, % 0,5-1,5 kükürt, fosfor, demir, iyot ve klordan meydana gelir.
Derinin biyolojik yapısı: % 65 su, % 32.5 protein, % 2 yağ, % 0,5 mineral tuzlardan meydana gelir.
Ham derinin salamura yapılması: Salamura ham deriyi mikroorganizmaların etkisinden, küflenme, çürüme, kokuşmadan korumak için, yapılan işlemdir.
Önemli salamura çeşitleri:
1. Kurutma yoluyla salamura: Asarak veya gererek yavaş yavaş yapılır. Deri, suyunun % 55-65’ini kaybeder. Bu usûl Türkiye’de kullanılmaz (sıcak bölge usûlüdür).
2. Tuzlu salamura: Tuz (sodyum klorür) ile yapılan salamuradır. Derinin yüzülen kısmı tuzlanır. Ağırlık kaybı % 4-15 olur.
3. Piklaj yoluyla salamura: Bu salamura kıl giderme işlemi görmüş koyun, sığır, keçi derilerine uygulanır.
Derinin yapısı üç tabakadan meydana gelir.
1. Üst deri: Derinin % 1 kalınlığını teşkil eder (Epidermis).
2. Alt deri: Derinin % 14 kalınlığındadır. Yüzme kalıntılarını da üzerinde taşıdığından (yağ ve et) kireşlik işlemi esnasında giderilir (Koryum).
3. Orta deri: Derinin % 85’ini teşkil eden ve değerlendirilen kısımdır (Sübkitus).
Ham derilerin stoklanacağı ambarlar serin, havadar, güneş görmeyecek şekilde olmalı, haşerelerin üremesine engel olunmalıdır. Deriler yüksek olmayan istifler hâlinde aralıklı olarak depo edilir.
Ham deriden gelen hatâlar çok çeşitli olabilir:
1. Hayvanın yaşadığı ortamdan gelen izler.
2. Salamura hataları.
3. Kimyâsal madde etkileri (demir, bakır, şap, mâvi naftalin lekeleri).
4. Kurutma hatâları.
5. Yüzme hatâları.
Ham derinin mâmul hâle getirilmesi için gerekli genel operasyonlar:
1. Yumuşatma: Berrak, sertliği düşük bakterilerden arınmış demir bileşikleri ihtivâ etmeyen suyla yapılır. Amaç tuz, gübre, idrâr, kan, vs. gibi kirlerin giderilmesi ve suda çözünebilen proteinlerin uzaklaştırılmasıdır. Diğer önemli bir nokta ise salamura süresinde derinin kaybettiği suyun takrar kazandırılmasıdır (% 65’e çıkarılır). Yumuşama süresi aşağı-yukarı 24-48 saat arasındadır.
2. Kireçlenme (Kalsiyum hidroksit)-Zırnıklama (sodyum sülfür): Kireçlemenin gâyesi kıl köklerini gevşetmek, derinin şişmesini sağlamaktır. Tüylü (Kürk) deri yapılmak istendiğinde kireçlenme-zırnıklama işlemi yapılmaz.
Kireçleme-zırnıklama işlemi bitmiş deri kavalata makinasına gelir. Derinin yüzülen kısmı (alt deri)nın et ve yağ tabakaları burada giderilir. Artıklara “karnas”denir. Bunlardan yağ ve hayvan yemi yapılabilir. Deriyi ısı, nem, mikroorganizmalara karşı dayanıklı hâle getirmek ve deriye teknik karakter kazandırmak gâyesi ile yapılan operasyonların tamamına “debâgât” işlemi veya “dabağlama”, dabağlanan yere de “tabağhâne” denir.
Debâgât işlemi mâmul deri karekterine göre:
a) Metal debâgât,
b) Nebâtî debâgât olmak üzere ikiye ayrılır.
Metal debâgât: Krom , alüminyum, demir, vs. gibi metallerin tuzları ile yapılabilir.Genellikle krom debâgâtı yapılır. Kireçlik işlemi bitmiş deri dolaplarda evvelâ sun’î gübre (amonyum sülfat) ve enzim ilâvesiyle derinin bünyesindeki kireç ve enzim yardımıyle istenmeyen proteinler deriden uzaklaştırılır. Deride yumuşaklık artar ve belirgin hâle gelir. Bundan sonraki işlem piklajdır. Deriyi debâgât Ph’sına ayarlama işlemidir. (Deri metal debâgâttan önce asidik duruma getirilir). Piklaj işleminde deri asitten zarar görmemesi için evvela sodyum klorür (tuz) verilir. Deri lifleri arasına giren tuz deriyi aside karşı dayanıklı hâle getirir. Genellikle asit olarak sülfirik asit kullanılır. Bu ameliyeden sonra deriye krom oksit (krom kompleksi) verilir. Krom, deriyi dış etkilerden korur. Bundan sonra kromun deriye bağlanması için dönen dolaba soda veya bikarbonat verilir. Böylece kristaller büyür, krom liflerin arasından çıkamaz. Deri dolaptan çıkarılarak istiflenir. Yapılacak deri çeşidine göre tasnif edilir. Kalın deriler (sığır derisi) yarma makinesinden geçtikten sonra tıraşlanır. Kromlu deri, traş makinesinde istenilen inceliğe getirilir. Deriler retenaj dolaplarına atılır. Retenajın gâyesi: a) Deriye yumuşaklık kazandırmak, b) Deriye homojenlik kazandırmaktır. Deri sodyum bikarbonat ile zayıf alkali hâle getirilir. Deriler yıkandıktan sonra istenirse 55oC’de çeşitli renklerde anilin boya çeşitleriyle boyanır. Sonra yine 55oC’de sıcak suyla yağlama işlemine geçilir. Yağlar suda eriyen sülfone, sülfite veya sentetik yağ çeşitleridir. Yağlamanın gâyesi deriyi yumuşatmak ve su geçirgenliğini azaltmak içindir. Sülfone yağ kullanılmasının sebebi yağı su ile beraber tutmaktır.
Tanenleme: Çeşitli tanenler kullanılabilir Bunlar sentetikfenol-formaldehid, reçine esaslı olduğu gibi bitkilerden elde edilen tabiî tanen diye tâbir ettiğimiz sumak, mimoza,valeks vs. olabilir.
Bu tanenler sayesinde deriye daha bir dayanıklılık ve dolgunluk sağlanır. Deriler dolaptan çıkarılıp açkı makinalarında açılarak şu şekillerde kurutulur: 1) Normal hava sıcaklığında asılarak, 2)Pestink cihazıyla (derinin nemi sıkılarak giderilir), 3) Vakum (nem emilir), 4) Gergef (deri gerilerek kurutulur).
Kurutulmuş deri su veya % 35 rutûbetli talaşla tavlama işlemi yapılarak deriye rutûbet kazandırılır. Daha sonra gergef makinasında gerilerek düzgün bir hâle getirilir. Böylece deri boyama işlemine hazırlanmış olur. Derinin üst boyaması yapılırken, evvela asidik boya ile otomatik tabanca veya el tabancasıyla deriye püskürtme sûretiyle astar boyası verilir. Bu püskürtmeden sonra organik pigment ve bağlayıcılarla son boyası verilerek, cilâsı atılır ve ütülenir. Ölçü makinasında ölçülerek, alan hesabıyla piyasaya sürülür. Tüylü (kürk) deriler âdet olarak piyasada satılır. İyi kalite bir derinin cildi temiz olur. Hayvanın tabiî cildi gözükür, göze herhangi bir hatâ gözükmez.
DERİSİDİKENLİLER (Echinoderma)
Alm. Stachelhäuter, Fr. Échinodermes, İng. Echinodermes. Denizyıldızı, yılanyıldızı, denizkestanesi, denizhıyarı ve denizlalesi gibi deniz hayvanlarını içine alan Echinodermata şûbesi (filum) hayvanlarına verilen ortak isim.
Ekinoderm kelimesi eski Yunancada “kirpi derili” mânâsında olup ekseri ekinodermlerin (derisidikenliler) dikenli derilerine dalâlet eder. Dünyâda okyanusların sularında görülen derisidikenliler umûmiyetle sıcak sularda bulunur. Üreme genellikle yumurtlama ile olur. Regenerasyon (kendini yenileme) da bu hayvanlarda yüksek seviyededir. Çoğu zaman büyük miktarda yumurta ve sperm rastgele denize bırakılır ve böylece döllenme hâsıl olur. İlk yumurtadan çıktıkları zaman yavrular şekil olarak iki taraflıdır. Ancak bu şekil kısa zamanda değişir. Tipik olarak derisidikenlilerin vücûdu muntazam ve beşe bölünmüş bir “güneş” şeklindedir. Ağız ve mideleri ise merkezde bulunup başları yoktur. Ağız etrâfında bulunan bir sinir halkasından vücûdun bütün taraflarına yayılan bir sinir sistemi vardır. Su damar sistemini (ambulakral sistem) barındıran kanal da başka bir halkayı teşekkül ettirir. Bu sistem de bütün vücûda yayılmıştır.
Ekseriya derisidikenlilerin iskelet yapısı kireçimsi ve hemen deri altında bulunmaktadır. Ancak deniz hıyarında olduğu gibi iskelet küçük kireç yumruları (düğüm) şeklinde de görülür. Derisidikenlilerin vücut parçalarını yenileyebilme özelliği vardır. Denizyıldızları, kopan bir veya birkaç kolunu yenileyebildiği gibi, denizhıyarı iç organlarından bâzılarını da yenileyebilmektedir.
Alm. Dichtigkeit (f), Fr. Concentration, İng. Concentration. Fizik ve kimyâda, bir cismin birim hacim çözeltide çözünmüş olan kütlesi. Derişimin tanımlanmasında farklı birimler kullanılmaktadır. Meselâ, yüzde derişim, 100 ml çözeltide çözünmüş maddenin gram miktarını gösterir. Molar derişim ise 1 litre çözeltide çözünmüş maddenin mol sayısını ifâde eder. Molar derişimi 0,1 olan NaOH çözeltisi, litresinde 4 gram NaOH çözünmüş çözeltiyi gösterir. Bir diğer derişim birimi normalitedir. Normalite, 1 litre çözeltide çözünmüş maddenin eşdeğer gram sayısını gösterir. (Bkz. Eşdeğer Ağırlık)
Nükleer mühendislikte izin verilen en büyük derişim, teneffüs edilen havada veya içilen suda bulunan ve değişmez kabul edildiğinde üç ayda teneffüs veya sindirim sisteminin üç aylık sınır dozunun alınmasına yol açan belli bir radyo element derişimini gösterir (metreküpte Curie veya Becquerel olarak ölçülür).
(Bkz. Cemiyetler)
Osmanlılarda medreselerde talebeye ders veren müderrislerin ünvanı. Bir kimsenin dersiâm olması için, okuması îcâb eden ilimleri bitirip icâzet (diploma) alması gerekiyordu. Bunun yanında imtihandan geçerek ehliyetini ispat etmesi de şarttı. Tanınmış âlimlerden ders vekilinin başkanlığında teşkil edilen heyette imtihan yapılırdı. Sultan İkinci Abdülhamîd Hana kadar olan zamanda imtihan senede bir defa olurdu. Dersiâm olmak istiyen hocalar heyete başvurup imtihan olurlardı. Sonraları bunun yerine, imtihan heyetinin medreselere gidip orada imtihan etmeleri usûlü getirildi. Her sene on beş kişi dersiâm olarak ayrılırdı. İmtihanı kazananlara dört yıl sonra görev belgesi verilerek 200 kuruş maaş bağlanırdı. Bu maaşlar zamanla artardı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han maaşsız ders okuttukları dört yıl içinde dersiâmlara kendi hazînesinden dört altın lira vermeyi karar altına almıştı. Dersiâmlara belge verilip maaş bağlanınca, özel olarak verilen aylık kesilirdi. Okuttuğu talebeye icâzet (diploma) veren dersiâmlar için müciz (izin veren) dersiâm tâbiri kullanılırdı.
Dersim (bugünkü Tunceli) ve çevresinde devlete karşı girişilen İsyanlar sebebiyle düzenlenen siyâsî, idârî ve askerî harekât. Osmanlılar zamanında Dersim yöresi halkı diğer yerlere nazaran özel bir statüye tâbiydi. Dersim’de Ocaklık ve Yurtluk adı verilen idârî birimlerin başında aşiret reisleri bulunuyordu. Gerek çevrelerinden gördükleri îtibâr, gerekse devletin kendilerine verdiği bâzı yetkiler sebebiyle güçlü duruma gelen aşiret reisleri merkezi devlet otoritesine karşı zaman zaman başkaldırdı. Tanzimat ile Doğu Anadolu’da yapılan idârî düzenleme sırasında Dersim, Hozat merkez olmak üzere Dersim sancağı adıyla Erzurum vilâyetine bağlandı. Ancak kendilerine has idâre tarzına alışmış olan Dersim bölgesi halkı yeni düzenlemeye karşı çıktı. Daha sonra bir ara Erzurum vilâyetinden ayrılarak bir vilâyet hâline getirilen Dersim 1862’de mâmüretü’l-aziz (Elazığ) Vilâyetinin kurulmasından sonra bu vilâyetin bir sancağı haline getirildi. Bu durum karşısında güç durumda kalan hükûmet, denetimi sağlamak asker ve vergi toplamak için aşiret reislerine rütbe ve nişanlar dağıtarak onları ede etmeye çalıştı. Bölgede devlet otoritesinin yaygınlaştırılmasından rahatsız olan aşiret reisleri devlete karşı topluca isyan ettiler. Yaklaşık bir yıl süren isyan hükûmet kuvvetlerince bastırıldı. İsyancıların başı olan Hüseyin Bey tutuklanarak Vidin kalesine sürüldü, oğlu Ali Bey de Erzincan’da ikâmet etmeye mecbur edildi. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı sebebiyle Dersim yöresindeki askeri kuvvetler Erzurum’a gönderilince aşiret reisleri yeniden isyân ettiler. Bu isyanlar Kurt İsmail Paşa, Samih Paşa daha sonra da Gâzi Ahmed Muhtar Paşa tarafından bastırıldı. Dersim de müstakil vilâyet hâline getirildi.
Bu dönemde Ermeni komitacılarının da tahrikiyle (kışkırtmasıyla) isyanlar tekrar başladı. 1885 senesinde Ali Şefik Paşa idâresinde bölgeye gönderilen kuvvetler uzun süren çarpışmalardan sonra ayaklanmaları şiddetle bastırdılar. Ancak köklü bir ıslahat yapılmadığından ayaklanma ve eşkiyâlık hâdiseleri önlenemedi. Sultan İkinci Abdülhamid Han aşîret reislerinin gönüllerini alarak elde etmeye çalıştığı gibi, bölge halkından asker toplayarak “Hamidiye Alayları” adıyla yeni askerî birlikler kurdu. Böylece bölge halkının güvenlik ve emniyetini sağlamaya çalıştı. Ancak çeşitli tahrikler sebebiyle eşkiyâlık ve şiddet hareketleri devam etti. Kureyşanlı, Koçuşağı, Şamuşağı ve Resikli aşiretlerinin birleşmeleri neticesinde 1907 senesinde büyük bir isyan hareketi ortaya çıktı. Kureyşanlı aşireti Kığı köylerine, Koçuşağı, Şamuşağı ve Resik aşiretleri de Kemah ve Çemişkezek köylerine saldırdılar. Elazığ Redif Tugayı kumandanı Neşet Paşa âsiler üzerine giderek ayaklanmayı bastırdı. Fakat bir yıl sonra bu aşiretler öc almak için yeniden başkaldırdılar. Ayaklanmaların gelişerek genişlediği sırada İkinci Meşrûtiyet ilân edildi. Harbiye Nezâreti Dördüncü Ordu kumandanlığından aşiretlerle anlaşarak eşkiyâlık hareketlerine son verilmesini istedi. Bâzı aşiret reisleri anlaşarak merkeze boyun eğerken, bâzıları ise cezalandırılarak kontrol altına alındılar. Fakat tekrar bâzı taşkınlık hareketleri ortaya çıkınca Dersim bölgesi hakkında verilecek karara esas olmak üzere Ferik Ali Paşa ile Şûray-ı Devlet âzâsı Mustafa Bey gerekli incelemeyi yapmakla vazifelendirildiler. Yapılan inceleme neticesinde düzenlenen rapor üzerine Meclis-i Meb’usân tarafından Dersim bölgesinde ıslahat yapılması kararlaştırıldı. 1909 senesinde Müşir İbrâhim Paşa Dördüncü Ordu kumandanı olarak Dersim’e gönderildi. Ovacık yakınlarında Ordugâhını kuran İbrâhim Paşa aşîret reislerinden hükûmetin emirlerini dinleyeceklerine dair söz aldı. Boyun eğmeyen Haydaranlı aşireti üzerine kuvvet gönderdi. Askerî harekattan sonra bölgede sükûn ve emniyet sağlandıysa da 1911 senesinde Pülümür çevresinde başlayan ayaklanma Haydaranlı aşiretinin de katılmasıyla genişledi. İki ay süren bir direnişten sonra bastırıldı. Balkan Savaşı sırasında ufak hareketler dışında bir isyan hareketi olmadı. Birinci Dünya Savaşı sırasında Rusların Doğu Anadolu’da giriştikleri işgal hareketi sürerken 1916 senesinde Doğu Dersimde Kureyşan aşiretinin önderliğinde, bölge aşiretleri ayaklandılar. Nâzımiye isyancıların eline geçti. Mazgirt, Pertek ve Çarsancak çevreleri baskın ve talana uğradı. Galatalı Şevki Bey kumandasındaki 13. Tümen, yaklaşık bir ay süren harekat neticesinde bölgede geçici de olsa kontrolü ele aldı.
Kurtuluş Savaşı sırasında 1921’de meydana gelen Koçgiri aşîreti isyanına Dersim bölgesi halkı katılmadı. Bunda Kuvay-ı Milliye taraftarı ve TBMM üyesi Diyap Ağa ile diğer bâzı aşiret reislerinin etkisi oldu. Osmanlı Devletinin Dersim’e hâkim olmaya çalıştığı 1860 yılından Cumhûriyetin ilk yıllarına kadar Dersim’de birçok olaylar olmuş ve bunlardan bâzıları tenkil harekâtını gerektirmişti. 1877’den bu yana yapılan tedip hareketleri arasında 1907 ve 1908 yıllarında yapılanlar iyi düşünülerek tertiplenmiş ancak bunların netîcelerinden faydalanılamayarak Dersim’in özellikle Birinci Dünyâ Harbinde eline geçirdiği silâhlarla daha zararlı bir duruma girmesine sebebiylet verilmişti. Cumhûriyet döneminde 1925 senesindeki Şeyh Said isyanına katılmayan Dersim bölgesi halkı 1930’da başlayan Ağrı İsyanına katıldı. Ovacık kazası halkından ve Dersim bölgesinde nüfuzlu bir Derebeyi olan Seyid Rıza’nın adamları çapulculuk ve eşkiyâlık ettikleri vergi vermemekte direndikleri için icra vekilleri heyeti (Bakanlar Kurulu) Danzig nahiyesinin Aşgirih, Gürk, Dağbey ve Harsî köylerine karşı harekât düzenlenmesini kararlaştırdı. İsyancılara Haydaranlı aşiretiyle, Mazgirt’teki Demenalı ve Yusufanlı aşiretleri de katılınca isyan hareketi kısa zamanda yayıldı. Girişilen askeri harekat neticesinde isyan bastırıldı.
Daha sonra bölgede idarî ve sosyal reformların yapılması kararlaştırıldı. 1935’te 2884 sayılı Tunceli vilâyetinin idâresi hakkında Kanun çıkarıldı. Buna göre Tunceli iline korgeneral rütbesinde bir zat vâli ve komutan olarak tâyin edilecekti. Aynı zamanda Dördüncü Umum Müfettiş Sıfatını alan vâlinin geniş idârî, askerî ve adli yetkileri vardı. Asayişi ve sükûnu sağlama açısından gerekli gördüğü durumlarda ilde yaşayan kişileri ve âileleri il sınırları içinde bir yerden başka bir yere göndermeye, il sınırları içinde oturmalarını yasaklamaya yetkiliydi.
Kanûnun uygulamaya başlamasıyla 1937 senesi başlarında olaylar çıktı. Kureyşan aşireti reisi ve kendisine Dersim generali sıfatını yakıştıran ve İngiliz hükûmetinden yardım isteyen Seyit Rıza önderliğinde, asker ve vergi vermek istemiyen aşiretlerce yeni bir isyan başgösterdi. Cumhûriyet hükümeti, Dördüncü Ordu müfettişliğinin kurulmasını, Komutanlığına Abdullah Alpdoğan’ın getirilmesini ve Dersim bölgesinde geniş bir harekâta girişilmesini kararlaştırdı. Ayaklanmaya Kureyşan aşireti dışında Haydaran, Yusufhan ve Demenan aşiretlerinden meydana gelen 5000 kişilik bir isyancı grubu katıldı. Ayaklanma hareketi Harsik köprüsünün yıkılması, köprüyle Kahnut bucağı arasındaki telefon hattının kesilmesiyle başladı. Bu sırada Sûriye sınırında ve sınıra yakın bölge ve illerde de benzeri olaylar görüldü. Bölgede emniyet ve asâyiş sağlanamadı ve otorite kurulamadı. Milletler Cemiyeti tarafından Hatay’a bağımsızlık kararı verilmesinden sonra, TBMM’de yapılan müzâkerelerde bu gelişmelerin başta Fransa veFransa’nın mandası altındaki Sûriye tarafından kışkırtıldığı ileri sürüldü. Başbakan İsmet İnönü, Tunceli ilinde iki yıldır uygulanan reform proğramının bölgede huzûru sağlamaya yönelik olduğunu belirtti. Fakat bölgede hükümete karşı direniş başgösterdi. Mart 1937’de olayların genişlemesi üzerine askeri harekât başlatıldı. 13 Eylül 1937’de sona eren harekât neticesinde ayaklanma bastırıldı. Devrin başbakanı İsmet İnönü tarafından yapılan açıklamaya göre isyancılardan 250 kişi ölü olarak ele geçirilirken 1000 dolayında kişi de teslim oldu. Askerî harekâttan sonra isyancılar hakkında yapılan yargılama 15 Kasım 1937’de sona erdi. İsyan hareketinin elebaşısı durumunda olan Seyit Rızâ ile birlikte yedi kişi idam edildi. Çok sayıda isyancı ise çeşitli hapis cezâlarına çarptırıldılar. Ama olaylar yine durmadı. 1938’de yeni ayaklanmalar çıktı. Bunun üzerine ikinci bir askerî harekâta girişildi. Eylül 1938’de ayaklanma tamamen bastırıldı. Harekât esnâsında ve harekât sonunda, isyancıların kulandığı silâhların Fransız ve İngiliz yapısı silâhlar olduğu ve isyancıların Fransa ve İngiltere’den büyük destek gördüğü ve isyanın başlatılmasında büyük rol oynadıkları ortaya çıktı. Ayrıca bu isyancılar Hatay meselesi ile ilgili olarak Fransız ve İngilizler tarafından tahrik edildiği ve Türkiye’nin iç gâilelerle meşgul edilmesi hedeflendiği tesbit edilmiştir.
Tasavvuf tâbirlerinden. Bütün İslâm dillerine Farsçadan geçmiştir. Lügatta “kapı kapı dolaşan” ve “fakir” mânâlarına gelen bu kelime Arapçaya da aynı şekliyle geçmiş ve Arap dili grameri kâidelerine göre “derâvîş” şeklinde çoğulu yapılmıştır. Tasavvuf terminolojisinde ve İslâm edebiyâtında ise “Dünyâ sevgisini ve mâsivâyı, yâni Allahü teâlâdan başka her şeyi gönlünden çıkarıp, İslâmiyete tam uyarak, gönlünü yalnız Allahü teâlâya bağlayan; güzel huylarla süslenmiş kimse” mânâsına kullanılmıştır. Derviş kelimesinin bir mânâsı da, “kapı eşiği” olup, derviş olanın kapı eşiği gibi mütevâzî ve her eziyete katlanıcı olması lâzım geldiğini îmâ etmektedir. Bu sebeple “Dervişler kapılardan çıkarken eşiğe basmazlardı.” denilmiştir. Mütevâzî, ârif, kanâatkâr, güzel ahlâk edinmiş, dünyânın varına yoğuna aldırış etmeyen Müslümanlara da bir tarîkât mensubu olmasa bile “derviş meşreb” denilir. Farsçada “dervîş-i sultân dil” tâbiri Peygamber efendimize işâret eder. Sultan, gönüllü fakir demektir. Peygamberimizin serveti olmadığı hâlde fevkalâde ihsânlarını, kalb zenginliğini, herkese olan cömertliğini ifâde için söylenir.
Derviş kelimesine İslâm târihinde 9 ve 10. asırlardan îtibâren rastlanır. Bu yüzyıllar, büyük İslâm âlimi ve velîlerinin talebelerinin, kendilerini hocalarının adına nisbet edilen lakaplarla (isimlerle) yâd edilerek (anılarak) İslâm tarîkatlarının mensubu olarak anılmalarının ilk defâ ortaya çıkış devridir. Böylece asr-ı saâdetten (İslâmın ilk asrından) îtibâren ilim ve ahlâk olarak mevcut bir hâlde yaşanmakta olan tasavvuf, özde aynı, isimleri farklı çeşitli tarîkatlar hâlinde görülmeye başlamış, derviş de bu tarîkatlara mensup kimselerin ortak adı olmuştur.
Dervişlik, bir gönül işidir. Derviş olmak için özel bir kılık kıyâfet şartı yoktur. Gönlünü Allah sevgisiyle dolduran ve her türlü faaliyetini, işini bu sevginin îcâblarına uygun yapan, İslâm büyüklerini seven, onların terbiyesini kabul eden herkes derviş olabilir. Bu hâlini başkalarına bildirmesine gerek yoktur. Sözünde sâdık (doğru) bir derviş, dâimâ Allahü teâlânın büyüklüğünü, O’na karşı kulluğunu, küçüklüğünü düşünür. Kalbi kırık olarak hep O’na yalvarır. Yalnız O’na sığınır, yalnız O’ndan yardım bekler ve kulluk vazîfelerini tam olarak yapar. Bu da İslâmiyete tam uymakla olur. Kulluk vazîfelerini yapmak demek; İslâm dîninin emir ve yasaklarına tam uymak, her zaman Allahü teâlânın rızâsına uygun olarak iş yapmak demektir. Yoksa, İslâm dîninin açıkça ve kesinlikle yasakladığı bâzı işleri yapmak dervişlik olmaz. Böyleleri, târihte de görüldüğü gibi, kendilerine derviş ismini takıp dervişlikle alâkası olmayan, bozuk bir yolda bulunan kimselerdir.
Dervişler, işsiz güçsüz, miskin, tenbel, cemiyete yük olan kimseler değildir. Her biri seneler boyu hocalarının hizmetinde bulunarak beden ve rûha âit çeşitli ilimleri tahsil etmiş, kuvvetli bir îmân, idrâk ve ahlâk olgunluğuna ermiş, dış görünüşleri sâde, mütevâzî (alçak gönüllü), aza kanâat eden, herkese iyilik ve yardım için çırpınan, hoşgörülü, cefâkâr, fedâkâr, çoğu bir meslek ve sanat sâhibi, fazîlet timsâli (örneği) kimselerdir. Gerektiğinde İslâm ordularıyla birlikte harplere iştirâk eder, en ön safta kendilerinden geçmiş bir hâlde, aşk ve vecd (coşkunluk) içinde savaşır, kahramanlık nümûneleri gösterirlerdi. Böyleleri derviş gâzi ismiyle anılagelmiştir. Bilhassa Anadolu’nun fethi asırlarında, çoğu Horasan’dan kalkıp gelen “derviş gâzilerin” büyük hizmetleri görülmüştür. Bunlar, Anadolu’nun çeşitli köy ve kasabalarına bâzan tek başlarına gelip yerleşerek güzel ahlâklarıyla gönüller fethetmiş, yerli halkın İslâmiyeti kabul edip Müslümanlaşmasında rol oynamış, Moğol istilâsı, Haçlı Seferleri sırasında da zulüm, haksızlık, türlü cefâ ve eziyete uğrayan insanların bitkin, bezgin ve yaralı gönüllerine birer sığınak olup, halleri vaaz ve nasîhatleri ile cemiyeti diri tutmuş, kendilerini sevenleri İslâm ahlâkının yüceliklerine eriştirmişlerdir.
Dervişler, bu hâlleriyle herbiri “Harpte kahraman, sulhta üstâd” olan Eshâb-ı kirâmın (Peygamber efendimizin mübârek arkadaşlarının) yolundan yürümüş mübârek insanlardır. Bugün Anadolu’nun hemen her köşesinde bu yüksek insanlara âit türbe ve dergâhlara rastlanır. Birçok köy, kasaba, mahalle onların ismini almıştır. Dervişlerin pekçoğunun isimleri unutulmuş, bâzıları ise nesillerden nesillere aktarılarak günümüze ulaşmıştır. Bunlar içinde en meşhurlarından olan Yûnus Emre hazretlerinin, dervişliğin bâzı vasıflarını târif eden aşağıdaki mısraları derin mânâlarla doludur:
Derviş bağrı baş gerek,
Gözü dolu yaş gerek,
Koyundan yavaş gerek,
Sen derviş olamazsın.
Döğene elsiz gerek,
Söğene dilsiz gerek,
Derviş gönülsüz gerek,
Sen derviş olamazsın.
Sultan Dördüncü Mehmed Han zamânında hizmet gören Osmanlı vezir ve sadrâzamlarından. Aslen Çerkez’dir. Evliyâ Çelebi ona Bıyığklı Mehmed Paşa demektedir. Yaklaşık 1585 yılında doğmuştur. Nasıl yetiştiği hakkında klasik kaynaklarda yeterli bilgi yoktur. Sultan Dördüncü Murad’ın vezîriâzamı Tabanıyassı Mehmed Paşanın kethüdâlığından yetişerek 1637’de Şam, 1638’de Diyarbakır vâliliğine getirildi. 1638 yılı Bağdat Seferinde Diyarbakır Beylerbeyi sıfatıyla muhâsaraya katıldı. Sefer dönüşü ise Bağdat Beylerbeyliğine tâyin edildi (1639). Derviş Mehmed Paşa, Bağdat’taki görevi sırasında âsâyişi temin ettiği gibi harpler dolayısıyla şehirde meydana gelen tahribâtı büyük ölçüde îmâr etti. Zirâat ve ticâretin gelişmesini sağladı. 1644’te vezirlik pâyesiyle Halep, 1646’da Anadolu daha sonra da Silistre’ye tâyin olundu. Bu esnâda meydana çıkan Girit harbi dolayısıyla Çanakkale Boğazına gelen Venedik donanmasına karşı, boğazın kara tarafından korunması görevini üstlendi. Mahâretle yerleştirdiği toplar sâyesinde büyük zâyiât veren düşman donanması kaçmak zorunda kaldı (1649). 1651 yılında Anadolu Beylerbeyliği zamânında zuhûr eden Celâlî eşkıyâsına karşı sert tedbirler aldı. 1652’de kapdân-ı deryâ olan Mehmed Paşa, Sadrâzam Tarhuncu Ahmed Paşanın azli üzerine, Sultan Dördüncü Mustafa Han tarafından bu göreve getirildi. 1654 yılında sadrâzamlık görevinden alınan Mehmed Paşa, 1655 senesi Rebîülevvel ayının başlarında vefât etti. İstanbul’da Çemberlitaş’ta Atik Ali Paşa Câmi-i şerîfi avlusuna defnedildi.
Ölümünde yaşı altmışa yakındı. Huy olarak halîm ve orta derecede iktidarlı olup, çok cömertti. “Para kazanmak; zirâat, ticâret ve imâretle olur.” derdi. Nitekim kendisi de Bağdat vâlisiyken, Basra yoluyla Hindistan, İran ve Haleb’e adamları vâsıtasıyla para gönderip muhtelif eşyâ satın alarak maiyetinin (emri altında çalışanların) ihtiyâcını temin ettikten sonra kalanını tüccara sattırır ve bundan külliyetli kâr temin ederdi. İran aşîretlerinin yaylak için Şehrezur sahralarına çıkışlarında onlardan ucuz fiyatla tedârik ettiği koyunları, Bağdat’ta yaptırdığı kasap dükkanlarında kestirip maiyetinin ihtiyaçlarını dağıttıktan sonra narhtan bir akçe noksanıyla halka sattırırdı. Ayrıca Bağdat’ta birkaç yerde fırın yaptırıp maiyeti olan levend, içoğlanı ve sâir kimselerden on bin kişinin ekmeğini verdikten sonra, kalanını ucuz fiyatla halka sattırırdı. Bu hâlleri dolayısıyla Bağdat’ta, paşanın kalabalık maiyeti ve muhâfız askerden dolayı iâşe sıkıntısı olmaz ve halk da bundan istifâde ederdi. Bu sebeple pekçok sevilip sayılırdı.
Evliyânın büyüklerinden. İnsanları Hakk’a dâvet eden, doğru yolu göstererek saâdete kavuşturan ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin yirmincisidir. Doğum târihi bilinmemekte olup, 1562 (H. 970) senesinde vefât etti.
Rûh ilimlerinde mütehassıs idi. Büyük âlim ve kâmil bir velî olan dayısı Kâdı Muhammed Zâhid’den ders alarak yetişti. Dayısına talebe olmadan önce, on beş sene nefsinin isteklerinden kurtulmak için mücâdele etmiş ve insanlardan uzak yaşamıştı. Birgün ellerini açıp, âcizliğini ve çâresizliğini Allahü teâlâya yalvararak arz etmişti. Âniden Hızır aleyhisselâm gelip; “Eğer sabır ve kanâat istiyorsan, Muhammed Zâhid’in hizmet ve sohbetine kavuşmakta acele et. O sana sabır ve kanâati öğretir.” buyurdu. Muhammed Zâhid’in yüksek huzûrunda ilim tahsil etti. Güzel terbiye görüp, kemâle geldi. Hocasının vefâtından sonra yerine geçip, Semerkand’da doğru yoldan ayrılanlarla ve dîne sonradan sokulan bid’atlerle uğraştı. Bid’atleri yok etti. Çok velî yetiştirdi.
İnsanları Allahü teâlânın yoluna çağırmada çok gayret gösterdi. Talebelerinin terbiyesi husûsunda, insanüstü bir kuvvet ve gayrete sâhipti. 1562 senesinde, ikinci binin yenileyicisi İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin dünyâya gelmesinden bir sene önce, Büster kasabasının Dasferâr köyünde vefât etti. İnsanlara doğru yolu göstermek için yetiştirdiği yüksek talebeleri pekçok olup, en büyüğü Hâce Muhammed İmkenegî’dir.
On altı-on yedinci yüzyılda yetişmiş Osmanlı şâir ve devlet adamı. Bosna bölgesine bağlı Mostar şehrinde 1560’da doğdu. İkinci Selim devrinde daha çocuk yaşta iken Enderun Mektebine alınarak, İbrahim Paşa sarayında yıllarca tahsil ve terbiye gördü. Sultan Üçüncü Murad Hân zamanında saray-ı âmireye geçti ve doğancılık hizmetinde bulundu. Gayretli çalışmaları neticesinde sultânın yakın dostları arasına girdi. Yine sultânın emri ile İran şâiri Bennânî’nin Sehânâme adlı eserini manzûm olarak Türkçeye tercüme ederek Murâdnâme adıyla pâdişâha takdim etti. Pâdişâhın iltifâtına kavuşarak Doğancılar Kethüdâsı tâyin olundu.
Sultan Üçüncü Murad Hanın vefâtına kadar sarayda kalan ve aynı zamanda onun Kapı Kethüdâlığını yapan Derviş Paşa, Sultan Üçüncü Mehmed’in cülûsuyla birlikte (1595) saray dışındaki hizmetlere gönderildi. Rumeli seferlerine katıldıktan sonra gösterdiği başarılar sebebiyle Bosna Beylerbeyliğine getirildi. Bu hizmetteyken Stolni Belgrat’ın muhâfazasıyla görevlendirildi. Aynı yılın sonunda bu görevden ayrılan Derviş Paşa, Osmanlı-Avusturya harplerinin en buhranlı döneminde düşman eline geçen Peşte’ye geldi. Serdâr Lala Mehmed Paşanın başında bulunduğu orduda büyük başarılar gösterdi. Düşman ordusuna fevkalâde kayıplar verdirildiyse de, üstün kuvvetler karşısında ordumuz da büyük zâyiât verdi. On beş bin kişiden ancak bir kaç yüz Osmanlı cengâveri sağ kalabildi. Derviş Paşa da bu muhârebede şehid oldu (1603). Vefâtında, tahminen 43 yaşlarında bulunuyordu.
Derviş Paşa aynı zamanda, çağının tanınmış şâirlerinden biridir. Eserlerinin başında sâde ve akıcı bir üslûba sâhib olan Muradnâme’si gelmektedir. Bu eserde mesnevî tarzını kullanmış olup, hâdiseleri anlatışı fevkalâde güzeldir.
Fransız matematikçisi ve filozof. 1596’da La Haye’de doğup, 1650’de Stockholm’de öldü. İlk önce Cizvit Kolejini bitirdi, daha sonra Poitiers Üniversitesinde tahsil gördü. Senelerce Almanya, İtalya, Hollanda ve Polonya’da kalarak ilmî çalışmalar yaptı. Metod Üzerine Nutuk isimli eserinin 1637’de yayınlanmasından sonra bütün dikkatleri üzerine topladı. Bu eserindeki fikirlerini daha sonra şu üç denemeyle pekiştirdi:
1. Dioptri: Burada, fizikte ortamların kendilerinden geçen ışık üzerine olan tesirlerini tetkik etmiştir. Ayrıca gözlük camlarının îmâli konusunda bâzı çalışmaları olmuştur.
2. Meteorlar: Burada, atmosferde meydana gelen olaylar tetkik edilmiştir.
3. Geometri: Bu kısımda da geometri konusu ele alınmıştır. Diğer eserleri şunlardır: Metafizik Felsefe Üzerine Düşünceler, Felsefe Prensipleri, Rûhun İhtirasları.
Ölümünden sonra, İnsan Üzerine, Dünyâ ve Işık Üzerine ve Mektuplar adlı eserleri arkadaşları tarafından yayınlanmıştır.
Descartes, cebir ve geometri teorilerine getirdiği görüşler sebebiyle büyük matematikçilerden sayılır. Adı felsefe târihinde önemli bir yer tutar. Descartes, skolastik sistemi reddetmiş ve meşhur, “Düşünüyorum, öyleyse varım!” aksiyomundan hareket ederek teorilerini “salt akıl” temeli üstüne kurmuştur. Hiçbir şeyi ispatsız kabul etmek istemez. Bu bakımdan, kendi varlığı dâhil her şeyden şüphe ederek yola çıkmıştır. Metafizik konularda idealist olan Descartes, tanrının varlığını da, kusursuz varlığın tanımlanması yoluyla kendine göre îzâh ve ispat eder. Sonra tanrı insanları aldatmak istemeyeceği için, dış âlemin varlığını ve kendi cisminin varlığını kabul eder. Böylece Descartes geçici idealizmden sonra realizme varır. Bu realizm, düalisttir, yâni mahlûkun iki özden (ruh ve beden) meydana gelmiş sayar.
Descartes felsefesinin, bu iki yüzü sebebiyle, materyalist ve idealist olmak üzere birbirine taban tabana zıt iki çeşit tâkipçisi yetişmiştir. Descartes’in sistemi günümüze göre eski bir târihte ortaya atıldığı için ölümünden 100 sene sonra tabiat ilimlerinin bir hayli gelişmesi netîcesinde ehemmiyetini yitirmiştir.
Osmanlıların son devirlerinde yaşamış olan gazeteci yazar. Otuzbir Mart Vak’ası olarak târihe geçen olayın tertip ve teşvikçilerindendir. Babası Kıbrıs papuççu esnafından Kıbrıslı Mahmut Ağadır. 1869’da Lefkoşe’de doğdu. Küçük yaşta ilim öğrenmeye başladı. Bir müddet, şimdiki adı Selimiye Câmii olan Lefkoşe Ayasofya Câmiinde müezzin olarak vazife yaptı. Yirmi yaşına geldiği zaman bir ara tarîkat mensupları arasına girip kendini derviş olarak tanıttı. Fakirlik ve sıkıntılı bir hayattan dolayı içine düştüğü aşağılık kompleksinden kurtulmak için İngilizce öğrenmeye merak etti. İstanbul’a geldi. İngilizce öğrenmek bahânesiyle İngiliz gizli haber alma teşkilâtı İntelligence Service elamanlarıyla tanıştı. Biraz İngilizce öğrendikten sonra, İngiliz hükümetinin bir memuru olarak Kıbrıs’a döndü. Kraliçe adına verilen balolara katıldı. Bu hususu Sultan Abdülhamid Hana yazdığı bir mektupta şöyle dile getirdi:
“25 sene hoca mesleğinde, hoca îtikâdında, hoca kıyâfetinde, medrese köşesindeki bir Müslüman, şimdi medenî (!) bir devletin balosunda dekolte madamları, matmazelleri seyrediyor, seyrediyor, amma yine o kaybolmasından fazla olan gizli ses:
Yüksel ki bunun da fevki vardır,
İnsanlığın başka bir zevki vardır
diyerek beni daha ilerilere sevkediyordu. Her yüksek gördüğüm dereceye ayak bastıkça bakışlarım daha ilerilere mâtuf bulunuyordu. Ancak bunlar hep meşrû bir çalışma neticesiydi. Zîrâ İngilizler adama hiç bedava lokma verir mi?”
Osmanlı Devletinin yıkılması için türlü planlar hazırlayan İngilizlerin emrinde çalışan Derviş Vahdetî, Sultan İkinci Abdülhamîd Hana karşı olan kimselerle birlikte hareket etti. İstanbul’dan kaçarak Kıbrıs’a gelen ve Sultan İkinci Abdülhamîd Hana karşı olan kimseleri koruyup himâye etti. Larnaka’da İngilizce ders veren bir misyonerden İncil okudu. Daha çok, İngilizce öğrenirim düşüncesiyle kiliseye devam etti.
Derviş Vahdetî İstanbul’a gelerek Memdûh Paşanın yalısında imamlık yaptı. Bu sırada Osmanlı Devletinin parçalanarak yıkılması için çalışan İngilizlerle olan münâsebeti tesbit edildiği için İstanbul’dan Diyarbakır’a sürgün edildi. Üç bucuk yıl Diyarbakır’da kaldıktan sonra İkinci Meşrûtiyetin îlânından sonra affedilerek İstanbul’a döndü.
Sultan İkinci Abdülhamîd Handan çıkarmak istediği gazete için yardım istedi. Bu isteği kabul edilmedi. Fakat o 11 Aralık 1908’den îtibâren Volkan Gazetesi’ni çıkarmaya başladı. Gazetede yayınladığı yazılarıyla İttihat ve Terakki Fırkasının icraatlarını sert bir dille tenkid etti. İngilizlerin teşvik ve desteğiyle, devlet ileri gelenlerine hitâben dînî inançların sarsıldığı, ahlâkın bozulduğu yolunda açık mektuplar yayımladı. Bu hareketleriyle İslâmiyeti savunuyor görünerek Müslümanları arkasına almayı gâye edindi. 3 Nisan 1909’da bu gâyelerini gerçekleştirmek için İttihâd-ı Muhammedî Cemiyetini kurdu. İslâmiyeti seven fakat câhilliği sebebiyle eğriyi doğrudan ayırd edemeyen halk kitlelerinden taraftar buldu. Müslümanların dînî hislerini istismar ederek fitne çıkarmaya ve onları devlete karşı getirmeye çalıştı.
İkinci Meşrûtiyetin îlânından sonra orduda ve memurlar arasında çeşitli bahânelerle yapılan tasfiyeler, büyük bir memnûniyetsizlik meydana getirdi. “Alaylı” tabir edilen dindar subaylar ordudan atılıp, komutanları Refik Paşa hapsedildi. İttihatçı subay ve memurlar orduda ve devlet kademelerinde kilit noktalara getirildiler. İttihatçıların hükümet işlerine sık sık müdâhele etmeleri sebebiyle ülkede bir iktidar boşluğu meydana geldi. Pâdişâhın da devlet işlerinden uzak tutulması, devletin otorite buhranına sebep oldu. Müesseselerde ortaya çıkan başıboşluk ve otoriter bir gücün mevcud olmayışı isyanlara müsâit bir zemin hazırladı. Bu durumu fırsat bilen Derviş Vahdetî, İttihatçı subayların erler arasında dîne karşı takındıkları menfî tutumları istismar ederek, orduyu ve halkı isyana teşvik etti. Suikastler biribirini tâkip etti. İsmâil Mâhir Paşa Sultanahmet meydanında öldürüldü. İstanbul’un emniyetini sağlamakla vazifelendirilen Avcı Taburlarının subayları eğlence hayâtına daldılar. İstanbul’un emniyeti de çavuşların emrine terk edildi. Başsız ve disiplinsiz kalan bu taburlar içeriden ve dışarıdan tahrik edildiler. Derviş Vahdetî, Volkan Gazetesi’nde Beşinci Alaydaki askerlere hitâben açık mektup şeklinde şöyle nasihat etti; “Askerler!.. İttihâd-ı Muhammedî Cemiyetinin âmâli, vatanın selâmetine, yüce dînimizin bekâsına mâni olacak en ufak bir sebebin bile ortadan kaldırılmasına mâtuftur... Siz de cemiyetimize dâhilsiniz. Biz bütün askerlerimizi bu cemiyete destek biliriz. Sizden beklediğimiz bir şey varsa o da bu kutsal cemiyetimize arka çıkmanızdır. Buna da şüphemiz yoktur. Şâyet, bizde bir kötü niyet görürseniz hemen bizi süngülerinizin ucuna takınız...”
Derviş Vahdetî Volkan Gazetesi’nde askerleri ve halkı tahrik edici yazılar neşretmeye devam etti. Askerlerin ve ordunun büyük bir kısmının kurduğu İttihad-ı Muhammedî Cemiyetine üye olduğunu iddia etti. Bu sırada Harbiye Nezâreti bir tamim neşrederek ordunun siyâsetle meşgul olmasını yasakladı. Medrese talebeleri imtihanlarla ilgili bir kânun teklifi sebebiyle yürüyüş yaptılar. 7 Nisan 1909’da Serbestî Gazetesi başyazarı Hasan Fehmi Bey fâili mechûl şekilde öldürüldü. 13 Nisanda Dördüncü Avcı Taburuna bağlı askerler gece yarısından sonra saat 04.00 sıralarında isyan ederek subaylarını hapsettiler. Ayasofya’daki Meclis-i Mebûsan önüne gelerek toplanmaya başladılar. İsyânı tertip ve teşvik eden Derviş Vahdetî ve arkadaşları da İsyancı askerler arasında yer aldılar. İsyancılar Tanin ve Şûra-i Ümmet gazetelerinin idâre merkezlerini tahrib ettiler. İlmiye Sınıfı mensupları ve din adamları ayaklanmada yer almadıkları gibi, halkı sükûnete dâvet ettiler. Derviş Vahdetî’nin tahriklerine kapılan bir kısım câhil kişiler hâricinde isyana halktan katılan olmadı. Pâdişah Sultan İkinci Abdülhamîd Han ise isyânı Sadrâzam Hüseyin Hilmi Paşanın gönderdiği bir telgraftan öğrendi. Osmanlı Devletinin yıkılmasını ve Sultan Abdülhamîd Hanın tahttan indirilmesini isteyen İngilizlerin ve İttihatçıların planladığı İngiliz ajanı Derviş Vahdetî ve taraftarlarının uyguladığı, Rûmî takvimle 31 Mart 1325’te vukû bulduğu için târihe 31 Mart Vak’ası olarak geçen isyanın genişlememesi ve önlenmesi için gerekli tedbirler alındı. Fakat isyancılar sonraki günlerde de hareketlerini sürdürdüler. Bâzı kimseleri öldürdüler. İsyan sebebiyle dâireler kapandı. İttihat ve Terakkî mensupları Selânik’e kaçtılar. Milletten ve halktan gelmeyen tahrik ve teşvikler neticesinde çıkan isyan on bir gün müddetle İstanbul’u karıştırdı. İsyânın planlandığı gibi gerçekleştiğini gören İttihatçılar isyânı bastırmak bahânesiyle Selânik’te kuvvet toplamaya ve bu kuvvetleri trenlerle İstabul’a göndermeye başladılar. Sırp, Bulgar, Yunan, Makedon ve Arnavut çetecileriyle sözde gönüllülerin de bulunduğu Frenk silahlarını taşıyan Mahmut Şevket Paşa idâresindeki Hareket Ordusu İstanbul’a geldi. Mahmud Şevket Paşa tebliğler yayınlayarak, Hareket Ordusunun pâdişahı âsilerin elinden kurtarmak maksadıyla geldiğini duyurdu. Yapılan gizli toplantılarda ise Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın Hal edilmesine karar verildi. Dört koldan İstanbul’a giren Hareket Ordusu Örfi İdâre (Sıkıyönetim) îlân edip duruma hâkim oldu. Hareket Ordusu Kumandanı Mahmud Şevket Paşa daha önce pâdişaha teminat vermiş olmasına rağmen Yıldız Sarayını muhâsara etti. Saraya girip, hazineyi yağmalattı. 27 Nisan 1909 gecesi Sultan İkinci Abdülhamîd Han hal’ edilerek (tahttan indirilerek) 38 kişilik maiyetiyle trene bindirildi ve Selânik’e gönderildi. Böylece hazırlanan gizli ve çirkin plan uygulandı.
Derviş Vahdetî’nin tertib ve teşvik ettiği Otuzbir Mart Vak’asıyla; Avrupa Siyâsetine hâkim olmuş, otuz üç senelik bir tecrübeyle millî menfaatlerimiz için Avrupa devletleri arasındaki çıkar çatışmalarını koz olarak kullanan, Fransa sefiri Maurice Bompard’ın “Bütün Avrupa’da onun ayarında tek bir diplomat yoktur.” diye medhettiği, ileri görüşlü, zekî bir devlet adamı olan Sultan İkinci Abdülhamîd Han tahttan indirildi. Memleket; devleti yıkmak için İngiltere, Rusya ve Fransa gibi Hıristiyan Avrupa devletleriyle ve Bulgar, Sırp, Ermeni ve Rum çetecileriyle işbirliği yapan, millî târih ve kültürden mahrum, din câhili tecrübesiz mâceracı kimselerin eline düştü. İttihat ve Terakkî diktatörlüğüne giden yol açılmış oldu.
İsyânın Hareket Ordusu tarafından bastırılması üzerine İzmir’e kaçan Derviş Vahdetî yakalanarak İstanbul’a getirildi. Volkan Gazetesi kapatıldı. İstanbul’da Örfî İdâre Mahkemesinde yargılandı. 19 Temmuz 1909’da, Otuzbir Mart Vak’asının aslî fâili sayılan Derviş Vahdetî ve arkadaşlarının, “Hasîs şahsî menfaatleri için vatanı inkıraz girdabına sevk etmek isteyen ve nice mâsum vatan evlâdının ziyan ve hederine sebep olmaları” gerekçesiyle îdâm edilmelerine karar verildi. Ayasofya Meydanında asılarak îdâm edildi. Derviş Vahdetî ve arkadaşlarının kurduğu İttihâd-ı Muhammedî Cemiyeti de kapatıldı.