DENİZŞAKAYIKLARI (Actiniidae)
Alm. Actiniaria, Fr. Actiniarés, İng. Actiniaria. Mercanlar sınıfından deniz hayvanları. Denizgülleri de denir. Görünüşleri çiçeği andırır. Tabanları vantuz gibi olup, bununla zemine tutunurlar.
Vücutları silindire benzer. Üst kısımlarında ağızları ve çevrelerini hissetmeye, dokunmaya, av yakalamaya yarayan çok sayıda tentakülleri (dokunaç) vardır. Yanından geçen canlıları bu uzantılı organlarıyla felce uğratarak avlar. Taban kısmında tutunmaya yarayan ince yassı yapılar yer değiştirmede de kullanılır. Çoğunun vücut uzunlukları 5-6 cm kadardır. Tentakül sayıları 200’ü aşanları vardır.
Denizgülleri bütün denizlerde görülür. Koloni yapmadan tek tek yaşarlar. Ekseri kıyılarda yaşadıkları hâlde bâzan derinliklerde de bulunurlar. Eşeyli ve eşeysiz ürerler. Deniz hayvanlarının en güzellerinden olup, mavi, zeytin yeşili gibi değişik renklerde olurlar. Renkleri çok canlıdır. Bâzı kısımlarda bol miktarda bulunduklarından âdeta bir gül, bir çiçek bahçesi manzarası andırırlar. Akvaryumda da yetiştirilen cinsleri mevcuttur. Bunları akvaryumlarda görenler saatlerce seyrine doyamazlar. Üzerlerinden su çekildiği veya el ile dokunulduğu zaman tentaküllerini içeri çekerler.
Alm. Meerträrubchen (n), Fr. Ephédre (m), İng. Sand Cherry, Sea Grape. Familyası: Denizüzümügiller (Ephedraceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Marmara, Ege, Akdeniz ve İç Anadolu.
Dünyânın kurak yerlerinde yetişen bir bitki. Yeşil ve çok dallı olan sürgünlerinde pul şeklinde karşılıklı iki yaprak bulunur. Yapraklar terlemeyi azaltmak maksadıyla çok küçülmüş ve pul şeklini almıştır. Bu sebeple dallar özümleme vazifesini üzerine almış ve yeşillenmiştir. Bu dallar düğüm ve düğümler arası kısımlara ayrılmışlardır. Ephedralar normal olarak iki evciklidir. Fakat bir evcikli hatta erdişi çiçekli olanlar da vardır. Ephedra cinsinin orta Asya’dan Akdeniz çevresi memleketlerine kadar olan bölgede, Orta Avrupa’da Kuzeybatı Amerika, Meksika ve G.Amerika And Dağlarında yetişen 40 kadar türü, memleketimizde yetişen üç türü vardır.
Ephedra campylopoda (Sarkık denizüzümü): Akdeniz ikliminin bulunduğu kıyı bölgelerimizde, meşe ve ardıç türleri üzerinde sarılıcı olarak yetişir. Dalları 1-4 mm çapında, silindir şeklinde, çıplak, boyuna hafif çizgilidir. Meyveleri ekim ayında olgunlaşan, ateş kırmızısı renkli, iki tohumlu, 8-10 mm çapında yalancı üzümsü bir meyvedir.
Ephedra major (Dik denizüzümü, dağburuğu): İç Anadolu’da özellikle taşlı ve çakıllı yamaçlarda yetişir. 0.3-2 m boyunda, çalı görünüşünde, odunlu bir bitki. Dallar sık, 1-1.5 mm çapında, koyu yeşil renkli ve çıplaktır. Yapraklar derimsi ve küçük, meyve kırmızı, nâdiren sarı renkli, küre şeklide ve üzümsüdür.
Ephedra distachya: Vatanı Akdeniz çevresi memleketleridir. Memleketimizde Kars, Kayseri, Çanakkale çevresinde yetişmektedir.
Ephedra sinica: Çin’de 5000 yıldan beri tanınan ve halk tıbbında kullanılan önemli bir bitkidir. Bu bitki özellikle Güney Çin’de deniz kenarına yakın yerlerde yetişir. Bugün Kuzey-Batı Hindistan ve Batı Pakistan’da yetişmektedir. Bitki 60-90 cm yüksekliktedir.
Kullanıldığı yerler: Bitkinin kullanılan kısmı kuru dallarıdır. Bileşiminde, Ephedrin alkaolidi ve tanen vardır. Ephedrin astıma karşı kullanılır. Eski devirlerden beri Çin’de ve Orta Asya’da terletici, ateş düşürücü, romatizma ağrılarını ve astım nöbetlerini dindirici olarak kullanılmıştır. Fakat bugün çoğunlukla astım nöbetlerini dindirici ve yüksek ateşe karşı kullanılmaktadır.
Alm. Seesterne, Fr. étoiles de mer, İng. Starfishes. Derisidikenlilerin “Asteroidea” sınıfından olan yassı vücutlu, yıldız şekilli hayvanlar. 1600 kadar türü bilinir. Deniz diplerinde kum, çamur ve özellikle taşlar üzerinde serbest yaşayan dip hayvanlarıdır. Kıyı diplerinden okyanus derinliklerine kadar rastlanırlar. Akdeniz sahillerinde bol miktarda bulunur.
Vücutları merkezî bir disk ve ondan çıkan ışınsal kollardan meydana gelir. Hepsi radyal simetrili (ışınsal bakışımlı)dir. Kolları genellikle beş adettir. Bazılarında bu sayı artabildiği gibi bazı türlerde gelişmemiş olup, vücut beşgen şeklindedir. Çeşitli renkte olabilirler. Vücut birbirleriyle kaynaşmamış kalker plaklarla örtülüdür. Üzerlerinde koruyucu, hareketli dikenler bulunur. Dikenler arasında açılıp kapanabilen kıskaçlar ve solungaçlar görülür. Ağız, alt kısımda merkezde bulunur. Hepsi etcil, obur hayvanlardır. Salyangoz, midye, istiritye gibi kabuklular ve küçük balıklarla beslenir. Su kanallar sisteminin (ambulakral sistem) dışarı uzantısı olan tüp ayaklarla yer değiştirir. Ambulakral kanalların uçlarında, dokunucu ve koklama organları olan tentaküller ile bunların diplerinde bileşik gözler yer alır. Gözler, kolların yere bakan kısımlarında bulunmakla berâber, kol uçlarının yukarı kıvrılmalarıyla görme gerçekleşir.
Uzayıp kısalabilen ayakların uçları kuvvetli vantuzludur. Zemin üzerinde tüp ayaklarla hareket ederken zemine uygun olarak vücutları eğilip bükülebilir. Denizyıldızları öldükleri zaman kuruduklarında sertleşirler. Kuvvetli emeçleriyle yüzeylere tutunur. Midye gibi hayvanların kabuklarını kuvvetli vantuz (emeç)larıyla açarak içlerini yerler. Açma işleminde tüp ayaklarına uyguladıkları su basıncı ile emeçlere kuvvet verirler. Avları yutulamayacak şekilde büyük olduğu takdirde, midelerini ağızdan çıkararak avlarını sarar, dış ortamda sindirirler. Sindirimin sonunda midelerini tekrar içeri çekerler. İstiritye kabuklarını kollarıyla açarak içlerini yediklerinden “inci istiridye” tavlalarına büyük zarar yaparlar. Kopan parçalarını yenileme (rejenerasyon) özellikleri çok güçlüdür. Balıkçılar tarafından birkaç parçaya kırılıp tekrar denize atılan deniz yıldızlarının her parçasından yeni bir birey meydana gelir.
Erkek ve dişileri ayrıdır. Yumurta ile ürerler. Sperm ve yumurta hücreleri suda döllenir. Çapları 3-5 santimetreden 40 santimetreye kadar değişen çeşitleri vardır. Pek az hayvana yem olurlar. Bazı yerlerde araziler için gübre yerine kullanılırlar.
Alm. Gleichung (f), Fr. Equation (f), İng. Equation. Kimyâsal bir reaksiyonun kantitatif (nicel)görünüşünü, sembollerle gösterme şekli. Enerji ve kütlenin korunumunu gösteren bir kütle balansı veya bir eşitlik olarak tesis edilir. Denklemin sol tarafına, reaksiyona giren maddelerin formülleri, aralarında artı (+) işâreti konularak yerleştirilir. Reaksiyona girenlerin meydana getirdiği ürünler bir okla belirtilmiş olup, bunlar da kezâ formüllerle ve yine aralarında artı (+) işâreti olarak gösterilirler:
H2SO4 + Ca(OH)2 ® CaSO2 + 2H2O
Eğer reaksiyon geri dönüşümlü (reversibl) ise çift ok kullanılır:
¬
N2+3H2
® 2NH3
Bâzan formüllerden sonra aşağı veya yukarı yönde oklar konur. Birinci durum bir çökeltiyi, ikinci durum ise bir gazı gösterir:
AgNO3 +NaCl ® AgCl ¯ +NaNO3
Zn + 2HCl ® ZnCl2 + H2Ð
Enerji veya ısı alınıp veya veriliyorsa, denklemin sol veya sağ tarafına yazılır.
Denklemde, matematiksel bir eşitlik sağlanması için, reaksiyona girenlerin ve çıkanların başında uygun katsayılar bulunur:
H2SO4+2NaOH ® Na2SO4 + 2H2O
Eğer denklem, ayrı hâlde iyonlar ihtivâ ediyorsa yükler bakımından bir denklik bulunması da lâzımdır:
2Fe+3 + 2I- ® 2Fe+2 + I02
DENKLEM (Matematik); Alm. Gleichung (f), Fr. Equation (f), İng. Equation. İki niceliğin eşitliğini gösteren bağıntı. Araya (=) işâreti konularak ifâde edilir. Denklemlerde eşitlik değişkenlerin belirli değerleri için sağlanır. Değişkenlerin her değeri için geçerli olan eşitliklere “özdeşlik” denir.
(x+y)2 =x2+2xy+y2 özdeşlik x2-3x+2=0 ise bir denklemdir. x2-3x+2=0 denklemi sâdece x=1 ve x=2 sayıları için doğrudur, diğer değerler için yanlıştır. Özdeşlikte ise her x ve y değeri için eşitlik doğrudur. Denklemlerde değişkenlerin en büyük kuvveti denklemin derecesini gösterir. Her terimin derecesi aynı olan denklemlere “homojen denklem” denir.
Yüzey denklemi:Üç boyutlu uzayın herhangi bir P noktasının koordinatları x,y,z ise, f (x,y,z) = 0 şeklindeki denklemlerdir.
Eğri denklemi:Eğri, târifinden dolayı iki yüzeyin arakesiti bir eğridir f(x,y,z)=0 ve g (x,y,z)=0 yüzey denklemleri bir arada eğri denklemi verir. İki boyutlu uzayda x ve y gibi iki değişkenle meydana gelen denklemler bir eğri denklemidir:
y2=2x, y=3x, x2+y2=1
birer eğri denklemidir.
Cebirsel denklem:Terimleri cebirsel fonksiyonlardan meydana gelen denklemlerdir.
Denklem sistemi: Ortak çözümleri olsun veya olmasın iki veya daha fazla denklemler grubu.
Lineer denklem:Değişkenleri birinci dereceden olan cebirsel denklem. Meselâ:
3x+y=5, 8x+9=3 gibi.
Logaritmik denklem:Bilinmeyenlerin logaritmik fonksiyonlarının bulunduğu denklemlerdir.
logx+3log3x=4 gibi.
Transandant denklem: Cebirsel olmayan denklemlerdir. Logaritmik, üstel, trigonometrik fonkisiyonlardan meydana getirilen denklem böyledir.
Denklemler teorisi:
Denklemler teorisi
f(x) = anxn+an-1xn-1+.... + a1x + a0=0
çok terimli denklemleriyle ilgilenir. Burada n denklemin derecesini ve an denklemin baş katsayısını gösterir.
Çarpan teoremi: Eğer (n’inci) mertebeden f(x)=0 denkleminin x=a gibi bir kökü (çözümü) varsa, g(x) çokterimlisi (n-1) mertebeden olmak üzere:
f(x)=(x-a)g(x)
yazılabilir.
Kök sayısı:Bir denklemin en fazla, derecesi kadar kökü vardır.
Katlı kök: Eğer:
f(x)=(x-a)kg(x)
yazılabiliyorsa x=a, f(x)=0 denkleminin k katlı köküdür.
Meselâ:
x3+x2-5x+3=(x-1)2(x+3)=0
denkleminde x=1 iki katlı kök, x=-3 tek katlı köktür.
Karmaşık kök: Eğer gerçel katsayılara sâhip f(x)=0 denkleminin bir kökü x=a+ib ise, x=a-ib de diğer bir köktür.
Gerçel kökün yeri: Eğer gerçel katsayılara sâhip f(x) için f(a) ve f(b) ters işâretli değerler ise, a ve b arasında f(x)=0 denkleminin bir kökü vardır. Meselâ f(x)=x5-x-1=0 da f(1)=-1 ve f(2)=29 olduğu için, denklemin 1 ile 2 arasında bir kökü vardır.
İkinci derece denklem: a2+bx+c=0 denkleminin en çok iki kökü bulunur.
FORMÜL VAR!
gerçel çözümün olması için karekök altınadaki ifâdenin negatif olmaması gerekir. Eğer kökün altındaki ifâde sıfırsa, kök tek olarak iki katlı ortaya çıkar. Negatif ise gerçek kök yoktur.
(Bkz. Zelzele)
Anadolu ve Rumeli’nin dağlık bölgelerindeki geçit ve yolları korumak ve yolcuların güvenliğini sağlamakla görevli teşkilât. Bu teşkilâtta görevli olanlara derbendci denirdi.
Kervanları ve yolları korumak için kurulan İlhanlı tutkavul sisteminden geliştirilen derbend teşkilâtı, Osmanlı Devletinde 14. asrın sonlarında kurulmaya başlandı. Derbend tesisleri, etrafı duvarla çevrili küçük bir kale olup, yanında han, câmi, mektep ve dükkanlar bulunmaktaydı. Böylece derbend yakınında köy veya küçük bir kasaba teşekkül ederdi. Derbendler daha çok yolların kavşak noktalarına ve merkezî öneme sâhip yerlere yapılırdı. Bundan dolayı, derbendci olarak yazılan köy halkı, yaptıkları hizmete göre bâzı vergilerden veya hepsinden muâf tutulurdu. Derbendler bölgenin ve yolun emniyetinin sağlanması yönünden mühim birer tesis olmakla birlikte, ıssız yerlerin iskâna açık hâle getirilmesi için de kullanılmıştır.
Derbendler, yurtluk ve ocaklık şeklinde timar yoluyla tasarruf olanlar ile muâfiyet usûlüyle tevcih edilerek, tehlikeli yerlere yerleştirilip halkın muhâfazasına memur edilenler olmak üzere hukûken iki kısma ayrılır. İkinci gruba giren derbendler, daha çok vakıf ve has toprakları veya devlet arâzisi üzerinde kurulurdu. Kullanılış yönünden ise, derbend mâhiyetindeki kuleler, büyük vakıf şeklindeki derbend tesisleri, han ve kervansarayların derbend olarak kullanılması, köprü yakınlarında bulunan derbendler olmak üzere dört bölüme ayrılırlardı.
Derbendlerde muhâfız olarak Müslüman ve Hıristiyanlar görevlendirilirdi. Hıristiyan olanlara martolos denilirdi. Kânûnî Sultan Süleymân devrinde Macaristan topraklarında birçok Hıristiyan bu işte kullanılmıştır. Derbendlerde yirmi beş ile otuz kişilik bir muhâfız bölüğü bulunurdu. Bunlar, düzenlenen seferlere en az beş kişi olmak üzere nöbetleşe katılırlardı. Sefere gitmeyenler, hizmet yerine gidenlere sefer başına elli akçe öderlerdi. Derbend muhâfızları kendilerine verilen küçük toprak parçalarını işlerler, kısmen veya tamâmen vergi muâfiyetine sâhib olurlardı. Derbend muhâfızları, korudukları yollardan geçenlerden ücret aldıkları gibi, bölgede soyulan yolculara da tazminât öderlerdi. Korudukları köyler, derbend karakollarına adam vermek ve bunların giderlerini karşılamak mecbûriyetindeydiler.”Derbendler, görevleri yönünden önemli olmalarına rağmen, 17. asrın sonlarından îtibâren bozulmaya başladı. Bu durum, emniyetin bozulmasına ve çevre köy hattâ kasaba halkının eşkıyâ baskısından korunmak için yerlerini terk etmelerine sebeb oldu. Devlet, bu bozukluğu 18. asrın başlarından îtibâren yeniden düzene sokmaya başladı ve derbend ahâlisini eski yerlerine yerleştirdi veya yeni ahâli sevk etti. Böylece Anadolu’da yollar üzerindeki harab ve boş hanlar tâmir edilerek müstahkem bir hâle getirildi. Tâmir sırasında içinde oturacakların bütün ihtiyâçlarını karşılayacak derecede îmâr faaliyetlerine de önem verilerek, âdetâ bir kasaba şeklinde yeniden düzenlendi. Derbend, han ve vakıf tesislerinin tâmir ve mâmûr hâle getirilmesi kısmen başarıya ulaştı. Bir müddet sonra ihmâle uğrayan derbendler, 19. asırda yeniden tâmire muhtaç hâle geldi. Belli başlı noktalardaki han ve derbentler tâmir edildi. Osmanlı Devletiyle birlikte, derbent teşkilâtı da ortadan kalktı.
Alm. Fedalismus (m), Fr. Feodalite (f), İng. Feudalism. Ortaçağın Batı Avrupası’nda temeli toprak olan sosyolojik, ekonomik ve siyâsî idârelere verilen isim. Kelime Türkçeye Osmanlı Devletinin son zamanlarında, tercüme yoluyla, feodalite karşılığı olarak girmiştir.
Feodalite idâresi Roma ve Germen toplumlarını yabancı baskılardan, merkezî idârelerinin otoritelerini kaybetmesinden dolayı karışıklıklar içinde bulunmasından doğmuştur. İktisâdî faaliyetlerin zayıflayıp her türlü alış verişin azaldığı dönemde toplumlar parçalandı. Daha sonra da birbirleriyle ortak bâzı menfaatlar karşılığında bütünleştiler. Bu ilk olarak Loirne ve Meuse arasındaki havâlide görüldü. Buradan Almanya, Kuzey ve Güney İtalya, Kuzey İspanya, İngiltere, Lâtin devletlerine yayıldı. Dokuzuncu yüzyılda başlayıp 15. yüzyılda ömrünü tamamlayan derebeyilik rejiminin mal varlığına, kuvvetine göre bir hiyerarşisi ve buna göre de ünvanları vardı.
Derebeyliğin esâsında, kuvvetli ve yüksek bir askerî güç ile bunun emri altında çalışan bir köylü topluluğu vardır. Askerî gücün sâhibi devlet değil, “senyör” denen ve kale hâkimi olan derebeyidir. Mal ve toprak senyöründür. Köylülere toprak verip onlardan karşılığında ürün ve her türlü hizmeti isteyen odur. Adlî işlere de bakan senyörün, Türk ve İslâm devletlerinde görülmeyen haklara sâhip olması ona kadın ve erkeğe gayri insânî davranma yetkisi de veriyordu. Tabiî ki bunlar hep, devlet otoritesinin boşluğundan faydalanıp kendi başına buyruk olmalarından kaynaklanıyordu. Senyörün hizmetine kabul olunan insanlar onun malı olur, hiçbir hak iddiâ edemezlerdi. Kulluğa kabulde İncil’in üzerine yemîn edilerek inanç bakımından da senyöre bağlanırdı. Baş senyörün ünvânı “süzeren”dir. Kendine bağlı vasallar vardır. Vasal süzerenin yanında bulunduğu gibi, bir bölgede toprak verilerek başka yerde de bulunabilirdi. Vasal ayrıca bölgesinin gelirini süzerene yardım ve öğüt borcu karşılığında muntazam gönderirdi. İhâneti hâlinde bölge elinden alınıp cezâlandırılırdı. Senyörler de süzerene bağlıdır. Bir süzerenin emrinde bir kaç senyör vardır. Bunlardan sancağı olana sancaklı senyör denir. Doğrudan doğruya krala bağlı olan Captal “Baş tımarcı” veya Baron olur. Senyörlerin toprağa bağlı prenslikleri vardır. Bunlar kralın kendilerine emânet ettiği toprağı zorla alan kontlardır. Birkaç kont birleşip “Duka” (Duc= yönetici komutan) ve “Marki” (Hudut bölgesi yöneticisi, komutan) adını alırdı. Kral, derebeylik idâresinin en üst makâmıdır. Kimseye kulluğu yoktur. Maiyetindeki kuvvetleriyle kamu gücünü meydana getirip, imkânlarıyla adâlet ve savunma hizmetlerini yerine getirmeye çalışırdı.
Derebeylik savaşçılarına “şövalye” denirdi. Vazifeleri süzerenlerin emrinde başka şövalyelerle savaşmaktı. Bu durum içte anarşi çıkardığından, Avrupa’da ortaçağda kaba kuvvetin zaferi hâkimdi ve halk kendisini idâre edenlere güvensizlik içindeydi.
Avrupa derebeylikten, kralların otoriteyi tesis edip, merkezî bir idâre kurmalarıyla kurtulmuştur. Bu da uzun bir zamanda yavaş yavaş olmuştur. Avrupa’da fikir akımlarının yayılmasıyla derebeylik büsbütün ortadan kalkmıştır.
Alm. 1. Grad (m), Stufe (f), 2. Thermometer (n), Fr. 1. Degré 2. Thérmométre (m), İng.Rank, degree. Aynı ölçüyle sıralanmış şeylerin birbirine göre sıralamadaki yeri, seviyesi. Çeşitli şekillerde deyim olarak kullanıldığı gibi bir çok branşlarda da kullanılır. Birinci derecede değerlendirmek, bir müsâbakada kazananlar arasında yer almak gibi.
Isı bilgisinde derece; Kelvin derecesi, santigrad derecesi, Fahrenheit, Reomur derecesi şeklinde kullanılır. Bu birimler arasında geçiş vardır. Biri diğeri cinsinden yazılabilir. Kelvin derecesi teorik fizik çalışmalarında kullanılan bir birimdir. O°K=-273°C mutlak sıcaklık denir.
C
R F-32
¾¾
=¾¾
=¾¾
1
0.8 1.8
T = t+273
C = Santigrad (Celcius)derecesi
R = Reomur derecesi
F = Fahrenheit derecesi
T = Kelvin derecesi
t = Santigrad derecesi
0°C=0°R =32°F=273°K’dir.
20°C=16°R=66°F=293°K
şeklinde geçiş formülleri mevcuttur.
Matematikte denklem türlerinde kullanılır. Meselâ birinci dereceden denklemler gibi. Çemberin üç yüz altmışta birine eşit olan açı birimine de derece denir.
Kimyâda bir çözeltinin derişikliğini bildirmek için kullanılır. Biranın alkol derecesi gibi.
Sportif faaliyetlerde sporcuların başarılarını sıralamak için kullanılır.
Alm. Dill (m), Fr. aneth, anet (m), İng. Dill. Familyası:Maydonozgiller (Umbelliferae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Marmara, Ege, Akdeniz bölgelerinde bahçelerde yetiştirilir.
Nisan-haziran ayları arasında, sarımtrak renkli çiçekler açan 30-70 cm boyunda, güzel kokulu, bir senelik otsu bir bitki. Dereotu, durakotu olarak da bilinir. Rutubetli, sulak ve gölgeli yerleri sever. Gövde dik, dallı, tüysüz, üstü çizgili ve içi boş. Yapraklar ince ve dar parçalı, koyu yeşil renkli ve etlidir. Yaprak sapının alt kısmında gövdeyi saran geniş bir yaprakçık bulunur. Alt yaprakları saplı, üst yapraklar sapsızdır. Çiçekler bileşik şemsiye durumunda toplanmışlardır.
Yetiştirilmesi: Dereotu ekilecek yer, ilkbaharda bellenir ve yanmış gübre ile gübrelenir. Hazırlanan yere serpmek sûretiyle tohum ekilir. Bir tahta yardımıyla bastırılarak, tohumların toprakla teması sağlanır. Ekilen tohumlar, 3-4 hafta geçtikten sonra çimlenir. Yabancı otlar görüldüğü zamanlarda elle yolunarak temizlenir, sulamalar yapılır. Hasadı, yaprakları kesmek suretiyle olur ve yıkanıp demet hâline getirilerek pazara sevk edilir.
Kullanıldığı yerler: Bitkinin kullanılan kısmı meyveleridir. Meyveler eylül sonunda toplanır ve gölgede kurutulur. Meyvelerinde sâbit ve uçucu yağ, pektin ve azotlu bileşikler vardır. Meyveler yatıştırıcı, mide ve bağırsak gazlarını önleyici olarak kullanılır. Hazımsızlık ve hıçkırığa da tesiri iyidir. Yaprakları da yemek ve salatalarda kullanılır.
Fâtımî hükümdârı el-Hâkim’in vezîri Hamza bin Ali’nin kurduğu sapık bir yola mensub olanlar. Adlarını bu sapık yolun asıl yayıcısı Anuştekin ed-Derezî’den almışlardır. Yanlış olarak Dürzîler denilmektedir.
Derezîler, Arabistan’dan gelerek, Suriye’nin Lübnan ve Antilübnan dağları ile Vâdiy-üt-Teym, Bika, Merc-i uyûn, Banyan yöreleri ile Cebel-i Dürûz (Havran)çevresinde yerleşmişlerdir. Kendilerini Arap saymakta iseler de onların Müslümanların önünden kaçarak dağlara sığınan Haçlıların döküntüleri oldukları, sâhanın araştırıcıları tarafından ileri sürülmektedir.
Derezîlik 1017 yılından îtibâren Sûriye Dağlarında yaşayan İsmâilîlerin, Hâkim’in ilahlığını kabul etmeleriyle ortaya çıktı. Hâkim bi-emrillah’ın vezîri olan Hamza da bu hareketin imâmı (peygamberi)îlân edildi. Güyâ insanları ilâhî dâvete çağıran Hamzâ, Allah’ın birliğinin hakîkî bilgisini öğretmeye başladığını bildirerek, ibâdetlere lüzum olmadığını; mânevî ve zihnî bir yeniden doğuşun başladığını bildirdi. Bu sırada Anuştekin ed-Derezî (ed-Dürzî)adlı bir bâtınî dâîsi, propagandacısı ortaya çıkarak, Hâkim bi-emrillah’ın, Hamza bin Ali’nin yerine kendini imâm tâyin etmesi için, El-Hâkim’in fikirlerini kendi lehine propaganda etmeye başladı. Hattâ kendisine Seyyid-ül-Hâdîn (yol gösterenlerin efendisi)lakabını verdi. İmâmlığın kendi hakkı olduğunu iddiâ etti. Fâtımî hükümdârı Hâkim bi-emrillah, Anuştekin’in kendisiyle ilgisi olmadığını söylediyse de onun etrâfında pekçok kimse toplandı. Bu hareket, Anuştekin ed-Derezî’nin adına nisbetle Derezîler şeklinde meşhur oldu. Hâkim bi-emrillah tarafından başlatılan ve vezîr Hamza tarafından devâm ettirilen yeni harekete karşı halk tarafından tepki meydana geldiği için, Anuştekin’in propagandası yasaklandı. Aşırı fikirlerinden dolayı 1020 yılında Anuştekin ed-Derezî öldürüldü. Onun ölümünden sonra Vezir Hamza tarafından yeniden propaganda edilmeye başlanan sapık fikirler, herhangi bir ibâdet mecbûriyeti getirmeyip, birçok haramlar da mübah kabul edildiğinden iki yıl içinde epeyce taraftar topladı. Ancak 1021 yılında Hâkim bi-emrillah’ın ölmesi (Derezîlere göre El-Mukattam Dağında kaybolması ve bir daha dönmemesi)üzerine yerine geçen Ali bin el-Hâkim, Derezîlere karşı tavır alıp, onları tâkib ettirdi. Bir müddet gizli propaganda usûllerine başvuran Derezîler, Mısır’dan ayrılıp Suriye ve Lübnan taraflarına gitmek zorunda kaldılar. Vâdiy-üt-Teym, Sayda, Beyrut ve Şam dolaylarında yerleşerek, fikirlerini yayıp taraftar topladılar. Kendi aralarında muhtelif gruplara ayrıldılar. Zaman zaman Nusayrîlerle mücâdele ederek, kuzeye doğru ilerleyip Kasravan ve Curd’de bulunan Sünnî ahâliyi katlettiler.
1293 senesinde Mısır’daki Memlûklü Sultanı el-Eşref Selâhaddîn Hâlid, Derezîler üzerine asker gönderdiyse de başarı elde edilemedi. Havran taraflarına kaçmak isteyen Dürzîlerin 1305’te ekserîsi imhâ edildi. On dört ve 15. asırlarda sâhil muhâfazasıyla vazîfeli olan Derezîler, sönük bir hayat yaşadılar.
Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethetmesi üzerine ona itâat eden Derezîler, bir müddet Osmanlılara karşı itâat içinde bulundular. Üçüncü Murad Han zamânında isyân ettiler. Bosnalı Dâmâd İbrâhim Paşa tarafından itâat altına alındılar. Daha sonraki devirlerde de Osmanlılara karşı isyân eden Derezîler, Cebel-i Dürûz bölgesinde toplanıp büyük karışıklıklar çıkardılar. On sekizinci yüzyılın ortalarından îtibâren Hıristiyanlaşmaya başladılar. Güçlü oldukları bölgelerde Müslümanlara zulüm yaptılar. Avrupalı Hıristiyanlarla birleşerek pekçok taşkınlıklarda bulundular. Zaman zaman parçalanıp, aralarında mücâdele ettiler.
Bir müddet sonra Osmanlılara kaşı yaptıkları hatâyı anlayan Derezîler, Osmanlılarla iyi geçinmeye çalıştılar. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından îtibâren, Osmanlı idâresi altında bütün dürzî topluluklarına eşit ağırlık verilen bir idâre kuruldu. Bu idâre şekli diğer Avrupa Devletleri tarafından da uygun görüldü. Bir müddet sonra da bu idârede Hıristiyanların daha fazla ağırlık kazanması yeni huzursuzluklara sebeb oldu.
Birinci Dünyâ Harbi sırasında Osmanlılara karşı uysal davranan Derezîler, 1918’de İngiliz ve Fransız ordularının Şam’ı işgâli ile düşmanla bir olup, Osmanlı Devletini arkadan vurdular. Derezîlerin bir kısmı İngiliz, bir kısmı Fransız idâresinde kalmayı istediler. Yapılan plebisitte (İngiliz veya Fransız mandasını seçme tercihi)çoğunluk, Fransa mandasını tercih etti. 1921’de Fransa, Derezîlere geniş otonomisi bulunan bir emirlik tanıdı. Sâlim el-Atraş, Derezîlerin emiri ve devlet reisi îlân edildi. 1923’te Sâlim el-Atraş’ın ölümü üzerine, yerine geçmek isteyen Derezî liderler arasında mücâdele başladı. Geçici olarak Fransızlar idâreye el koyunca, Derezîler hazırlık yaparak 1925’te ayaklandılar. Ancak bunu General Gamelin bastırdı. Nihâyet 1930’da îlân edilen teşkilât kânununa göre; Cebel-i Dürûz emirliği kaldırıldı. Suriye’yi meydana getiren dört hükûmetten birini Derezîler teşkil etti. Deniz kıyısında yaşayanlar ise, daha sonra kurulan Lübnan Cumhûriyetine bağlandılar.
Bugün Surriye, Lübnan, Filistin ve Ürdün’de 500.000 civârında Derezî vardır. Ayrıca Lübnan ve Suriye’den göç edip Amerika, Avustralya ve Batı Afrika’ya da yerleşenler olmuştur. Hâlen Venezuella, Brezilya, Arjantin, Meksika, ABD ve Kanada’da 50.000 civârında Derezî mevcuttur.
Orta Doğuda siyâsî, ictimâî ve ekonomik yönden önemli rolü olan Derezîler, bihassa Suriye ve Lübnan’da fazla nüfûza sahiptirler. Bu sebeple Lübnan ve Suriye’nin siyâsî ve sosyal hayatlarında tesirleri fazladır. Beyrut’ta, etrafında çeşitli sosyal tesislerin yer aldığı bir Derezî merkezi vardır. Bugün Lübnan’da 170.000, Suriye’de ise, 260.000 civârında Derezî bulunmaktadır. Ürdün’de ise 3000 civârında Derezî olup, çok azdırlar. İsrâil’de bulunan bir mikdar Derezî de topraklarına bağlı olup, bütün baskı ve işkencelere rağmen burayı terk etmemişlerdir.
Derezîlerin mânevî liderlerine “Şeyhu’l-Akl” adı verilir. Derezî cemâati akıllılar (ukkâl)ve câhiller (cühhâl) diye iki kısma ayrılmıştır. Akıllılar, din işlerini bilen kişilerdir. Özel kıyâfetleri olup, inanış ve geleneklerine sıkıca bağlıdırlar. Câhiller ise, Derezîlerin avam, halk tabakasını teşkil eder.
İnanç esasları şunlardır:
1.Hâkim bi-emrillah’ı ilâh bilmek.
2. Emri (imâmı) tanımak ki, bu da Hamza bin Ali’dir. İlk yaratılan odur. Kâinât, ondan zuhûr etmiştir. O, akl-ı küllîdir. Yer, içer, görür ve el ile tutulur. Babası ve anası vardır. Karısı ve çocukları yoktur.
3.Hudûdu, yâni Hamza bin Ali ile birlikte beş vezîri tanımak. En üstünleri Hamza bin Ali olan bu imâmlar (vezirler), mahlûkâtın en değerlileri kabul edilir. Bunlar evlenmedikleri gibi günahlardan berî kimselerdir.
Derezîler, Kur’ân-ı kerîmi kabul ederlerse de, bâzı âyet-i kerîmelere kendi görüş ve düşüncelerine göre mânâ verirler. Kendilerine âit kitaplarını sâdece ukkâl denilen seçilmiş kısım okuyup, cühhâl denilen avâm kısmına gizlidir. Gerçek ilâhî bilgiye kavuşan hakîkî müminlerin, kendilerini ibâdetlere veya mecâzî yorumlara bağlamaya ihtiyâcı yoktur. Tenâsühe, yâni ruhların bir bedenden bir bedene geçtiğine inanırlar. Peygamber efendimiz hakkında çirkin şeyler söylerler. Âhiret ve âhiretle ilgili Cennet, Cehennem, Arş, Kürsî, hesâb, cezâ, mükâfât gibi hususları inkâr edip, bunların dünyâda olduğunu söylerler. Çok evliliği kabul etmeyip, boşanan kadının kocasıyla tekrar evlenemeyeceğini söylerler. Boşanmaların mahkeme yoluyla olacağını, zinâ edenin evliliğinin son bulacağını, vasiyette herhangi bir sınırlamanın olmayacağını ve bir kimsenin dilediğine dilediği kadar mîrâs bırakabileceğini kabul ederler.
Şaraba, alkollü içkilere ve zinâya helâl diyen ve tanrılığın insandan insana geçtiğini kabul eden Derezîler hakkında dört mezhebin âlimleri; “Bunlardan cizye alarak İslâm memleketlerinde oturmalarına izin vermek helâl olmaz. Bunlardan kız almak, kesdiklerini yemek câiz değildir. Bunlara; zındık, mülhid ve münâfık denir. İnanışları bozuk olduğu için şehâdet kelimesini söylemekle Müslüman sayılmazlar. İslâm dînine uymayan inanışlarından vaz geçmedikçe Müslüman olmazlar.” dediler.
Kapı önü. Bir iş için herkesin mürâcaat ettiği umûmî kapı. Farsça bir kelime olan dergâh, değişik mânâlarda kullanılmıştır. Allahü teâlâya nisbeti mecâzîdir. Sonuna ilâhî eklenerek Dergâh-ı ilâhî şeklinde de söylenir. Eskiden pâdişâh ve devlet ileri gelenlerinin saraylarına da dergâh denilirdi. Bilhassa pâdişahlarınki “dergâh-ı âlî, dergâh-ı muallâ (büyük kapı)” gibi hürmet ifâdeleri ile söylenirdi.
Ayrıca İslâm târihinde tarîkat mensubu şeyhlerle, onlara mensup (bağlı)talebelerin ders gördüğü, ikâmet etdiği, kaldığı yerlere de dergâh denirdi. Dergâhlar, bâzan bağlı olduğu tarîkatlara göre de isimlendirilirdi. Merkezî dergâhlar, teferruâtlı (geniş, kapsamlı) bölümlere sâhipti. Buralarda tasavvuf ilmi, İslâm ahlâkı öğretildiği gibi, İslâmiyet en hassas şekilde yaşanırdı. Medreselerde olduğu gibi talebelere ders de okutulurdu. Tekke de denilen dergâhın küçüklerine “zâviye”, büyüklerine ise “âsitâne” denir (Bkz. Tekke). İslâmiyetin öğretilmesinde ve yayılmasında medreselerin yanında dergâhlar mühim hizmetler görmüştür. Dergâhlar, câmi ve medreselerle yanyana, hattâ aynı çatı altında bu üçü berâber olarak da bulunmuştur.
Dergâhlar, yalnız tasavvuf ilminin yapıldığı yerler değildi. İhtiyaç hâlinde han, kervansaray hizmetlerini de görürdü (Bkz. Han, Kervansaray). Osmanlılar zamânında hat, edebiyât gibi sanatların teşvik edildiği merkezler olmuştur. Ayrıca, ahî kuruluşları (zâviyeleri) gibi ictimâî (sosyal) hayâtın düzenlenmesinde ve ticâret ahlâkının yerleşmesinde payları büyüktür. Bunlardan başka sınır boylarında kurulanları (ribât), memleket savunması ve emniyeti bakımından önemli hizmetleri yerine getirmişler, buralarda ok atıcılık ve diğer harb eğitimi de yapmışlardır. Kısaca dergâhlar, esas vazîfelerinden başka, içerisinde bulundukları çevreye ve şartlara göre hizmet vermişlerdir.
Alm. Zeitschrift (f), Fr. Revue (f), İng. Periodical review, magazine. Haftalık, on beş günlük, aylık veya yıllık olarak düzenli aralıklarla çıkan bir fikir yayını; mecmua kelimesinin eşanlamı.
Osmanlılarda ilk gazete çıktıktan 18 yıl sonra ilk mecmua olan Vakâyi-i Tıbbiye yayınlanmaya başlandı (1849). Bu meslekî sağlık dergisi aylık olup, iki seneden fazla yayınlanabildi (28 sayı). Bir müddet sonra Mecmûa-i Fünûn aylık olarak 47 sayı çıkarılabildi (1862-1867). İlk resimli dergi olan Mir’ât 1862’de üç sayı neşriyât yapabildi. Cerîde-i İber-i İntibâh (1862-1864) 8 sayı yayınlandı. Bunlar ilk yayınlanan dergilerdi. Bunlardan sonra pekçok isimde muhtelif zamanlarda çıkan ekserisi uzun zaman devâm etmeyen dergiler neşredilmişti. Bunların içinde Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye’nin yayınladığı Cerîde-i Askeriye (1864-1919) 15 günde bir çıkıp en uzun yayın hayâtı olandır.
İkinci Meşrûtiyetten sonra çıkan gazete ve dergilerin sayısı 353’e yükselmişse de uzun süre devâm etmeyerek, 1909 başında konan sansürden sonra, adedi birden düşmüştü. 1910’da 130, 1911’de 124, 1914’te 70, 1915’te 6, l918’de 71 dergi ve gazete çıkmaktaydı.
Cumhûriyetten sonra ise; haftalık 77 sayı çıkan Kelebek, haftalık 54 sayı çıkan Süs, Zümrüt-i Anka (1923-1925), Ayın Târihi (1923-1957), Resimli Ay (1924-1938), Papağan (1924-1927), Haftalık Mecmua (1925-1928), Yeni Kitap (1927-1928) gibi dergiler çıkmıştı. Harf inkılâbından sonra basının sarsıntı geçirmesi, pekçok dergi ve gazetenin kapanmasına sebeb oldu. Hükûmetçe mâlî bakımdan desteklenen dergi ve gazeteler çıkmaya başladı. Yeni dergiler; İdâre, Uyanış (1928-1940), Kadro (1932-1935), Akın (1932-1933), Varlık (1933), Fikir Hareketleri (1933-1940), Yedigün (1933-1950), Ülkü (1933-1950), Yeni Adam (1934), Yücel (1935-1956), Ağaç (1935-1936) yılları arasında neşredildiler.
İkinci Dünyâ Harbi sırasında gazete adedinde de fazlalaşma görüldü. Buna rağmen dergi adedi azalarak 178’den 127’ye düştü. Daha sonraki yıllarda 1945’te 287, 1947’de 379, 1950’de 479, 1952’de ise 624 dergi yayınlanmaktaydı. 1961 yılından sonraki senelerde dergi sayısında büyük bir artış oldu. 1970’li senelere gelindiğinde çıkan dergi miktarı 1000’i aşmıştı. Daha sonra vukû bulan ekonomik, siyâsî ve sosyal gelişmeler netîcesinde dergilerin sayısı 80’li senelerin başında önemli miktarda düştü.
Ancak bâzı gazetelerin yan yayını olarak yeni dergiler de neşir hayâtına girmiştir. Daha çok bu dergiler çocukları hedef almıştır.Türkiye Çocuk, Tercüman Çocuk, Milliyet Çocuk, Can Çocuk dergileri bunların belli başlılarındandır. Ancak bu dergilerden Türkiye Çocuk hâriç hiçbirisi uzun ömürlü olmamıştır. Ayrıca yine büyük gazetelerin ilmî ve iktisâdî yönden dergiler çıkardığı da görülür. Türkiye Gazetesi yayın topluluğu arasında yer alan İnsan ve Kâinât ile Tekstil Teknik Dergisi bunların önde gelenleridir.
Alm. Haut (f), Fr. Peau (f), İng. Skin. Vücudun koruyucu dış tabakası ve ayrıca birçok görevleri olan bir organ. Deri vücudun en büyük organlarından biri olup, vücudun yedide biri ağırlığında ve yaklaşık 1.7 m2 sathındadır. Deri, sıcağa, soğuğa, ağrı ve temâsa karşı duyarlıdır. Bakterilere karşı da dirençli olan deri iki kattır. Üstte olan deri katı “epidermis” adını alır. Alttaki kata da “dermis” veya alt deri denilmektedir.
Epidermis: Derinin en üst kısmındaki sert kısmıdır. El ayaları ve ayak tabanları bu kısmın en kalın olduğu yerlerdir. Diğer vücut kısımlarında deri nisbeten incedir. Epidermisin birçok büklüm yerleri ve bunların arasında çıkıntı yapan çizgileri vardır. Derinin üst kısmının bu engebeli hâli ona cisimleri tutmada ve düz yüzeyler üzerinde yapılan çalışmalarda rahatlık sağlar. Parmak uçlarındaki çizgiler her kişide ayrı olup, suçluların yakalanmasında bu özellikten yararlanılmaktadır.
Epidermis tabakası yağ bezelerinden salgılanan yağlı, su geçirmez bir salgı ile sıvalıdır. Yine derinin üst kısmında bulunan “keratin” adlı protein su geçirmez özelliktedir. Nasırlar ve deri kalınlaşmaları üst derinin aşırı geliştiği yerlerdir. Bunlar mekanik tesirlere karşı meydana gelirler. Derinin rengi epidermisin ihtivâ ettiği “melanin” adlı pigmente (boyalı maddeye) bağlıdır. Derinin kendi rengi açık yeşilimsi olup, bu renk kan damarlarının verdiği pembelik ve melaninin verdiği kahverengilikle karışarak deri esas rengini alır. Koyu renk derili insanların derileri çok miktarda melanin ihtivâ eder. Güneş ışınları melanin îmâl eden hücreleri uyararak daha fazla çalışmalarını sağlar. Güneşte kalma ile rengin koyulaşmasının sebebi budur. Benler ve esmer lekeler epidermisin alt tabakalarında yer alırlar.
Günlük işlerdeki sürtünmeler ve giyilen elbiseler, epidermisin üst tabakalarındaki hücrelerin dökülmesine sebeb olur. Bu hücrelerin yenilenmesi epidermisin alt tabakalarındaki hücrelerin üste doğru gelişmeleri ile olur. Ephidermis katının kan dolaşımı yoktur. Buradaki canlı hücreler alttaki dermis tabakasından besin ihtiyaçlarını karşılar.
Dermis: Derinin altta bulunan tabakasıdır. Elastik ve kollagen (katılgan) lifler adı verilen bağ dokusu iplikçikleri arasında ter bezleri, yağ bezleri, kan damarları, kıl kökleri ve sinirler ihtivâ eder. Üst kısmında bulunan ve kesitinde girinti ve çıkıntıları gösteren (dalgalanmaları olan) kısım epidermisin deri üzerinde görülen büklümlerini yapar. Alttaki kat ise kollagen (katılgan) lif toplulukları ihtivâ eder.
Terleme, dermiste yumaklaşmış kanallardan meydana gelmiş ter bezlerinden olur. Derinin üzerindeki terin buharlaşması vücuda ısı kaybettirerek vücut hararetinin regülasyonunu (düzenlenmesini) sağlar. Aşırı olmayan sıcaklıklarda ter hemen buharlaşarak bir ferahlık hissi verir. Daha yüksek sıcaklıklarda ve özellikle havanın nemli olduğu durumlarda ter deride birikerek buharlaşamaz. Bu da sıkıntı hissi verir. Terbezlerinde tıkanma olursa deride iğnelenme hissi doğar. Terleme ile tuz (NaCl) kaybedilir. Tuz kaybı yerine konamayacak olursa, vücudun elektrolit dengesi bozulur ve adale krampları husûle gelebilir. Terle aşırı tuz atılmasına “pankreasın kistik fibrozu” denilen hastalıkta rastlanır. Derinin yağ salgılayan bezeleri genellikle kıl kökleri ile temastadır ve ifrâzatlarını buralara boşaltırlar. Bu bezeler saçlı deri ve yüzde bol miktarda olmalarına karşılık ayak tabanları ile el ayalarında bulunmazlar. Ergenlik çağında ortaya çıkan sivilceler (akne) kir ve yağın bu bezelerin ağzını tıkamasından olur.
Deride dokunma, sıcak ve soğuk duyuları için özel reseptörler bulunur. Ağrı hissi ise deride sonlanan çıplak sinir uçları tarafından algılanır. Ağrı ileten lifler de “hızlı” ve “yavaş” iletenler olarak ikiye ayrılırlar. Temas alıcılarının yoğunluğu vücuttaki bölümlere göre çok değişiklik gösterir. Parmak uçlarında iki temas reseptörü arasındaki mesâfe 2.3 mm iken sırtta bu mesâfe 67 milimetreye kadar çıkar.
Kan dolaşımı ile ısı regülasyonu (düzenlenmesi):Deriye gelen kan akımı iki amaçla ayarlanır. Derinin beslenmesi ve vücut ısısının düzenlenmesi. Akım, damarların kasılarak daralması ve gevşeyerek genişlemesiyle ayarlanır. Bu ayarlama derideki damarların duvarlarında bulunan sinirler aracılığıyla olur. Geniş sinir sistemi ağı, vücuttaki organların, bu arada derinin uyumlu bir şekilde çalışmasını sağlar. Vücut ısıtılacak olursa deri damarları genişleyerek deriye soğutulmak üzere daha fazla kan getirilir. Aynı şekilde derinin soğutulması da damarları kasar ve az miktar kan deri ile temasa geçer. Bu şekilde kanın sıcaklığı muhâfaza edilir. Ayrıca deri fizyolojisindeki isbat edilmiş bir hakîkat da, terleme sırasında ortaya çıkan enzimlerin, kuvvetli bir damar genişletici olan “Bradikinin”in kana verilmesini temin ettiği husûsudur. Vücudun otonom sinir sistemini etkileyen rûhî faktörler derideki damarların kasılmasına sebeb olurlar. Korkan kişinin yüzünün bembeyaz olması bundandır.
Hipodermis: Derinin hemen altında bulunan bu tabaka az miktarda yağ dokusu ihtivâ eder ve vücutta yağın depolandığı en önemli kısımdır. Şişmanlarda bu bölüm santimetrelerce kalınlığa varabilir. Aşırı olmamak şartıyla yağ dokusu sıcaklık muhâfazası, enerji depolanması ve dayanıklılık açısından faydalıdır.
Tırnaklar parmak uçlarında bulunan boynuzsu tabakalar olup, epidermis tabakalarından birinin değişmiş hâlidir. Tırnak, tırnak yatağının dibindeki kökten sürer, kökün ârızaları tırnaklarda bozukluklara sebeb olur.
Derinin korunması: Deri yumuşak tahriş etmeyen bir sabunla yıkanmalıdır. Uzun zaman güneşte ve sert rüzgâr altında kalmamalıdır. Beslenme her organ için olduğu gibi deri için de önemlidir. Yaşla birlikte deri incelir yağ dokusunu kaybeder. Katılgan ve elastik lifler giderek harap olur ve deri elastikiyetini kaybeder. Güneş ve rüzgâr da deriyi yaşlandıran âmillerdir. Bu yüzden elbise ile örtülü bulunan deri, daha canlı ve tâze kalmaktadır. Aşırı ultraviyole ışını alan (deniz kenarında çok duran) kimselerin deri kanserine yakalanma ihtimâlleri yüksektir.
Hayvanlarda deri: Genel özellikler bakımından ve vazîfe açısından insan derisinden bir kısım farklılıklar gösterir. Deri, hayvanlarda daha büyük işler üstlenmiştir. Soğuğa ve sıcağa karşı koruyucu, dış te’sirleri önleyici vazîfe yapar. Hayvanların yaşadıkları bölgeye, iklime ve tabiat şartına göre derilerinin kalınlığı değişir, kıllanması artar, bâzı uçucularda kıllar tüy şeklini alır.
Alm. Haut Kranke, Fr. Maladie de la peau (f), İng. Skin disease. Deride görülen hastalıklar. Sayılmayacak kadar çok deri hastalığı vardır. Deri hastalıklarına genel olarak dermatoz ismi verilir. Deri hastalıkları hakkında genel bir fikir edinebilmek için, kabaca birkaç bölüme ayırmak mümkündür.
1. Fizikî sebeplerle meydana gelen deri hastalıkları: Delici, kesici, ezici cisimlerin meydana getirdiği yaralar, yanıklar, soğuğa bağlı olan çatlaklar, kimyâsal maddelerin tahrişine bağlı olarak ortaya çıkan yaralar bu grupta sayılabilir.
2. Parazitlerin sebeb olduğu deri hastalıkları:Bu grup hastalıkların başında uyuz, bitlenme ve çeşitli mantar hastalıkları gelmektedir. Ayrıca pire, tahtakurusu, kene gibi böceklerin ısırmalarından meydana gelen deri bozuklukları da bunlardan sayılabilir.
3. Mikroorganizmaların sebeb olduğu deri hastalıkları:Bu organizmalar genellikle deri iltihaplanmalarına yol açar. Mikroorganizmalar derideki herhangi bir bozukluğun üzerine kolayca yerleşebilirler.Yaralar, yanıklar, uyuz, böceklerin ısırdıkları yerler, ekzamalar ve uçuklar kolayca iltihaplanabilirler. Deri iltihaplarına dermatit de denir. Mikroorganizmaların yol açtığı hastalıklardan olan cüzzam, deri veremi ve frengide ise yukarıdaki bahsedilen iltihaplanmaların dışında bir mekanizma söz konusudur. Bunlar bu yüzden spesifik iltihaplar veya spesifik enfeksiyonlar grubu olarak adlandırılmıştır.
4. Allerjik deri hastalıkları:En sık rastlanan deri hastalıklarıdır. Allerjik deri hastalıkları arasında serum hastalığı, Quincke ödemi, kurdeşen, ekzama, kontakt dermatit sayılabilir. Allerjik deri hastalıklarının sebebini bulmak oldukça güçtür. Bu amaçla hasta ve çevresi çok iyi araştırılır. Çeşitli deri testleri yapılır. Gerekirse hasta bulunduğu çevreden bir müddet uzaklaştırılır. Allerjiye sebeb olan âmil bulunmaya çalışılır. Bu âmiller; çiçek tozları, çeşitli besin maddeleri, ev tozları, bâzı ilâçlar, barsak parazitleri olabilir. Allerjik hastalıklarda irsiyetin, vücut yapısının ve asâbî durumun yâni psikolojik sebeplerin de rolü büyüktür.
Derinin bu hastalıklarının dışında; çeşitli dâhilî hastalıkların derideki tezâhürleri de sözkonusudur. Meselâ şeker hastalığında, deride çeşitli belirtiler görülür (kurdeşen, kan çıbanları, gangren vs.). Ayrıca derinin kötü huylu ve iyi huylu urları da sözkonusudur. Deri kanserleri bütün kanserler içinde en az kötü olanlarıdır. Tam tedâvileri de mümkündür. Deri hastalıklarını inceleyen, teşhis ve tedâvisi ile uğraşan bilim dalına dermatoloji ve bu işi meslek edinmiş hekime ise, dermotolog ismi verilir.
Deri hastalıklarının çeşidine göre, deride değişik türlerde hastalık elemanları görülür. Bunlar arasında; kaşıntı izleri, papül (küçük deri kabartısı), pistül (irinli kabarcık), çıban, ülser, tüberkül (sivri deri çıkıntısı), eritem (kızarıklık), hiperpigmentasyon (derinin renginin artması), hipopigmentasyon (derinin renginin azalması), deskaamasyon (derinin dökülmesi), kabuklanma ve urlanma sayılabilir. Bir deri hastalığında bu elemanlardan biri veya bir kaçı birarada da bulunabilir. Deri hastalıklarının teşhisi kolaydır. Kesin teşhis için gerektiğinde hasta kısımdan parça alınıp, patolojik incelemeye tâbi tutulur. Tedâvileri her zaman kolay olmayıp, hastalığın cinsine göre değişiklik arz eder. Tedâvi çok kere semptomatik (hastanın şikâyetlerini geçiştirmeye yönelik)tir.