DEMİRKAZIK

(Bkz. Kutup Yıldızı)

DEMİRYOLLARI

Alm. Eisenbahn (-linie) (f), Bahn (f),Fr. Chemin (m) de fer, voie (f) ferree, İng. Railway, railroad. Yolcu ve yük taşımacılığının yapıldığı demirden mâmul bir çift ray hâlinde uzanan ulaştırma ağının adı. Hat fikrinin düşünülerek tatbiki çok eski devirlere dayanır. Eski Mısır, Yunan ve Roma medeniyetlerinde atla çekilen arabaların tekerleklerindeki sürtünmelerin azaltılması için özel tertibâtların uygulandığı bilinmektedir. On beşinci yüzyılda mâden ocaklarında arabalar tahta kalaslar üzerine alınmış, demirin ucuzlaması ile de bunlar, ray adı verilen hatlara yerini bırakmıştır.

Buharla çalışan bir arabanın ray üzerinde yürütülenini ilk defa 1802 yılında İngiliz Robert Trewithick yapmıştır. Bu arabayı diğerlerinden ayırabilmek için de lokomotif adını vermiştir. Bu sahadaki çalışmalar hızla gelişmiş 1814 yılında George Stephenson adlı bir mühendis iki silindirli bir lokomatif yapmayı başarmıştır.

1825 yılında borulu kazanların keşfedilmesinden sonra bir şirket yük taşımacılığının lokomotiflerle yapılabilmesi için İngiltere’de demiryolu inşâsına başlamış, bu maksadla bir de yarışma düzenlemiştir. Stephenson adında birisi 6 Ekim 1829 târihinde 10 tonluk bir yükle saatte 22 km hız yapan bir lokomotif yapmayı başarmıştır. Demiryolunun kâşifi olarak George Stephenson, demiryolculuğunun başlangıç târihi de 1829 olarak kabul edilmiştir.

1829 yılından sonra özellikle demiryolu arabalarında hiç durmayan bir gelişme  olmuş, 1860 yıllarında  demiryolundaki ulaşım hızı saatte 40 km iken, 1913’te 60 kilometreye, 1939’da ise 85 kilometreye ulaşmış, bunun yanında lokomotif güçleri de artmıştır. İkinci Dünya Harbinden sonraki devrelerde buharlı lokomotifler yerini dizelli, elektrikli lokomotiflere bırakmıştır. Saatteki hız, katarlarda (yük taşımacılığında) 120 kilometreye, yolcu trenlerinde ise 160 kilometreye ulaşmıştır. Bir taraftan elektrikli lokomotiflerde gücün artırılması, elektriğin demiryollara uygulanması ve yol yapım tekniğindeki gelişmeler, hızın 250-300 kilometreye kadar çıkmasını sağlamıştır. Avrupa’nın bâzı demiryolu hatları değiştirilerek yüksek hız tekniği ile çalışan hatların uygulanmasına başlanmıştır. Demiryollarındaki hız ve konfor yarışı son yıllarda Fransa ile Japonya arasında cereyân etmektedir. Bu ülkelerde yolcu ve yük katarlarının manyetik alana sâhip yastıklar üzerinden nakli çalışmalarına hızla devâm edilmektedir.

Türkiye’de demiryolları: Türkiye’de demir yolculuğu fikri 1836 yıllarına kadar gitmesine rağmen, ilk demir yolu 66 km uzunluğundaki Köstence-Çernova hattı olup, 1860 yılında işletmeye açıldı. Daha sonra 1863 yılında 224 km uzunluğundaki Varna-Rusçuk, 1866 yılında 130 km uzunluğundaki İzmir-Aydın demiryolu hizmete girdi. Bunları Rumeli demiryollarının yapımı ve 1888’de Avrupa demiryolları hattına bağlanması tâkib etti. Sultan Abdülazîz’in 1871 yılındaki fermânı ile İstanbul-Bağdat demiryolu inşâatı başlatıldı, iki yıl içinde İstanbul-İzmit ve İzmir-Kasaba (Turgutlu)  demiryolu bağlantıları sağlandı.

Sultan Abdülhamîd Han zamânında 1888’den sonra çalışmalara hız verildi. İstanbul-Bağdat hattı tamamlandı. 1890’da Ankara-Eskişehir demiryolu bitirildi. Aydın hattı doğuya, İzmir-Kasaba hattı kuzeye uzatılırken, İç Anadolu’da kurulu şehirler arasındaki bağlantılar sağlanması için demiryolu inşâatlarının yapımına devâm edildi. Bu şekilde 1912 yılında 440 kilometrelik demiryolu işletilmeye açılmış oldu.

Osmanlı İmparatorluğunda yapılan demiryolu uzunluğu 8000 kilometreye ulaşmış olup, Birinci Dünyâ Harbi sonunda, 4000 kilometrekarelik kısım işgâl devletlerinin eline geçti. İstiklâl Harbi’nin başlaması ile Anadolu hattının 926 kilometrelik, Bağdat hattının 325 kilometrelik, İzmir-Kasaba hattının 223 kilometrelik kısmı Eskişehir’de kurulan İşletme Genel Müdürlüğünce yönetilmeye başlandı. Cumhûriyet devrinde demiryolu yapımı için önce bir proje yapılarak çalışmalara başlandı. 1932’de Samsun-Sivas, 1927’de Ankara-Kayseri, 1930’da Kayseri-Sivas, 1931’de Kütahya-Balıkesir, 1933’te Ulukışla-Kayseri, 1935’te Irmak-Filyos ve Fevzipaşa-Elazığ-Diyarbakır demiryolu hatları işletmeye açıldı.

Yabancı şirket demiryolları devlet idâresi altına alındı. Demiryolları ağına çeşitli zamanlarda Malatya-Çetinkaya, Afyon-Burdur, Elazığ-Muş-Tatvan-Elazığ-Kurtalan- Gaziantep-Narlı hatları da eklendi ve millî demiryolları 10.993 kilometreye ulaşmış oldu (1993).

Demiryolu ulaşımında son gelişmeler: On dokuzuncu yüzyıl başlarında kara ve hava taşımacılığındaki gelişmeler demiryolu taşımacılığında kısa bir süre duraklamaya sebebiyet vermişse de, dünyâ ekonomisindeki gelişmeler, teknik buluşlar, hat ulaşımındaki yüksek hız verilen önemi yeniden arttırmış, modern lokomotiflerle hareket ettirilen trenlerin çok üstün ve tehlikesi az bir taşıma aracı olduğu anlaşılmıştır.

Sinyalizasyon ve kontrol: Sinyalizasyon ve kontrol metodlarındaki  ilerleme demiryollarındaki verimin gelişmesine sebeb olmuştur. Kolay görülebilen renkli ışık sinyalleri eski kollu sinyallerin yerini almıştır. Bunlar, bir trafik kontrol merkezinde idâre ve yüzlerce kilometreyi kaplayan bir düzen şekline girmiştir. Bu merkezlerde demiryolu ağı bir tabloda minyatürleştirilmiş olup, görevli bir düğmeye basarak herhangi bir sinyali veya hat değişikliğini işleme sokabilmektedir. Tablodaki ışıklar trenin güzergâhtaki yerini işâret eder. Bu raylara yerleştirilen ve trenin giderken işleme koyduğu elektriksel devreler aracılığıyla sağlanır. Yüksek hızlı TGV (Yüksek Hızlı Tren) hatlarında, hiçbir sinyal bulunmaz. Hatlardaki elektrik devreleriyle alınan bütün bilgi sürücünün önündeki bir tabloda verilir.

Toplu taşıma: Şehirlerde karayoluyla seyâhat her geçen gün trafik düğümlenmeleri sebebiyle daha da yavaş olmaktadır. Bunun sonucu olarak daha fazla yeraltı trenlerine ve metrolarına ihtiyaç duyulmaktadır. Bunlardan en yeni inşâ edilenlerden biri 1980’de işletmeye açılan Hong Kong’un toplu taşıma sistemi olup, günde iki milyon yolcu taşıyacak tarzda projelendirilmiştir. Bu sayı yaklaşık 1963’te işletmeye açılan ve 420 kilometrelik güzergâhta dünyânın en uygun yeraltı treni olan Londra metrosunun yolcu sayısına eşdeğerdir. Genellikle toplu taşıma ağlarında güzergâhlar yeraltı yanında, yerüstünde de bulunur. Buna bir örnek San Francisco’daki sistem olup, bu sistem 30 kilometrelik yeraltı, 40 kilometrelik yeryüzü ve 50 kilometrelik yeraltı güzergâhına sâhiptir. Modern toplu taşıma sistemleri genellikle otomatik kontrole sâhiptir. Türkiye’de de demiryolu toplu taşımacılığı konusunda Ankara ve İstanbul’da metro çalışmaları hız kazanmış olup, tramvay taşımacılığı da 1992’de İstanbul’da faaliyete geçmiştir. İstanbul-Ankara arasını da iki saate düşürme çalışmaları ilerlemektedir.

Tek raylı trenler: Bâzı şehirlerde tamâmen değişik yerüstü trenlerine rastlanır. Bunlarda tren arabaları alışılagelen iki ray üzerinde değil, tek bir raya bağlı hareket ederler. Bunlardan en eskisi 1901’den beri çalışan Batı Almanya Wuppertal’daki sistemdir. Burada arabalar üstteki bir raya asılı olarak hareket ederler. Benzer bir sistem de Tokyo hayvanat bahçesinde mevcuttur. Tokyo’daki farklı bir tek ray sistemi hava alanını şehre bağlar. Burada araba hattını betonarme krişler teşkil eder. Krişlerin üzerinde bulunan tekerlekler üzerindeki hareket, krişin kenarları boyunca bulunan tekerleklerin tahrikiyle ortaya çıkar. Benzer bir tek raylı sisteme ABD’deki Disneyland eğlence yerinde de rastlanılır.

Uçan trenler: Tek raylı trenler istikbaldeki trenlerin gelişmesinin başlangıç  noktasını teşkil eder. Bu trenlerin saatte 800 kilometrelik bir hıza erişmesi beklenmektedir. Düşünülen bu trenlerin tekerlekleri yoktur. Tekerlerin bu sür’atte hareket etmeleri mümkün değildir. Bu trenler raylar üzerinde raylara değmeden bir tür hava yastığı üzerinde hareket edecektir. Fransızların “Aerotrain” bunun geliştirilmekte olan bir misâlidir. Başka bir şekilde de, trenin hatta mağnetizm aracılığıyle asılmasıyla düzenleme yapılmaya çalışılmaktadır. Henüz tecrübe safhasında olan bu trenlerin ilkinin Japonya’da Shinkansen’ hattında işletmeye konulmuştur. Bu çeşit trenlerde, mağnetizmadaki kutupların birbirini itmesi prensibi kullanılmaktadır. Tren hareket ederken rayları manyetik yapar. Mağnetik ray, trenin mağnetlerini iter ve onu kaldırır. Bu türün diğer bir özelliği de, elektrik motorunun farklı olmasıdır. Lokomotiflerde günümüzde kullanılan elektrik motorlarında elektrik geçtiğinde dönme ortaya çıktığı halde, kullanılacak “Lineer indüksiyon motorunda hareket ötelenme şeklinde oluşacaktır.”

DEMOGRAFİ

Dünyâda veya bir ülkede bulunan nüfûsun yapısını, durumunu, dinamik özelliklerini inceleyen bilim dalı. Yunanca demos “halk” ve graphein “yazmak” kelimelerinden meydana gelmiştir. “Nüfûsun coğrafyası” veya “nüfusbilim” olarak da tanımlanır. Mevcut nüfûsun; yaş, cinsiyet, evlilik durumu, geçim durumu, tahsil durumu gibi çeşitli sosyal ve ekonomik yönlerini inceleyen demografi; ülkelere ve bölgelere göre nüfus dağılımını ve doğum, ölüm, göç hareketi gibi gelişmeleri inceler. “Niceliksel” (sayılarla ilgili, kemiyet) ve “Niteliksel” (hal ve durumlarla ilgili, keyfiyet) diye, iki kısma ayrılmıştır.

Eski çağlardan beri gerek doğu İslâm ve Türk dünyâsında, gerekse batı Hıristiyan dünyâsında demografinin ilgi sahasını teşkil eden nüfus sayımları ve çeşitli istatistikler yapıldı. Bu sayım ve istatistiklerin bir kısmının müşahhas (somut) neticeleri elde bulunmamakla birlikte, yapıldığı bilinmektedir. İslâm târihinde ilk nüfus sayımı, Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm Mekke’den Medîne’ye hicret ettikten sonra yapıldı. Medîne’de bulunan Müslümanların sayısının 1500 kadar olduğu tesbit edildi. Yine Peygamber efendimiz zamanında İslâm devletinin gelir ve giderlerinin ve askerlerin yazıldığı defterler, İslâm târihindeki ilk istatistik kayıtlarıdır. Hazret-i Ömer devrinde Müslümanlardan ve gayri müslim ahâliden alınan uşr, cizye ve haracla ilgili olarak tutulan defterler, askerlere yapılan maaş ve diğer ödemelerle ilgili dîvânlar birer istatistik özelliği taşımaktadır.

Hazret-i Ömer İslâm ülkesinin her tarafına yaygınlaştırdığı dîvânlarla ilgili olarak çok sayıda memur vazifelendirdi. Dîvânlardan maaş alacak olan memleketin bütün halkı defterlere yazıldığı gibi, vazife alan memurların adları da ayrıca tesbit edildi. Uşurlu ve haraclı arâzilerin ölçülüp devlete ödeyecekleri miktarlar bu ölçümlere göre hesaplanması sağlandı. Emevîler, Abbâsîler, Selçuklular ve diğer İslâm devletlerinde de devletin temel politikasını belirleyecek, bölgeler arası dengeleri muhâfaza edecek çeşitli ölçüm yazım ve sayımlar yapılmıştır. Yapılan bu çalışmalar demografi adıyla anılmamasına rağmen demografinin ilgi sahasına girmektedir.

Batı dünyâsında, demografi uzmanlarının temel vasıtasını teşkil den nüfus sayımının Roma İmparatorluğuna kadar uzadığı bilinmektedir. Ortaçağ târihiyle meşgul olan târihçiler, hakikî manâsiyle demografik diyebileceğimiz vesikaların Avrupa’nın güneyindeki memleketler için 13. ve diğer kuzey Avrupa memleketleri için ise 14. yüzyıldan îtibâren mevcut sayılabileceğini ortaya koymuşlardır. Bu sebeple 1086 senesinde İngiltere’nin, 1328’de Fransa’nın umûmî nüfûsunu hesaplamaya yarayan tahrir (istatistik) vesikalarını birer istisna olarak bildirmektedirler. Geniş ülkelere şâmil belli bir metotla yapılmış oldukları için istisnâî bir önem taşıyan bu gibi vesikalar yanında, ortaçağdaki feodal parçalanma ile uygun kısmî ve husûsî daha birçok sayımların neticelerini bildiren vesikalar da pekçoktur. Ortaçağ Avrupa’sının elinde bulunan bu vesikalar hakîkî mânâsıyla nüfus sayımları olmayıp ekseriya husûsî ve fevkalâde bir hal karşısında belli bir vergiyi toplayabilmek için yapılmış sayımların neticelerini bildirmeleri, onların işlenmesini ve değerlendirilmesini güçleştirmektedir. Bu durumda bâzan bir şehrin bütün nüfûsu değil de, yalnız belli bir varlık derecesinde bulunan mülk sâhipleri veya muayyen bir yaşın üstünde eli silah tutan vatandaşlar kaydedilmiştir. Daha çok Hıristiyan memleketlerinde ve bu arada bilhassa Katoliklerde vaftiz, evlenmek, cenâze merâsimi gibi vesîlelerle Hıristiyanların kiliselerdeki husûsî defterlere kaydedilmiş olması ve bu defterlerden birçoğunun iyi muhafaza edilmiş olması da Avrupa memleketleri için bu devirde nüfus tetkikleri bakımından zengin kaynaklardır.

Ortaçağda kurulan ve yeniçağda dünyâya hâkim olan Osmanlı Devleti zamanında bugünkü demografi çalışmalarına benzer sayım ve istatistikler yapılmıştır. Belli usûllerle ve düzenli aralıklarla tekrarlanan geniş sahalara şâmil, sistematik nüfus sayımlarının neticelerini ihtivâ eden, zaman ve mekan içinde mukâyeseye müsâit olan bu sayımlar yalnız şu veya bu vergiyi toplamak için fevkalâde durumlarda veya tesâdüfen ve husûsî maksatlarla yapılmış sayımlar değildir. Bu sayımlar Osmanlı devletinin idârî, mâlî bütün teşkilâtının esasını teşkil edecek surette tasarlanmış ve yalnız vergi mükelleflerini değil türlü hizmetler ve imtiyazlar sebebiyle vergiden muaf olanları, ümera (idâreciler) ve askerleri, kör, topal, müflis vs. bütün erkekleri ihtivâ eden hakîkî nüfus istatistikleri mâhiyetinde bilgilerdir.

Bugün elde bulunan Türk arşivlerinin en kıymetli hazinesi, eski bir idârî geleneğin otuz-kırk sene gibi aralarla yapılması emredilen büyük nüfus ve vergi tahrirlerinin neticelerini tesbit eden ana defterlerdir. Hâlen çeşitli arşivlerde bin kadarı bulunan bu ana defterler (kütükler) sâyesinde belli bir târihte Osmanlı ülkesi dâhilinde her köy ve kasabada mevcut bulunan yetişkin erkek nüfûsu, ellerindeki toprak miktarını gösteren işâretler ve her birinin tâbi olduğu türlü vergi mükellefiyetlerini tesbit eden rakamlarla birlikte isimleri ve babalarının adlariyle ayrı ayrı kaydedilmiş olduğu görülmektedir. Yine aynı defterler sâyesinde her köyün kimin timarı veya mülk ve vakfı olduğunu, o köylerde yapılan zirâatin ve yetiştirilen hayvanların çeşitleriyle miktarlarını bildiren veya bu bilgileri çıkarmaya yarayan sarih (açık) kayıtlar uşr (öşür) ve rüsûm miktarını tâyin eden rakamlar bulunabilmektedir. Bu rakamlar ve bilgiler Osmanlı devlet çarkının düzenli bir şekilde işlediğini göstermektedir. Bu suretle bundan dört-beş yüz sene önce Osmanlı ülkesinin her köşesinde mevcut sipahi veya mülk ve vakıf sâhibi ile toprağa bağlanmış olan köylüyü, ülkenin bir ucundan diğer ucuna uzanan yollar boyunca derbent bekleyen, yol ve köprü tâmir eden ve kervansaraylara hizmet eden insanları, madenci, şapçı, tuzcu, taşçı ve yağcı gibi türlü vazifeleri olan halkı ve nihâyet her türlü komisyon ve vergi toplanan geçit, pazar, gümrük mahallerini yerli yerinde ve vazife başında görmek, Osmanlı devlet makinesinin çarklarının nasıl işlediğini anlamak ve rakamlarla ölçmenin bu defterler sâyesinde olduğu söylenecek olursa, Osmanlılar zamanında demografik çalışmaların bugünkünden daha değişmez ve gerçekçi usûllerle yapıldığı ortaya çıkar.

Sultan Birinci Selim Han, Sultan İkinci Bâyezîd Han, Fâtih Sultan Mehmed Han ve Sultan İkinci Murad Han devirlerinde yapılan çeşitli tahrirler ve istatistikler ilâve olarak Kanûnî Sultan Süleymân Hanın tahta geçişini tâkip eden ilk on sene içinde bütün Osmanlı memleketlerine şâmil olmak üzere yaptırılmış olan tahrirlerin neticelerini ihtiva eden defterlere dayanarak, o târihlerde Türkiye nüfûsunu (Mısır, Irak ve Tuna ötesi Avrupa bölgeleri hariç) tesbit etmek mümkündür. Daha sonraki Osmanlı asırlarında yapılan çeşitli tahrir ve sayımlar devletin siyâsî, ekonomik ve sosyal nizâmına yönelik düzenlemelere kaynaklık etmiştir.

Osmanlılar zamanında yapılan demografik çalışmalarla ilgili bilgi rakam ve değerlendirmeleri Ord. Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan tarafından neşredilen Târihi Demografi Araştırmaları veOsmanlı Târihi adlı makalede açık bir şekilde bulmak mümkündür.

Demografi, Avrupa’da, ilk defa bilim olarak 17. yüzyılda İngiliz istatistikçi John Graunt’un çalışmasıyla ortaya çıktı. Graunt, 1662’de yayımladığı, Natural and Political Observations... Made Upon the Bills of Mortality (Ölüm Kayıtları Üzerine Tabiî ve Siyâsî Gözlemler) de demografların temel vâsıtalarından olan ölüm oranı tablolarının ilkini hazırladı. Ölüm ve vaftiz kayıtları üzerine tedkik ve incelemelerinden yola çıkarak gerçekleştirdiği çalışmalarla Avrupa’da demografi biliminin kurucusu sayıldı. Demografik araştırma ve incelemelerdeki ilerlemeler 16 ve 17. yüzyıllar boyunca da sürdü. Ölüm oranını tesbit eden tablolar daha gelişkin duruma getirildi. Doğumda erkeklerin ağır bastığı, cinsiyet oranları gibi belli bâzı demografik kânunlar ve eğilimler tesbit edildi. Dünyânın pekçok yerinde bu sahadaki bilgilerden yola çıkılarak, ilk nüfus tahminleri yapıldı. On sekizinci yüzyılda hayat sigortasının ve halk sağlığına verilen önemin artması neticesinde ölüm istatistiklerinin incelenmesine karşı ilgi uyandı. On dokuzuncu yüzyıla kadar demografik istatistikler ve nüfus sayımları hızlı bir gelişme gösterdi. On dokuzuncu yüzyılın ortalarında Batı dünyâsının büyük bölümünde nüfus sayımı ve hayat istatistikleri, doğumların ve ölümlerin sistemli olarak kayda geçirilmesi uygulamaları yerleşti. Bu durum demografik araştırmaların sahasının genişlemesini sağladı.

Demografi kelimesini ilk olarak Fransız bilim adamı Achille Guillard 1855’te yayımladığı, Éléments de Statistique Humaine ou Demographie Comparée (Beşerî İstatistiğin İlkeleri veya Karşılaştırılmalı Demografi) adlı eserinde kullandı. Fransız akademik çevreleri demografi terimini özellikle sağlık ve ölüm oranını etkileyen hayat şartlarıyla alâkalı istatistikler için kullandılar. Terim kısa bir müddet içinde Avrupalı araştırmacılar tarafından yaygın bir şekilde kullanılmaya başlandı. ABD’de ise daha geç kabul gördü. Demografi 20. yüzyılda görülmedik biçimde genişleyip çeşitlendi. Nüfus dinamikleri ile demografi dışı değişkenler arasındaki etkileşim daha geniş biçimde kabul gördü.

On dokuzuncu yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın ilk yarısında meydana gelen harpler, bilim ve teknolojinin ilerlemesiyle ortaya çıkan yeni sosyal meseleler de demografinin ilgi sahasını etkiledi. Böylece demografi şumullü ve disiplinler arası bir hususiyet kazandı. Gerek gelişmiş ülkelerdeki gerekse gelişmekte olan ülkelerdeki nüfus meseleleri de demografiye verilen önemin artmasını sağladı. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında görülen nüfus patlaması, nüfus ve kalkınma arasındaki karşılıklı ilişki, doğum kontrolü hareketi, plansız şehirleşme, kent nüfuslarının akıl almaz şekilde artması, kânunsuz göçler ve işgücü istatistikleri demografinin önemini giderek artırdı. Başta Birleşmiş Milletlere bağlı kuruluşlar olmak üzere demografi sahasında daha şumullü ve daha çok sayıda meselelerle ilgilenen birçok araştırma kurumu, çeşitli milletlerarası kuruluş ve konferanslar, yalnızca demografi çalışmalarına ayrılmış olan yayınlar ortaya çıktı. Bütün bu gelişmeler, demografi biliminin olgunlaşmasını, geniş bir ilgi sahasını kuşatan milletlerarası bir disiplin olarak ortaya çıkmasını sağladı. Doğumlar ve ölümler, öğrenim gören nüfus, emekli maaşı alanların sayısı, hâne halkı sayısı, işgücü piyasasının yapısı, sağlık, eğitim ve mesken (konut) ihtiyacıyla ilgili meseleler demografi bilimi tarafından incelenip değerlendirildi. Günümüzde kısımlara ve şûbelere ayrılan demografi bilimi, sayısal bilgilerin yanında sosyal, ekonomik, siyâsî ve kültürel konuları araştırıp değerlendirmektedir.

DEMOKLES

M.Ö. 4. yüzyılda Sirakuza’da hükümdar olan Dionysous’un sarayında yaşamış ve dünyâca ünlü “Demokles’in Kılıcı” deyiminin zamanımıza kadar gelmesine sebeb olmuş kişi.

Efsâneye göre Demokles Kral Dionysous’un yakın dostu olduğu için, dâimâ kralla sohbet ederdi. Konuşmalarında çoğu defa krala krallığın bahşettiği mutluluktan bahseder dururdu. Bu durumdan usanan kral, birgün Demokles’e dönerek; “Bu mutluluğu senin de tatmanı arzu ediyorum!” demişti. Büyük bir ziyâfet hazırlatarak tacını ve tahtını bu krallık düşkünü Demokles’e bırakmıştı. Demokles de sevinçle krallık elbiselerini  ve tacını giyinip tahta oturmuştu. Ziyâfetin ortalarına doğru tam başının üstünde bir şeyin sallanmakta olduğunu gören Demokles, dikkatle bakınca bunun  tek bir at kılına bağlı keskin bir kılınç olduğunu görmüştü. Demokles bunun ne mânâya geldiğini düşünüp, Kral Dionysous’un böyle yapmakla, kendisine krallığın pek de öyle iç açıcı bir mevki olmayıp, aksine insanın canını dâimâ tehlikelere sokabilecek bir iş olduğunu idrak ettirmek istediğini anlamıştı.

Bu eski Yunan efsânesinden kaynaklanan “Demokles’in kılıcı gibi” deyimi, günümüzde de büyük görev ve mesuliyetlerin aynı zamanda büyük tehlike ve sıkıntıları da beraberinde getireceği imajını dile getirmek amacıyla kullanılmaktadır. Ayrıca Kral Dionysous’un krallığı süresince büyük tehlikeler ve korkular  yaşadığını da ifade etmektedir. “Demokles’in kılıcı” deyimine çoğu edebî eserlerde, makâlelerde rastlanır.

DEMOKRASİ

Alm. Demokratie (f), Fr. Demokratie (f), İng. Democracy. Halkın kendi kendini yönetmesi. Eski Yunancada “demos” halk ve “kratos” otorite demektir. İkisinin birleşmesinden “demokratia” sözü meydana gelir. Buna göre, demokrasi, “halk idâresi”anlamındadır. Ancak, bu söz, çok çeşitli anlamlarda kullanılmaktadır. Bunlardan başlıcaları şunlardır:

Doğrudan doğruya demokrasi: Siyâsî kararların, çoğunluk esâsına göre, yurttaşların oy çokluğu ile, doğrudan doğruya şehir halkı tarafından alındığı yönetim şekline, doğrudan doğruya demokrasi denir.

Temsîlî demokrasi: Yurttaşların siyâsî haklarını doğrudan doğruya değil de, kendi seçtikleri ve kendilerine karşı sorumlu olan temsilciler yoluyla kullandıkları yönetim şekline temsîlî demokrasi denir.

Yarı doğrudan demokrasi: Temsîlî demokrasinin bâzı mahzurlarından kurtulmak ve doğrudan demokrasiye yaklaşmak için yarı doğrudan demokrasi sistemine gidilmiştir. Bu demokrasi türü referandum, halkın kânun teklifi ve halkın vetosu gibi yollarla sağlanmaktadır.

Liberal demokrasi: Çoğunluğun meydana getirdiği iktidârın, azınlığın da haklarını (kişisel ve kamu haklarını-söz hürriyeti, din hürriyeti vs.) güvence altına alan ve anayasa hükümleriyle sınırlanmış demokrasi çeşidine “liberal demokrasi” denir. Bunun bir diğer adı da “anayasal demokrasi”dir.

Sosyal veya ekonomik demokrasi: Doğrudan doğruya, temsîlî liberal demokrasiyi ve bunların öne sürdüğü ilkeleri dikkate almaksızın, toplumsal ve ekonomik farkları azaltma, servet dağılımındaki eşitsizliklerden doğan farkları en azına indirmek gâyesini güden demokrasiye, sosyal veya ekonomik demokrasi denir.

Demokrasinin esasları:Demokrasi günümüz anlamıyla bir hükümet şekli olduğu gibi, toplum hayatını düzenleme bakımından bir kurallar bütünüdür. Demokraside soy, sop, servet, ırk ve benzeri özellikler hiçbir şahsa, başkalarına karşı üstünlük sağlamaz. Gerçek bir demokratik yönetimlerde, fertler arasında büyük çapta ekonomik farklılıklar olmaz.

Demokrasi, diğer taraftan, fertlerin hükümet baskısı altında kalıp ezilmelerini de önler. Demokrasi yönetiminde, herkesin konuşma, basın-yayın ve din hürriyeti vardır. Ayrıca, kânunlara aykırı olmamak kaydıyla yürürlükteki hükümete muhâlefet etme, icrâatlarını serbestlikte tenkit ve tasvib etme hakkı da vardır. Tek partili sistemde, doğu bloku halk demokrasilerinde (komünizmde) ve totaliter demokrasilerde bu haklar yoktur. Demokratik yönetimde, kanun karşısında herkes eşit sayılır. Kanunlara aykırı olmamak şartıyla, herkes görüşlerini serbestçe açıklayabilir.

Demokrasinin gelişimi ve târihi: Demokrasinin başlangıcı çok eski zamanlara kadar ulaşır. Fakat bugünkü, anlayış şekline göre demokrasi, eski Yunanlılar zamanından sonra başlamış sayılır. Eski Yunan şehir, devletlerinin (sitelerinin) yönetim şekli, asıl demokrasiye örnek gösterilir. O devirde henüz temsîlî sistem bilinmiyordu. Diğer taraftan nüfus da azdı. Bu sebeple doğrudan doğruya demokrasi uygulaması yapılıyordu. Fakat, bunlarda tutsaklara (esirler) ve kölelere, diğerlerine verilen demokratik haklar verilmediği için, ayrıca kadınlara oy verme hakkı tanınmadığından bu devir demokrasisine, gerçek mânâda demokrasi denilemez. Bu demokraside, köleler, tutsaklar ve kadınlar hâriç herkes oylamada hazır bulunur, yönetime de seçilebilirlerdi. Bu tür demokrasi, özellikle M.Ö. V. yüzyılda Yunanistan’da uygulanmıştır. Sonradan eski  Yunan şehir sitelerinin ortadan kalkması neticesinde bu demokrasi akımı da durmuştur.

Yıkılan demokrasinin yerine aristokrasi geçmiştir. Bu ise, ülkeyi en seçkin kimselerin yönetmesi esasına dayanıyordu.

Romalılar, Yunanistan’a yakın olmaları sebebiyle demokrasiye yabancı değillerdi. Fakat bunlarda da oligarşik bir cumhuriyet vardı. Sonradan bu ülke imparatorluk yönetimine geçmiştir.

Daha sonra Avrupa’da feodal krallıkların ortaya çıktığını görüyoruz. On altı ve on sekizinci yüzyıllar arasında bunların yerini de mutlakiyet idâreleri almaya başladı. Ortaçağda zaman zaman görülen cumhûriyetlerin de demokrasi değil, oligarşi olduğu târihî bir gerçektir.

Aradan zaman geçtikçe mutlakiyet idârelerine karşı birçok ülkelerde hoşnutsuzluk başladı. Bu hoşnutsuzluk 18. yüzyılda daha da büyüdü ve demokrasiye doğru adım atılmaya başlandı. Bunun ilk semeresi Amerika’da görüldü. 1776 yılında İngiliz egemenliğinden kurtulmak gâyesiyle Amerikan kolonileri birleşerek “Özgürlük Bildirisi” yayınladılar. Bu bildiri, demokrasi târihinin klasik belgelerinden biridir. Bu daha sonra, 1787’de Amerikan Anayasası kabul edilerek, hükümetin halka baskı yapması bu anayasa ile önlenmiştir.

Bugünkü demokrasi târihin ikinci dönüm noktası kabul edilen 1789 Fransız devrimi ise, mutlakiyet rejimine karşı bir ayaklanma şeklinde başlamış ve “İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi”nin yayınlanmasını sağlamıştır. Neticede 1791 yılında kabul edilen Fransız Anayasası ile, yurttaşların kânun karşısında eşit oldukları ilkesi kabul edilmiştir.

İlk İslâm devletinin dört büyük halife devri de bir nevi temsîlî demokrasi olarak kabul edilir. Bu durum bilhassa hazret-i Ömer zamanında çok belirgindir. Seçimle gelen halifeler bugünkü modern demokrasi anlayışının bütün ideallerini uygulama örneklerini vermişlerdir. Devleti idâre tarzları, şahsî yaşayışları ile idâre edilenlerin teklif ve fikirlerine itibâr etmeleri bakımlarından fevkalâde yüksek faziletlerin tatbikatçısı olmuşlardır.

Batıda gerçek anlamda demokrasinin kapısını Fransa’nın açtığı kabul edilirse de, İngiltere, çok daha önceleri, demokrasi biçimi idâreye daha yakın örnekler vermiş. Fransız devrimi yanında İngiltere’de oligarşik bir yönetim biçimi vardı. Fakat aynı İngiltere’de 1688 devrimi sonunda kabul edilen anayasa, demokrasinin gelişmesine açıktı. Anayasaya göre kralın gücü zayıflamış, yaşama ve mâliye kesinlikle parlamentonun denetimindeydi. Bu anayasa sonradan 1832 ylında daha da demokratik hâle getirilmiştir. Bu bakımdan bâzılarına göre klasik demokrasinin beşiği İngiltere’dir.

Klasik demokrasi: Avrupa’da feodalitenin yıkılıp, merkezî krallıkların kurulmasından sonra, krallıkların güçlenmesi, aristokrasi burjuvazi çekişmesine yol açmıştır. Bu deneme ilk defa İngiltere’de başlamıştır. Burjuvazi krallık otoritesini sınırlamaya kalkışmış ve neticede “Millî Hâkimiyet” teorisi ortaya atılmıştır. Bu sûretle, devlete âit her türlü egenmenliğin millete âit olduğu savunularak “klasik demokrasi”sistemi kurulmuştur.

Klasik demokrasi üç bölüme ayrılmaktadır: “Doğrudan doğruya demokrasi”, “yarı doğrudan demokrasi” ve “temsîlî demokrasi”. Doğrudan doğruya demokrasi, eski Yunanlılarda uygulanan târihî bir sistemdir. Buna göre, halk toplanarak topluca yönetim şekline katılır. Bugün bu sistemle idâre, İsviçre’nin küçük kantonlarında vardır. Yarı doğrudan demokrasi, bu sistemde, gerçek yönetim halkın seçtiği temsilciler de olmakla beraber, yerine göre halk da, “referandum”, “plebisit” ve “kânunları veto” usulleriyle yönetime iştirak etmektedir. Yine bu sistem İsviçre’de en geniş şekliyle uygulanmakdadır.

Temsîlî demokrasiye gelince, bu sistemde, hâkimiyetin millete âit olduğu prensibi vardır. Yönetim milletin seçtiği temsilciler tarafından ve anayasaya uygun olarak yürütülür. Temsîlî demokrasiler, hükümet  şekillerine  göre, “Parlamenter Sistem”, “Meclis Hükümeti Sistemi” ve “Başbakanlık Sistemi” gibi değişik hükümet şekillerine ayrılır. Fakat hepsinde temel esas, devletin, halkın seçtiği ve milleti temsil etmekte olan temsilciler tarafından idâre edilmesidir. Bu sistem, kaynaklarını, tabiî hukuk ve içtimâî mukâveleden alır. Hukuk literatüründe bunların da temsilcileri, Hobbes, Locke, Montesquieu ve Rousseau’dur.

Demokrasiye karşı görüşler:Yirminci yüzyılda, dünyâ devletlerinin birçoğu, bünyelerine uygun olan demokrasiyi benimsediler. Fakat yer yer demokrasiye karşı görüşler de ortaya çıktı. Bunların en başında Rusya’da yapılan ihtilâl sonunda, halk adına bir komünist diktatörlüğü kuruldu (1917). Bunu tâkiben İtalya’da 1922 yılında Mussolini, Almanya’da 1933 yılında Hitler, diktatörlük yönetimine târihi bir zorlama neticesinde geçtiler.

Bu tür idâreciler, totaliter olmaları sebebiyle demokrasiye zıt görüşteydiler. Sonradan Faşizmin yenilgisiyle İtalya ve Almanya tekrar demokrasiye döndü. Fakat Rusya, totaliter karakterini daha da derinleştirecek komünizm rejimini birçok Balkan ülkesine yayarak bugün artık dağılmış olan Varşova blokunu meydana getirdi. Diğer taraftan dünyânın en kalabalık insanı ülkesinde barındıran Çinde, Rusya’nın entrikaları ile komünizm ağına düştü. Bu ülkede de komünizm rejimi kuruldu.

Komünistler, halka söz hakkı tanımadıkları halde, kendi yönetimlerinin gerçek demokrasi olduğunu iddiâ ederler. Sözde “halk cumhûriyeti” dedikleri ülkelerinde katı ve kızıl bir diktatörlük vardır. Yakın zamanda bu diktatörlüğe baş kaldıran Macaristan, Çekoslovakya ve Polonya halkı, büyük diktatör Rusya tarafından acımasızca kan dökülerek ezildi ve susturuldu. Komünist devlet yönetimini bütün dünyâya yaymak isteyen ve bu uğurda birçok dünyâ devletini iç savaşın eşiğine getirerek işgâl eden, milyonlarca insanın ölümüne sebep olan Rusya, en son 1979’da Afganistan’ı işgal ederek, komünizmin gerçek yüzünü dünyâya gösterdi.

Dünyâ ülkelerinin halkları zenginlerken uygulanan bozuk sistem sebebiyle devamlı fakirleşen komünist ülkeler, devrimi dünya yüzeyine yayma inatları sonucunda iyice yoksul düştüler. Ekonomileri çıkmaza girdi. Bunun sonucunda Gorbaçov tarafından uygulamaya konulan perestroika ile çözülme başladı. Asker ve polis gücüyle 73 yıldır inleyen Sovyet Cumhuriyetleri komünizmden vazgeçerek bir bir istiklâllerini ilân etme yarışına girdiler. Nihâyet 1991 senesinin sonunda Sovyetler Birliği tasfiye edilerek komünist idâreye son verip demokrasiye geçildi. Bugün dünyâda Küba ve Çin’in dışında komünist idâre kalmadı.

DEMOKRAT PARTİ (DP)

Alm. Demokratische Partie (e), Fr. Parti (m), democrate , İng. Democrat Party. Türkiye’deki siyâsî partilerden biri. Halk Partisinin tek parti olduğu 1946’da partiden çıkarılan Celâl Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü, Refik Koraltan tarafından Demokrat Parti kuruldu (7 Ocak 1946). 1924 Anayasasına bağlı olduğunu hak ve hürriyetlerin savunulması, millî hâkimiyet prensibinin etkin hâle getirilmesi, devlet ve parti başkanlığının birleşmesi gerektiği fikirlerini ileri sürdüler.

21 Temmuz 1946 seçimlerine katılarak gösterdikleri 186 adaydan 62’si milletvekilliğini kazandı. Mecliste muhâlefeti temsil ettikleri (1946-1950) yıllarında parti içinde çeşitli fikir ayrılıkları meydana geldiğinden, ayrılmalar oldu. 13 milletvekili partiden ayrılarak Müstakil Demokratlar grubunu, aynı yıl (1948) başka bir grup Afyon Öz Demokratlar Partisini meydana getirdi. Bunlardan sonra tartışma durmadı. Partiden ayrılan ve çıkarılanlar Millet Partisini kurdular.

Demokrat Parti, Mayıs 1950 yılında yapılan seçimlerden büyük bir zaferle çıktı. 393 milletvekili kazanarak CHP’den iktidârı devraldı. Demokrat Partinin 10 yıllık iktidâr zamânı Türkiye’nin iç ve dış siyâseti bakımından önemli bir devresidir. Zirâatin makinalaşması, yol, baraj, modern fabrikaların yapılması, büyük şehirlerin îmâr edilmesi bu devre içinde çok fazladır. Büyük sosyal hastahânelerin yapılması, sosyal sigorta sisteminin gelişmesi, ücretli hafta tâtili, üniversite ve teknik okulların, lise ve ortaokulların açılması, okullara din derslerinin konması, ezân yasağının kaldırılarak Arapça aslına göre okunması, radyoda milletin dînî ve millî özelliklerini ortaya koyan konuşmaların yayımlanması, 25 Haziran 1950 Türkiye’nin Nato’ya kabul edilmesi, Balkan ve Bağdat Paktlarının kurulması, Demokrat Partinin yaptığı hizmetlerden bâzılarıdır. Bu zamanda geniş çaplı bir kalkınma hareketi başlamış  oldu. 1954 seçimleri Demokrat Partiyi daha da güçlendirdi. Milletvekili sayısı 393’ten 488’e yükseldi. Parti içinde yine çıkan fikir ayrılığından dolayı istifa eden ve çıkarılan 19 milletvekili Hürriyet Partisini kurdular.

1957 seçimlerinde DP, seçmenin yüzde ellisine yakınının oyunu alarak 424 milletvekili ile tekrar iktidar oldu. Ancak Cumhuriyet Halk Partisinin senelerdir elinde tuttuğu iktidarı kaybetmenin verdiği hırçınlık; basının basit olayları büyütmesi ve tek yanlı tutumu; Türk aydınının ve öğretim üyelerinin memleket elden gidiyor diyerek orduya açıkça dâvetiye çıkarışları; 27 Mayıs 1960 askerî darbesinin yapılmasına sebeb oldu. Demokrat Partinin yönetici ve milletvekilleri tutuklandı. Hepsi Yassıada’da kurulan mahkemeye çıkarılarak muhtelif cezâlara çarptırıldılar. Bunlardan îdâmâ mahkum edilen 15 kişinin 12’sinin cezâsı müebbet hapse çevrilirken, Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu îdâm edildi (1961).

Partinin mahkemece 1960 yılında kapatılması ile siyâsî ömrü sona ermiş oldu. 1992 Temmuzunda çıkan kânunla yeniden açılmasına müsâade olundu. Eski üyeleri tarafından yeniden faaliyete geçirildi ve Hayreddin Erkmen genel başkanlığa seçildi.

DEMOKRATİK PARTİ

Siyâsî partilerden. 1970 yılı bütçe görüşmeleri sırasında bâzı milletvekillerinin kendi partileri aleyhinde rey vermesi ile Adalet Partisi içindeki ayrılık tamamen su yüzüne çıkmıştı. Partiden ayrılan milletvekilleri ve senatörler Ferruh Bozbeyli’nin başkanlığında Demokratik Partiyi kurdular. 1973 yılında yapılan seçimlerde % 11,7 oy alarak 45 milletvekili, 5 Haziran 1977’de yapılan seçimlerde ise tamamen eriyerek sâdece bir milletvekili çıkarabildiler. Ferruh Bozbeyli başkanlıktan ayrıldı. Siyâsi platformda önemi kalmayan parti kendi kendisini feshetti.

DEMOKRATİK SOL PARTİ (DSP)

Cumhûriyet devri siyâsî partilerinden. 12 Eylül 1980’den sonra siyâsî faâliyetlere müsâade edilince, kapatılan Cumhûriyet Halk Partisinin (CHP) eski yöneticileri, bu partinin yerini doldurabilecek yeni bir siyâsî partinin kurulması için çalışmalara başladılar.

Bu çalışmalar sırasında, CHP’nin son genel başkanı Bülent Ecevit, 1982 Anayasası şartları içerisinde gerçek bir demokrasi olmayacağını, bu sebeple de demokratik sol bir partinin kurulamayacağını savundu. Bu sırada Halkçı Parti (HP) ve Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP) kuruldu. Bülent Ecevit bu siyâsî partilerin kurulmasından sonra hemen harekete geçerek, eski Türk-İş Genel Başkanı Halil Tunç, işadamı Murteza Çelikel, TC Merkez Bankası eski başkanı İsmâil Hakkı Aydınoğlu, CHP’nin İzmir eski il başkanı Sedat Akman’ın da katılması ile parti kurma faâliyetlerine başladı. Kurulacak yeni partinin tabanının halka dayanmasını isteyen Ecevit, parti kurucu sayısının 40.000 olmasını istemişti.

Bu düşünceler içerisinde Demokratik Sol Parti (DSP), 14 Kasım 1985’te 612 kurucu üye ile kuruldu. 23 Kasımda toplanan kurucular kurulunda partinin genel başkanlığına oy çokluğu ile Rahşan Ecevit seçildi. Genel sekreterliğe HP’den Adana milletvekili olarak meclise giren Nuri Korkmaz getirildi. HP ile SODEP, Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) ismi ile birleşince, buna karşı çıkan bir grup, HP’den ayrılarak DSP’ye katıldılar. Bu katılmalar sebebiyle DSP de TBMM’de grup kurdu. Grup başkanlığına TBMM eski başkanı Cahit Karakaş seçildi. DSP, Eylül 1986’da 11 milletvekilliği için yapılan ara seçimlere katıldı. Oyların % 7,7’sini alarak dördüncü parti olmasına rağmen, % 10 barajını geçemediği için milletvekilliği kazanamadı. 6 Eylül 1987’de siyâsî yasakların kalkması için yapılan halk oylamasının neticesinde siyâset yasağı kalkan Bülent Ecevit, aktif siyâsete tekrar atıldı. 13 Eylülde hanımı Rahşan Ecevit’in genel başkanlığını yaptığı DSP’nin başına getirildi. DSP 29 Kasım 1987 seçimlerine, Bülent Ecevit’in genel başkanlığında katıldı. Seçimlerde % 8,5 civârında oy toplayabildi. Türkiye genelinde % 10’luk barajı yine aşamadığı için, TBMM’ye milletvekili sokamadı.

DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit, seçimlerde alınan bu sonuç üzerine ilk genel kongrede genel başkanlıktan ve aktif siyâsetten ayrılacağını açıkladı. Bir süre siyâset ve politikadan uzak kaldı. Tekrar DSP’nin başına getirildi.

DSP, 20 Ekim 1991 milletvekili erken genel seçimine Bülent Ecevit’in genel başkanlığında katıldı. Ülke genelinde kullanılan seçmen oylarının % 10,90’ını alarak Türkiye genelinde % 10’luk oy barajını geçmeyi başardı. Çıkardığı yedi milletvekiliyle TBMM’ye girdi.

DENEME

Alm. Experiment (n), Versuch (m), Probe (f), Fr. Essiai (m), experience (f), İng. Test, Experiment.  Bir gerçeğin veya ileri sürülen bir fikrin doğruluk derecesinin veya yanlışlarının bulunması için yapılan araştırmalar. Denemelerin sâhası oldukça geniştir. Tarımda (meselâ tohumun filizlenme gücünün tesbiti için), havacılıkta (meselâ paraşütle atlama denemeleri), kuyumculukta (mâdenî paraların ayarının tesbiti için) vs. maksada göre denemeler yapılır.

Modern ilim anlayışının üç temel unsurlarından biri olan deneme (tecrübe), Müslüman fen âlimlerinin asırlar evvelinden bildikleri ve uyguladıkları bir husustur.  Çünkü İslâm dîni tecrübe ve denemeye önem veren bir dindir. Asr-ı saâdette yaşanan şu hâdise tecrübe etmenin yalnız ilim konularına değil, sanat, zirâat, ticâret gibi günlük hayâtın her cephesine önemli bir unsur olarak gitmesini sağlamıştır.

Bir gün Peygamber efendimize eshâbından bir grup; “Efendim Yemen’e gittik. Orada hurmaları bizim atalarımızdan gördüğümüzden başka türlü aşılıyorlar ve daha fazla ürün alıyorlar. Siz Yemen’deki usûlleri mi, yoksa atalarımızdan gördüğümüz gibi mi aşılamamızı tavsiye edersiniz?”diye sordular. Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Bir kısmınız atalarınızdan gördüğünüz gibi, bir kısmınız da Yemen’de gördüğünüz gibi aşılayın. Hangisinden daha çok mahsul alırsanız bundan sonra o usûlle yapın.”

İslâm devletleri dinlerine bağlı oldukları dönemlerde fen ilimlerinde ve her safhada bu düsturla hep ilerlemiş ve birinci olmuşlardı.

Teknoloji denemeleri:1) Bir cismin zorlanmalara karşı koyma, esneme, vb. gibi yeteneklerinin anlaşılması için yapılan fiziksel veya kimyâsal işlem. 2) Bir makinanın kullanış özelliklerinin veya yapısının kontrol edilmesi için yapılan işlem.

Kontrol denemeleri: Malzemeler üzerinde yapılan bu denemeler onların şartnâmeye uygun olup olmadıklarının  veya kendilerine bâzı özel, termik işlemlerin uygulanmasından sonra istenilen özellikleri kazanıp kazanmadıklarının anlaşılması için yapılır.

Araştırma denemeleri:Malzemeleri değişikliklere uğratarak onlara daha iyi özellikler kazandırmak maksadıyla laboratuvarda yapılan denemelerdir.

Kompozisyonda yazı çeşidi veya tür olarak deneme için (Bkz. Edebî Türler).

DENEY

Alm. Versuch (m)- Experiment (n), Fr. Experience epreuve (f), essai (m), İng. Experiment. 1) Herhangi bir maddenin özellikle ticâret malının birleşiminin anlaşılması, saflık derecesinin tesbit edilmesi, bozulma veya hile durumlarının meydana çıkarılması için yapılan analiz. Meselâ yemek yağının serbest asit muhteviyâtının ne mertebede olduğunun bulunması için yapılan iyot indisi deneyi gibi. 2) Bâzı kânunların uygulanması veya ileri sürülen bâzı fikirlerin doğruluk derecesinin tesbiti için yapılan işlemler. Meselâ gaz kânunlarından birini laboratuvarda talebelere yaptırıp sonuçlarının kânuna uygun olduğunu göstermek için yapılan işlemler. Araştırma bakımından ise, demirin paslanmasında nemin rolünü incelemek için nemli ve nemsiz ortamlarda paslanma derece ve hızının tesbiti için yapılan deneyler misâli.

DENGE

Alm. Gleichgewicht, Balance, Fr. Équilibre, balance, İng. Equilibrium, balance. Bir cisme etki eden kuvvetlerin bileşkesinin ve herhangi bir noktaya göre momentlerinin toplamının sıfır olması hâli.

Denge hâlinde bulunan bir cismin ivmesi de sıfırdır. Dışarıdan herhangi bir kuvvet etki etmediği müddetçe cisim denge hâlini bozmaz.

Bir cismin denge hâlini bozmaya çalışan kuvvetlere karşı koyan kuvvetler varsa, yâni hâriçten bir kuvvetin etkisiyle dengesi bozulan cisim, bu kuvvet kaybolduktan sonra tekrar denge hâline gelebiliyorsa, bu cismin dengesine “kararlı denge” denir.

Denge durumu bozulan cisim tekrar ilk denge durumuna gelemiyorsa, bu cismin dengesine de “kararsız denge” denir.

Düz bir zemin üzerinde duran cisimlerin ağırlık merkezlerinden geçen çekül doğrultusu, cismin dayanma yüzeyinin içinde kalıyorsa, cisim devrilmez (Şekil A). İtalya’daki eğikliği ile meşhûr Piza Kulesi bu sebeple hâlen devrilmeden durabilmektedir. Eğer ağırlık merkezinden geçen çekül doğrultusu dayanma yüzeyinin dışında kalıyorsa, cisim devrilir (Şekil B).

NOT: ŞEKİL VAR...(Ave B)   !

DENGE (Kimyâsal Denge)

Alm. Gleichgewich (n), Balance,Fr. Équilibre (m), İng. Equilibrium. İki yönlü bir reaksiyonda; ürünlerin meydana geliş hızının, ürünlerden tekrar reaksiyona girenlerin meydana geliş hızına eşit olduğu hâl. Böyle denklemlerde reaksiyonun her iki tarafa olabileceğini göstemek için çift olarak ok (< == >) kullanılır. Genel olarak şöyle göstermek mümkündür: 

A+B < == > C+D

Burada A ve B reaksiyona giren başlangıç maddeleri, C ve D ise meydana gelen ürünlerdir. A ve B’nin reaksiyona girme hızı, konsantrasyonlarına (derişimlerine), sıcaklığa ve katalizör mevcûdiyetine bağlıdır. Reaksiyon ilerledikçe, A ve B’nin konsantrasyonları ve reaksiyon hızları azalır. C ve D nin konsantrasyonları ve bunların reaksiyona girme hızları da artar. Netîcede A ve B’nin reaksiyon hızı, C ve D’nin reaksiyon hızına eşit olur ve eşit hızlarda kesiksiz olarak devam eden reaksiyonlar arasında dinamik bir denge kurulur. Bu, onların konsantrasyonlarının eşit olduğu mânâsına gelmez. Fakat A, B, C ve D’nin konsantrasyonlarının sâbit kalması demektir. Sıcaklık ve basıncın denge üzerinde etkisi vardır. Bunlardan birini veya maddelerden birinin konsantrasyonunun değiştirilmesi hâlinde, denge sağa veya sola meylederek değişir ve yeni konsantrasyon değerleri meydana gelir.

Reaksiyonların bir çoğu iki yönlüdür. Endüstride, istenen ürünlerin lehine reaksiyonu yönlendirmek esastır.

Sıcaklığın artması genellikle her reaksiyonun hızını artırır. Fakat istenen reaksiyonun hızının, ters reaksiyona oranla en yüksek olduğu optimum bir sıcaklık  vardır. Eğer gazlar söz konusu ise, basınç değişimi dengeye etki eder. Ürünlerden birinin ortamdan alınması reaksiyonun tamamlanmasına imkan hazırlar.

 

 

NOT:ŞEKİL VAR...!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!

Amonyak (NH3) sentezinde, basınç ve sıcaklığın ürün yüzdesi üzerine etkisi: (Şekil altı yazısıdır)

DENİZ BAYKAL

Türk hukukçu ve siyâset adamı. 20 Temmuz 1938’de Antalya’da doğdu. İlk ve Orta öğrenimden sonra AnkaraÜniveristesi Hukuk Fakültesine girdi. Öğrencilik yıllarından îtibâren politikaya karşı alaka duydu. Uzun zaman iktidarı elinde bulunduran CHP’nin ağır bir yenilgiyle muhâlefete düşmesinden sonra iktidara gelen Demokrat Parti hükümetine karşı gelişen öğrenci hareketleri içinde aktif rol aldı. Baskı, zulüm ve hürriyetsizlikten şikâyet ettiği bu dönemde devrin Başbakanı Adnan Menderes’in yakasına yapışarak “Hürriyet istiyorum.” dedi. Başbakan ise; “Oğlum o kadar hürriyet var ki sen başbakanın yakasına yapışabiliyorsun.” diye cevap verdi. 1959’da Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi. 1960’da Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde asistan olarak vazîfe aldı. 1963’te doktorasını tamamladı. 1965 senesine kadar ABD’de Columbia ve California (Berkeley) Üniversitelerinde doktora sonrası çalışmalarını sürdürdü. 1968’de doçent oldu. Aynı sene Cumhuriyet Halk Partisine (CHP) girdi ve “Mülkiye Cuntası” diye anılan grubun içinde yer aldı. 1973’te SiyâsalBilgiler Fakültesindeki vazifesinden istifâ etti. Aynı yıl Ekim ayında yapılan genel seçimlerdeCHP’denAntalya Milletvekili seçildi. Bülent Ecevit başkanlığında kurulan CHP-MSP koalisyon hükümetinde Mâliye Bakanı olarak vazife aldı. 1978 senesinde Bülent Ecevit hükûmetinde Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanlığı vazifesini yürüttü. Bu bakanlığı sırasında hararetle savunduğu sosyalist ekonominin temel esaslarından olan devletçiliği tam olarak uygulamaya çalıştı.Anadolu Tasfiyehanesi A.Ş. (ATAŞ) rafinerisini millîleştirme ve madenleri devletleştirmekle ilgili kânun tasarısıyla kamuoyunun dikkatini üzerinde topladı. CHP’de parti Meclisi, Merkez Yönetim Kurulu Üyeliği ve Genel Sekreter yardımcılığı vazifelerinde bulundu.

12 Eylül 1980 harekâtından sonra bir müddet Ankara’da Ordu Dil Okulunda ve daha sonra da Çanakkale Zincirbozan’daki askeri kampta gözetim altında tutuldu. 1982 Anayasası’nın beş yıl süreyle siyâset yasağı getirdiği politikacılardan biri oldu. Siyâset yasaklarının kalkmasını sağlayan Eylül 1987’deki halkoylamasından sonra, Sosyal Demokrat Partiye (SODEP) girdi. Bu partinin Halkçı Parti (HP) ile birleşmesi üzerine siyâsî hayatına Sosyal Demokrat Halkçı Partide (SHP) devam etti. Kasım 1987’deki genel seçimlerde SHP’den Antalya milletvekili seçildi. Bir müddet SHP’nin TBMM grup başkan vekilliği vazifesini yürüttü. Haziran 1988’deki SHP Kurultayında parti genel sekreterliğine seçildi. Kendisini destekleyenler de parti meclisinde ekseriyeti teşkil etti. Aralık 1989’da toplanan Olağanüstü Kurultay’da da genel sekreter seçilen Deniz Baykal Genel Başkan Erdal İnönü ile anlaşmazlığa düştüğü için Eylül 1990’da genel sekreterlikten istifâ etti. Eylül 1990’da yapılan olağanüstü kurultayda ve Temmuz 1991’de toplanan SHP Olağan Kurultayı’nda Erdal İnönü’nün karşısında genel başkan adayı oldu. Fakat yeterli oyu alamadığı için seçilemedi. 20 Ekim 1991’de yapılan erken genel seçimde tekrar SHP Antalya Milletvekili olarak TBMM’ye girdi. Süleyman Demirel başkanlığında kurulan DYP-SHP koalisyon hükümetinde vazife almadı. Parti içi muhâlefete devam etmeyi tercih etti. 1992 senesinde çıkarılan 12 Eylül 1980 öncesinde kapatılan siyâsî partilerin tekrar açılabilmesine imkan sağlayan kânun üzerine, açılanCumhuriyet Halk Partisi (CHP) genel başkanlığına aday oldu. 9 Eylül 1992 târihinde yapılan kurultayda genel başkanlığa seçildi. 14 Eylül 1992’de arkadaşlarıyla birlikte SHP’den istifâ ederek CHP’deki vazifesine resmen başladı. Hâlen sol kesim içinde liderlik mücâdelesini sürdüren Deniz Baykal’ın Siyasal Elit Kuramı ve Siyasal Katılıma Bir Davranış İncelemesi adlı iki kitabı yayınlanmıştır.