DELHİ

Hindistan’ın federal başşehri olan Yeni Delhi’yi de içine alan şehir. Hindistan’ın ortakuzey kesiminde yer alır ve bölgenin ulaşım ağının odak noktasını meydana getirir. Târih boyunca çeşitli imparatorluk ve krallıklara başşehir olan Eski Delhi, günümüzde bölgenin ekonomi ve yerleşme merkezidir. Hemen güneyindeki Yeni Delhi ise idârî hizmetlerin toplandığı bir şehir durumundadır. Nüfusu 5 milyona yakındır. Yeni Delhi’ninki ise 300.000 civârındadır.

Delhi birlik toprağı, Ganj kolu Yamuna Irmağının batı yakası boyunca uzanır. Batısında Aravalli Sıradağlarının kuzey uzantısını teşkil eden Delhi Sırtı yer alır. Delhi şehri Himalaya Dağlarının 160 km güneyine düşer. İklimin belirgin özelliği aşırı kuraklık ve çok sıcak yazlardır.

Eski Delhi’de binalar ve sokaklar iç içedir. Yeni Delhi ise İngiliz sömürgesiyken inşâ edildiğinden, üst rütbeli subayların rahat edeceği tarzda planlı, yeşil alanlı ve sükûnetin hâkim olduğu bir mîmâriyle kurulmuştur.

Delhi’nin çarpıcı mîmârî eserleri Hindistan târihinin bütün dönemlerini yansıtır. Erken Peştu üslûbunun örneği olan Kutb Minâre ve Kuvvetü’l-İslâm Câmiinde Hint üslûbu ve yapı malzemeleri İslâm motifleri ve yapı şartlarına uyarlanmıştır. Tuğlukâbâd ile Seyyid ve Ludî hükümdârlarının türbelerinde görülen Geç Peştu üslûbu, zarif kubbe, mermer, çini ve süslemelerle ayırt edilir. Geç Babürlü mîmârisini; Kırmızı Kale (Lal Kila) ve Mescid-i Cumânın belirgin özellikleri süslü dış yüzeyler, üst üste binmiş kubbeler ve yüksek minâreler aksettirir. 25 m yüksekliğindeki kırmızı kumtaşı surlarla çevrili Kırmızı Kalenin dibinde bir dizi saray, bahçe, kışla ve binâ yer alır. İngiliz döneminden kalma Kendriya Saçivalaya, Parlamento Binâsı ve Başkanlık Sarayı İngiliz mîmârisi ile geleneksel Hint kalıplarının özelliklerini birleştirir.

Delhi halkının yarısı göçle gelip yerleşenlerden meydana gelmiştir. Hindular nüfusun dörtte üçünü teşkil eder. Geriye kalan nüfûsun çoğu Müslümandır. Hıristiyan ve Budacı topluluk az bir nüfûsu teşkil eder. Delhi, büyük bir ticâret, turizm ve kültür merkezidir. Tekstil, besin ve kimyâsal madde sanâyii gibi modern sanâyiler yanında Eski Delhi’nin el sanatlarından olan fildişi işleme, mücevhercilik ve kazancılık gibi etkinlikler de sürdürülmektedir.

Târihin eski devirlerinden beri değişik yönetimlerce idâre edilen Delhi, 1193’te Türk Sultanı Gurlu Muizzeddin Muhammed tarafından ele geçirildi. Delhi 1206’dan 1526’ya kadar Müslüman Delhi sultanlarına başşehir oldu. Bu dönemlerden kalma eserler Delhi’nin medeniyetinin temelini oluşturur. 1526’da Hint-Türk İmparatorluğunun hâkimiyetine girdi. 1540’ta Afganlı Şir Şahın eline geçen şehri, Hümâyun, 1555’te Şir Şahın haleflerinden geri aldı. Hint-Türk İmparatorları bir süre Agra yakınında saltanat sürdüler. Daha sonra Şah Cihân’ın inşâ ettiği bu şehre sarayını taşıması üzerine, 1648’de Delhi, imparatorluğun başşehri oldu ve Şah Cihân adını aldı (Şahcihanâbâd). 1739’da İranlı Nâdir Şah ve 1761’de Afganlı Ahmed Şah tarafından yağmalanan şehir, 1803’te İngilizlerin eline geçti. Sipahiler’in 1857’deki ayaklanması sırasında 11 Mayıstan 20 Ekime kadar onların işgalinde kaldı. İngilizler Yeni Delhi’yi inşâ edince, Şahcihanâbâd, Eski Delhi adını aldı. Delhi 1911’de Hindistan İmparatorluğunun son başşehri, 1947’de de Hindistan’ın başşehri oldu.

DELHİ TÜRK SULTANLIĞI; Hindistan’daki Müslüman Gurlu Devletinin komutanlarından Kutbeddîn Aybeg tarafından Delhi’de kurulan Türk devleti. Bu devlete; Mu’izzîler, Halacîler, Tuğluklar ve Seyyîdler olmak üzere dört Türk sülâlesi birbiri arkasından hâkim oldular.

İslâmiyet, Aşağı İndüs vâdisine ilk olarak Emevîler devrinde girmişti. SonralarıHindistan içlerine Müslüman askerî kuvvetlerini ilk getiren Gazneli hükümdârlarıydı. Gazneliler, Pencab bölgesini ele geçirerek, burayı Hindistan’daki dâimî merkezleri yaptılar. İktidârlarının sonuna doğru ise Lahor merkez olmuştu. Gaznelilerin yerini alan Gurlular için Pencab, Hindistan’ın fethi için önemli bir merkezdi. Gurlu Hânedânından 1173 senesinden sonra Gazne’de hükümdâr olan Şehâbüddîn (Mu’izzüddîn) Muhammed, Ganj Ovasında hâkimiyetini genişletti. Muînüddîn Çeştî hazretlerinden aldığı işâretle, Ecmir’i fethetti. Emrindeki Türk asıllı kumandanlarından Kutbeddîn Aybeg’i bütün Hindistan’ın fethiyle vazifelendirdi. Hindistan’da İslâmiyetin yayılmasında önemli rol oynayan Muizzüddîn, 1206 senesinde ölünce, Lahor’a giden Kutbeddîn Aybeg, sultanlık teklifini kabul etti. Kuzey Hindistan’a hâkim olup, Delhi Türk Devletinin temelini attı. Ölen Muizzüddîn Muhammed’in kardeşi ve Batı Gurluların Sultânı Gıyâseddîn Mahmud bu durumu kabul edip Kutbeddîn’e, Melik ünvânını verdi. Bu sırada Sultân Muizzüddîn’in komutanlarından Tâceddîn Yıldız, Gazne’de hüküm sürmekteydi. Aybeg, onu yenerek Gazne’ye girdiyse de, kırk gün kalabildi. Daha sonra Tâceddîn Yıldız’ın baskısı üzerine Hindistan’a çekildi. Orada İslâmiyetin yayılması için çalıştı. Fethettiği yerleri câmi ve medreselerle süsleyip, mümtaz ilim sâhipleriyle şenlendirdi. âlimlere, fakir ve muhtaçlara maaşlar bağlattı. Sulh ve sükûnu sağlayıp, memleketinde her türlü zulme mâni oldu. Hak ve adâleti hâkim kıldı.

Kutbeddîn Aybeg, 1210 senesinde vefât edince, yerine dâmâdı Şemseddîn İltutmuş geçti. İltutmuş öncelikle diğer bölgelerde bağımsızlıklarını ilân eden komutanları da hâkimiyeti altına aldı ve Hindistan’da Türk İslâm hâkimiyetini yeniden kurarak, sağlamlaştırdı.

Daha sonra başarılı seferler düzenleyerek, hâkimiyet bölgesini genişletti. Vindhya Dağlarının kuzeyinde kalan bütün Hindistan’ı ele geçirdi. Abbâsî Halîfesi Muntasır-billah tarafından tanınan Hindistan’ın ilk Müslüman Türk sultânı oldu. Nâsır ve Emîr-ül-Mü’minîn lakabını aldı. Bir ara İsmâilîler, onu öldürmeyi ve devleti ele geçirmeyi plânladılarsa da, muvaffak olamadılar. Delhi sultanlarının en büyüklerinden olan İltutmuş, büyük İslâm âlimi Kutbüddîn-i Bahtiyâr Kâkî’nin talebelerindendi. İslâmiyetin Hindistan’da yayılması için çok gayret gösterdi. Ülkede birlik ve düzeni sağladı.

1236 senesinde Karakarlara karşı çıktığı seferde hastalanan İltutmuş, Mayıs ayında vefât etti. Ölümünden sonra kızı Râziye Begüm Sultan başa geçtiyse de ileri gelen devlet adamlarının muhâlefeti üzerine tahtı terk etmek zorunda kaldı. İç karışıklıklar devleti yıkılmanın eşiğine getirdi. Nitekim Moğollar; Sind, Mültan ve Batı Pencap’a girdiler. 1241 senesinde Lahor’u yağmaladılar. Kırklar diye bilinen komutanlar arasında kıskançlık yüzünden parçalanmalar baş gösterdi. Guwalyar ve Rantambor bölgeleri devletin elinden çıktı. Do’ab’daki Hindli yol kesiciler yüzünden, Bengal ile haberleşme tamâmen kesildi.

Bu sırada İltutmuş’un memlûk (köle)lerinden biri olan ve soyca Kıpçak Türklerine dayanan Balaban, devlet içinde büyük bir nüfûz kazanmıştı. Balaban, sür’atle harekete geçerek, muhtelif bölgelerde isyânları bastırdı. Hind kabîlelerini, racaları ve bâzı emîrleri cezâlandırdı. 1247 senesinde Kâlinca ile Kemâ arasındaki bölgeyi ele geçirdi. 1255 senesinde  Kutluğ Hanın isyânını bastırdı. 1257 senesinde tekrar Hindistan’a giren Moğollara karşı büyük bir ordu hazırladı. Moğolların geri çekilmelerini fırsat bilerek birlikleri ile orduya katılmayan bâzı vâli ve beylerin üzerine yürüdü. Bunları sindirdi ve bir çoğunu affetti. Sultan Nâsıreddîn Mahmud Şahın 1266 yılında ölümü üzerine, iktidârın gerçek hâkimi olan Balaban, Gıyâseddîn lakabıyla tahta çıktı.

Tahta çıkar çıkmaz, merkez ordusunu yeniden düzenledi. Âsâyişi bozan Hindûları ve Delhi civârındaki haydutları şiddetle cezâlandırdı. Balaban, idâresi altında büyük bir ordu bulunmasına rağmen, sultanlığın kaybettiği toprakları geri almak için fazla bir gayret göstermedi. Tek düşüncesi, hudutları tehdid eden Moğollara karşı hazırlıklı olmaktı. Bu gâyeyle Sind ve Batı Pencab’ın idârî durumunu yeniden düzenledi. Bölgeye önce Şir Hanı, ölümünden sonra oğlu Muhammed Hanı vâli tâyin etti. Diğer oğlu Mahmud Buğra Han ise, bir orduyla kuzeyde bulunuyordu. 1279 senesinde Moğollar, Pencab’a saldırdılar. Delhi Sultanlığı topraklarında epeyce ilerleyerek Sütlüce Irmağını aştılar, fakat bozguna uğratıldılar.

Moğol saldırısını fırsat  bilen Bengal Vâlisi Tuğrul Han ayaklanarak bağımsızlığını îlân etti. Balaban, Moğolları yendikten sonra, kuzeyde bulunan oğlu Buğra Hanın ordusunu da yanına alarak Bengal üzerine yürüdü. Tuğrul Han hazinesini ve fillerini alarak Orissa ormanlarına sığındı ise de ele geçirilerek öldürüldü. Bengal vâliliğine oğlu Mahmud Buğra Hanı tâyin etti. Balaban’ın 1287 yılında vefâtından sonra başa geçen Muizzüddîn Keykubâd’ın başarısız idâresi, yerine geçen oğlu Keyûmers’in de küçük yaşta olması üzerine Halaçların Reisi Fîrûz Şâh, rakiplerini yenerek, Celâleddîn lakabı ile Delhi Sultanlığının başına geçti. Celâleddîn Fîrûz Şahın 1290 senesinde Delhi Sultanlığı tahtına geçmesinden sonra, idâre Halacîler sülâlesine geçti.

Delhi Sultanlığına hâkim olan Halaç âilesi, eski bir Türk kabîlesi olan ve kesin olarak tesbit edilemeyen bir târihte Türkistan’dan göç edip, doğu Afganistan ile Hindistan’ın kuzey hudutlarına yerleşen Halaç Türklerine mensupturlar.

Fîrûz Şahın tahta çıktıktan sonra Hintli Prenslere karşı seferleri müsbet netîceler vermedi. Onun asıl isteği Moğollardan uzak kalmaktı. 1291-92 senesinde Moğol ordusunun büyük bir istîlâ teşebbüsü başarıyla önlendi ve Moğolların çoğu esir edildi. Bu esirlerin büyük bir kısmı Müslüman olarak Delhi Türk Sultanlığının hizmetine girdiler. Aynı sene içinde Mandor ve Ucceyn’e seferler düzenlendi. Bu arada Karâ vâlisi ve dâmâdı Alâeddîn Muhammed,  hükümdârdan izin almadan Devagir üzerine sefere çıktı. 1294 senesinde sekiz bin kişilik bir süvârî birliğiyle yola çıkan Alâeddîn, Vindhyalar Dağlarını geçerek zor şartlar altında iki ay süren bir yolculuktan sonra, Devagir’e vardı ve şehri kısa sürede ele geçirdi. Alâeddîn, aldığı büyük ganimetlerle ülkesine döndü. Fîrûz Şâh bu gâlibiyete çok sevindi. Yeğenini tebrik ve teftiş için Karâ’ya gitti. 1296 yılında çıktığı bu yolculuğu esnâsında vefât etti. Yerine AlâeddînMuhammed Halacî geçti.

Alâeddîn Muhammed, uzun seneler Moğol saldırılarına karşı koymakla uğraştı. 1299 senesinde Kutluğ Hoca’nın kumandasında 200.000 kişilik bir Moğol ordusu Delhi önlerine kadar geldi. Alâeddîn, Moğollara karşı ordusunun az olmasına rağmen kahramanca savaştı ve Moğolları bozguna uğrattı. İç işlerini düzelten Alâeddîn Muhammed, 1302 senesinde fetihler yapmak için sefere çıktı. Racistan’da ünlü Çitor Kalesini kuşatarak aldı. Fakat ordu bu seferden yorgun ve çok kayıp vermiş olarak döndü. Ayrıca Telingan Devleti üzerine gönderdiği ordu da başarı elde edemeden ve yorgun döndü.

1305 senesinde Amroha ve 1306 yılında Ravi yakınlarında, Moğollar bozguna uğratıldı. Bu mücâdeleler  sırasında Dipâlpur eyâleti hudutları Melik Gâzi Tuğluk’un idâresine verildi. Melik Gâzinin her sene düzenlediği seferlerden dolayı da Moğol tehlikesi kalktı.

Kuzey Hindistan’ın hemen hemen tamâmına hâkim olan Alâeddîn, 1308 senesinde Melik Kâfur’u güney seferine gönderdi. Melik Kâfur, önce Varangel’i 1310 senesinde de Madura ve Duâramudra’yı ele geçirdi. Böylece sultanlığın güney sınırları deniz sâhiline kadar dayandı.

Sultan Alâeddîn, hiç tahsil görmediği hâlde, şahsî kâbiliyet ve tecrübeleri ile devlet topraklarını genişletti. Birçok idârî yenilik yaptı. Müslümanların refah ve huzûr içinde yaşamalarını sağlamaya çalıştı. Sultan Alâeddîn 1316 senesinde ölünce, Melik Kâfur, Velîahd Hızır Hanın yerine henüz 5-6 yaşındaki Şihâbüddîn Ömer’i tahta çıkardı. Buna karşı çıkan Alâeddîn’in üçüncü oğlu Mübârek Han, Melik Kâfur’u öldürttü. 1316 senesi Nisan ayında kardeşini de hapse attırarak Kutbeddîn lakabı ile tahta çıktı. Mübârek Han, babasının bâzı kânunlarını yürürlükten kaldırdı. Gucerât ve 1318 senesinde Devagir’deki isyânları bastırdı. Ancak bir Hindû dönmesi ve kölesi olan Hüsrev Han tarafından 1320 senesi Nisan ayında öldürüldü. Hüsrev Han tahta geçti.

Hüsrev Han, tahta geçtiği zaman Pencap’ta hudut bölgeleri kumandanı olan  Gâzi Melik Tuğluk isyân etti. Oğlu Fahreddîn Cavna’nın da teşvikiyle Delhi üzerine yürüdü. Delhi önlerinde yapılan savaşı Gâzi Melik Tuğluk kazandı. Hüsrev Han yakalanarak îdâm edildi. Gâzi Melik de 1320 senesi Eylül ayının altısında Delhi Sultanlığı tahtına çıktı. Bu târihten îtibâren Delhi Sultanlığında Tuğluklar devri başladı.

Babası Türk, annesi Hindli olan Gâzi Gıyâseddîn Melik Tuğluk tahta geçtikten bir hafta gibi kısa bir zaman zarfında sükûneti sağladı. Tuğluk-âbâd adı ile yeni bir şehir kurdu ve burasını hükûmet merkezi yaptı. Dekken’deki Varangel Racası isyân edince, Uluğ Hân ünvânı alan oğlu Cavna Hanı o bölgeye gönderdi. Bu sefer, başarısızlıkla netîcelendi. 1323 senesinde tekrar Dekken üzerine gönderildi. O da Bidâr’ı fethettikten sonra Varangel’e doğru ilerleyerek burayı da ele geçirdi. Bu târihten îtibâren Varangel, Sultanpür olarak adlandırıldı. Cavna Han, bölgede son olarak Telingâna’yı fethetti. Burası ilk defâ doğrudan doğruya Müslümanların idâresine girdi.

1325’te Tuğluk Hanın ölümü üzerine oğlu Cavna Han, Muhammed Şah lakabı ile tahta geçti. Muhammed bin Tuğluk, bâzı idârî ve askerî tedbirler aldı. Güneydeki fetihler sebebiyle, bölgede yeni bir saltanat merkezi yapılmasına ihtiyâç duyarak, 1327 senesinde Devagir’i yeniden inşâ ettirdi. Devletâbâd adını verdiği bu şehri hükûmet merkezi yaptı. Hükûmet memurları, âlimler ve halktan pekçok kişi buraya yerleşti. Muhammed Han, gönüllü göçün az olması yüzünden halkı Devletâbâd’a göç etmeye zorladı. Bu duruma kızan halk, arâzilerini terk ederek hırsızlığa başladı. Sultânın, bunlar üzerinde bir birlik göndermesi, arâzide zirâat yapılmasını zorlaştırdı ve Delhi’de kıtlık baş gösterdi.

Muhammed Han devri bundan sonra dâimî olarak  isyânlarla geçti. 1335 senesinde Ma’ber Vâlisi Seyyid Celâleddîn Madura, bağımsızlığını îlân etti. Sultan bu vâlinin üzerine yürüdü ise de bir netîce elde edemedi. Böylece Ma’ber, Delhi Sultanlığının idâresinden çıktı.

Bengal Vâlisi Behram Han, 1338 senesinde ölümünden sonra sultanlığa bağlı Doğu Bengal eyâleti istiklâlini îlân etti. Aradan bir sene geçmeden Ali Şah Kar adında bir kumandan isyân etti, fakat isyân ânında bastırıldı. Arkasından Avadh Vâlisi Ayn-el-Mülk ayaklandı. Sultan bütün güçlüklere rağmen bu isyânı da bastırdı. Ayn-el-Mülk yakalanarak hapsedildi ise de bir süre sonra af edilerek tekrar Avadh vâliliğine getirildi.

1343 senesinde Pencap eyâletindeki Sunâm, Samânâ, Kaythal ve Guhrâm’da isyânlar çıktı. Ancak bu isyânlar şiddetli bir şekilde bastırıldı. Muhammed Tuğluk yine bir isyânı bastırmak üzere Sind Seferine çıktığı zaman Tahattha yakınlarında hastalanarak 1351 senesi Martında öldü. Muhammed Tuğluk’un ölümü sırasında Hindistan’da, üçü ayaklanmalardan ortaya çıkma beş tâne bağımsız Müslüman Türk devleti vardı.

Başsız ve güçsüz durumda kalan ordunun ileri gelen kumandanları ve devlet  adamlarının ısrâriyle, ölen sultânın yeğeni Fîrûz Şah, sultanlığı istememesine rağmen, tahta çıkarıldı.

Fîrûz Şah, tahta geçtikten sonra devleti kuvvetlendirmek için seferlere çıktı. Bengal bölgesinin hâkimi İlyas 1345 senesinde Batı Bengal’de bağımsızlığını îlân etmiş, 1352 senesinde ise Doğu Bengal’i ele geçirmişti. Fîrûz Şah, önce İlyas’ın üzerine yürüdü ve onu İkdala Kalesine çekilmeye mecbur bıraktı. Fîrûz Şah bu seferden sonra Orissa üzerine yürüyerek burayı ele geçirdi. Orissa Racası barış yapmak istedi. Senelik yirmi fil vergi vermek üzere barış yapıldı.

Fîrûz Şah, 1367 senesinde doksan bin süvârî,  480 fil ve çok sayıda piyâdeden meydana gelen ordusu ile Thattha üzerine sefer düzenledi. Çok büyük sıkıntıların, çekildiği bu sefer sonunda, Sind Camlarının hükümdârı Câm Mâli’nin senede 400.000 Hind parası vermesi şartıyla anlaştılar.

Fîrûz Şah, 1388 senesi Eylül ayında seksen üç yaşındayken öldü. Her işinde âlimlere danışan Fîrûz Şah, ülke topraklarını genişletmek için büyük seferlere çıkmaktan ziyâde iç işleri ile uğraşmayı tercih etti. İşlerinde en büyük desteği hocası Celâleddîn Hindî’den (rahmetullahi aleyh) görmekteydi. Vergileri koyup kaldırmakta dînin hükümlerine çok dikkat ederdi. Dîne uymayan her türlü vergiyi kaldırdı. Devlet geliri azalacağı yerde daha da arttı. Devlet idâresinde yaptığı düzenlemeler, mâlî ve iktisâdi alanlarda büyük bir gelişmeye sebeb oldu. Müslüman ve gayri müslim bütün halkın refah ve saâdetine hizmet etti.

Fîrûz Şahdan sonra şehzâdeler arasındaki mücâdeleler, onun yaptığı bütün iyi işlerin tahrib olmasına ve sultanlığın kötü duruma düşmesine sebeb oldu. Bu mücâdelelerden sonra torunu Gıyâseddîn Tuğluk tahta geçti. Bu târihten Timur Hanın 1398 senesindeki Hindistan Seferine kadar taht, altı defa el değiştirdi. Timur Han, 1398 senesi Eylül ayında İndus Nehrini geçerek Hindistan’a girdi. Delhi Sultanı Mahmud Şah elindeki yetersiz kuvvetlerle karşı koymaya çalıştı ise de Delhi önündeki muhârebede yenildi. Delhi Timur Hanın eline geçti. Timur Han, 1399 senesinde Türkistan’a geri dönünce, Mahmud Şah yeniden hükümdâr ünvânını aldı. Fakat önce Mallû, sonra da Devlet Han Ludi’nin elinde bir kukla hükümdâr olarak kaldı. Mahmud Şahın 1413 senesinde ölmesiyle Tuğluk Hânedânı sonra erdi.

1414 yılında Delhi’yi ele geçiren Mültan Vâlisi Hızır Han, ölünceye kadar bölgeyi Timur ve Şahrûh adına idâre etti. Ölümünden sonra yerine geçen oğlu Mübârek, bağımsızlığını îlân etti. Böylece Delhi Sultanlığının idâresi, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin neslinden olduklarını iddiâ etmeleri yüzünden “Seyyidler” adını alan Hızır Han nesline geçti.

Mübârek Şahın saltanatı, ayaklanmalarla geçti. Mübârek Şah, 1434 senesinde nüfûzunu kırmak istediği vezîri Server-ül-Mülk tarafından öldürüldü. Yerine kardeşinin oğlu Muhammed, ondan sonra da 1444’te onun oğlu Âlem Şah çıktı. Hepsinin saltanatı, kargaşalık, ayaklanma, iç ve dış harblerle geçti. Bu yüzden devlet gittikçe zayıfladı. Son yıllarda devlet işleri Pencab’ın büyük bir kısmına hâkim olan Behlül Han Ludî adında bir Afgan beyinin eline geçti. 1451 seneside Behlül’ün baskısına dayanamayan Âlem Şah, tahtı ona bırakarak Badaun’da yerleşti. Böylece Delhi Türk Sultanlığı sona erdi ve hükümdârlık Afgan asıllı Lûdîlerin eline geçti. (Bkz. Lûdîler)

Delhi Türk Sultanlığının idârî teşkilâtı genelde Türk İslâm devletlerinin teşkilâtına dayanmaktaydı. Saray teşkilâtının başında Vekil-i Dâr bulunurdu. Ondan sonra idâresinde hâciplerin görev yaptığı Emir Hâcib veya Bâr Bey denilen saray görevlisi gelirdi.

İdârî işlere vezir bakmaktaydı. Dînî işler ise, Sadr-üs-Sudûr denilen görevlinin idâresindeydi. Bu zât  aynı zamanda sultanlık baş kâdısı Kâdı-i Memâlik görevini de yapardı.

Delhi Türk Sultanlığı, süvârî kuvvetlerinin büyük rol oynadığı düzenli bir orduya sâhipti. Askerler önce, iktâlardan faydalanırlardı. Daha sonra maaş almaya başladılar. Orduda fillerin önemli bir yeri vardı. Fillerin üzerinde okçular bulunurdu. Ayrıca bunlardan düşman saflarını yarmak ve mâneviyatlarını bozmak için faydalanılırdı. Ordunun piyâde sınıfının çoğunu Hindûlar meydana getirirdi. Hassa askerleri dışında, piyâdeler geçici olarak orduya alınırdı.

Birçok âlim, şâir, yazar ve sanatkârı himâyelerine alan Delhi Sultanları, kültür ve sanatın gelişmesine büyük hizmet  ettiler. Balaban devri, ilim ve sanat bakımından önemlidir. Onun devrinde Ferîdeddîn Mes’ûd, Sadreddîn bin Behâeddîn Zekeriyyâ, Bedreddîn Ganevî gibi İslâm âlimleri, Hamîdeddîn, Bedreddîn Dımeşkî, Hüsâmeddîn gibi tıb âlimleri yetişti. Büyük âlim Emir Hüsrev Dehlevî, Delhi Sultanlarından himâye gördü. Hüsrev Dehlevî, Hindistan’da şiirlerini Farsça yazan şâirlerin en büyüğüdür. Şâirliği yanı sıra, târihî eserler de yazmıştır. Delhi sarayında yaşayan şâirlerden birisi de Hüsrev Dehlevî’nin yakın arkadaşı  Necmeddîn Hasan Sencerî idi. Bu iki zâtın yakın dostu târihçi Ziyâeddîn Bernî 1357 senesine kadar Delhi Sultanlığının târihini anlatan Târih-i Fîrûz Şâh adlı eserin yazarıdır. Nizâmüddîn Evliyâ, Ferîdüddîn Genc-i Şeker ve Şeyh Nûreddîn, Celâleddîn Hindî gibi büyük tasavvuf âlimleri Delhi Türk Sultanlığı zamânında yaşamış, Hindistan’ın meşhur ve büyük velîleridir.

Delhi Sultanları, geniş îmâr faaliyetlerinde bulundular. Günümüze kadar ulaşan birçok eserler yaptılar. Ayrıca yeni şehirler inşâ ettiler. Yaptıkları eserlerin büyük kısmı Delhi’dedir. Kutbeddîn Aybeg’in yaptırmaya başladığı 79 metre yüksekliğindeki Kutb Minâr ismi ile meşhur minâre daha sonra bitirilmiştir. Aybeg, ayrıca Cayna mâbetleri enkazını kullanarak  Kıdvet-il-İslâm adlı  câmiyi  inşâ ettirdi.

Halacî Hânedânlığı zamânında Hindistan’daki Müslüman mîmârisi, Selçuk mîmârisi teknik ve üslûbunun etkisinde gelişti. Alâeddîn Halacî zamânında Kıdvet-il-İslâm Câmiinin yanında yapılan medrese bunlardan biridir.

Tuğluklarda Fîrûz Şah, birçok îmâr faaliyetlerinde bulundu. Ayrıca eski eserlerin tâmir ve ihyâsına büyük önem verdi. Hisar ve Cavnpûr gibi birçok meşhur şehir kurdu ve tâmir ettirdi. Ayrıca Firûzâbâd  adıyla Delhi yakınlarında yeni bir başkent inşâ ettirdi. Buranın güneyinde Havz-ı Hassı denilen büyük havuzun kenârında bir medrese yaptırdı. Bunlardan başka; 50 sulama bendi, 40 câmi, 30 medrese, 20 hânkâh, 100 kervansaray ve han, 5 dârüşşifâ, 100 türbe ve mezar, 10 hamam, 150 sulama işlerinde de kullanılabilecek kuyu ve su biriktirmeye mahsus havuz, 100 köprü yaptırmıştır.

DELHİ SULTANLARI

Mu’izziler

Kudbeddîn Aybeg

1206

Aram Şah

1210

Şemseddîn İltutmuş

1211

Rükneddîn Fîrûz Şah

1236

Celâleddîn Râziye Begüm

1236

Mu’izzüddîn Behram Şah

1240

Alâeddîn Mes’ud Şah

1242

Nâsıreddîn Mahmud Şah

1246

Gıyaseddîn Balaban

1266

Mu’izzüddîn Keykubâd

1287

Şemseddîn Kayûmers

1290

Halacîler

Celâleddîn Fîrûz Şah

1290

Rükneddîn İbrâhim Şah

1296

Alâeddîn Muhammed Şah

1296

Şihâbeddîn Ömer Şah

1316

Kutbeddîn Mübârek Şah

1316

Nâsıreddîn Hüsrev Şah

1320

Tuğluklar

Gıyâseddîn Tuğluk Şah

1320

Gıyâseddîn Muhammed Şah

1325

Mahmûd Şah

1351

Fîrûz Şah

1351

İkinci Gıyâseddîn Tuğluk Şah

1388

Ebû Bekr Şah

1389

Nâsıreddîn Muhammed Şah

1390

Alâüddîn İskender Şah

1393

Nâsıreddîn Mahmud Şah (I. Saltanatı)

1393

Nusret Şah

1395

Nâsıreddîn Mahmud Şah (2. saltanatı)

1399

Seyyidler

Hızır Han

1414

Mu’izzüddîn Mübârek Şah

1421

Muhammed Şah

1435

Alâeddîn Âlem Şah

1446

DELİRİUM TREMENS

Kronik alkoliklerde fazla alkol alınması veya birdenbire kesilmesi yâhut da bâzı uyarıcı sebeplerin (travmalar, zehirlenmeler, ağır infeksiyonlar gibi) katılmasıyla beliren akut organik beyin sendromu. Hastalık ilk olarak Thomas Suton tarafından 1813 yılında târif edilmiştir. Genellikle 30 yaşının üstünde görülür.

Belirtileri:Baş ağrısı, ateş, terleme, iştahsızlık, bulantı, kusma, ishal, çarpıntı, göğüs sıkışması, sıkıntı, ağrılar, titreme, denge bozukluğu, konuşma güçlüğü uykusuzluk, korkular, panik, kızgınlık, saldırganlık, sara nöbetleri, bilinç bulanıklığı, hayâl görmeler, ses duymalar olabilir. Bâzan yılanlar, fâreler, bir takım acâyip hayvanları görür, korku ve dehşet içindedir. Bâzan da insanları küçülmüş olarak yürürken, şarkı söylerken, fıkra anlatırken görür. Odadaki eşyâları korkunç hayvanlar olarak görebilir. Uzun süren uykudan sonra hasta kendine gelebilir veya kalp yetmezliği, şok, kazâlar, iltihaplanmalar sonucu ölüm olabilir.

Tedâvi: Âcilen hastâneye yatırılır. Özel odalarda, bol su, vitamin, sâkinleştirici tedâvisi uygulanır. Bol protein ve karbonhidratlı bir rejim verilir. Psikoterapiden istifâde edilir.

DELTA

Akarsuların denize vardığı yerde, iki veya daha fazla sayıda kollara ayrılarak meydana gelen üç köşeli odacıklara verilen isim.

Akarsular genellikle deniz seviyesinden daha yüksek olan yerlerden çıkar, toprağın meyline göre yataklarından denizlere doğru akarlar. Bu süratli akışları esnâsında kum, kil, gibi bâzı maddeleri de berâberinde sürükleyip götürürler. Deniz yüzeyine seviyeleri eşit olan ovalara gelince, akış hızları azalmaya başlar. Denize ulaştıkları yerde akışları oldukça yavaşlar. Bu yavaş akma esnâsında berâberinde getirdikleri maddeler de çökerek yığınlar meydana gelir. Büyüyen bu yığınlar akarsuları çeşitli kollara ayırırlar ve bu topraklar tarım için çok verimlidir. Bâzan çok büyük sel baskınları bu toprakları denize sürükleyip atabilir.

Çok eski zamanlarda deniz kıyısında kurulan bâzı şehirler ovaların denize doğru akması ve devamlı ağız  kısımlarını doldurması netîcesinde kıyıdan iç kısımlarda kalmıştır. Ege bölgesindeki Efes şehri Küçük Menderes kıyısındayken şimdi kıyıdan iç kısımdadır. Deltalar yalnız sâkin sularda gelişir. Bu yüzden büyük deltalar oldukça kapalı büyük dalgaları olmayan denizlerde görülür.

Deltalar çok eski zamanlardan beri insanoğlunun hayâtında önemli bir yer tutar. Deltaların hayvan ve bitki  yetiştirilmesi için  son derece elverişli olması insanları buralara göçe teşvik etmiştir. Tarımın gelişmesi ile Nil, Fırat ve Dicle deltaları büyük medeniyet merkezleri hâline gelmiştir.

DEMİR

Alm. Eisen, Fr. Fer, İng. Iron. Dünyâda oksijen, silisyum ve alüminyumdan sonra en bol bulunan element. Fe sembolü ile gösterilir. Ağır metallerin en önemlisidir. Yer kabuğunda % 4,2 nisbetinde bulunur.

Târihi: Demir, uygarlığın vazgeçilmez bir unsuru olarak arkeolojik kronolojide bir çağa isim vermiştir. Avrupalı târihçiler taş devrinden sonra gelen çağa demir devri demişlerdir. Onlara göre; demir devri dünyânın farklı bölgelerinde farklı zamanlarda başlamıştır. Demir, mîlâttan 1200 yıl önce Yakındoğu’da Türkler tarafından bilinmekteydi. Hattâ Türk milletinin demir dağı eriterek yeni yurtlara göçtüğü efsânesi de söylenmektedir.

Demir devri, Avrupa içlerinde mîlâttan 900 yıl önce, İngiltere’de 600 yıl önce, Japonya’da ise 200 yıl önce başlamıştır. Bâzı Avustralya ve Yeni Gine kabîleleri İkinci Dünyâ Harbinden sonra taş devrinden demir devrine geçmişlerdir.

Osmanlıların harp sanâyii, başka milletlere göre demircilik alanında üstün bir seviyeye ulaşmış bulunuyordu. Osmanlı İmparatorluğunda demir mâdenleri bulundukları yerlerde ahâlî tarafından işlenirdi. Ordu ve donanma toplarının yuvarlakları (karagülle) mâden nâzırı denetiminde yerinde yapılırdı ve gereken yerlere gönderilirdi.

Özellikleri: Periyodik sistemin VIII B grubunda bulunur. Atom numarası 26, atom ağırlığı 55,85, özgül ağırlığı 7,86 g/cm3tür. Erime sıcaklığı 1535°C, kaynama sıcaklığı ise 2740 (3000) °C’dir. Brinel sertliği 6,7’dir. Dört tâne kararlı izotopu vardır. Bunlar 54, 56, 57 ve 58 kütle numaralıdır. Elektron düzeni (Ar) 3d6 4s2, bileşiklerindeki değerliği 2+, 3+ ve az olarak da 4+’dır.

Saf demir, gümüş parlaklığında, gri renkte, dövülebilen, işlenebilen, kolayca tel ve levha hâline getirilebilen orta sertlikte (kobalt ile nikel arasında) bir metaldir. Çekme direnci 20-25 kg/ mm2, uzama kâbiliyeti % 40-50’dir. Isı ve elektrik akımını iyi iletirse de bakıra göre düşüktür. Nemli havalarda kolay paslanır. Üç tâne allotropik kristal şekli gösterir. Kristal yapısı içmerkezli kübik olan delta demir, (ferrit d), yaklaşık 1400°C’nin üzerinde kararlıdır ve bu sıcaklığın altında gamma demire (ostenit) dönüşür. Gamma demir, yüzmerkezli kübik yapıdadır ve paramagnetikdir. Demir karbürle (Fe3C°, sementit) kolayca katı çözeltiler meydana getirebilme özelliği çelik yapımında önemlidir. 910°C’de, içmerkezli kübik yapıdaki alfa demire (ferrit) geçiş başlar. 768°C’de ise alfa demir, kristal yapısı sâbit kalmak üzere, elektron yapısındaki bir değişimle ferromagnetik özellik kazanır. Yumuşak, sünek ve gri-beyaz renkte bir metal olan alfa demirin çekme direnci yüksektir.

ŞEKİL VAR!

Demirin allotropik özellikleri alaşımların meydana gelmesinde ve sıcak şekillendirmede çeliklerin ısıl işlemlere elverişlilik özelliklerinde önemli rol oynarlar. Demirin en belirli fiziksel özelliği, bir manyetik alan veya elektrik akımı tesiriyle manyetik olabilmesidir ki, bu özellik kobalt ve nikel gibi diğer metallere nazaran çok üstündür. Karbon, kobalt ve nikel gibi elementlerin mevcûdiyeti, demirin manyetik olabilme gücünü arttırır.

Demir yüzeyinde, oksitlenmeyle, alüminyumda olduğu gibi koruyucu tabaka teşekkülü söz konusu olmadığından, korrozyona karşı dayanıksızdır. Korrozyondan korumak için, yüzeyleri geçirgen olmayan bir boya ile veya nikel, krom gibi elementlerle kaplama yapılır.

Bulunuşu: Metalik halde tabiatta pek az rastlanır. Daha çok oksijenli ve kükürtlü bileşikleri hâlinde bulunur. Demir ihtivâ eden minerallerin sayısı yüzlere vardığı gibi birçok topraklar da az veya çok demir ihtivâ ederler. Demir ihtiva eden mineraller; oksitler, karbonatlar, silikatlar ve sülfürler hâlinde bulunur. Bunların başlıcaları şunlardır:

Manyetit (Fe3O4): Magnetik özelliği vardır. Siyah ve koyu esmer renktedir.

Hematit (Fe2O3): Kırmızı renkli olduğu için kırmızı demir taşı da denir. Hematit filizlerinin fosforu ve kükürdü az olduğundan demir elde edilmesinde en çok tercih edilen filizlerden biridir.

Limonit (Fe2O3 x H2O): Oksitlenmiş demir rengindedir. İçinde fazla miktarda kireç bulunduğundan üretim sırasında katkı maddesi olarak kireç gerektirmez.

Siderit (FeCO3): Demir spatı adı da verilir. Bileşiminde fazla miktarda manganez de bulunduğundan kıymetli bir cevherdir. Yüksek fırına verilmeden önce kavrularak CO2 çıkarılır.

Pirit (FeS2): Altın sarısı renkte olup daha çok sülfürik asit üretiminde kullanılır. Kükürt miktarı çok fazla olduğundan demir üretimi için uygun değildir. Çünkü çok az miktardaki kükürt dahi demirin kırılganlığını arttırmaktadır. Bir demir filizinin işlenebilmesi için demir oranının % 30’dan fazla olması gerekir.

Bileşikleri: Demir II bileşikleri, mat yeşil renkte Fe2+ iyonu veya karmaşık iyonlar ihtiva eder. Demirin +3 değerli olduğu bileşiklerde ise, rengi sarıdan turuncuya ve kahverengiye doğru değişen Fe3+ iyonu veya karmaşık iyonlar bulunur.

Oksijen ile demir üç bileşik meydana getirirler: Demir II oksit (FeO), demir III oksit (Fe2O3) ve her iki demir iyonunu da ihtiva eden Fe3O4. Yeşilimsiden siyaha doğru değişen çeşitli renklerde bulunan demir II oksit tozu, cam yapımında pigment olarak kullanılır.

Demir III oksit, sarıdan, kırmızıya doğru değişen renklerdeki pigmentler grubunun esas maddesidir. İnce öğütülmüş kırmızı toz hâlinde, kıymetli metallerin ve elmasların parlatılmasında ve kozmetik yapımında kullanılır.

Demir II sülfatın amonyum sülfatla meydana getirdiği (NH4)2 SO4 FeSO4 6H2O bileşimindeki “mohr tuzu”, mürekkep yapımında, deri ve yünleri siyaha boyamada, tarlalardaki parazitlerin öldürülmesinde kullanılır. Demir III klorür (FeCl3)den endüstride organik boya sentezinde, deri ve basma boyacılığında istifâde edilir.

Bâzı demir bileşiklerinden tedâvi maksadıyla da faydalanılır. Demir II glikonat [Fe(C6 H11 O7). 2H2O] ve demir III pirofosfat [Fe4(P2 O7).x H2O], kansızlık tedâvisinde sık kullanılan bileşikler arasındadır. Pıhtılaştırma tesiri olan çeşitli demir III tuzları da yaralara tatbik edilir.

Demirin biyolojik önemi:Demir hayatî açıdan da önemli bir elementtir. Kanda oksijen taşıyıcısı olan hemoglobin yapısında demir bulunur. Dolayısıyla demir iyonlarının insan ve hayvan organizmasında, solunum olaylarında çok önemli bir görevi vardır. Bunların dışında demir, kasların myoglobininde, sitokrom, peroksidaz ve katalaz enzim sistemlerinde yer almasından dolayı da hayâtî bir mineraldir. Bütün insan vücûdundaki total demir miktarı ancak 4-5 gr arasında olmasına rağmen bunun 700 mg kadarı karaciğerdedir. Hayvansal organizma büyük kısmıyla alyuvarlarda yer alan demir muhtevâsını tekrar tekrar kullanma kâbiliyetindedir. Bu sebeple günlük demir ihtiyâcı oldukça azdır. Çocuklar için 10-15 mg arasında değişir. Büyüklerin demir ihtiyâcı da cinsiyete ve yaşa göre farklılık gösterir. İnsanlar yedikleri her türlü et besinleri ile yeteri miktarda demir alırlar. Ayrıca sebzelerde başta ıspanak olmak üzere, fasülyede, kuşkonmazda, incirde, hurmada ve diğerlerinde demir bulunur.

Ham demir üretimi:Demir elde edilmesinde daha ziyâde oksitli demir cevherleri kullanılır. Oksitli olmayan cevherler de oksidine çevrilerek kullanılabilir. Topraktan çıkarılan oksidli cevherler mekanik olarak temizlendikten sonra yüksek fırın adı verilen özel fırında kok kömürüyle indirgenir. Burada indirgeme işlemini kömürün yetersiz oksijenle yanmasından meydana gelen karbon monoksit gazı yapmaktadır.

Yüksek fırın 25-30 m yüksekliğinde, 450-500 m3 hacimdedir. Yüksek fırında cevher, kok ve eritici maddeler (ekseri kireç taşı CaCO3) fırına üst kısımdan yüklenir. Bir yandan bu maddeler yukarıdan yüklenirken diğer yandan teşekkül eden ham demir aşağıdan alınır. Ham demirde sementit adı verilen demir karbür (Fe3C) bileşiği, silisyum, kükürt, fosfor ve mangan da bulunur. Ergimiş ham demirin üstünde de yoğunluğu daha az olan ergimiş dışık (cüruf) bulunur. Cüruf katmanı demirin tekrar oksitlenmesini önlemektedir. Ergimiş dışık da zaman zaman dışarı alınır. Bu dışık, demir-portland ve yüksek fırın çimentolarının elde edilmesinde kullanılır.

Ham demirden düşük karbonlu demir elde etmek için yabancı maddelerin uzaklaştırılması gerekir. Bu maddelerin uzaklaştırılması sonucu ele geçen ürüne çelik adı verilir. (Bkz. Çelik)

Dökme demir: Yüksek fırında elde edilen pik demir, kupol ocağında ergitilerek dökme demir elde edilmektedir. Kupol ocağında ham demirin bileşimi pek az değişmektedir. Genel olarak Si ve Mn miktarları azalmakta S ise artmaktadır. Kupol ocağı dikey, hemen hemen silindir şeklinde ve ateşe dayanıklı tuğlalarla örülmüş küçük bir yüksek fırına benzer.

Dökme demir kum kalıplara veya kokil kalıplara dökülerek, istenilen makina parçası ve benzeri parçalar elde edilir. Dökme demir içindeki karbon, Fe3C bileşiği hâlinde bağlı bulunursa, kırıldığı zaman kesidi beyaz olur. Dökme demirin bu cinsine “beyaz döküm” adı verilir. Bu demir çok sert ve kırılgan bir yapıda olup, aşınmaya karşı çok dayanıklıdır.

Dökme demir, içindeki karbonun bir  kısmı veya tamâmı grafit şeklinde serbest halde bulunursa, kırılma kesidi gri yâhut kızıl kahverengi olur. Bu türlü dökme demire “kır döküm” adı verilir. Kır dökümün sertliği daha düşüktür; işlenmesi de kolaydır.

Türkiye’de birçok yerde demir ve çelik işletmeleri kurulmuş olup, bunların başlıcaları; Karabük Demir ve Çelik İşletmesi, Ereğli Demir ve Çelik İşletmesi, Kırıkkale Çelik Fabrikasıdır. Türkiye’nin yıldan yıla artmakta olan demir cevheri üretimi 1992 yılında 4.650.000 tona ulaşmıştır.

DEMİRAĞAÇ (Casuarina)

Alm. Eisenbaum, Fr. Bois de fer, İng. Iron-wood. Familyası:Demirağaçgiller (Casuarinaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler:Adana, Hatay, İçel illeri ile Güney Batı Anadolu.

Genellikle tropikal bölgelerde yetişen, yirmi beş metre yüksekliğe kadar büyüyebilen bir bitki. Anayurdu Avustralya ve Yeni Kaledonya olup Akdeniz bölgesi ülkelerinde de yetişir. Güney Anadolu’da bilhassa Adana, İçel ve Hatay illerinde, Güneybatı Anadolu’da park ve bahçelerde, yol kenarlarında dikilir.

Kullanıldığı yerler:Odunu çok serttir. Demir odunu denir. Doğramacılık ve marangozculukta kullanılır. Gövde ve kabukları tanen bakımından zengindir. Deri kürk ve posteki yapımında kullanılır.

DEMİRBAŞ ŞARL, (Charles-XII)

İsveç hükümdarlarının en ünlüsü. Zamanında İsveç, Avrupa’nın en büyük ve önemli devletleri arasına girmişti. 1697’den 1718 yılına kadar hükümdarlık yaptı. Danimarka, Lehistan ve Saksonya’yı yendikten sonra Rusya üzerine yöneldi. Bu sırada Rusya’nın başında bulunan Çar Büyük Petro’yu birkaç defa bozguna uğrattı. Moskova’ya kadar varıp ele geçirmek üzereyken, ordusu açlık ve hastalıktan perişan olmuştu (1707). Aradan iki sene geçtikten sonra tekrar Rusya’ya saldıran Şarl, Ukrayna ortasındaki Poltava’ya kadar Çar’ı kovaladı. Yalnız Rus ordusunun kalabalıklığı ve İsveç ordusundaki hastalık, Şarl’ın bozguna uğrayıp, Osmanlı topraklarına sığınmasına sebeb oldu.

İsveç’in yenilmesi ve Rusların gâlibiyeti o günkü düşünce tarzında bir değişikliğe sebeb oluyordu. Zira Rusya’nın askerî bakımından güçlü olan İsveç ve Osmanlılara karşı savaş kazanacağı pek beklenmiyordu. Halbuki Rusya, Petro’nun icraatı ile epey güç kazanmıştı. Osmanlı Devletinin başında bulunan Üçüncü Ahmed, Ruslarla o güne kadar barışçı bir siyâset sürdürüyordu. Demirbaş Şarl’ın durumu, Rus askerlerinin tâkip bahânesiyle sınır tecavüzleri, Rusların kuvvetlenmeden ezilmesi düşüncesi Rusya’ya harb açılmasına sebeb oldu. (Bkz. Prut Savaşı)

Demirbaş Şarl, Osmanlı Devletinde beş yıl kaldıktan sonra Macaristan yoluyla İsveç’e gönderildi. Yurda dönünce yine eskisi gibi savaşlara devam etti. 1718 yılında bir kale kuşatması sırasında otuz altı yaşında öldü. Ölümü Rusya’nın derlenip toparlanmasına, ıslahatlarına devam etmesine ve güçlenmesine yaradı.

DEMİRCİ MEHMED EFE

İstiklâl Harbinde faydası görülen efelerden. Nazilli ilçesinin Piribeyli köyünde 1885’te doğan Mehmed Efe, efelikten önce demircilik yaptığından “Demirci” ünvanını almıştı. Birinci Dünya Harbi sırasında kendisine yapılan bir haksızlıktan dolayı köyüne dönerek, zeybek olup dağa çıkmıştı.

15 Mayıs 1919’da Yunanlıların İzmir’e girmesi üzerine Kurtuluş Savaşına katıldı. Nazilli civârına gelen düşman, Mehmed Efeyi zararsız hâle getirmek için ona hediyeler gönderip, kendilerine katılması hâlinde generallik vaadinde bulundu. Bu teklifi reddeden Efe, düşmanla savaşa giriştiği gibi, onların Nazilli’de bulunan silâh deposunu ele geçirip kendi adamlarına dağıttıktan sonra Zeybekler Ordusunun Demirci Alayını kurmaya başladı. 10 Temmuz’da Umurlu’ya gelerek cephe komutanı Binbaşı İsmail Hakkı Beyin emrine girdi. Gerek asker toplayarak ve gerekse diğer efelerin kendilerine katılmaları neticesinde kuvvetli bir birlik meydana getiren Demirci Mehmed Efe, 16 Temmuz’da işgâl altında olan Aydın’a saldırdı ise de, üstün ateş karşısında ilerleyemedi. Karşı saldırıya geçen Yunan kuvvetleri de bir başarı elde edemediler. Sonraki baskınlarla düşman perişan edildi.

Mehmed Efe, maddî gelir temin etmek üzere Denizli’ye gönderdiği Sökeli Ali Efenin öldürülmesi ve adamlarının şehirden kovulması üzerine Denizli’yi bastı. Ali Efenin ölümünden mesul tuttuğu yüz kadar kimseyi kurşuna dizdi. Bu hâdiseden sonra her yerde ünü yayılan Mehmed Efe, emrindeki 10.000 kişiyle Aydın cephesinde düşman saldırılarını durdurmaya muvaffak oldu. Bu başarısı üzerine 5 Ekim 1919’da Aydın cephesi Umum Kuvayı Milliye Komutanlığına getirilen Efe, karargâhını Nazilli’ye nakletti.

Demirci Mehmed Efe, Yunanlıların 22 Haziran 1920’de Milen çizgisini geçerek Kuvayı Milliyeye saldırmaları ve cephenin çökmesi üzerine Göller Bölgesindeki dağlara çekildi. Kasım 1920’de Afyon’dan Adana’ya kadar uzanan Güney Cephesi komutanlığına Albay Refet (Bele) Beyin atanmasından sonra ortaya çıkan Kuvayı Milliye-Kuvayı Nizâmiye çekişmesinde çeteliği savunan Çerkez Edhem, Demirci Efeyi kendisiyle birleşmeye çağırdı. Öte yandan Albay Refet Bey de Efe’yi Konya’ya çağırarak Aydın Zeybek Alayının bir kolordu olarak düzenlenerek komutanlığının kendisine verileceğini bildirdi. Efe hiçbirisine cevap vermedi. Ancak Refet Bey, Çerkez Edhem’in teklifini duyunca, Demirci Efeye bir baskın düzenledi. Efe, kendisini saran kuvvetleri yararak dağa çekildi ise de adamları yakalandı. Ankara hükümeti, Efe’ye millî görevini yaptığını ve artık dinlenmeye çekilmesini bildirerek affettiğini îlân etti. Bu isteğe uyan Efe, köyüne çekilip ölünceye (1959) kadar orada kaldı.

DEMİRHİNDİ (Tamarindus İndica)

Alm. Tamarindearinde, Fr. Tamarinier, İng. Tamarind. Familyası: Baklagiller (Leguminosae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Güney bölgelerde yetişir.

Hindistan ve tropikal bölgelerde yetişen, yayık dallı boyu 20-25 metreye ulaşan sıcak iklim ağacı. Yurdunun Habeşistan olduğu tahmin edilmekte ise de bugün bütün tropikal bölgelerde yetişmektedir. Çiçek açtığı zaman çok güzel bir görünümü olduğundan yetiştiği bölgelerde, yol kenarlarına park ve bahçelere dikilir.

Çiçekleri sarı veya kırmızı renkte olup, dalların ucunda salkım şeklinde bulunurlar. Meyveleri 20 cm civarında, kahverengi, çok tohumlu olup, olgunlaşınca açılmazlar. Gövde kısmı tahta işleri ve oymacılıkta kullanılır.

Kullanıldığı yerler: Yaprakları hayvan  yemi olarak kullanıldığı gibi, kaynatılarak elde edilen suyu solucan düşürmede ilâç olarak kullanılır. Meyvelerinden ise ilâç yapımında istifâde edilir. Meyvenin bileşiminde elma asidi, sitrik asit, asetik  asit, şeker ve pektin bulunur. Tıbbî kullanılmasının dışında şeker ve tatlıcılıkta ve vücuda serinlik ve rahatlık verdiği için şerbet olarak kullanılır. Eskiden memleketimizde sırtlarındaki özel yapılmış güğümleriyle Demirhindi satan satıcılar çok sık görülürdü. Bugün ise pek azalmıştır.

DEMÎRÎ

On dördüncü yüzyılda yetişmiş, zooloji ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi. Adı, Muhammed bin Mûsâ bin Ali ed-Demîrî’dir. Künyesi Ebü’l-Bekâ olup, lakabı Kemâleddîn’dir. Batı dünyâsında “Müslümanların Buffon’u” ünvânıyla anılan Demîrî, 1344 (H.745) senesinde Mısır’ın Dimyat şehri yakınlarında ve Nil Nehrinin iki yakasında yer alan Demîre adlı büyük bir kasabada doğdu. 1405 (H. 808)senesinde Kâhire’de vefât etti. Mezârı, Ali Beyyûmî Câmii yakınındaki Sabûnî Mescidi bahçesindedir.

Demîrî gençliğinde terzilik yaptı. Sonra bu mesleği bırakarak ilim yolunu tuttu. Zamânının din ve fen ilimlerinde yetiştikten sonra, Ezher Medresesinde; hadis, tefsir, fıkıh, Arap dili ve Edebiyâtı gibi birçok ilimleri okuttu ve fen ilimlerinden zooloji alanında söz sâhibi oldu. 1379-1399 seneleri arasında, Mekke-i mükerremede ikâmet etti ve ilim öğrenmeye devâm etti. İlmî tetkiklerini derinleştirdi. Sonra Kâhire’ye dönerek tâliplerine din ve fen ilimlerini öğretti. Hayât-ül-Hayavân (iki cilt); Tefsîr-ul-Ahlâm (Rüya tâbirleriyle ilgili); En-Necm-ül-Vehhâc fî Şerh-il-Mihhâc (Şâfiî mezhebi fıkhı ile ilgilidir); El-Cevher-ül-Ferîd fî İlm-it-Tevhîd (Akâid ve kelâm ilmi ile ilgili) belli başlı eserleridir.

Bu eserlerden dünyâca meşhûr olanı Hayât-ül-Hayavân adlı ansiklopedik eseridir.

Demîrî, bu eserinde alfabetik sıra ile bütün hayvanların isim ve özelliklerini ve herbiri hakkında birçok fennî, tıbbî, dînî bilgileri toplamıştır. Ayrıca eserini hazırlarken özellikle Arap şiirini inceleyerek, ediplerin, hayvanların huy ve tabiatlarıyla ilgili yazdıkları manzum bilgilere de eserinde yer vermiştir. Böylece o, hem edebiyât ve lügât hizmeti yapıyor, hem de zooloji ilmine büyük ölçüde katkıda bulunmuş oluyordu.

Demîrî eserini hazırlarken, özellikle İslâm âlimi İbn-ül-Baytar’ın Kitâb-ül-Câmi’inden faydalandı. Ayrıca Kur’ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden ve bâzı fıkıh konularından nakiller yaptı. Bundan başka eserinin başına kısa bir İslâm târihi bilgisi yerleştirdi. Alfabetik sıraya göre kara, deniz ve havada yaşayan hayvanları ve haşerâtı zikretti. Bir de hayvanlardan yapılabilecek tıbbî ilaçlar hakkında bilgi verdi.

Eser, üç bölümden meydana gelmektedir. Târih ve siyer ile ilgili bilgiler birinci bölümde yer almaktadır. Demîrî hayvanları tanıtırken bunların dînimiz açısından helâl, haram, mekruh, câiz, mübâh olma durumlarıyle ilgili fıkıh bilgileri de vermiştir. Ayrıca vahşî ve ehil olan hayvanları, bunların belli başlı huy ve özelliklerini, hayvanlarla ilgili bâzı rüyâ tâbirlerini îzâh edip, eserini zenginleştirmiştir. Eserde zikredilen hadîs-i şerîfler, Kütüb-i Sitte denilen ve dînimizde en mûteber sayılan temel altı hadîs kitabından alınmıştır. Demîrî bu eserinde toplam 560 kitap ve 199 şiir dîvânından istifâde etmiştir.

Eserin önemli vasıflarından birisi de, o devre kadar henüz adı duyulmamış, hayvanlara yer vermesi ve bunların tasvir ve târifini yapmasıdır. Hayvanlardan özellikle aslan üzerinde çok durmuş, bunun vahşî hayvanların en şereflisi olduğunu ifâde etmiştir. Demîrî’ye göre aslan, kır ve çöl hayvanlarının hükümdârıdır. Heybet ve cesâreti, korkunç gücü, kuvveti ve diğer özellikleri ile bu şerefe lâyıktır.

Bilim târihçilerine göre bu türde ve kalitede bir ilmî eserin tasnifi, Demîrî’den önce yapılmamıştır. Onun eseri, hayvanlar âlemi ansiklopedisi özelliğinde, yüksek ve pek derin bir kültüre dayalı olarak hazırlanmıştır.

Eser, Hâkim Şah Muhammed tarafından Farsçaya tercüme edildi. Ömer bin Yûnus, Şeyh Takiyyüddîn Muhamed bin Ahmed, Şeyh Şemseddîn Muhammed bin Ebî Bekr ve Celâleddîn Muhammed bin Ebî Bekr ve Celâleddîn Abdurrahmân Süyûtî tarafından muhtasarları yazıldı. Kâdı Cemâleddîn Muhammed bin Ali eş-Şeybî tarafından zeyli yazıldı ve çeşitli zamanlarda basıldı.