DEDE ÖMER RÛŞENÎ
Osmanlılar zamânında yetişen evliyânın büyüklerinden. Halvetiyye tarîkatının, Rûşeniyye kolunun kurucusudur. Aydın’ın Güzelhisâr köyünde doğdu. Doğum târihi bilinmiyor. Şiirlerinde Rûşenî mahlasını kullanırdı. 1487 senesinde Tebrîz’de, Kur’ân-ı kerîm okurken vefât etti.
İlim tahsili için Bursa’ya gelerek Yeşil Câmi imâretine yerleşti. Zâhirî ilimleri tahsil ettikten sonra, gönlünde tasavvufa girme arsuzu uyandı. Karaman’a gitti. Seyyid Yahyâ Şirvânî’nin kardeşi Alâüddin Ali Aydınî’nin derslerine devâm etti. Buradan, Bakü’ye giderek Seyyid Yahyâ Şirvânî’nin sohbet ve hizmetine girdi. Kısa zamanda en yüksek talebelerinden oldu. Sıkı riyâzet çekti. Hocasının vefâtından sonra bir müddet Karabağ’da kaldı. Kerîm Hanın dâveti üzerine Tebriz’e gitti. Tebriz’de kendisi için yaptırılan zâviyeye yerleşti. Çok talebe yetiştirdi.
Dede Ömer Rûşenî, Peygamber efendimiz ve O’nun yolundaki âlimlerin tam bir âşığı idi.
Peygamber efendimiz için yazdığı nât-ı şerîfi:
Ey risâlet bostânında hırâmân serv-kad
Vay nübüvvet bahçesinde yâsemin-bû-lâle-had
Adı Ahmed bî-adedtir yâ Nebiyyallah velî
Sen bir Ahmed’sin ki, senden görünür nûr-ı ehad
Sad, aynın (gözün); mim, ağzın; dâl, zülfün göreli
Yâ Nebî, gitmez dilimden bir nefes zikr, hamd
Enbiyânın herbirinin var nihâyet ilmine
Hak sana verdi ki, ilim ve hikmette yok had ve hudûd
Rûşenî bîçâre zulmette kalırdı yâ Nebî
Ana “mim” ağzınla, iki “dal”ın olmasa meded
Alm. Dedektor, Fr. Dédecteur, İng. Dedector. Özellikle radyolarda ses kalitesini düzeltmek için kullanılan âlet. Değişik türleri vardır.
Kristal dedektör: İlk kristal dedektör, herhangi bir metal sülfür kristaline temas eden metal bir telden ibâretti. Bu tür temaslardaki bir yönlü iletkenliği 1874’te keşfeden Braun, bu özelliği yine ilk defâ kendisi 1901’de telsiz alıcısının bir parçasının yapımında kullanmıştır.
1906’da Amerikalı mühendis Henry H.C. Dunwody, kristal dedektörlerde karbon kullanımının patentini almıştır. Aynı yıl G.W. Pickard kristal dedektörlerde silikon kullanımının patentini almıştır. Kristal dedektör, ayarlanmada kritik olmasına karşılık hassas ve ucuzdur. Bu sebeple amatör telsizciler tarafından ve pekçok ilk ticârî telsiz istasyonları tarafından ve 1920’nin başlarında basit alıcılar tarafından kullanılmıştır.
İkinci Dünyâ Savaşından bu yana geliştirilen ve bugün elektronik mühendisliğinin her sahasındaki kullanılan yarı iletkenler, bunun doğrudan doğruya bir devâmıdır.
Magnetik dedektör:1902’de Marconi tarafından bulunan magnetik dedektörde, iki dâimî mıknatıs, bir bobine âit primer sargının çekirdek alanında hareket eden demir tel demetini magnetize etmekteydi. Gelen bir sinyal alındığında, sargılardaki magnetik alanı değiştirir. Alanın değişmesi ikinci sargıda voltaj meydana getirir. Bu dedektör, 1912’ye kadar Marconi telsizlerinin standart techizatıydı.
Elektrolitik dedektör: Elektrik akımını geçiren bir çözeltiye batırılan ince telden ibârettir. 1900-1913 yılları arasında değişik türden elektrolitik dedektörler kullanılmıştır.
Vakum tüp dedektörler: John A. Fleming 1904’te radyo dalgalarını algılamak için, içinde iki elektrot bulunan bir tüp (diyot lamba) kullanmıştı. Bir yöndeki iletkenliği diğer yöne göre daha fazla olan bu tüpler, 1905-1912 arasında Marconi telsizlerinde kullanılmıştır.
Alm. Tamburin (n), kleine Schelentrommel (f), Fr. Tambourin (m) à cymbales, İng. Tambourine with cymbals. Yuvarlak dâire biçimindeki tahta kasnağın, bir veya iki yanına deri geçirilerek yapılan ve parmak hareketiyle çalınan bir müzik âleti. Habeşistan’ın yüksek dağlarında yetişen hoş kokusu olan bir bitkiye de def ismi verilmektedir.
Yapılan kazılardan anlaşıldığına göre def’in târihi M.Ö. yaşamış Sümer ve Hititlere kadar ulaşmaktadır. Mezopotamya ve diğer yerlerde yapılan arkeolojik kazılarda, ellerinde def bulunan figürlere raslanmaktadır. Ayrıca Mısır, Fenike, genellikle Hindistan’da Orta ve Kuzey Asya ileAmerika kıtasında yaşayan topluluklar da defe önem vermişler ve onu eğlencelerinde kullanmışlardır. Seyahatları ile meşhur olan Evliya Çelebi eserinde deften bahsetmektedir.
Peygamberimiz her bakımdan karanlıkta olan Mekke halkına İslâmiyeti tebliğ etmeye başladığı zaman def yaygın halde kullanılıyordu. Allahü teâlâdan vahiyler geldikçe insanların kötü alışkanlıkları kaldırılıyor, zulmet nûra dönüyordu. İçki, her türlü çalgıların çalınması, dinlenmesi yasağı, kan dâvâsının kaldırılması, kardeşlik, yardımlaşma, kadınlara iyi muâmele, fâizin haram olması, devlet adamlarına itaat, daha binlerce insanları huzura saâdete götüren ilâhî emirler, bunlardan bâzılarıydı.
Peygamberimiz, sâdece kadınların düğünlerde def çalarak eğlenmelerine müsâade ettiler; “Düğününüzü def çalanlarla birlikte kutlayınız.” diye buyurdular.
Defler genelde yuvarlak olurlar. Dar köşeli olanları da mevcuttur. Bunlar kullanıldığı bölgelere göre isim almaktadır. Anadolu’nun bâzı yerlerinde def “dâire”, Trakyada “dâre” adı ile de bilinmektedir. Düğünlerde kullanılan defler de bunlardır.
Deflerin; Acem defi, zilli def, hânende defi, çingene defi vs. gibi çeşitleri vardır.
Alm. Defibrilation, Fr. Defibrillation, İng. Defibrillation. Özel bir elektrik cihazı ile kalbe doğru akım vererek kalp kasındaki düzensiz titreşimleri giderip kalbin normal bir şekilde çalışmasını sağlamaya yönelik bir işlem. Bu işte kullanılan cihâza “defibrilatör” denir.
Defibrilasyon prensibi, kalbe uyarılma durumu ne olursa olsun, kalp kası liflerinin tamâmını birden etkileyen bir uyarı göndermektir. Böylece bütün kalp kası liflerinin elektriksel faaliyetleri sıfıra düşürülür ve tam bu anda kalbin normal uyarıcı noktası kumandayı yeniden ele alır. Kalp kasının bütün lifleri bu kumandaya uyarak normal ve uyumlu bir faaliyet göstermeye başlarlar.
Defibrilasyon, kulakçık veya karıncık kaslarının fibrilasyonunda (düzensiz titreşimler) göstermesi, bâzı ritm bozukluklarında ve kalbin durduğu hâllerde uygulanmaktadır.
Defibrilasyon, göğüs kafesi üzerinden uygulanabildiği gibi, açık kalp ameliyatlarında direkt olarak kalp üzerine, ayrıca yemek borusu veya damar içinden uygulanan özel elektrotlarla da yapılabilmektedir.
Dışardan defibrilasyon uygulanacağında hastaya uygun bir biçimde oksijen verilmelidir. Kalbi durmamış vak’alarda hasta narkozla uyutulmalıdır. Cihazın elektrotları geniş olmalıdır. Ara maddesi olarak çok iyi geçirgen seçilmelidir. Elektrotların biri göğüs kafesinin ön yüzüne, öteki de ya sol arkaya veya yan bölgeye konmalıdır.
Defibrilasyonun netîcesi, hastanın kalp kasının kalitesine bağlıdır. Bilinmesi gerekli husus, alınan sonucun hemen ve yalnız o an için elde edilen bir sonuç olduğu ve tekrarların önlenmesinin ancak bundan sonra uygulanacak başka tedâvilerle mümkün olabileceğidir.
Alm. Schatz, Fr. Tresor İng. Treasure. Toprak altına saklanmış mâdeni para, külçe altın, gümüş ve kıymetli eşyâlar.
Çeşitli hukuklar, târihi seyr (gelişim) içinde yeraltı mâdenleri ve defîne hakkında hükümler koymuştur. Feodal dönemlerde Avrupa ülkelerinde, memleketin tek sâhibi krallardı. Dolayısıyla defîneler de onların olurdu. Bugün de çeşitli Avrupa ülkelerinde defîne bulan, yetkili mercie haber vermek zorundadır. El koyma maksadı olmadığı müddetçe saklanması ağır bir suç sayılmaz. Fakat tatbikat da defîneyi bulanın bunu yanında bırakmasına umûmiyetle izin verilir.
4 Ekim 1926 târihinde kabûl edilen ve hâlen yürürlükde olan 743 nolu Türk Medenî Kânunu’nun 696. maddesi ise, defîne hakkında aşağıdaki hükmü getirmektedir. “Keşiflerinden (bulunmalarından) çok zaman evvel gömülmüş veya saklanmış olduğu ve artık mâliki (sâhibi) bulunmadığı muhakkak görülen kıymetli şeyler defîne addolunur. Defîne, içine gömüldüğü veya saklandığı gayr-i menkul veya menkulun sâhibinin mülkü olur. İlmî bir kıymeti hâiz eşyâya müteallik (âit) hükümler mahfuzdur.
Defîneyi keşfeden kıymetinin yarısını, tecâvüz etmemek üzere hakkâniyete muvâfık bir ikrâmiye taleb edebilir.”
İslâm hukûkunda defîneler üç kısımdır:
1. İslâmî bir işâret taşıyan defîneler. Bunlar lukata, yâni bulunan ve sâhibi belli olmayan mal hükmündedir. Sâhibi çıkmayacağı anlaşılırsa beytülmâle (devlet hazînesine); beytülmâl yoksa zengin ise fakir olan annesine, babasına veribilir. Fakir ise kendi kullanabilir.
2. Câhiliye devrine, yâni İslâmiyetten önceki devre âit bir işâret taşıyan defîneler. Ganîmet gibi beşte biri beytülmâle, kalanı arâzi sâhibine; arâzi sâhipli değilse, bulana âit olur. İmâm-ı Ebû Yusûf’a göre ise kalanı bulanın olur.
3. Herhangi bir işâret taşımayan defîneler. Bâzı âlimler, bunun birinci kısmın hükmüne, bâzıları ise, ikinci kısmın hükmüne girdiğini bildirmiştir.
Alm. Deflation (f), Fr. Deflation (f), İng. Deflation.Genellikle tedavülde (dolanımda)bulunan para miktarının azaltılması sonucu toplam talepte ve fiatlar genel düzeyinde meydana gelen düşüş.
Fiatlardaki bu düşüşün gerçekleşebilmesi için paranın tedavül hızında bir değişme olmaması gerekir. Gelişmiş ülkelerde deflâsyon çoğunlukla konjonktürel bir hareket olarak ortaya çıkar. Devletin îrâdî olarak deflâsyonist bir politika tâkibine pek rastlanmaz. Deflâsyon dönemlerinde fiyatlardaki düşüşün yanısıra işsizlik nisbetinde de bir yükselme gözlenir. Birçok iktisatçılar, gelişmiş ülkelerin yapısal özelliklerinin, sürekli bir deflâsyonist eğilime yol açacağını, bir başka ifadeyle bu ülkenin talep düşüşü netîcesi dâimî bir işsizlik ve atıl kapasite ile karşı karşıya olduklarını belirtmektedir. Öte yandan deflâsyonun bir önceki dönemde meydana gelen enflâsyonun bir sonucu olduğu da iddiâ edilmektedir.
Devlet, para ve mâliye politikası araçları ile deflâsyonla mücâdele edebilir. Halkın satın alma gücü bütçe açıkları ve para arzı artışı ile çoğaltılarak talebin mevcut millî hâsılanın satılmasına imkân verecek şekilde yükseltilmesine çalışılır.
Alm. Lorbeer (m), Fr. Laurier (m), İng. Sweet bay, laurel. Familyası:Defnegiller (Lauraceae).Türkiye’de yetiştiği yerler: Bütün Akdeniz çevresi, özellikle nemli boğazlar. Vatanı Anadolu’dur.
6-18 m yüksekliğinde, yuvarlak tepeli ve sık dallı bir ağaç veya ağaççık. Almaşık sapın iki yanında karşılıklı değil de aralıklı olarak bir sağda, bir solda bitmiş yapraklar şeklinde dizilmiş, 7.5-10 cm uzunluğundaki yapraklar oval biçimli, donuk renkli derimsi ve sert kenarları da genellikle dalgalıdır. Bitkinin sarımsı veya yeşilimsi beyaz renkte küçük çiçekleri, olgunlaştığında rengi koyu mora dönen tek tohumlu, etli meyveleri vardır.
Kullanıldığı yerler: Bitkinin kullanılan kısmı yaprak ve meyveleridir. Yaprakları uçucu yağ yönünden zengindir. Baharat olarak kullanılır. Defne meyvelerinde de uçucu yağ ve diğer yağlar, acı maddeler bulunur. Meyveleri midevî ve sinir ağrılarına karşı kullanılır. Meyve yapraklarından elde edilen yağ cildi tahriş edici merhemlerin içine konur. Aynı maksat için veteriner hekimlikte de, bundan başka sabun ve şampuanlara koku vermek için de kullanılır.
Alm. Laurazeen, Lorbeergewächse (pl.), Fr. Daphneacees, Lauracees (pl.), İng. Lauraceae. İki çenekliler sınıfının Ranales takımından, kışın yapraklarını dökmeyen cins ve çeşidi bol bir familya. Çoğunlukla ağaç veya ağaççıklar olup, yaprakları derimsidir. Tropik bölgelerin sınır bölgelerinde yaklaşık olarak 40 cins ve 2500 kadar türü bulunan zengin bir familyadır. Ülkemizde tek türü vardır. Çoğunlukla serin ve rutubetli yerlerde yetişirler ve buralarda ormanlar meydana getirirler.
Alm. Hauptbuch (n), Fr. Grand livre (m), İng. Ledger. Muhasebede büyük defter. Çift yönlü (muzaaf) muhasebe sisteminde yevmiye defterine kaydedilen işlemlerin konularına (kasa, mal, alacak, gider, sermâye gelirlerine) göre sınıflandırılmasını sağlayan bir defterdir.
Defter-i kebirde açılmış bulunan hesaplara, yevmiye defterindeki kayıtlar sırasıyla geçirilir. Dönem sonunda, bu defterdeki hesapların ayrı ayrı toplamları alınır. Hesap bakiyeleri, işletmenin varlık, borç, sermâye ve kâr durumunu verir.
Defter-i kebir, Türk Ticâret Kânunu hükümlerine göre tutulması mecbûrî defterlerdendir. Bu defter de kullanılacağı dönemden önce noterlikçe tasdik edilir. Defter-i kebirde, örnekte de görüleceği gibi her hesap, defterin iki taraflı bir sayfasına açılır.
ŞEKİL VAR!!
Her sayfada dört sütun bulunur. Sütun başlıklarında yer alan hususlar yevmiye defterindeki maddenin özeti mâhiyetindedir. Defter-i kebirin her sayfasına hesap açılacağı için, bu hesapların yerinin bulunabilmesi için bir fihrist kullanılır. Gerektiğinde, muamele hacmi icab ettiriyorsa, bâzı hesapların ayrıntıları için genel büyük defterin yanı sıra tâli büyük defterler de kullanılabilir.
Alm. 1. Regionalle Schatzführer, Fr. Trésorier-payeur général, İng. District treasurer.“Defter Tutan” mânâsında Osmanlılarda devletin bütün mâlî işlerine nezâret eden ve günümüzde Mâliye Bakanına karşılık olan memur.
İslâm devletlerinde defterdârlık, ilk defâ halîfe hazret-i Ömer devrinde ihdas olunmuştur. Hazret-i Ömer devletin gelirinin artmasıyla gelir ve giderin bir deftere kaydedilmesini istemiş, böylelikle defterdârlık müessesesi doğmuştur. Defterdârlığın ihdâsı bir rivâyete göre 641 (H. 20)de diğer rivâyete göre 636 (H. 15)da olmuştur.
Daha sonraki İslâm devletlerinde de müessese devâm etti.
Selçukîlerde bu memura “Müstevfi” ve mâlî işlerin görüldüğü yere de “Dîvân-ı Müstevfi” denilirdi. İlhanlı Devletinde de mâlî işleri idâre eden memura “Müstevfi-i Memâlik” ismi verilirdi.
Osmanlılarda mâlî teşkîlat ilk defâ Sultan Birinci Murad zamânında kurulmuş ve zaman içinde tekâmül etmiştir. Fâtih Kânunnâmesi, Abdurrahmân Paşa ve Eyyûbî Efendi Kânunnâmelerinde defterdâr, devlet hazînesini pâdişâha vekâleten idâre eden memur olarak görülmektedir. Bu kânunnâmelere göre dış hazîne ve mâliye kayıtlarının açılıp kapanması defterdârın eliyle yapılırdı.
Defterdârın şahsî gelir kaynakları şöyleydi: Dirlik olarak has verilirse bu 600.000 akçelik timar olur veya hazîneden maaş alacaksa 150.000 ilâ 200.000 akçe arasında ödeme yapılırdı. Ayrıca iltizam ve emânet usûluyle idâre ettiği haslardan imzâ hakkı ismiyle 100.000 akçede 1000 akçe alırdı. Bundan başka hazîneye giren paradan binde yirmi ve pâdişâha gelen hediye ve haraç ile ağnam vergisinden de hisse alırdı.
Başdefterdârın derecesi 15. asırda beylerbeyi ile aynı idi ve vezirlerden bir rütbe aşağı idi. Bu dönemde dört vezir olduğu bilindiğine göre defterdârın teşkilât içindeki önemi daha iyi anlaşılmaktadır. Sultan İkinci Bâyezîd’e kadar bir baş defterdâr ve maiyetinde hazîne ve mal defterdârı vardı. Fakat Osmanlı ülkesinin genişlemesi ile bu memuriyet Anadolu ve Rumeli Defterdârlığı olmak üzere ikiye ayrıldı.
Yavuz Sultan Selim’in, devleti doğuya ve güneye genişletmesi, buradaki mâlî işleri idâre edecek ve merkezi Halep’te olan “Arap-Acem Defterdârlığının tesisini zarûrî kıldı. Böylelikle defterdâr sayısı üçe çıktı. Bunlar rütbelerine göre, senede hazîneden Rumeli Defterdârı (Şıkk-ı Evvel Defterdârı) 160.000 akçe, Anadolu Defterdârı (Şıkk-ı Sâni Defterdârı) 140.000 akçe, Arap-Acem Defterdârı ise 130.000 akçe maaş alırlardı. Eyâletlerde yarı müstakil kenar defterdârlarından gelen ve sorulan meseleler başdefterdâr vâsıtasıyla pâdişâha arz edilirdi.
Sultan Üçüncü Mehmed zamânında Tuna havzası haslarına bakmak üzere Şıkk-ı Sâlis Defterdârlığı kurulmuş fakat kısa süre sonra lâğvedilmiştir. On altıncı asrın ikinci yarısında da Arap-Acem Defterdârlığı kaldırılmış ve bunun yerine geçmek üzere Diyarbakır, Şam, Erzurum, Trablus ve Halep eyâletleri için birer defterdârlık ihdâs edilmiştir. 1584’te ise Anadolu Defterdârlığı; Anadolu, Karaman ve Sivas kenar defterdârlığı olarak üç kaleme ayrıldı.
Nizâm-ı Cedîd’in kurulmasıyla Sultan Üçüncü Selim devrinde Şıkk-ı Sâni Defterdârı, yeni kurulun Nizâm-ı Cedîd Hazînesine memur olmuş ve idâre ettiği İrâd-ı Cedîd Hazînesinden dolayı İrâd-ı Cedîd Defterdârı ismi verilmiştir.
Mâlî muâmeleler ve şikâyetler, “Defterdâr Kapısı” denilen Defterdâr Dîvânında halledilirdi. Bütün mâlî hükümler burada yazılır ve her defterdâr kendi dâiresinden çıkan hükmün arkasına imzâsını atardı. Fakat 17. asrın ortasında mâliyeden çıkan bütün hükümlere yalnız Başdefterdârın kuyruklu imzâsının konulması ve Defterdâr Kapısında sâdece onun mukâtaa tevcih etmesi kânun oldu. Mâliye kalemlerine memur alınması Şıkk-ı Evvel Defterdârının pâdişaha arzı ile yapılırdı. On yedinci asırdan îtibâren diğer iki defterdâr sâdece şekilde kalmıştır.
Fâtih Kânunnâmesi’ne göre, Başdefterdârlığa sâdece mal veya hazine defterdârı, şehremini ve 300 akçe yevmiyeli kâdılardan tâyin yapılırken, sonraki devirlerde ikinci defterdâr, başmuhasip kalemi reisi, hattâ mâliye ile ilgisi olmayan devlet adamlarından tâyinler yapıldığı görülmüştür.
Her üç defterdâr da Dîvân-ı Hümâyûn âzâsıydı ve bütün toplantılara katılırlardı. Dîvânhâne’de kazaskerlerin altında ve sadrâzamın solunda otururlardı. Arz günlerinde vezirlerle berâber, tek olarak pâdişahın yanına girer ve mâlî konularla ilgili mâruzâtta bulunurdu. Mâlî konularda Başdefterdâr pâdişahla görüşmeden önce sadrâzamın görüşünü almak zorundaydı. Başdefterdâr her akşam aldığı hazîne muâmelelerine dâir icmallere dayanarak, haftada 2-3 gün sadrâzama mâlumat verirdi.
Pâdişah veya sadrâzam sefere gittiğinde mâliye ve hazîne defterdârı ile birlikte Başdefterdâr da gider, yerine merkezdeki işleri yürütmek üzere ikinci defterdâr veya münâsip bir başkası vekil olarak kalır ve bu vekile Rikâb-ı Hümâyun Defterdârı adı verilirdi.
Defterdârlık 1838’de kaldırılmış ve bu memûriyetin vazîfesini görmek üzere Mâliye Nezâreti tesis edilmiş ilk Mâliye Nâzırı olarak da Nâfiz Paşa tâyin edilmiştir. Defterdârlıklar, günümüzde Mâliye ve Gümrük Bakanlığının illerdeki temsilciliği olarak görev yapmaktadırlar (1993).
Alm. Wertigkeit, Fr. Valence, İng. Valency. Herhangi bir elementin atomlarından birinin bağ yapabildiği veya bileşikte yerini alabildiği hidrojen atomu sayısı. Bu târif 19. yüzyılda yapılmış olmakla birlikte konunun kavranmasında faydalanılabilen bir târiftir.
Periyodik sistemin teferruatlı elektron modellerinin geliştirilmesinden sonra değerlik kavramı, elektronik dizilişlere ve atomlar arası kuvvetlere bağlı olarak yeniden geliştirildi. Böylece iyon değerliği, kovelent bağı değerliği ve yükseltgenme sayısı gibi yeni kavramlar gelişti.
Değerlik elektronları: Atomun en dış kabuğunda yer alan ve diğer atomlarla kimyâsal bağ yapan elektronlardır. Atomların bağ yapması ve atomun yapısında meydana gelen değişiklikler sâdece dış yörüngede bulunan değerlik elektronları ile sınırlıdır. Değerlik elektronları, pozitif yüklü çekirdeğe, içteki elektronlara göre daha zayıf çekim kuvveti ile bağlıdır.
Periyodik tabloda A grubu elementlerinin grup numarası değerlik elektronu sayısını gösterir. Meselâ 3A grubunda bulunan bor elementinin değerlik elektronları sayısı 3, 5A grubunda bulunan azot elementininki ise 5’tir. B grubu elementleri için benzer bir kural yoktur.
Değerlik elektronları ayrıca metallerde ve yarı iletkenlerde elektrik akımında rol oynarlar.
Alm. Mühle (f), Fr. Moulin (m), İng. Mill. Tahılları öğütüp un hâline getiren makina ve faaliyette bulunduğu yer. Taş ocakları, mâden ocakları, mâdeni eşya îmâlâthânelerinde kullanılan çeşitleri vardır. Kahve çekmek için dükkânlarda bulunan büyük ve evlerde kullanılan küçük el değirmenleri de eskiden beri bilinir. Değirmenin çok eski bir mâzisi vardır. Günümüzden yıllarca (4-5 bin yıl) önce rüzgâr vâsıtasıyla işleyen yel değirmenleri olduğunu çeşitli kaynaklar bildirmektedir.
Târihi bilgilere göre, ilk insanlar tâneli cisimleri (buğday, arpa vs.), bilhassa ekmek yapımında kullanılan buğdayı, içi oyulmuş taş havanlarda döğerek öğütürlerdi. Daha sonra sert taşları yontarak değirmen taşları yapıldı ve buğday, iki silindir biçimi olan kaya arasında öğütülmeye başladı. Bunda taşlardan birisi yerinde sâbit olup, diğeri onun üzerinde su kuvveti ile dönerek öğütme işini yapmaktadır. Öğütülen buğdaylar un hâline gelmekte ve sonra taşın yüzündeki yivlerin etkisiyle dışarı atılmaktadır. Dışarı atılan un, çuvallara doldurulmaktadır. Taşların döndürülmesi yoluyla sağlanan öğütme gücü, değirmenlerin bu metotla gelişmesinin tekâmülünü hazırladı. Taşların dönmesini sağlamak bakımından da sırasıyla önce insan, sonra hayvan, daha sonra da rüzgâr ve su güçlerinden istifâde edildi.
Bu sistem değirmenlerde, buğday tânelerinin ezilerek un hâline gelmesi yeterince sağlanmakla berâber, buğday tânesini meydana getiren kabuklu kısımla (kepek), yeni ürün meydana getirecek oğulcuk ve esas besin gücünü veren (besidokusu) kısımları birbirinden ayrılmadan un meydâna geliyordu. Bu undan yapılan ekmeği insanlar ikinci kalite oluyor diye beğenmiyorlardı. İnsanların gâyesi, buğday tanesinin % 2,5’ini meydana getiren oğulcukla, % 12,5’ini teşkil eden kepeği bütünün % 85’i olan besleyici besidokusundan tam olarak ayırabilmekti. Netice olarak, günümüzün teknolojisi ile bu işlem gerçekleştirilmiş, şimdi birinci sınıf ekmek yapılmakta ve insanlar bu ekmeği yemektedirler. Fakat bunun da mahzurlarını yeni ilmî gelişmeler ortaya çıkarmaktadır. Bugün kanserli hastalara bilhassa kepekli ekmek yedirilmesini kanser mütehassısları önemle belirtmekle, ileride insanların tekrar faydalarından dolayı kepekli ekmek yemeye başlayacaklarını söylemektedirler.
Bugünkü teknoloji, değirmenlerin işleyişini önce su buharı makinalarına, sonra elektrik motorlu değirmen makinalarına tekâmül ettirerek modern hâle getirdi. Bu yeni makinalar aylarca kesintisiz çalışabilecek kapasitede otomatik çalışan ve verimi çok olan makinalardır. Bunlarla seri çalışmalar yapılmakta, bugün un değirmenlerinde buğday önce yıkanıp kurutulmakta, sonra kırılıp ayrılmakta (kefeği, oğulcuğu, besleyici kısmın ayrılması), öğütülerek un hâline getirilip el değmeden paketlenip satışı yapılmakta ve yurdumuzda başka ülkelere de un ihrâc edilmektedir.
Alm. Veränderliche Sterne, Fr. Etioiles variable, İng. Veriable stars. Çeşitli sebeplerle parlaklığı zaman zaman azalıp artan yıldızların ortak adı. Eskiden “Kevâkib-i mütehavvil” adıyla bilinirdi. Parlaklığının yanında radyal hız ve spektrel tip gibi fiziksel özelliklerinde de değişiklikler olur. Tespit edilmesi en kolay olan değişim, ışık şiddetindeki değişimdir. Değişimler düzensiz olabildiği gibi, periyodik veya yarı düzenli de olabilir. Değişim peryodu, dakika mertebesinden yıl mertebesine kadar farklılıklar gösterebilir. 30.000 kadar değişen yıldız tespit edilmiştir.
İlk değişen yıldız, “R” harfiyle gösterilmiş ve bağlı olduğu takımyıldızının bilimsel adı iyelik eki olarak eklenmiştir. Bulunan ilk değişen yıldız, Monoceros takımyıldızında olup “R.Monocerotis” olarak adlandırılmıştır. Bu kural, sonradan bulunan diğer değişen yıldızlara da uygulanmıştır. Aynı takımyıldızında tespit edilen öteki yıldızlar, “S”den “Z”ye kadar olan harflerle adlandırıldı. Daha sonra bulunanlar ise RR’den RZ’ye, SS’den SZ’ye ve TT’den TZ’ye kadar çift harflerle adlandırılmıştır. ZZ’den sonra çift harfle adlandırma sistemi, AA, AB,AC... AZ; BB, BC,... BZ şeklinde devam ederek QZ’ye kadar uzanır. Mira Ceti, Delta Cephei gibi bazı değişen yıldızların adları ise öz halleriyle korunmuştur.
Alm. Atheistisch, Fr. Les Athees, İng. Atheists. Ateistler, dinsizler, maddeciler, materyalistler. Allahü teâlânın varlığını inkâr edip; “Her şey tabîat kânunlarıyla var oluyor. Bir yaratıcı yoktur. Dehr, yâni zaman ilerledikçe her şey değişmektedir. Âlem, böyle kendiliğinden gelmiş ve böyle gidecektir. Canlılar da böyle birbirlerinden üreyip sonsuz olarak sürecektir!”diyen, maddeci, materyalist felsefî ekole verilen ad. Bu şekilde inananlara “dehrî” denir.
Dehriyye ile materyalizm (maddecilik) aynıdır. Dehriyyenin temeli çok eski çağlara kadar uzanmaktadır. Tesbit edilebildiği kadarıyla Yunan felsefecilerinden asırlarca önce var olan Dehriyye, bütün varlık alanlarını, madde kânunlarıyla açıklamakta, kısaca maddeyi ilk hakîkat olarak kabûl etmektedirler.
Bu mânâda ilk materyalist (dehrî) filozoflar olarak; Leukkipos Demokritus, Thales, Ananximendros ve Anaximenes, ilkel diyalektik materyalizmin kurucusu Herakleitos, antik çağ materyalistlerinden Epiküros, Lakretius sayılabilir. Ortaçağ filozoflarından Petrus Gassendi; mekanist materyalistlerden Bacon, Hobbs; spontane, Thomas, Hukley, vitalist materyalizmin temsilcisi Vogt, David Hume, Kant, Aguste Comte; 19. yüzyılın ilk yarısındaki materyalist düşünce temsilcilerinden Feuerbach, Herzen, Bielinski, Çernişevski; diyâlektik ve târihi materyalizmin temsilcileri olarak da Marx ve Engels zikredilebilir.
İslâm dünyâsında ise; Hint felsefesiyle, Sokrat öncesi Yunan felsefecilerinin sapık görüşlerini birleştirerek ilk ileri süren, bir Yahûdî dönmesinin oğlu olan İbn-i Râvendî’dir. Toharistanlı Beşşar, Sâlih bin Abdilkuddûs gibileri de Dehriyye fikrinin savunucularındandı.
Târihin her devrinde taraftar bulan materyalist düşünce, yâni Dehriyye, uçsuz bucaksız varlıklar âleminin mâhiyetini ve ona hâkim olan kudreti inkâr edip, basît bir madde olarak îzâh etmeye kalkıştığı için, her devirde çok şiddetli tepki ve reaksiyonlarla karşılaşmıştır. Bütün peygamberler, hem dehrîleri, hem de putlara ve ilâh dedikleri diğer şeylere tapanları Allahü teâlâya inanmaya ve yalnız O’na ibâdet etmeye çağırmışlardı. Eski Yunan filozoflarından Sokrat, Eflâtun ve Aristo bile; “Âlem kendiliğinden böyle gelmiş, böyle gidecektir. Bunun yaratanı (hâşâ) yoktur. Canlılar da, böyle birbirlerinden üreyip, sonsuz olarak sürecektir.” diyen dehrîlerin düşüncelerinin yanlış olduğunu ve muhakkak bir yaratanın bulunduğunu kitaplarında yazmışlardır.
İmâm-ı Gazâlî,El-Münkızü min-ed-Dalâl kitâbında kendilerini akıllı, ilim adamı ve hiç yanılmaz sanan dinsizleri üçe ayırmıştır: Birincisi, Dehriyyûn ve maddeciler olup, bunlar, Yunan filozoflarından asırlarca evvel vardı. İkinci kısmı, Tabîiyyeciler olup, canlı ve cansızlardaki, akıllara hayret veren intizâm ve incelikleri görerek, Allahü teâlânın varlığını söylemeye mecbur kalmışlarsa da, tekrar dirilmeyi, âhıreti, Cennet’i ve Cehennem’i inkâr etmişlerdir. Üçüncü kısım, sonra gelen Yunan filozofları ve bu arada Sokrat ile talebesi Eflâtun ve onun da talebesi Aristo’nun felsefeleridir. Bunlara İlâhiyyûn denilmiştir. Bunlar Dehrîleri ve Tabîiyyecileri reddederek, aldandıklarını bildirmek için, başkalarının sözlerine hâcet kalmayacak kadar şeyler söyledi. Fakat bunlar da peygamberlere inanmadıkları için küfürden kurtulamadılar. Bu üç kısım ve bunların yolunda gidenler de, hep îmânsızdır.
Dehriyyenin ilk savunucularından olan Demokritos; “Âlem yoktu. Kendi kendine var oldu.” dedi. Tabîiyyecilerin çoğu da böyle dedi. Aristo’ya göre âlem heyûlâdan (maddeden) yapılmıştır. Şekil almış heyûlâya, sûret, cisim dedi. Cisim de üç fizîkî hâlinde (gaz, sıvı, katı) görünür. Âlem, böyle gelmiş, böyle gider dedi. Dört unsur (ateş, hava, su, toprak) ezelîdir, hep var idiler. Cisimler, birbirlerinden hâsıl oluyor ise de, asılları olan bu dört madde kadîmdir, dedi. Eflâtun; âlem önce yoktu, sonradan var oldu, diyerek eski peygamberlerin kitaplarından işittiğini söyledi. Pisagor ve talebesi Sokrat da, Aristo gibi söylediler. Calinos (Galen) ise, âlemin kadîm veyâ hâdis olduğunu anlayamadığını söyledi. Onlara göre, ezelî bir yaratıcının yarattıkları da ezelî olur. Sonradan yaratmaya başladı demek, kudretinin önceden noksan olduğunu gösterir.
Yüce dînimizi, asırlardır bozulmadan ve değiştirmeden bize ulaştıran İslâm âlimleri yazdıkları ciltler dolusu kitâplarında, kâinâtın bir yaratıcısı olduğunu, aklî ve naklî delîllerle isbât etmişlerdir. İslâm âlimlerinin bildirdiklerine göre; âlem, bütün parçaları ile birlikte hâdistir, yâni sonradan yaratılmıştır. Yerler, gökler, her şey yoktu. Ezelî olan şey değişmez. Maddenin (elementlerin) fizik ve kimyâ özellikleri hep değişmektedir. Maddeler, ezelde değişmemiş olsalardı, ebedî olarak, şimdi de değişmezlerdi. Önceden değişmek yoktu. Sonradan değişmeler hâsıl oldu da denilemez. Çünkü, değişmek için bir kuvvetin tesir etmesi lâzımdır. Değişmek, sonradan başlayınca, kuvvetin de sonradan var olduğu ezelî olmadığı anlaşılır. Dolayısıyla maddenin ezelî ve ebedî olduğunu söylemek akla ve ilme uygun değildir. Bu ise tabiat kuvvetlerinin hâdis oldukları, sonradan yaratıldıklarını, ezelî olmadıklarını ortaya koymaktadır.
Fen ve tabiat âlimleri de, birçok bitki ve hayvan nesillerinin tükenip yok olduklarını, birçok türlerin ise, sonradan meydana geldiklerini bildirmişlerdir. Canlı, cansız her şeyin bir ömrü vardır. Her şeyin ömrü, yâni varlıkta kalma zamânı başkadır. Ömrü sâniyeyle ölçülen varlıklar olduğu gibi asırlarca yaşayanlar da vardır. En uzun ömürlü varlıklar, element denilen basit cisimlerdir. Bunların ömürlerinin çok uzun olması Tabîiyyecileri şaşırtmış; “Cisimler yok olur, madde değişir. Fakat, madde yok olmaz.” diyenler olmuştur. Hâlbuki, maddenin, cisimlerin değişmelerinin sonsuz olarak, böyle gelip, böyle gideceğini söylemek, ezelî ve ebedî olan varlığa inandığını söylemektir. Allahü teâlânın varlığının, ezelî ve ebedî, yâni önceden sonsuz ve sonradan da sonsuz olduğunu, maddecilerin ve tabiatçıların da inkâr edemeyeceklerini göstermektedir. Bunlar canlı cansız, her şeyin sonsuz olarak, birbirlerinden meydana geldiklerini, bu arada, elementlerin hiç yok olmadıklarını söylüyorlar. Hâlbuki, elementler de atomlardan meydana gelmiştir. Atom yığınıdırlar. Allahü teâlâ, atomları da yoktan var etti. Elementler sonsuz öncelerde var olup, her şey bunların çeşitli birleşmelerinden, sonsuz öncelerde meydana gelseydi, bunları birleştirmek için, sonsuz öncelerde, muazzam enerjinin, sonsuz kudretin bulunması lâzım olurdu. Çünkü, enerji olmadan, atomlar birleşemez. Sonsuz öncelerde bulunması lâzım olan o kudret, işte Allahü teâlânın kudretidir. Atomlar da elementler de, sonsuz öncelerde yoktu. Sonsuz öncelerde, yalnız Allahü teâlâ vardı. Müslümanlar, Allah’ın her şeyi yoktan meydana getirdiğine inanıyor. Onların söylediğine göre, her şeyin önceden var olması için o şeyi meydana getiren şeyin önceden var olması, bunun da var olması için, bunu meydana getiren şeyin var olması lâzımdır. Sonsuz önce demek, ucu, başlangıcı yok demektir. Başlangıçtaki bir şey olmazsa, ondan meydana gelecek şeyler de olamaz. Yâni, gördüğümüz, bildiğimiz şeylerin hiç birinin var olmaması lâzım olur. O hâlde her şeyin, önceden yokken sonradan var edilmiş, yaratılmış olan tek bir şeyden üremekte oldukları anlaşılmaktadır. Maddecilerin, “sonsuz öncelerde var olmak” sözlerinin, maddeler, cisimler için mümkün olmadığı anlaşıldı ise de, bu sözleri, maddeleri yaratan, fakat madde olmayan, bir yaratıcı için mümkün, hattâ lâzımdır. Böyle söylemek yukarıda bildirilen çelişkiye sebeb olmamaktadır.
Görülüyor ki, sonsuz olan bir varlık vardır. Bu varlık, maddecilerin, tabiatçıların, komünistlerin dedikleri gibi, câhil, âciz, kısa bir zaman varlıkta durabilen, sonra çürüyüp yok olan, bildiğimiz cisimler gibi değildir. Bu sonsuz varlık, madde olmayan, hiçbir şeye benzemeyen, her şeyi bilen, gören, her şeye gücü yeten Müslümanların inandıkları bir Allah’tır. Her şeyi O yaratmıştır ve yaratmaktadır. Tabiat dediğimiz bu maddeler, cisimler, canlılar ve çeşitli enerjiler, onların zannettikleri gibi, yaratıcı değildir. Bunların hepsini Allahü teâlâ yaratmış, birbirlerine tesir etmek kuvvetini, kendilerine vermiş, yenilerini yaratmasına eskilerini sebepler, vesîleler yapmıştır. Allahü teâlânın, sebeplere, sebeplerin tesir etmelerine ihtiyâcı yoktur. Hiçbir sebep olmadan da yaratabilir. Fakat, sebepleri, vâsıtaları araya koyarak yaratmaktadır. Sebepler ile yaratmasında hikmetler, kullarına faydalar vardır. Bu faydalardan biri, insanoğlu, bu sebeplere verilmiş olan tesirleri özellikle görerek, başka kimselerden işiterek öğrenip, maddî ve mânevî sebepleri kullanır. Bir yandan, yeni sentezler, analizler yaparak, yeni maddelerin, cisimlerin ortaya çıkmasına sebeb olur. Çeşitli sanâyi tesisleri, fabrikalar yapılır. Bir yandan da, kalp kötü ahlâktan temizlenerek, insan melek gibi olur. Allah’ın velî kullarından olur. Mârifetullaha kavuşur. İnsan, istediği şeyin sebebine yapışarak, ona kavuşur. Sebeplere yapışmak, peygamberlerin aleyhimüsselâm âdetidir. İnsan zekâsı insan güçü de, Allahü teâlânın yaratmasına sebeb olmaktadır. Tabiatçıların, komünistlerin, sebepleri yaratıcı zannetmeleri, çocuğun, babası çukulata getirince; “Çukulatayı babam yarattı!” demesine benzemektedir. Çünkü o, çukulatayı babasının verdiğini görmekte, başka birşey bilmemektedir.
Bütün dinler bir yaratanın bulunduğunu bildirmekte ve bugünkü modern fen bilgileri, semâdaki ve yeryüzündeki düzen ve intizâmı inceleyip akıllara durgunluk veren ihtişâm ve mükemmelliği, deneyler, rakamlar ve formüllerle tesbit ettikçe, Dehrîliğin (materyalizmin) ne kadar asılsız bir zan olduğu herkes tarafından daha iyi anlaşılmaktadır. Modern çağın ilim adamları ve mütefekkirleri, bu anlayışlarının netîcesi olarak, bu kâinâtın bir yaratıcısının bulunduğunu kabul etmekte ve dinlere yönelmekte, pekçoğu İslâmiyeti seçerek İslâm dîninin haber verdiği Allahü teâlâya, O’nun peygamberlerine ve son Peygamber Muhammed aleyhisselâmın bildirdiklerine îmân etmektedirler.
Bütün bunlar, Dehrîlerin (maddecillerin) iddiâ ettiğinin aksine, kâinâtın bir yaratıcısının olduğunu ve buna inanmanın lüzûmunu göstermekte, Dehrîlerin, ilmin, tecrübenin ve hakîkatın karşısında olduklarını ifâde etmektedir.
Avrupa’nın ileri gelen astronomi bilgini Kopernik, Fraynburg şehrinde papazdı. İngiltere’nin büyük fizik âlimi Bacon, Fransisken tarîkatinde, papazdı. Meşhûr Fransız fizikçisi Pascal, papaz olup, fizik ve geometri kânunları keşfederken, din kitapları yazmıştı. Fransa’nın en büyük başvekili olup, memleketine Avrupa birinciliğini kazandıran, meşhur Rişliyö, papaz olup, ruhbân sınıfında ileri derece sâhibiydi. Meşhûr Alman doktor ve şâiri Schiler (Şiller) de, papazdı. Bugün, bütün dünyâca büyük filozof tanınan Fransız fikir adamı Bergson, kitaplarında, maddecilerin hücûmlarına karşı, rûhânîleri müdâfaa etmiştir.
Amerika’nın büyük filozofu William James, Pragmatisme mezhebini kurmuş, kitaplarında îmânlı olmayı övmüştür. Bulaşıcı hastalıklar, mikroplar ve aşılar üzerinde buluşları olan Fransız doktoru Pasteur, cenâzesinin dîni merâsimle kaldırılmasını vasiyet etmişti. Nihâyet, İkinci Cihân Harbinde dünyâyı idâre eden, Amerika Cumhurbaşkanı F. D. Ruzvelt ile İngiliz başvekili Çörçil, dindâr idi. Bunların yanında daha nice fen ve siyâset adamları, hep, yaradana, kıyâmete, meleklere inanan kimselerdi. İnanmayanların, bütün bunlardan daha akıllı olduğunu kim iddiâ edebilir?
Günümüzde ise Avrupalı bilim ve fen adamlarından İslâmiyeti seçerek Müslüman olanları görülmektedir. Ömrü boyunca komünizme hizmet eden Roger Garaudy yetmiş yaşına geldiğinde gerçeği anlayıp, Müslüman olmakla şereflendi. İslâmiyetin, çağları arkasında sürükleyen yüce bir din olduğunu bütün dünyâya haykırdı.
(Bkz. Atletizm)
Alm. Deklination, Fr. Declination, İng. Declination. Astronomide bir yıldızın gök ekvatorundan kuzey veya güneye doğru uzaklığı. Bu uzaklık, yıldızdan geçen saat dâiresi üzerinde ekvatorda sıfır derece olmak üzere kuzeyde +90° güneyde ise -90° kadar açı cinsinden ölçülür. Bir yıldızın gök ekvatorundan itibaren deklinasyonu ile yeryüzündeki rasat istasyonunun bulunduğu yer ekvatorundan îtibâren enlemi arasında bir benzerlik vardır.
Arz küresinin manyetik alanıyla ilgili olarak deklinasyon, manyetik kuzey ile gerçek veya coğrafik kuzey arasındaki veya manyetik meridyenle coğrafik meridyen arasındaki açıya denir. Bu açı bir yerde birkaç asırlık periotlarla değişir; artar, azalır, yön değiştirir. Bunun ana sebebi magnetik kutupların yer değiştirmesidir. Ayrıca magnetik fırtınalar da bu açıda birkaç derecelik kısa sürede dalgalanmalara sebeb olabilir.
Alm. Dekoration, Ausstattung (f), Bühnenbild (n), Fr. Decor (m), İng. Decor. Bir sinema çekiminde veya tiyatro gösterisinde sahnenin seyircilerin göreceği tarzda olmasını sağlayan sanat ve teknik bütünlük.
Tiyatro: Sahne dekorculuğu tiyatro ile gelişmiştir. Eski Yunan ve Roma tiyatrolarında sahne ilk kurulduğu şekilde kalır, değişmezdi. Sahne dekoru üç şekilde düzenlenirdi. Tragedyalarda (Trajedi: Acıklı konu) sütunlara; taşlamalarda, ağaç, dağ ve evlere; komedilerde, balkonlu evlere yer veren dekorlar kullanılırdı.
Günümüzdeki dekor anlayışı, gelişen tekniğin her türlü imkânlarından faydalanarak, bilhassa sahnelerin ışıklandırılması cihetine gidilerek önemli yenilik kazanmıştır. Romantik sahnelerden ziyâde gerçekçi dekor anlayışı uygulanmaya başlanmıştır. Eseri sahneye koyanla, dekoru yapanın işbirliği, bu yeni uygulamayı kolaylaştırmıştır. Stanislawski, Reinhardt, Appia, Craig, Copeau, Pitoeff, Tairov, Piscator, bu işbirliğini sağlayanların en belirgin örnekleridir. Bundan başka, Stanislawski ile Reinhardt döner sahne kullanarak, görülmemiş sahne hîlelerine başvurmuşlar ve seyircileri etkileyici başarılar elde etmişlerdir. Ayrıca Piscator, sahnelemede sinemadan faydalanmış, bu alanda ilgi çekici yeniliklere gidilmiştir.
Sinema: Sinemada dekor, kameramanın sahneleri alış şekline göre değişir. Burada seyirci, sahneyi dıştan seyretmeyip, yapılan işin kapsamına göre sahnenin içine girerek, konunun bir parçası hâline gelir. İnsan unsuru yanında, sinemada eşya da önemli bir dekor unsuru olabilir. Yerinde ve zamanında belli bir çerçeve içinde sahnelenen eşya, bir tiyatro oyuncusunun yüzü kadar anlamlı olabilir. Yönetmenin, hazırlanan filmin sahne düzeninde, dekoruna verdiği olağanüstü önemin sebebi de bir bakıma budur. Bir filmin dekoru ya özel olarak film stüdyolarında hazırlanır veya tabiat manzaralarından çekilir. Tabiî dekorla (tabiat) yapma dekorun aynı filmde ve bir arada bulunması imkânsız denecek ölçüde zordur. En azından çok güçtür. Fakat Sinemaskop, Todd A.O. Sinerama gibi yeni alış sistemlerinin geliştirdiği ve getirdiği yenilikler günümüzde sinema dekorculuğunu yeni teknik ve estetik sorularla başbaşa bırakmıştır. Şimdi sinema yapımcıları bu zorluklar içinde daha ilerilere doğru gitmektedirler.
Alm. Dekoration, innenausstattung, Fr. Decoration, İng. Decoration.Mîmârlıkta yapıların içinde veya dışında uygulanan süsleme işi. Odaların, salonların câmi ve sarayların zevkli bir biçimde süslenmesi de dekorasyon konusunun sınırları içine girer.
Dekorasyon, iç süsleme ve dış süsleme adı altında iki kısma ayrılır. Bunlardan dış süsleme daha çok mîmârlıkla ilgilidir.
İç dekorasyon: İnsanların azamî derecede rahat ve huzur içinde yaşayabilmeleri gâyesiyle iç mekanların çeşitli unsurlarının uygun bir şekilde bir araya getirilmesi anlamındadır. İç dekorasyon deyimi 20. asrın başlarında ortaya çıkmasına rağmen, insanoğlu Âdem aleyhisselâmdan beri bu unsurlar arasında uygunluk kurmak ihtiyacını her zaman duymuştu. Elimizde ilk insanların yaşadıkları, ibâdet ettikleri birimleri nasıl döşedikleri (dekore ettikleri) hakkında bilgi yoktur. Fakat bugün elde bulunan yazı ve resimler sâyesinde Mısır, Roma ve İslâmiyetin gelişinden sonra ortaya çıkıp muhteşem medeniyetler kuran irili ufaklı yüzlerce İslâm devletinde evlerin ve diğer sosyal yapıların nasıl dekore edildiği bilinmektedir.
Eski Mısır ve Romalılar duvar ve tavanlarına yaptıkları resimler yanında birkaç metal koltuk, masa vb. eşyâ ile süsledikleri yerlerde yaşıyorlardı. Zamanla el sanatlarının gelişmesiyle özellikle ortaçağ Avrupalısı karmaşık, karanlık ve insanı sıkıntıya sokacak dereceye varan süslemelerle dekore ettiği mekanlarda yaşadılar. Müslüman milletler ise, İslamiyetin insana verdiği iç huzur ve mânevî hazza uygun olarak, evlerinin yanında yüzyıllar boyunca binlercesini yapıp, insanların hizmetine sundukları câmi, han, hamam, kervansaray, dârüşşifâ, medrese vb. binâlarda göz kamaştırıcı, fakat o derecede de sâde iç mekanlar vücûda getirdiler. Bunlardan özellikle İslâm devletinin büyümesinden sonra Mısır’dan geçen Müslümanlarca İspanya’da kurulan Endülüs Emevî devletinin kurduğu medeniyet, Avrupa’da rönesansı doğurdu. Daha sonra teknolojinin gelişmesinin akabinde yeni makinalarda seri olarak eşyâlar yapıldıkça, günümüzde modern mânâda dekorasyon ortaya çıktı.
İç mîmârî aydınlatma, duvarların ve döşeme eşyâsının süslü görünüşü, belirli bir tesir yapmak maksadıyla yapılmıştır. İç döşeme eşyalarının en önemlileri tunçtan yapılmış açılır kapanır iskemle ve masalardı. Şömineler, tahtadan yapılmış birtakım eşyâlar, tavan ve duvardaki renkli süslemeler, kabartmalar, pencere çerçeveleri ve üzerinde asılı bulunan perdeler iç dekorun tamamlayıcılarıydı. İç süslemede Avrupa’da kullanılan şekil; dik, sivri, katı görünümündeki biçimlerden meydana gelirdi. Türklerde iç dekorasyon ise, kaba, keskin hatlardan uzak, zarif, yormayan, zevk ve inceliği ifâde edecek şekilde olurdu. Dış süsleme ise mimârı sanat özelliğini taşırdı. (Bkz. Mîmârî)
Alm. Dextrose, Fr. Dextrose, İng. Dextr, Dextrose. Bâzı bakteriler tarafından mâmul şekerden üretilen, yumuşak, yapışkan, yüksek molekül sayılı polisakkaritler. Şeker fabrikalarında dekstranın boru ve makinalarda toplanması, şeker endüstrisinde büyük bir derttir. Dekstran, kan plazması naklinde kullanılma alanı bulmuş olup, endüstride de bu maksatla üretilmektedir.
Alm. Dextrin (n), Fr. Dextrine (f), İng. Dextrin, Nişastanın eksik hidrolizi veya kuru nişastanın ısıtılması ile elde edilen daha küçük moleküllü sınıfı. Saf dekstrinler beyaz, amorf (şekilsiz), tatsız ve kokusuz maddelerdir. Alkolde çözünmezler, suda kolay çözünürler. Derişik çözeltileri şurup kıvamında yapışkan bir maddedir.
Nişasta sıcaklık (160-200°C) veya asitlerin etkisi ile hidrolizlenerek parçalanır ve bu parçalanmada glikoza kadar gitmeden daha kısa moleküllü ürün olan dekstrin meydana gelir. Dekstleşmenin ilk basamağında nişasta küçük parçalara bölünür ve bu parçalar sonradan dallanmış yapıda yeniden bileşik meydana getirirler. Bu şekilde nişastanın lineer (çizgisel) molekül karakteri bozulur, çözünürlüğü yüksek, dayanıklı bir ürün meydana gelir.
Nişastanın hidroliz sonucu meydana gelen parçalanma ürünleri iyot reaksiyonuna ve buna paralel olarak molekülün küçüklük derecesine göre şöyle ayrılmaktadır: İyotla henüz mavi renk veren ürüne “amilodekstrin” denir. Daha fazla hidrolizlenmesiyle “eritrodekstrin” elde edilir ki bu iyotla kırmızıya boyanır. Daha ileri gitmiş bir hidroliz ile “akrodekstrin” denilen madde elde edilir. Bu madde artık iyotla renk vermez, indirgen özelliği fazladır. Akrodekstrinin indirgen özelliği son hidroliz ürünü olan maltoz ve glikozunkinden düşüktür.
Dekstrinin belirli bir yapısı yoktur. Genellikle başlıca akrodekstrin olmak üzere eritodekstrin, glikoz ve maltoz karışımıdır. İyotla kırmızı renk verir. Dekstrin elde etmek için genellikle ilk madde olarak patates kullanılır.
Ekmeğin kabuğunun tatlılığı bu maddeden ileri gelir. Dekstrin çözeltileri yapışkan olduğundan çoğunlukla tutkal olarak kullanılır. Pulların arkasındaki yapıştırıcı, dekstrinden yapılmıştır. Kâğıt ve tekstil endüstrisinde ve pirinç gibi besin maddelerini parlatmada kullanılır. Dekstrinler maya ile mayalanmazlar. Günlük hayatta dekstrin pekçok işlerde kullanılır.
Tekstil ürünlerinin sâbit renkteki baskılarının yapılmasında, kibrit, donanma fişeklerinin yapımında, bâzı patlayıcıların ve yapıştırıcı îmâlinde kullanılır.