DÂVÛD PAŞA (Koca, Derviş)
Sultan İkinci Bâyezîd devri sadrâzamlarından. Arnavut asıllı devşirme olup, Müslüman olduktan sonra kâbiliyetli görüldüğünden Enderûn’a alınıp yetiştirildi.
Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde Anadolu Beylerbeyliği hizmetinde bulundu. 1472’de Karaman vâlisi Şehzâde Mustafa ile Akkoyonlu hükümdârı Uzun Hasan’ın yeğeni Yusufça Mirzâ arasında vukû bulan harpte Şehzâde’nin maiyetinde çarpışmaya katıldı. 1473 yılında meydana gelen Otlukbeli Muhârebesinde ise öncü kuvvetlerin komutanı olarak hizmet etti. 1476’da Fâtih Sultan Mehmed Hanın Boğdan ve Macaristan seferlerine Anadolu Beylerbeyi olarak katıldı. 1478’de Süleymân Paşa yerine Rumeli Beylerbeyi oldu. Bu görevdeyken Arnavutluk’un fethi için fevkalâde hizmet etti. Bu muharebeler için döktürdüğü çeşitli toplarla askerlikteki üstün kâbiliyetini göstermişti. Leş, Digros ve Gölbaşı denilen yerleri bu toplarla zaptettikten sonra İşkodra’nın ele geçmesini de kolaylaştırdı.
Fâtih Sultan Mehmed Hanın vefâtı üzerine tahta geçen Sultân İkinci BâyezîdHan zamanında vezir oldu. 1483’te İshak Paşanın yerine sadrâzamlığa tâyin edildi. Tam on beş sene bu mühim hizmeti mahâretle yürüttü. Sadrâzamlığı sırasında iki defâ sefere çıktı. Birçok yerlerin Osmanlı ülkesine katılmasını sağladı. Hersekzâde Ahmed Paşanın yenilerek esir düşmesi üzerine 1487’de Memlûklüler üzerine yapılan muhârebenin komutanlığını yürüttü. Adana ve Tarsus’u ellerinden aldı. Memlûklüler ile harp çıkmasına sebeb olan Karaman Beyi Turgut oğlu Mehmed Beyi tâkib etti ise de yakalayamadı. Bulgar dağlarında yaşayan ve Karamanlılara bağlı olan Varsak Türkmenlerini Osmanlı Devletine bağladı. 1497’de sadrâzamlıktan alınarak Dimetoka’da oturmaya müsâade edildi.
1499’da burada vefât eden Dâvûd Paşa, İstanbul’a getirilerek kendisinin yaptırdığı câmi-i şerîfin mihrâbı önündeki özel türbesine defnedildi.
Gâyet dindâr ve dirâyetli bir vezir olan Dâvûd Paşa, âlimleri sever ve hürmet ederdi. Ordu hizmetlerinde bulunduğu sırada çoğu defâ en ön safta yalın kılıç düşman üzerine yürürdü. Çocukluk yaşlarından beri hiçbir seferden geri kalmamıştı. Bu seferler esnâsında ele geçen ganîmetleri isrâf etmediği için zengin olmuştu. Fakirleri gözetip onlara yardım etmeyi pek severdi. Âbid, zâhid ve mücâhid idi. Yâni çok ibadet eder, dünyaya düşkün olmayıp, Allah’ın dînini yaymak için hiçbirşeyden çekinmezdi. İstanbul’da büyük bir câmi-i şerîf (Dâvûdpaşa semtinde), bir medrese, imâret, mektep ve çeşme yaptırmıştır. Ayrıca İstanbul’da şehrin dışında Osmanlı ordularının Rumeli seferlerine çıkmak için hazırlık ve toplantı yeri olarak yaptırdığı Dâvûdpaşa Kışlası meşhurdur (Bkz. Dâvûdpaşa Kışlası). Dâvûdpaşa Külliyesindeki kitâbenin metnini Şeyhülislâm Kemâl Paşazâde Ahmed Şemseddîn Efendi yazmıştı. Hattı ise Hamdullah Efendiye âittir.
On altıncı yüzyılda yetişmiş meşhur tıb âlimi. İsmi, Dâvûd bin Ömer el-Antâkî’dir. Aslen Antakyalıdır. Doğum târihi belli değildir. 1599 (H. 1008) senesinde Mekke-i mükerremede vefât etti.
Dâvûd-i Antâkî, ilimdeki başarılarını gerçek bir ilim atmosferinde yetişmesine borçludur. Özellikle babası onun ilim adamı olması için çok gayret sarf etti ve şefkatle üzerinde durdu. Önce Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Mantık ve matematik ilmini ve Yunancayı öğrendi. İslâm ve fen ilimlerinde de çalışarak, yetişti. Antakya’dan Kâhire’ye gittiği zaman, birçok ilimde söz sâhibiydi. Burada çalışmalara başlayarak, tabîb ve eczâcıların üstâdı oldu. Şöhreti dört bir yana yayıldı. On altıncı asırda İslâm âleminde onun derecesine ulaşan bir tabîb ve eczâcı görülmedi. Kendinden önceki tıb ve eczâcılık alanındaki âlimlerin çalışmalarına esaslı katkılarda bulundu.
Dâvûd-i Antâkî, tıb ilmindeki başarıları sebebiyle “Hakîm, mâhir, ferîd (biricik âlim)” gibi lakaplarla anıldı. İlmî çalışmalarında tıbbî konulara daha çok ağırlık verdi ve gerçek bir tıp otoritesi oldu. İnsanlara, hastalıkların tedâvi usûllerini nezâketle îzâh eder, sıhhati muhâfaza metodlarını öğretir ve pratik esaslarını telkin ederdi.
El-Antâkî, sâdece tıp ve eczâcılık alanındaki çalışmalarla yetinmeyerek, kimyâ, astronomi, fıkıh ve diğer ilimlerde de ince bilgilerin sâhibi olmak için çalıştı. O, ilimleri sınıflandırıyor, tasniflerini yapıyor, konularını ve ana meselelerini belirtiyordu. Ömrünün son zamanlarında gözleri kör oldu.
Tıb ilmi hakkında şöyle demektedir. “Bu ilme son derece kıymet vermek ve saygı duymak, ehline karşı mütevâzî olmak gerekir. Yayılması için de çalışıp gayret göstermelidir. Fakat dikkat edilecek mühim bir husus vardır; o da bu ilmi, alçak, ahlâksız, sâdece kendi menfaatini düşünen rezil kimselere kaptırmamaktır. Gayretsiz, himmet ve idealsiz kimseleri bu ilimden uzak tutmalıdır. Eğer buna dikkat edilmezse, hem ahlâksızlık ve yolsuzluklara yol açılmış, hem de nice hastaların ölümüne sebeb olunmuş olur.”
Dâvûd-i Antâkî, Tezkiresi’nde eczâcılık hakkında şöyle demektedir: “Asrımızdan önce yaşamış olan İslâm âlimleri, eczâcılık ilminde de çok derinleşmişlerdi. İlâç yapılacak çok çeşitli madde tesbit etmişler, bunların tıbbî faydalarını araştırıp bularak ilâç yapılış usûllerini de belirlemişlerdi. Öyle ki, onların eserlerinin gâyet muntazam, sistemli olduğunu açıkça görüyoruz. Biz sonra gelenler, işte o irfân yıldızlarından istifâdeye ve o uçsuz ilim deryâlarından birkaç yudum almaya çalışıyoruz.” Eczâcılık sâhasında otlardan, hayvanlardan ve kimyevî maddelerin her çeşidinden istifâde ederek, bu alanda önemli tesbitlerde bulundu.
Dâvûd-i Antâkî birçok eser yazdı. Eserlerinden başlıcaları şunlardır:
1.Tezkiret-ül-Elbâb vel-Câmia lil-Ucûb-il-Uccâb: Dâvûd-i Antâkî, bu eserini bir giriş bölümü ile dört kısım ve netîce bölümü şeklinde hazırladı. Giriş bölümünde ilimlerin ve mevzûlarının tasnifini yaptı. Birinci bölümde, tıbbın temel konularını; ikinci bölümde, eczâcılık maddelerinin tesbiti ve îzâhı ile terkibini; üçüncü bölümde, belli başlı ilâçların hazırlanışını; dördüncü bölümde, hastalıkların tesbit ve teşhisiyle bunlara tatbik edilecek ilâçları ele aldı. Netîce bölümünde de tıb ilmiyle ilgili bâzı garip hâdiselerle latîfe ve nükteler üzerinde durdu.
2. Risâle fil-Fasdi vel-Hacâmat: Kan aldırmak ve hacamat yaptırma yoluyla yapılan tedâvi usûllerine dâir bir eserdir.
3. Nüzhet-ül-Ezhân fî Islâh-il-Ebdân: Bu eser bir giriş bölümü ile yedi kısım ve bir sonuç bölümünden meydana gelmektedir. Birinci bölümde, tabiî hâdiseler; ikinci bölümde, insan anatomisi; üçüncü bölümde, hastalıkların oluş sebepleri; dördüncü bölümde, insanın dış yapısının özellikleri; beşinci bölümde, sağlık konusunda tavsiyeler; altıncı bölümde, hastalıkların ayrıntıları; yedinci bölümde ise, bedenî hastalıkları anlatmaktadır.
4. En-Nüzhet-ül Mübehhece fî Teşhîs-il-Ezhân ve Ta’dîl-il-Emzice: Eser, iç ve dış hastalıkların teşhis ve tedâvi usûlleriyle ilgili olup, ayrıca bütün bedeni ve bünyeyi saran hastalıklar ve tedâvileri hakkında da bilgi vermektedir.
El-Antâkî, geniş ilmine ve ömrü boyunca yılmadan yaptığı tetkiklere rağmen, Ehl-i sünnet olmayan hurûfîlik fırkasındandı. Buna sebep, İbn-i Sînâ’nın bozuk fikirlerinin etkisinde kalmasıydı. Ehl-i sünnet âlimleri, kendisini îtikâd yönüyle red, ilim yönüyle takdir etmişlerdir.
Osmanlı Devletinin kuruluş döneminde yetişen âlim ve velîlerden. Asıl adı; Dâvûd bin Mahmud bin Muhammed, lakabı Şerefüddîn’dir. Dâvûd-i Kayserî diye meşhur olmuştur. Doğum târihi kesin olarak bilinmemekte ise de, 1258 (H. 656) veya 1261 (H. 659) senelerinde doğduğu tahmin edilmektedir. Kayseri’de doğmuştur. Karaman’da doğduğunu söyleyenler de vardır. 1350 (H. 751) senesinde İznik’te vefât etti.
İlk önce Kayseri ve çevresinde ilim tahsil etti. Sirâceddîn Urmevî’den Arapça ile mantık, kelâm, usûl-i fıkıh ve diğer dînî ilimleri öğrendi. Kayseri’de zamânının usûlüne göre tahsilini tamamladıktan sonra, ilmini ilerletmek maksâdıyla Mısır’a gitti. Kâhire’de üç-dört sene kalıp hadîs-i şerîf, tefsir ve diğer aklî ve naklî ilimleri tahsil etti. Zekâsı, çalışkanlığı ve ilimdeki yüksek derecesiyle akranları arasında çok parladı. İran’ın Sava şehrine giderek, Sadreddîn-i Konevî’nin talebelerinden Kemâlüddîn Kâşânî’nin talebeleri arasına katılıp, onun sohbetlerinde bulundu. Onun rehberliğinde tasavvuf yolunda ilerleyip, yüksek derecelere kavuştu. Aynı zamanda zamânının fen ilimlerinde yüksek bir dereceye ulaştı. Onun ilimdeki üstünlüğü, derecesinin yüksekliği Anadolu’da meşhur oldu. Bu sırada İznik’i fetheden Osmanlı Sultânı Orhan Gâzi ilk olarak yaptırdığı Orhâniye Medresesine Dâvûd-i Kayserî’yi müderris tâyin etti. Vefâtına kadar bu medresede ilim öğretip, pekçok âlim yetiştirdi. Böylece ilk Osmanlı medresesinin ilk müderrisi olan Dâvûd-i Kayserî’nin talebeleri, Osmanlı Devletinin ilk ilmiye heyetini teşkil etmiştir. Hayâtını ilim öğrenmek ve öğretmekle geçiren Dâvûd-i Kayserî 1350 yılında İznik’te vefât etti. Çandarlı Halil Paşa Câmiinin karşısında ve bugün Çınardibi denen yerde defnedildi.
Dâvûd-i Kayserî, enerjitizm, yâni tabîatta var olan her şeyin esâsını ve bütün tabîat olaylarını enerji ve enerji değişimiyle açıklayan bir fizik doktrininin kurucusudur. Enerjitizmin kurucusu olduğu iddiâ edilen Alman kimyâcısı Wilhem Ostwald’dan yaklaşık altı asır önce yaşayan Dâvûd-i Kayserî âlemi, görünür ve görünmez, maddî ve rûhî, her türlü varlıkların toplamı olarak târif etmiştir. Âlemdeki bütün varlıklar, Allahü teâlânın isimlerinin ve sıfatlarının tecellîsi, akisleridir. Tabiattaki her şey atomlardan ve moleküllerden meydana gelmiştir. Ona göre, tabiat kendi özünde enerjiden başka bir şey değildir. İlk enerji olan ve Kur’ân-ı kerîmin Fussilet sûresi 11. âyetinde bildirilen “Duhan” birçok şekiller aldı ve varlıkların şeklini belirleyen su, hava, ateş ve toprak gibi ilk dört unsura dönmüştür. Varlıkların atomlardan ve moleküllerden teşekkül ettiğini, onların farklılıklarının atomların sayı ve diziliş farklarından kaynaklandığını söyleyen Dâvûd-i Kayserî kendinden önceki Yunanlı atomculardan farklı olarak, ilk defâ atomların enerji yüklü olduğunu söylemektedir.Suyu, beyaz atom ve hayat sırrı olarak nitelemiş, belki de ondaki statik ve dinamik enerjinin önemini ilk defâ anlatmak istemiştir.
Eserleri:
İlim ve fazîlette yüksek, güzel ahlâk sâhibi, çok ibâdet eden, dünyâya önem vermeyen ve çok merhâmetli bir zât olan Dâvûd-i Kayserî, başta tasavvuf olmak üzere kelâm sahasında eserler vermiş ve felsefeyi tenkid eden eserler yazmıştır. Bu eserlerden bâzıları şunlardır:
1)Matlau Husûs-il-Kelîm fî Maâni Füsûs-il-Hikem:Muhyiddîn ibni Arabî’nin Füsûs-ül-Hikem adlı tasavvufî eseri üzerine yazdığı şerhtir. Bu eser, ilk defâ Tahran’da, ikinci defâ olarakHindistan’da basılmıştır. 2)Nihâyet-ül-Beyân fî Dirâyet-iz-Zamân: Bu eserinde felsefecileri bilhassa Aristo ve Ebü’l-Berekât el-Bağdâdî’yi tenkid etmiştir. 3)Keşf-ül-Hicâb an Kelâmı Rabb-il-Erbâb: Kelâm ilmine dâirdir. Mu’tezilenin ve Kerrâmiye fırkasının bozuk inanışlarına cevaplar verilmektedir. 4)Tahkîku Mâ-il-Hayât ve Keşfu Esrâr-iz-Zulümât, 5) Esâsu’l-Vahdâniyye ve Menbeu Ferdâniyye, 6)Şerh-ul-Kasîdet-it Tâiyye, 7)Şerh-ul-Kasîdet-il-Mîmiyye.
İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin talebelerinden ve evliyânın önde gelenlerinden. İsmi, Dâvûd bin Nâsır-ı Kûfî, künyesi Ebû Süleymân’dır. Aslen Horasanlı olup, Habîb-i Acemî’nin ve İmâm-ı A’zam’ın talebesidir. Doğum târihi kesin olarak belli olmayıp, 781 (H. 165) senesinde Bağdât’ta vefât etti.
Gençliğinde normal bir hayat yaşayan Dâvûd-i Tâî, bir şarkıcıdan:
“Hangi güzel yüz ki toprak olmadı
Hangi güzel göz ki yere akmadı.”
Beytini dinleyince yaptıklarına pişman olup, tövbe etti. Derdine çâre bulabilmek için İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin kapısına gelip hâlini bildirdi. İmâm-ı A’zam ona, dünyâya düşkün olmamasını, dînin emirlerine tam uyup yasaklarından kaçınmasını tavsiye etti. İmâm-ı A’zam’ın bildirdiklerine uyan Dâvûd-i Tâî evine çekilip ibâdet ve tâatla meşgûl oldu. Sonra İmâm-ı A’zam’ın talebeleri arasına katılıp, yirmi sene onun derslerine devâm ederek fen ve din ilimlerinde yükseldi. Bu sırada Habîb-i Acemî hazretleriyle görüşüp, onun sohbetinde bulundu ve tasavvuf yolunda ilerledi. Zamânının büyüklerinden Fudayl bin İyâd ve İbrâhim bin Edhem ile görüşüp sohbette bulundu. İnzivâya (yalnızlığa) çekilerek insanların arasına karışmadan yaşamaya karar verdi. İnsanlardan alâkasını kesti. Dedesinden kalma bir miktar arâzisini dört yüz dirheme satarak ömrünün sonuna kadar bu parayla yaşadı.
Vefât ettiği gece; “Ey insanlar! Dâvûd, Allahü teâlânın rahmetine kavuşmuştur. Allahü teâlâ ondan râzı olmuştur!” sesi duyuldu. Vefât haberi, Bağdât’ta çabuk duyuldu. Cenâzesinde bulunmak için binlerce insan toplandı. Kabrinin başında İbn-i Semmâk hazretleri; “Ey Dâvûd! Kendini kabir zindânına konmadan önce dünyâda haps ettin. Hesap günün gelmeden önce sen kendini hesâba çektin. Bugün Allahü teâlânın rahmetine ve Rıdvânına kavuşursun.” dedi. Orada defnedildi.
İlim ve fazîlette yüksek bir zât olan Dâvûd-i Tâî, İslâmiyetin emirlerini yapar, yasaklarından şiddetle kaçınırdı. Haramlardan kaçındığı gibi, şüphelilerden ve mübahların fazlasından da sakınırdı. İnsanlardan ayrı yaşar, Allahü teâlâya çok ibâdet ve tâatta bulunurdu. Dünyâdan ve dünyâ ehlinden çok uzaktı. Bir gün kendisiyle görüşüp, nasîhat almak üzere kapısına gelen Hâlife Hârun Reşîd ile; “Benim dünyâ ehli ile ne işim vardır?” deyip görüşmek istemedi.
Dâvûd-i Tâî, Abdülmelik bin Ömer, Muhammed bin Abdullah bin Ebî Leylâ gibi âlimlerden hadîs-i şerîf rivâyet etti. İsmâil bin Ali, Mus’ab bin Mikdad, Ebû Naîm, El-Fadl bin Vekî’ gibi zâtlar da ondan hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir.
Dâvûd-i Tâî buyurdu ki:
Herkes, dünyâdan susuz olarak gidecektir. Ancak Allahü teâlâyı zikreden kullar bundan müstesnâdır.
Senin ayıplarını araştıran, kötü insanlarla arkadaş olma.
Hayâtımda, gece ibâdet edenlerden başka hiç kimseye imrenmedim.
Selâmet istersen dünyâya kıymet verme, kerâmet istersen, sonsuz olanı yüce tut.
Osmanlı ordusunun Avrupa yakasında ilk konakladığı yerin ismi. Rumeli’ye yapılacak seferlerde Osmanlı ordusu İstanbul’dan çıktıktan sonra Dâvûdpaşa Kışlasında toplanırdı. Burada uğurlama töreni yapıldıktan sonra ordu sefere hareket ederdi. Sefer dönüşünde ise Dâvûdpaşa Kışlasında toplanır, karşılama tören ve şenlikleri yapılırdı.
Sultan İkinci Bâyezîd’in sadrâzamlarından olan Dâvûd Paşa, ilk defâ, Osmanlı ordusunu meydana getiren birliklere göre burayı tanzim ettirdiği ve pâdişah için özel bir köşk yaptırdığından ismine “Dâvûdpaşa Kışlası” denilmiştir. Bugünkü durumu Dördüncü Mehmet tarafından yaptırılmıştır.
Kasr-ı Hümâyûn, Mahvel-i Hümâyûn, Âdil Köşkü, Sadâret Köşkü gibi sâbit yapılar yanında, Haseki Sultan Namazgâhı, Genç Osman Köşkü önemli bölümleridir. Bugün askerî kışla olarak kullanılmaktadır.
Alm. Grosse Trommel, Pauke (f),Fr. Grosse caisse (f), İng. Drum. Türklerin kullandıkları eski bir çalgı. Bugün kullanılanların çok çeşitleri vardır. Davulda kasnak denen tahta bir çember üzerine işlenmiş kuzu derisi gerilmiştir. Tahta çember, deri ile alt ve üst tabanlardan gergince sarılarak içeride hava sıkıştırılmıştır. Sağ eldeki tokmak, sol eldeki ince çubuk değnekle her iki taraftan gergin derilere vurularak çalınır. Diğer çalgılara tempo tutmakta kullanılır. Ekseriya zurna ile birlikte kullanılır.
Osmanlıların bilhassa harp sahalarında millî sembolü olan mehterde oldukça büyük davul bulunur. Buna kös adı verilirdi. Belediye ve askerî bandolarında çeşitli büyüklükte davullar kullanılmaktadır. Bölgenin kültürü, târihi olan folklor ekipleri ekseriya oyunlarını davul zurna eşliğinde oynarlar. Eski devirlerde ve günümüzde ekseri yerlerde Ramazan gecelerinde sahura kaldırmak için davul çalınmaktadır. Köy düğünlerinin vazgeçilmez çalgısı olarak davulu her zaman görmek mümkündür.
Diğer milletlerde de askerî müzikte bir çeşit davul kullanılır. Dans ve caz müziği çalan orkestralarda da davul takımı vardır. Bu takıma trampetler, ziller, vs. girer.
(Bkz. Dövize Çevrilebilir Mevduat)
Alm. DDT (n), Fr. DDT (m), İng. DDT. Kimyevî yapısı “Dikloro Difenil Trikloretan” olan böcek öldürücü bir zehir. İlk defa 1874’te Othmar Zeidler sentezlemişse de üstün nitelikle bir böcek öldürücü (insektisit) olduğu 1939’da Paul Müller tarafından belirlenmiştir. DDT’nin birçok izomerleri vardır. Saf haldeyken beyazımsı, kokusuz kristaller hâlindedir. Teknik DDT beyaz, hoş kokulu bir vasıfta olup, suda erimez; benzin, alkol, benzol, yağlar, aseton vs. içerisinde erir.
Uzun yıllar tarım-savaşta kullanılan DDT’nin böceklere etkisi değme ve mide yoluyladır. Lipoitlerde (yağ dokusu) eriyerek sinir sistemini felç eder. Tesiri yavaş yavaş fakat kesindir. Yiyecek maddeleri için tolerans 7 ppm (milyonda ünite)dir. 75 kg’lık bir insanı 37 gram veya yağda erimiş olarak 15 gram DDT öldürmeye yeter. DDT, kullandıktan sonra bozulmayıp çevrede, toprakta ve hattâ hayvanların bünyesinde birikir. Birçok ülkede yapılan araştırmalarda insanların vücut yağında da (gıdalardan alınan) sanılandan çok fazla DDT kalıntısının bulunduğu görülmüştür. Dünyânın birçok ülkelerinde olduğu gibi, Türkiye’de de Zirâî Mücâdele Araştırma Konseyinin 1970 yılında aldığı karara göre DDT kullanılması yasaklanmıştır.
DDT’ye bağlı had zehirlenme; kazâen veya intihar etmek için ağız yolundan alındığı zaman görülür. 10-20 gr gibi yüksek miktarda alındığında hemen müdâhalede bulunulmazsa öldürür. Zehirlenme belirtileri olarak; titreme, korku, kuvvet azlığı, çırpınmalar ortaya çıkar. DDT henüz kana karışmamışsa mide yıkanmalıdır.
Üretimi veya ambalajlanmasıyla uğraşan fabrika işçileri gibi bu maddenin yüksek miktarlarına uzun süre maruz kalanlarda müzmin zehirlenmeye bağlı olarak, erkeklerde ikdidarsızlık, karaciğer bozuklukları ve kansızlık görülebileceği unutulmamalıdır.
Fransız general ve devlet adamı. Fransa’nın Lille şehrinde 22 Kasım 1890 yılında doğan De Gaulle, bir felsefe ve edebiyat öğretmeninin oğludur. Çocukluğundan îtibâren okumaya olan merakıyla tanınmıştır.
De Gaulle 1912’de Saint-Cry askerî okulunu bitirerek subay oldu. Piyâde alayına tâyin edildikten sonra Birinci Dünyâ Savaşına katıldı. Bu savaşta esir düştü ve ilk eserini esârette kaleme aldı. Mütârekeden sonra yurduna dönen De Gaulle, Polanya’ya vazifeli olarak gönderildi. Sonra subay olarak bitirdiği Saint-Cry okulunda askerlik öğretmeni olarak görevlendirildi. 1930’lu yıllarda askerlik ve savunma alanında birçok kitap ve makaler yazdı. Bunlardan en meşhurları İstikbalin Ordusu ve Fransa ve Ordusu’dur. Zırhlı birliklerle donatılmış mekanize bir ordunun geleceğin harbi için önemini müdâfaa ediyordu. Hareketli zırhlı birliklerin ve kuvvetli bir hava filosunun Maginot Hattı gibi sâbit müdâfaa şeklinden daha faydalı olduğu fikrindeydi.
İkinci Dünya Harbi patladığı zaman, De Gaulle albay rütbesi ile bir tank alayına komuta ediyordu. 1940 yılındaki Alman saldırısı esnâsında generalliğe terfî etti ve dördüncü zırhlı birliklerin komutanı oldu. Aynı sene harple mesul devlet bakanlığı müşavirliğine getirildi. Teslim olma fikrine karşıydı. Mareşal Pétean başbakan olunca İngiltere’ye kaçtı. Zira Pétean teslim olma taraftarıydı. Londra’dan teslim olunmaması, direnişe devam edilmesi ile ilgili radyo konuşmaları yaptı.
Kuzey Afrika, Amerika ve İngiltere tarafından işgal edilince Fransa Millî Kurtuluş Komitesinin merkezini Cezayir’e nakletti. Buradaki komiteyi Fransa Cumhuriyeti Geçici Hükümeti hâline getirerek başkanlığa seçildi. 1944 yılı Ağustos ayında Almanlar cephelerde yenilince Paris’e giren ordunun başında bulunuyordu. Daha sonra siyâsal güçler ile anlaşmazlığa düştüğü için görevinden 1946 yılında ayrıldı. Bir müddet politikadan uzaklaşan De Gaulle, Fransa’daki bunalımlardan sonra 1958 târihinde parlamento tarafından hükümetin başına geçmeye çağırıldı. 1959 yılı Ocak ayında halk oylamasıyle cumhurbaşkanı seçildi. Bu târihten 1969 yılı Nisan ayına kadar cumhurbaşkanlığı yapan de Gaulle, Cezayir’de yaptırdığı katliamlarla meşhûr oldu. 1962’de başlayan ve altı yıl süren Cezayir bağımsızlık savaşında 10.000 Fransız ölürken 250.000 Müslüman şehîd edildi. De Gaulle, 1969 yılında düşündüğü reformları gerçekleştirmek için başvurduğu halk oylamasının neticesi reddolunca istifâ etti. Bundan bir müddet sonra da 1970 yılında öldü.
Mukâyeseli Hukuk ilminin kurucusu ve Hanefî fıkıh âlimi. Künyesi Ebû Zeyd olup, ismi Ubeydullah bin Ömer bin Îsâ ed-Debbûsî’dir. Semerkant’ta bir kasaba olan Debbuslu olduğu için Debbûsî diye meşhur oldu. Buhârâ’nın meşhur yedi kâdısından biridir. 1039 (H. 432) yılında Buhârâ’da vefât etti.
Debbûsî, dört mezhebin fıkhını, Ebû Câfer bin Abdullah’tan tahsil etmiştir. Mâverâünnehr’in en meşhûr fıkıh âlimlerinden olan Debbûsî, Buhârâ ve Semerkant’ta büyük zâtlarla birçok ilmî müzâkerelerde bulunmuştur. Hayâtı hakkında fazla bilgi bulunmayan Debbûsî hazretlerinin yazdığı eserler, İslâm hukukçularına rehber olmuştur.
Eserlerinden bâzıları şunlardır:
1) Kitâb-ül-Esrâr fil-Usûl vel-Fürû’: Fıkıh kitâbıdır. Özellikle İmâm-ı Şâfiî’nin ictihat ve delillerini de zikreden bu eserin, asıl konusu Hanefî fıkhı olmasına rağmen, mukâyeseli hukûka önem verilmiştir. 2) Kitâbu Takvîm-il-Edille fî Usûl-il-Fıkh: Fıkıh usûlü ilmine dâirdir. 3) El-Emed-ül-Aksâ: Tasavvufa dâir bir eserdir. 4) Te’sîs-ün-Nazar: Mukâyeseli hukuk alanında yazılmış ilk eserdir. Debbûsî bu eserinde bir meseleyi ele alarak, o meseleye dâir birçok fıkıh âliminin ictihatlarını belirtmiştir. Yetmiş beş kadar, ana kâide açıklanmaktadır. Bu eser basılmıştır.
Ayrıca Hazâne fetvâ kitabı ve İmâm-ı Muhammed’in Câmi-ul-Kebîr’ine şerhi vardır.
Alm. Kupplung, Schaltung (f), Fr. Debrayage, embrayage (m), İng. Clutch pedal. Makinalarda motorun tahrik mili ile enerjiyi kullanan elemanın mili arasındaki bağlantıyı sağlayan kavramayı istenildiği zaman devreye sokup-çıkararak hareket iletimine kumanda eden sistem. Çoğunlukla motorlu araçlarda kullanılmakla beraber endüstride kullanılan tipleri de vardır. Debriyajlarda genellikle motor mili ile döndürülen mil arasındaki bağlantı, çözülebilen sürtünmeli kavrama ile gerçekleştirilir. Debriyaj kavramaya kumanda ederek bu iki mil arasındaki bağlantının motor durdurulmadan kesilmesini sağlar. Mekanik (yaylı), hidrolik (yağlı), pnömatik (hava basınçlı) ve elektromagnetik esaslı olabilir. Taşıtlarda motorun krank milini vites kutusuna bağlı şanzuman milinden ayırarak vites değiştirmeye ve bu iki mili yeniden birleştirmeye yarar. Böylece motor ile tekerleklerin bağlantısını istenildiğinde keserek özellikle kalkışta önemli olan düzgün hızlanmayı sağlar. Endüstri alanında takım tezgâhlarında motor durdurulmadan tezgâhın çalışma, durma ve hız değiştirme işlerinde kullanılır.
Teknikte vites kolu ile çalıştırılan araçlarda mekanik (yaylı), pnömatik (havabasınçlı) veya hidrolik (yağlı) tipleri, otomatik vitesli arabalarda ise kanatlı hidrolik veya santrifüjlü mekanik tipleri kullanılır. Bilhassa otomatik kumandalı takım tezgâhlarında ise elektromagnetik tip debriyajlardan istifâde edilir.
Balatalı mekanik debriyaj:Daha çok motorlu taşıtlarda kullanılan bu debriyaj kumanda ettiği sürtünmeli kuru balatalı (lamelli) kavramanın adı ile anılır. Motorun krank milinden çıkış ucuna bağlanan volan üzerine takılır. Debriyaj balatasının içine baskı diski, lamelli veya sarmal yaylar vâsıtasıyla dişli kutusu miline bağlı debriyaj balatasına bastırılarak sürtünme yoluyla dönme iletilir. Vites değiştirilmesi için debriyaj pedalına basıldığında bir mekanizma vâsıtasıyla baskı diski balatadan ayrılınca kavrama çözülür. Debriyaj pedalı serbest bırakıldığında yaylar yeniden baskı diskini balata üzerine bastırarak kavramayı sağlarlar. Balata ve baskı diski sayısı birden fazla olabilir.
Hidrolik (Yağlı) debriyaj:Bu tip debriyajlar iki tip olur. Birincisi yukarıda anlatılan tipe benzer, fakat baskı diskinin ayrılması hidroliktir. İkinci tipte ise hidrolikli güç baskı diskine tesir ederek kavramayı sağlar.
Havabasınçlı (Pnömatik) debriyaj:Bu tip debriyajın esas olarak üç uygulama tipi vardır. Birinci tipte kavrama kısmı yukarda anlatılan balatalı tip kavrama olup baskı diski bir pistona bağlıdır. Pistonun alın yüzeyine tesir eden hava basıncı kavramayı sağlar. İkinci tipte piston yerine içi boş bilezik şeklinde bir lâstik mevcuttur. Lâstiğin yan yüzeyine baskı diski yerleştirilmiştir. Lâstik içine basınçlı hava verilip şişirilerek baskı diskini balata üzerine bastırarak kavramayı sağlar. Üçüncü tipte pabuç şeklinde olan balata doğrudan lâstiğin iç yüzüne tesbit edilmiştir. Lâstik içine hava verilince pabuçlar, döndürülen mile bağlı olan tanburanın dış kısmına tesir ederek kavramayı sağlamaktadır.
Kanatlı ve santrifüj debriyaj: Bu tip debriyajlar otomatik vites kutularında kullanılırlar. Giriş milindeki tahrik kanatlarının moturun belirli bir devrinde sistemdeki yağı harekete geçirmesiyle çıkış milindeki alıcı kanatlar harekete geçer. Motor devri düşünce alıcı kanatlar dönemez ve kavrama açılır.
Santrifüj debriyajlarda tahrik miline bağlı balatalar santrifüj kuvvet tesiri ile açılarak vites kutusu milindeki tanbura baskı yaparlar. Devir düşünce santrifüj kuvvet balataları bağlayan yay kuvvetini yenemez ve kavrama açılır.
Elektromağnetik debriyajlar: Daha çok otomatik tezgâhlarda kullanılan bu tip debriyaj, pahalı olmasına karşılık çabuk devreye girip çıktığı için tercih edilir. Kavramayı sağlayan balatalar ya baskı diskiyle bir elektromıknatıs arasına veya karşılıklı iki elektromıknatıs arasına yerleştirilir. Elektromıknatıslar balataları bağlayan yay kuvvetini yenerek kavramayı sağlarlar. Elektrik kesilince yaylar balataları açar.
Fizikokimyânın yapısı üzerinde önemli katkılarda bulunan kimyâger. 1884’te Hollanda’nın Maastricht şehrinde doğdu. Elektrik mühendisliği eğitimi gördü. İlk araştırmalarını teorik fizik alanında yaptı ve doktorasını 1908 yılında Münih Üniversitesinden aldı. Üç yıl sonra, henüz 27 yaşında, İsviçre’de Albert Einstein’den boşalan kürsünün profesörlüğüne getirildi. En önemli ve temel araştırmalarından ikisini bu sırada geliştirdi: Bunlardan biri katıların özgül ısıları üzerindeki teorisi, öbürü ise polar moleküller arasındaki etkilerin incelenmesi olup bugün bile değer taşırlar. Kısa bir süre sonra Hollanda’ya dönerek Utrecht’te teorik fizik profesörü oldu. Bir yandan bilime katkıları artarken kendisi de Göttingen (Almanya), Zürich (İsviçre), Leipzig (Almanya) ve Berlin Üniversitelerinde profesörlük yaptı. Berlin’de Max Planck Enstitüsünün direktörlüğüne getirildi. Bu verimli yıllar süresince araştırmaları; X ışınları saçılması, atomlararası uzaklıklar, elektrolitler teorisi, magnetik soğuma ve dipol teorisi konularındaydı. Bu çalışmalar kendisine 1936 yılında Nobel Kimyâ Ödülünü kazandırdı.
İkinci Dünyâ Savaşı ile birlikte, Almanya’dan ayrılarak İtalya yoluyla Birleşik Amerika’ya geçti. 1940 yılında Cornell Üniversitesinde kimyâ profesörü ve kimyâ bölümü başkanı oldu. Altı yıl sonra Amerikan vatandaşlığına geçti. Harp yıllarında araştırmaları, yüksek polimer maddelerin yapıları ve partikül büyüklükleri üzerinde toplanmıştı.
Bu yeni bilim alanına kendisine has derin görüşü ile sarılan Debye, makromoleküllerin incelenmesine temel ve önemli katkılarda bulundu. Danışman ve konferansçı olarak çok aranan bir bilim adamıydı. En karışık konularda, problemin ana noktalarını aydınlığa çıkarmakta üstün bir kâbiliyete sâhipti. 1966 yılında New York’ta öldü.
Kıyâmete yakın bir zamanda ortaya çıkacağı bildirilen azgın ve zâlim bir kimse. Kıyâmetin büyük alâmetlerindendir. Deccâl kelimesi lügatta “yalancı, hîleci, doğruyu yanlış, yanlışı doğru olarak gösteren, aldatıcı” demektir.
Deccâl, Âdem aleyhisselâmdan beri benzeri görülmemiş büyük bir musîbet olarak insanlara musallat olacak herkesin îmânını bozmaya uğraşacak ve kendisine inanmayanlara zarar verecektir. Bâzı hârikulâde haller gösterecek, fakat sonunda büsbütün âciz kalacaktır. Çok memleketleri istilâ edip, ilâh olduğunu söyleyerek insanları aldatacaktır. Dünyâdaki saltanat müddetinin kırk gün veya kırk sene olduğu rivâyet edilmiştir. Deccâl, Sûriye veya Filistin’de o zamanda gökten inecek olan Îsâ aleyhisselâm ve berâberindeki hazret-i Mehdî tarafından öldürülecektir.
Hadîs-i şerîflerde Deccâl’in kızılca renkli, kıvırcık saçlı, iri cüsseli, kalın boyunlu ve bir güzü kör olduğu bildirilmiştir.
Her peygamber Deccâl’in geleceğini ve bunun zararlarını ümmetlerine bildirmişlerdir. Peygamber efendimiz, Deccâl ile ilgili hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuştur:
Geçmiş peygamberler şaşı, kör, yalancı olan Deccâl’in, büyük fitne ve belâ olduğunu haber verip, ümmetlerini, onun şerrinden, zararlarından korkuttular.
Deccâl’in Mekke ve Medîne hâriç, ayak basmadığı, hiçbir memleket yoktur.
Mekke ve Medîne’nin her yolunda saf olmuş melekler vardır ve bu iki şehri korurlar.
Türk mûsikîsinin en meşhur bestekârlarından. 1778’de İstanbul’da doğdu, 1846’da Mekke yakınlarındaki Mina’da vefât etti. Esas adı İsmâil olup, Hammâmîzâde diye de tanınır. Babası Süleymân Ağadır. Dede Efendi aynı zamanda şâir, edip ve hattâttır. Şiirlerinde Türkçeden başka Farsça da kullanmıştır. Tabiatıyla kendi şiirlerini bestesiz bırakmamıştır veya diğer bir deyişle şiirlerini bestelemek için yazmıştır. 1804 yılında 27 yaşındayken çok saydığı şeyhi Ali Nutkî Dede’yi kaybettiği zaman, pekçok üzüldü. Aynı yıllarda oğlunu da kaybetti. Bu üzüntülü günlerindeki hislerini hem şiir, hem de mûsikî ile dile getirdi. Bu üzüntüsünü terennüm eden şiiri:
Bir gonca-femin yâresi vardır ciğerimde
Âteş dökülürse yeridir zîr-i serimde
Her lahza hayâli duruyor dîdelerimde
Takdîre nedir çâre, bu varmış kaderimde
İkinci Mahmûd’a sunduğu 3 bûselik parçasının güftesi de Dede’nindir. Bunlardan bûselik beste şöyle başlar:
Olduk yine bû şevk ile mesrûr-i meserret
Lebrîz-i sürûr
etdi dilî sûr-i meserret
Dede’nin nesri de kuvvetlidir. Yenikapı Mevlevîhânesinin Âyin Mecmuası’nda bestenigâr Âyin’in kayıtlı bulunduğu sayfada kendi el yazısıyle yazdığı yazıları mevcuttur.
Dede Efendinin hattatlığına gelince; Üçüncü Sultan Selim Han, baş imâmı Derviş Efendinin Çamlıca’nın Sarıkaya mevkiindeki büyük bağını satın alıp burada annesi Mihrişah Vâlide Sultan için bir saray yaptırmıştı. Vâlide Sultanın ölümünden sonra pâdişâh bu sarayı, amcasının kızı Esmâ Sultana verdi. Bu sarayın Esmâ Sultana verilmesi münâsebetiyle Dede Efendi, Sultana bir kaside yazmış, bu kasideyi el yazısıyla hatta geçirterek tezhip etmiştir. Levhânın altında “Ketebehu el-fakîr derviş İsmâil-el-Mevlevî Musâhib-i Hazret-i Sultân Mahmûd Han Gâzi imzâsı mevcuttur. Bu parça Hammamî Zâde İsmâil Dede Efendinin orta çapta iyi bir hattat olduğunu ortaya koymaktadır.
On iki, on üç, on dördüncü asırlarda Doğu Anadolu’ya gelip yerleşmiş olan Oğuz Türkleri arasında anlatılan destan yollu halk hikâyelerini Kitâb-ı Dede Korkud alâ Lisân-ı Tâife-i Oğuzân adlı kitabında toplayan kişi.
Dede Korkud’un hayâtı ve fizikî yapısı hakkında halk arasında ve yazılı kaynaklarda pekçok rivâyetler yer alır. Şimdilik Dede Korkud tarihî bir şahsiyet olmaktan çok, menkıbevî bir Türk atası olarak bilinmektedir. Hayâtına dâir bilgiler, hakîkî İslâmî unsurlarla İslâmiyet öncesi Türk hayâtından gelen bâzı husûsların karışmasından ibârettir. Hikâyelerde Dede Korkud, Dedem Korkud, Korkud Sultan ve kitabın önsözünde Korkud Ata diye anılır. “Dede” ve “Ata” eş anlamlı kelimelerdir.
Sözlü halk geleneğinde Dede Korkud ile alâkalı masallaştırılmış rivâyetler arasında şunlar bulunur: Kırgızistan’da Sir-Deryâ boyundaki bâzı mezarların ona âit olduğu bildirilir ve ermiş sayılır. Bir menkıbeye göre de Hızır aleyhisselâma benzetilir ve 40 yıl olan ömrü bâzı faydalı işlerinden dolayı kendi istemeden sona ermeyecek bir zamana kadar uzatılmıştır. Yalnız kişilere değil bütün nesnelere de isim koyar. Hikmet sâhibi bir pîrdir. Hikâyelerde de kerâmet sâhibi, hanların akıl danıştığı, hanlara ve halka öğütler veren, sözleri saygıyla kabul gören bir şahsiyet olarak çizilir. Kabîle teşkilâtını ve töreleri korur. Aksakallıdır. “Oğuzun tamam bilicisi”dir. Yiğitleri donatır. Çocuklara ve yiğitlere ad koyar.
Dede Korkud’un İslâmiyet öncesi devrede görülen kam, bakşı gibi dînî önderlik vasıfları vardır. Halk hakîmidir. Kopuz çalan bir Türk ozanıdır. Aydın, ak yüzlü dev karnından dünyâya gelmiş, boyu altmış arşın imiş.
Dede Korkud’un hayatına dâir yazılı kaynaklara bakacak olursak: En eski kaynak, Reşidüddîn’in Câmiü’t-Tevârih isimli eseridir. Ayrıca Ebul-Gâzi Bahadır Hanın Şecere-i Terâkime ve Ali Şîr Nevâî’nin Nesâimü’l-Muhabbe’si Târih-i Dost Sultan, Tevârih-i Cedîde, Mir’at-ı Cinân gibi eserlerde de Dede Korkud adına rastlanır. Ebül-Gâzi Oğuznâme’sine göre Dede Korkud, 295 yıl yaşamıştır. Şecere-i Terâkime’de, Kayı boyundan olduğu ve Saltuknâme’ye göre de Osmanlılarla aynı soydan geldiği yazılır. Evliya Çelebi Osmanlı-Kayıdedelerinden Korkut Hanın, Ahlat’taki mezarını ziyâret ettiğini söyler. İkinci Bâyezîd’in oğlunun adı da Korkud’dur. Câmiü’t-Tevârih’te Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem ile aynı çağda yaşamış olan Oğuz hükümdârı Kayı İnal Hanın başmüşâviri Dede Korkud’dur. Bahrü’l Ensâb’da, Kazan Hanın hazret-i Peygambere iki elçi gönderdiği ve dönüşlerinde Selmân-ı Fârisî ile döndükleri ve Fârisî’nin, Korkud’u Oğuzlara önder yaptığı kaydedilir.
Câmiü’t-Tevârih ile Dede Korkud Kitâbı’nın önsözünde de belirtildiği gibi, Dede Korkud’un Oğuzların Bayat boyundan olduğu bildirilir.
Dede Korkud’un târihi bir şahsiyet olup olmadığı kat’î belli olmadığı gibi, kahraman olarak önde gelen bir insan da değildir. Fakat hikâyelerde halkın müşkillerini çözen, düşmanı yenmek için çâreler bulan, tedbir aldıran, yiğitlik gösteren çocuklara ad koyan Dede Korkud, Oğuz Türklüğü için mânevi bir destek durumundadır. Cemiyet, en küçük ferdinden beylere kadar ona muhtaçtır. Oğuz boyları ve beyleri için gelip duâ etmesi; deyiş demesi, destan söyleyip, Oğuznâmeler düzüp koşarak Oğuz menkıbelerini anlatması; Oğuz boylarına mensup insanlara geçmişten ders almayı öğretmesi ve hâdiselerdeki mânâ ve hikmetlerin sırrına erme zevkini aşılaması; Dede Korkud’un Oğuz Türklüğünde terbiyeci bir rol oynadığını ve halkla bütünleştiğini göstermektedir.
Kitâb-ı Dede Korkud’un mukaddimesinde ona ve sözlerine ayrılan sahifeler Oğuz Türklüğü için Dede Korkud’un ne kadar müessir olduğunu göstermeye kâfidir. Bilici sıfatıyla Dede Korkud’un dînî tarafının ağır basması ve manevî yönden Türklüğü kucaklaması apayrı bir değer taşımaktadır. Onun türlü nasîhatlerinin yanında; “Ağız açıp över olsam, Tanrı güzel, Tanrı dostun din ulusu Muhammed güzel. Muhammed’in sağ yanında namaz kılan Ebûbekir Sıddık güzel. Âhir otuzuncu cüz başıdır Amme güzel. Hecesince düz okunsa Yâsin güzel. Kılıç çaldı, din açtı erlerin şâhı Ali güzel. Hasan ile Hüseyin iki kardeş beraber güzel. Yazılıp düzülüp gökten indi, Tanrı ilmi Kur’ân güzel. O Kur’ân’ı yazdı düzdü, ulemâlar öğreninceye kadar bekledi biçti, âlimler sultânı Osman Affanoğlu güzel. Çukur yerde yapılmıştır Tanrı evi Mekke güzel. O Mekke’ye sağ varsa, esen gelse îmânı bütün hacı güzel. Hesap gününde Cumâ güzel. Cumâ günü okuyunca hutbe güzel. Kulak verip dinleyince ümmet güzel. Minâreden ezân okuyunca müezzin güzel. Dizini bastırıp oturunca helâlı güzel. Şakağından ağarsa baba güzel. Ak sütünü doya doya emzirse ana güzel. Yanaşıp yola girince kara erkek deve güzel. Sevgili kardeş güzel. Yan tarafta, ev yanında dikilse gelin odası güzel, uzunca çadır ipi güzel. Oğul güzel. Hiç birine benzemedi cümle âlemleri yaratan Allah Tanrı güzel.” şeklinde sözlerle gerçek İslâmî akîdeye yer vermesi ve öğütlemesi bugünün Türk Dünyâsı için bir başka değerdir.
Alm. Erzählungen über Dede Korkut (e), Fr. Recits (m) de Dede Korkut , İng. The Stories of Dede Korkut. Sözlü olarak bütün Türk illerinde varlıkları görülen, Manas ve Oğuz destanları ile ilgisi bulunan, Türkler arasında İslâmiyet öncesi doğan, İslâmiyetin kabûlü ile İslâmî renge bürünen ve destan husûsiyeti taşıyan hikâyeler. Hikâyelerin hepsinde Dede Korkud adlı bir Türk ermişinin ortaya çıkarak deyişler demesi, Oğuznâme düzmesi, destan söyleyip Oğuz halkına nasihatta bulunması; onların Dede Korkud Hikâyeleri adıyla anılmasına sebep olmuştur. Hikâyelerin tamamının bulunduğu kitâba da Kitâb-ı Dede Korkud (Dede Korkud Kitâbı) denilmektedir. Hikâyeler Oğuz Türklerine aittir.Oğuz Türklerinin 24 boya ayrılması sebebiyle, sayılarının Oğuz boyları kadar olması fikri bâzı Türkologlar tarafından düşünülmüşse de, bugün elimizde sâdece 12 hikâye bulunmaktadır.
Hikâyeler konu bakımından; savaşlara, aşka ve din ile karışık mitolojiye yer verirler. Gerçekten Dede Korkud Hikâyeleri’nde Oğuzların kendi aralarındaki mücâdeleler 1 ve 12. hikâyede anlatılmıştır. Bunlardan birisinde Dirse Hanın yiğitleri, kıskançlık yüzünden onu aldatıp oğlu Boğaç Hanı öldürmesini istiyorlar. Dirse Han oğluna avdayken ok atıyor. Öldü zannediyor. Annesi Boğaç’ı buluyor. Boğaç iyileşiyor. Kırk nâmerd durumun anlaşılmaması için Dirse Hanı kâfirlere teslim etmek istiyorlar.Sonra Boğaç bunları kırk yiğidi ile helâk edip babasını kurtarıyor. İkincisinde ise, bir haysiyet meselesi ortaya çıkıyor. Bu sebeple Dış Oğuzlar İç Oğuza isyân ediyorlar. Aralarında dövüş başlıyor. Dış Oğuzlar dize gelip af diliyorlar.
Dış savaşı konu edinen hikâyeler ise Dede Korkud Kitâbı’nın 2, 4, 7, 9, 10 ve 11. hikâyeleridir. Ayrıca 3 ve 6. hikâyeler aşkı konu edinirken, 5 ve 8. hikâyeler dînî karakterde mitolojiktirler. Fakat bu hikâyeler mitolojik unsurlar taşımakla birlikte, Deli Dumrul’da bir kendine geliş ve nefs muhâsebesi; Tepegöz’de ise işlenilen bir günâhın doğurduğu neticelerden tedirginlik vardır. Bu tedirginlik şahsa âit olmayıp bütün cemiyete şâmildir. Bu yönü ile bu iki hikâyede dînî taraf daha da ağır basmaktadır.
Hikâyelerin kaynağının Oğuznâme olduğunu söylemek veyâ tamâmı kaybolan Oğuz Destânı’nın eksik kısımları olarak değerlendirmek de mümkündür. Devâderî’nin Oğuznâme’nin Farsça ve Arapçaya yapılmış tercümelerini gördüğünü Dürrerü’t-Ticân’da kaydetmiş olması bu fikri kuvvetlendirmektedir. Bu noktadan hareket ederek Dede Korkud Kitâbı’nın aslının İslâmiyetten önce kitap hâlinde varlığına bakılırsa, bu eserin başka bir isimle bulunması bugün bile ihtimâl dâhilindedir.
Hikâyelerde görülen fevkâlade haller, destânî zamandan kalma unsurlardır. Söyleyiş itibâriyle hikâyelerin nesir ve nazım diline yer vermesi, nesir dilinin, secilerle devâm etmesi eserin aslının nazım olduğu fikrini de ihsâs ettirmektedir. Zamanla değişmiş ve bozulmuş olan nesir dili, destânî bir kalıntı şeklinde, ancak 15 ve 16. yüzyılda bu şekilde tutulabilmiştir. Türk dili ise işlenmişliğin doruğuna bu eserle erişmiş, yine bu eserle Türklük, bugünkü şekli ile bile, atalardan kalan kıymetli bir mirâsın içinde yer almıştır. Eserin Osmanlı sâhasında yazılarak kaybolup nisyâna karışmaktan, yâni unutulmaktan kurtarılması; böylece Osmanlı Türklüğünün kültür hâmiliğindeki öncülüğü Türk dünyâsınca minnetle yâd edilmesi gereken bir husustur.
Müellifin millet, muhtevâsının topyekün Türk Milletinin hayâtı olması kahramanlık menkıbelerine yer vermesi; yüksek bir coşkunluk ifâdesi taşıması; tabîat unsurlarının hikâyelerde ön sırayı işgâl etmesi ve aktif bir hayâtın yer alması; bu hayâtın hayvanlarla renklenmesi ve hızlı oluşu; Hunlardan başlayarak, Göktürk, Oğuz-Yabgu Devleti, Selçuklu, Akkoyunlu ve Osmanlı olmak üzere bütün Türk târihini ilgilendirmesi; Orta Asya ve Türkistan coğrafyasının unsurları bulunmak şartıyla Âzerbaycan ve Doğu Anadolu’yu içine alan bir coğrafyaya sâhip oluşu gibi vasıflarıyle Dede Korkud Kitâbı millî bir destân hüviyeti taşımaktadır. Fakat hikâyenin tek bir kahraman etrafında dönmemesi ve uzun bir manzum eser olmaması gibi sebepler eseri destân hudutları dışına çıkarmaktadır. Yalnız Dede Korkud Hikâyeleri’nin dili Türkçenin en güzel örneğini teşkil etmektedir. Emsâlsiz olan bu dil Türkçenin şaheseri olup, asırlarca Türk milletinin ağzından süzülmüş, atasözleri ve vecîzelerle süslenmiş bir dildir. Bu yönü ile bir destân vasfı taşımaktadır. Hâsılı, eser destân ve hikâye olarak karışıklık göstermektedir. V. M. Jirmunskiy gibi bu sâhada çalışanlar Dede Korkud Kitâbı için, “Türk dilini konuşan halkın biricik destânî eseri...” demekten kendilerini alamazlar. Zâten yukarda saydığımız şekle âit birkaç nokta hâriç Dede Korkud Kitâbı milletimizin en büyük kültür varlıklarından biri olarak önde gelen bir destandır.
Dede Korkud Kitâbı, Dede Korkud’u konu edinen bir önsöz ile on iki destan parçasını ihtivâ etmektedir. Hikâyelerin hiç birisi tam bir destan değildir. Hepsi birlikte bir destân da meydâna getirmezler. Bu itibârla Dede Korkud Halk hikâyesi olmaya yönelmiş ve o sırada tesbit edilmiştir. Hülâsa; Dede Korkud Kitâbı, Oğuzlardaki destân geleneğinin bir devâmı olup, Oğuz destânının değişik bir şeklidir.
Dede Korkud Kitâbıgeçmişten bu yana başta Türkiye olmak üzere bugün dağınık ve başka ülkelerde yaşayan bütün Türklüğü kucaklayan; şeref, nâmus, ahlâk güzelliğini her şeyin üstünde tutmasıyla Türk seciyesini işleyen, bâzı anlaşmazlıklar bir tarafa, millî tesânüdü önde tutan, ferde ve insan haklarına değer veren, kısacası Türk milletinin zevkleri, meziyetleri, dünya görüşü, değer hükümlerini içinde toplayan biricik eserdir.
Bâzı ilim adamlarına göre 15. yüzyıl, kimilerine göre ise, 16. asırda yazıya geçirildiği öne sürülen Dede Korkud Kitâbı’nın dünyâda bilinen iki nüshası vardır. Yazmalardan biri Almanya’da Dresden’de, diğeri ise İtalya’da Vatikan Kütüphânesindedir. Dresden nüshasında 12 hikâye bulunur. Ettor Rossi tarafından Vatikan Kütüphânesinde bulunan nüshada ise 6 hikâye mevcuttur. Vatikan nüshası harekelidir. Bu nüsha 1952 yılında bir önsözle birlikte Rossi tarafından neşredilmiştir.
Eser üzerinde Avrupa’da, Prof. Barthold’dan başlayarak E. Rossi’ye kadar birçok ilim adamı çalışmıştır. Memleketimizde ise başta Fuad Köprülü olmak üzere, Zeki Velidi Togan, Abdülkadir İnan, Faruk Sümer, Fahreddin Kırzıoğlu, Suad Baydur, Pertev Nâilî Boratav ve Orhan Şâik Gökyay ilmî araştırmalar yapmışlardır. Fakat asıl Dede Korkud Kitâbını ilmî ve ciddî olarak neşreden İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyâtı Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Muharrem Ergin’dir. İlmî neşirleri bir tarafa, Dede Korkud Kitâbı 1000 Temel Eser serîsinin ilk kitâbı olarak günümüz Türkçesi ile aynı yazar tarafından 1969 yılında neşredilmiştir. Ayrıca, İngilizce, Rusça, İtalyanca, Almanca Sırpçaya da tercümeleri yapılmıştır.
Dede Korkud Kitâbı’ndaki hikâyelerin konularına göre başlıkları şunlardır.
1. Dirse Han Oğlu Boğaç Han Boyu,
2. Salur Kazan’ın Evi (nin) Yağmalandığı Boy,
3. Kam Büre Bey Oğlu Bamsı Beyrek Boyu,
4. Kazan Bey Oğlu Uruz Beyin Tutsak Olduğu Boy,
5. Duha Koca Oğlu Deli Dumrul Boyu,
6. Kanlı Koca Oğlu Kan Turalı Boyu,
7. Kazılık Koca Oğlu Yegenek Boyu,
8. Basat(ın) Tepegöz’ü Öldürdüğü Boy,
9. Begil Oğlu Emre’nin Boyu,
10. Uşun Koca Oğlu Segrek Boyu,
11. Salur Kazan Tutsak Oğlu Uruz Çıkardığı Boy,
12. İç Oğuza Dış Oğuz Âsi Olup Beyrek Öldüğü Boy.